- 12 Temmuz 2006
- 643
- 9
- 48
Karmaşığız evet... Biz bile çözememişken kendimizi insanların bizi anlamadığından yakınıp duruyoruz. Mesela siz; dönün kendinize sorun bakalım, her gün kaç kişiye kendinizi, fikirlerinizi anlatmaya çalışıyorsunuz? Ve günde kaç defa ‘anlatmak istediğim o değildi’, ‘beni yanlış anladın’ ya da ‘beni anlamıyorsun’larla başlayan cümleler kuruyoruz?
Üniversiteyi kazanıp en çok istediğimiz bölümü okuyoruz, okul bitiyor, o bayıla bayıla seçtiğimiz mesleği icra etmek istemiyoruz. Yalnızız sevgilimiz yok diye hayıflanıyoruz. Sevgilimiz oluyor yalnızlığı özlüyoruz. ‘Evlenme vaktim geldi ama evleneceğim türde insan çıkmadı karşıma’ diye yakınıyor, evlendiğimizde bekarlık sultanlıkmış diyoruz. Çocuk istiyor olmuyorsa tedaviden tedaviye koşuşturup duruyoruz ve sonra çocuğun en ufak derdi olduğunda yeter artık huzur istiyorum diyoruz. Dönüp içimize sormamız lazım aslında... Biz aslında gerçekten ne istiyoruz?
Biz bile duymuyorken içimizi, insanların sesimizi duymamalarından şikayetçi oluyoruz. Her türlü haksızlığa içimizden küfürler yağdırıp sonra o haksızlığı yapanlara mavi boncuklar dağıtıyoruz. Sesimizi çıkarmadan, haksızlığa haykırmadan nasıl ifade edebiliriz ki kendimizi? Nasıl konuşmadan aslında ne düşündüğümüzü insanların yüzümüze bakarak tahmin etmelerini bekleyebiliriz? Küstüğümüz insanlara senin hatan bu diye haykırmadan, onların hatalarını anlamalarını bekleyip, anlamadıklarında nasıl kızabiliriz?
Hayatta bir gitmek vardır bir kalmak... Ortası yoktur ! Ya gideceksindir arkana bile bakmadan şerefinle, ya da kalacaksındır gitmek kelimesini derinlerinde bir yerlere gömüp. Ara verelim kelimesi arada kaldım ne yapacağımı bilmiyorum demektir ki, bu gitmekten daha çok acıtır insanı.
Bir sevmek vardır, birde sevmemek. Yoktur sevmenin derecelendirilmesi. Ne hissediyorsun kelimesinin karşılığı, şu an beğeniyorum, yarın hoşlanabilir, ertesi gün onu sevebilirim olmamalı. Bir insanı ya seversin ya sevmezsin. Ya kanın kaynamıştır o insana, paylaşmak istersin günlerini, ya da sana uzaktır sende ona uzak tutarsın kendini. Sevgi kelimesi öyle iki güne iki aya sığdırılacak bir kavram değildir. Sığdırmaya çalışan zihniyetlerce çıkarılmış sevgi mertebeleri de inandırıcı değildir...
Bir evet vardır, bir de hayır. Fark etmez diye bir kavram yoktur. Ne düşündüğünü her birey gibi söyleme hakkına ve o söylediğin fikrin için saygı duyulma hakkına sonuna kadar sahipsin. Ama gerçekten senin için fark etmiyorsa o zaman yaşadığını sanan bir ölüsündür ki, senin için nefes alıp almıyor olmanda, o sorunun sana sorulup sorulmaması da fark etmez!
Hepimiz her gün en az bir kere bakıyoruz aynalara. Yüzümüzden çok içimiz nasıl olduğumuzu söylüyor. O halde içimize çevirelim bakışlarımızı. Her sabah ilk ona günaydın diyelim. Her gün ilk ona soralım ‘nasılsın bugün?’ diye. O kadar ihmal ediyoruz ki kendimizi. İçimizi susturduğumuz her an birikip hastalık olarak geri dönüyor bize. Ben buyum beni kabullen demek yerine, karşımızdaki insanın kuralları ile oynamaya mahkum ediliyoruz hayat oyununu. Bizim kurallarımız varken başkaları için yıkıyoruz durmadan sarsılmaz kaidelerimizi. Sonra bizdeki bizi tüketip boş bir amaçla gün dolduruyoruz hayat yolunda.
Adetten olmuş artık, her nasılsın diye sorana ‘iyiyim’ demelerimiz. Hadi dön içine ve sor yüreklice. Gerçekten nasılsın bugün? Ve yarın gerçekten nasıl bir gün bekliyorsun hayattan? O beklediklerini gerçekleştirmek için ne yapacaksın? Ne kadar daha adım atacaksın hayallerine ulaşabilmek için? Sence de yerinde saymak ölmek demek değil mi? Yaşamak için bunca şansın varken sen daha kaç gün bekleyeceksin o beklediğin yerden sana gelmeyecekleri?
