- Konu Sahibi ffcamdankalp
- #1
Açılan kapılar, yükselen duvarlar
Bir önceki günün havasıyla hiç ilgisi olmayan bir serinlik var dışarıda. Kızımın okul servisini bahçe kapısında beklerken yağmurun saçlarımdan omuzlarıma dökülüşü, tek tük geçen arabaların kaldırımlara sıçrattığı su kendi okul dönüşlerimi anımsattı... Kardeşimle okuldan eve el ele yürürdük. Çalışan annenin sorumluluk sahibi çocukları olarak kendi yönetim biçimimizi kurmuştuk haliyle. Annem gelmeden ödevlerimiz bitecek, ondan sonra da istediğimizi yapmaya (ateşle oynamadan, kapıyı kimseye açmadan, telefonu gereksiz meşgul etmeden) hakkımız olacaktı.
Ben “Gizli Yediler” okurdum, kardeşimse kağıttan bebekler yapardı... Yağmurlu öğle sonraları birlikte pencereden sokağı seyrederdik.
***
Cep telefonumun oyunlar bölümünde durmadan havuç toplayan bir tavşancık var. Tuzaklara kapılıyor, duvarlar çıkıyor önüne, bahçe kapıları kapanıyor. Üstelik bir kapıdan geçti mi oyundaki bütün kapıların yönü değişiyor. Bir taktik uygulayabilmek için düşünmeye başladığımda çok sinirleniyor ve sürekli ayağını yere vurarak hızlanmamı istiyor. Çekim aralarında beklerken keşfettiğim oyunun ilk 21 basamağını tavşancığın istediği hızda oynayabildim. Oyunun kuralını keşfetmiştim. Havuçları tuzaklara kapılmadan topla ve bitiş çizgisine gidip zıpla! Sonra 22. basamakta takıldım kaldım. Bir türlü ilerleyemiyordum. Oyunu dondurup baştan sona yaptıklarımı gözden geçiriyor, olabilecekleri, nerede hata yaptığımı anlamaya çalışıyordum ama bir türlü bulamıyordum. Sürekli yanıyor, bir daha başa dönüyordum. Derken geçtiğim kapılardan defalarca geçmem gerektiğini, açtığımı sandığım kilitlerin sürekli yeniden açılması gerektiğini, amacın havuç toplamak değil kendi yarattığım labirenti çözmek olduğunu keşfettim. Çözüm tamamdı ama uygulamak öyle zordu ki... Hangi kapıdan daha önce geçmiştim, geçerken hangi duvarı ters yöne çevirmiştim unutuyordum... Kız kardeşim 22. basamağı geçmiş. “24 daha da zor” diyor. “Bir de üzerine basıp kırdığın yumurtalar var sırada...”
***
Bir metafor kraliçesi(!) olarak hayatın içindeki şeyleri durmaksızın birbirine benzetmeye bayılırım. Servis arabasını beklerken ve yağmur artık ensemden içimdeki tişörtün yakasına doğru yol tutmuşken tavşancık geldi aklıma. Sabırsız, telaşlı, çelimsiz şey...
Keşke hayatın da bir dur düğmesi olsa.
Her şeyin donup kaldığı o noktada keşke her şeyi gözden geçirebilsek bir daha. Hangi kapıyı nasıl açmıştık? O kapı açıldığında hangi duvar çıkmıştı karşımıza? Bütün anahtarları topladığımızda hangisi, hangi kilidi açmaya yaramıştı? Neredeki tuzağa yakalanmış, neresinde yanmıştık oyunun?
Bilgilerin uçuştuğu bir dünyada biriktirilmiş malumatların hangi kapıyı açtığını bilememek nasıl da üzücü. Hataların tekrarı ve “bu oyunu biliyorum” dediğimiz halde aslında hiçbir şey bilmediğimizi anlamamız nasıl da büyük bir yenilgi...
***
Belki de hayat bize sürekli yapamadın, yeni baştan diyor. “Hadi bir daha.”
“Olmadı baştan.”
“Yok bir daha, lütfen tekrar et.” Bütün bunları düşünürken karşımdaki küçük erguvan ağacının önünde kızımın servis arabası durdu. İçindeki iki örüklü küçük kafa sevinç içinde burnunu cama yapıştırmış el sallıyordu. Kucağıma atladı. “Anne bugün ne öğrendik biliyor musun?” diye başladı heyecanla. “Bizim sınıftakilerin hepsi 2002 doğumlu! Sen hangi zaman doğumlusun?” Yağmur altında elele evimize doğru yürürken “Galiba ben de 2002 doğumluyum” dedim...
Hayatın kapısını açan anahtar işte elimin içindeki küçücük eldeydi...
arkadaşlarımla okuduk beraber bu gece sizlerlede paylaşayım dedim, kkdaşlarım,
iyi geceler
ellerinizdeki minik anahtarları bırakmayın,
sevgiler selamlar...