Üniversiteyi kazanıp en çok istediğimiz bölümü okuyoruz, okul bitiyor, o bayıla bayıla seçtiğimiz mesleği icra etmek istemiyoruz. Yalnızız sevgilimiz yok diye hayıflanıyoruz. Sevgilimiz oluyor yalnızlığı özlüyoruz. ‘Evlenme vaktim geldi ama evleneceğim türde insan çıkmadı karşıma’ diye yakınıyor, evlendiğimizde bekarlık sultanlıkmış diyoruz. Çocuk istiyor olmuyorsa tedaviden tedaviye koşuşturup duruyoruz ve sonra çocuğun en ufak derdi olduğunda yeter artık huzur istiyorum diyoruz. Dönüp içimize sormamız lazım aslında... Biz aslında gerçekten ne istiyoruz?
Biz bile duymuyorken içimizi, insanların sesimizi duymamalarından şikayetçi oluyoruz. Her türlü haksızlığa içimizden küfürler yağdırıp sonra o haksızlığı yapanlara mavi boncuklar dağıtıyoruz. Sesimizi çıkarmadan, haksızlığa haykırmadan nasıl ifade edebiliriz ki kendimizi? Nasıl konuşmadan aslında ne düşündüğümüzü insanların yüzümüze bakarak tahmin etmelerini bekleyebiliriz? Küstüğümüz insanlara senin hatan bu diye haykırmadan, onların hatalarını anlamalarını bekleyip, anlamadıklarında nasıl kızabiliriz?
Hayatta bir gitmek vardır bir kalmak... Ortası yoktur ! Ya gideceksindir arkana bile bakmadan şerefinle, ya da kalacaksındır gitmek kelimesini derinlerinde bir yerlere gömüp. Ara verelim kelimesi arada kaldım ne yapacağımı bilmiyorum demektir ki, bu gitmekten daha çok acıtır insanı.
Bir sevmek vardır, birde sevmemek. Yoktur sevmenin derecelendirilmesi. Ne hissediyorsun kelimesinin karşılığı, şu an beğeniyorum, yarın hoşlanabilir, ertesi gün onu sevebilirim olmamalı. Bir insanı ya seversin ya sevmezsin. Ya kanın kaynamıştır o insana, paylaşmak istersin günlerini, ya da sana uzaktır sende ona uzak tutarsın kendini. Sevgi kelimesi öyle iki güne iki aya sığdırılacak bir kavram değildir. Sığdırmaya çalışan zihniyetlerce çıkarılmış sevgi mertebeleri de inandırıcı değildir...
Bir evet vardır, bir de hayır. Fark etmez diye bir kavram yoktur. Ne düşündüğünü her birey gibi söyleme hakkına ve o söylediğin fikrin için saygı duyulma hakkına sonuna kadar sahipsin. Ama gerçekten senin için fark etmiyorsa o zaman yaşadığını sanan bir ölüsündür ki, senin için nefes alıp almıyor olmanda, o sorunun sana sorulup sorulmaması da fark etmez!
Hepimiz her gün en az bir kere bakıyoruz aynalara. Yüzümüzden çok içimiz nasıl olduğumuzu söylüyor. O halde içimize çevirelim bakışlarımızı. Her sabah ilk ona günaydın diyelim. Her gün ilk ona soralım ‘nasılsın bugün?’ diye. O kadar ihmal ediyoruz ki kendimizi. İçimizi susturduğumuz her an birikip hastalık olarak geri dönüyor bize. Ben buyum beni kabullen demek yerine, karşımızdaki insanın kuralları ile oynamaya mahkum ediliyoruz hayat oyununu. Bizim kurallarımız varken başkaları için yıkıyoruz durmadan sarsılmaz kaidelerimizi. Sonra bizdeki bizi tüketip boş bir amaçla gün dolduruyoruz hayat yolunda.
Adetten olmuş artık, her nasılsın diye sorana ‘iyiyim’ demelerimiz. Hadi dön içine ve sor yüreklice. Gerçekten nasılsın bugün? Ve yarın gerçekten nasıl bir gün bekliyorsun hayattan? O beklediklerini gerçekleştirmek için ne yapacaksın? Ne kadar daha adım atacaksın hayallerine ulaşabilmek için? Sence de yerinde saymak ölmek demek değil mi? Yaşamak için bunca şansın varken sen daha kaç gün bekleyeceksin o beklediğin yerden sana gelmeyecekleri?