Yüz Yıl Sonra Dünyada Bambaşka İnsanlar Olacak.

EzBuZ

Danalar girmiş bostana
Kayıtlı Üye
6 Aralık 2007
4.203
1

Yüz Yıl Sonra Dünyada Bambaşka İnsanlar Olacak.


Esasında hayat o kadar basit ki. Zorlaştıran, sorunları zaman zaman içinden çıkılmaz haline getiren hep bizleriz. Kendi beynimiz.
Biz istemezsek kimse bizi üzemez. İzin veren bizleriz. Sonra üzülen, pişman olan da.
Tılsımlı kelime sanırım “huzur.” Kendimizle, yaşadığımız gerçeklerle barışık olma halinin adı bu.
Hepimiz bir şekilde onun peşindeyiz. Huzurluyken mutluyuz çünkü. Nefes aldığımızı hissettiğimiz anlar onlar. “İyi ki varım” dediğimiz…
Ne zaman biteceği belirsiz bu hayat denen deneyim oyununda huzur herşeyin başı ise bizim atabileceğimiz basit adımlar var mı? Beynimizi yönetme adına…
Sıraladım bir şeyler. Çoğunu Denizce‘den derledim; kendi eklemelerim, yorumlarımla birlikte.
Kitap okur gibi değil de her biri üzerinde kendi hayatımızı düşünerek okursak daha bir anlamlı oluyor. Sindirmek adına…
anlatabilecek kadar bile yanında olamayacağım. Ancak rüzgarlara rica edeceğim ki benden bir parça toz toprağı alıp ona götürsünler, birkaç toprak tanesiyle O na do
Bazı gerçekleri kabul edelim: Ben kusursuz değilim. Ayrıca hayat da adil değil.
Ruh durumu diye bir şey var. Moralimin bozuk olduğu zamanlar beni yanıltmasın. Olumlu ve olumsuz tüm düşüncelerde ‘kartopunun çığ gibi büyüme etkisi’ var. Olumsuz düşüncelerin zihin payını azaltmak bizim elimizde.
Bugünü son günümüzmüş gibi yaşarsak ufak şeyler dert olmaz. Bir yıl sonra bunlar bize zaten önemsiz gelecek.
İçinde bulunduğunuz anı yaşamayı öğrenebiliriz. Gözler resim çeksin. Duyduklarımız müziğe, kokular parfüme, yemekler şölene dönsün. Biz istersek her dokunuş başka bir anlam ifade edemez mi?
‘Daha fazlası’ hep daha iyi mi? Sahip olmak istediğimiz şeyleri değil, elimizde olanları düşünürsek hayat daha basitleşiyor. Yaşamda en güzel şeyler zaten bedava. Olağan şeylerde olağanüstülük var, yeter ki bunları görebilmeyi öğretelim gözlerimize.
Strese dayanma gücümüz artsın. Biraz sabır. Bu da geçer. Gevşe biraz! [’Demek kolay’ dediğinizi duyar gibiyim! Evet doğru, ancak önce ‘diyerek’ başlayacağız.]
En inatla savunduğunuz beş iddianızı sıralayın ve bu konularda yumuşamaya çalışın. Planlar esneyebilir.
Gördüğümüz her şeyde tanrının parmak izi var. Kendimizi iyi hissettiğiniz zaman şükretmek, kötü hissettiğiniz zaman ılımlı olmak…
Her gün kendimize ve iç dünyamıza biraz zaman ayırmalı.
Kendi görüşlerimizden tamamen farklı makale ve kitaplar okumak, filmler seyretmek. Yeni şeyler öğrenmek hayatın besini.
Önce karşımızdaki kişiyi anlamayı hedeflemek. Yani iyi bir antropolog olmayı istemek gerek; ön yargılardan uzak, başka insanların yaşam ve davranış tercihlerini incelemekten keyif alan bir tutum. Herkes farklı, buna saygı göstermeli. Bir davranışın ardındakini görmeye çalışırsak doğal olarak o kişiyi daha iyi anlarız. Kişilerin fikirlerinde biraz bile olsa doğruluk payı arayabilirsek de hoşgörü limitimiz artacak.
Daha iyi bir dinleyici olabiliriz. Kimsenin sözünü kesmeden, cümlesini bizim bitirmediğimiz… Konuşmadan önce derin bir soluk almak kritik bir beceri.
Kendi düşüncelerimizin gücünü bilelim. Ve yine bilelim ki yaptığımız herşeyde herkesin onayını alamayız. Başkalarının veya kendi sınırlarımızı öne sürersek de sınırlı olur, hareket edemeyiz.
Aynı anda birkaç şey yapmaya kalkmaksak beynimizi gereksiz yere karıştırmayız. Hem de yaptığımız işe veya karşımızdaki kişiye daha fazla hak ettiği değeri vermek bu sayede mümkün.
Hayata dair kendimize özgü bir “başarı” tanımı olmasında fayda var. Hiç bitmeyen hayallerimizin de…
Savaşlarımızı akıllıca seçebiliriz. Zayıf rakipleri yenmektense zorlu yarışlarda kaybetmek daha kalıcı deneyimler kazandırıyor.
Bırakalım çoğu zaman başkaları haklı olsun. ‘Gönlü bol’ olmayı ‘haklı’ olmaya yeğleyebiliriz.
‘Bilmemenin’ verdiği rahatlığı duyun. Sizden başka herkesin bilgili olduğunu düşünün. [Bu arada bırakın bilgili insanlar da bilgilerini sizlerle paylaşsın. Hem onlar mutlu olsun, hem de siz bilgi dağarcığınızı büyütün: kazan-kazan]
Birisi bize topu atarsa, bunu tutmak zorunda değiliz. Topu bize atmak onların tercihi idi, tutup tutmamak da bizim.
Bırakalım ilgiyi başkaları toplasın. İpin ucunu biraz bırakmanın bilinci bile keyifli bir durum.
Kendimizle dalga geçmeyi bilmek önemli bir beceri. Örneğin; sırf gırgır olsun diye, size yöneltilen eleştiriyi kabul edin. Göreceksiniz canınız yanmayacak.
Suçluluğu değil masumiyeti görmeye çalışmak içimizdeki çocuğu ne kadar çıkardığımızla ilintili. Başkalarını suçlamayı bırakın. Eleştirme isteğinizi bastırın.
Sevgiyi yaşamın önceliği yapmak da sevgi kapasitesini arttırmakla ilgili. Sevgi elini önce biz uzatabiliriz.
Her gün en az bir kişiye beğendiğimiz bir özelliğini söylemek o kadar zor mu? Veya tanımadığımız insanların gözlerine bakıp ve gülümseyerek merhaba demek?
Rasgele iyilikler yapmak tarifsiz bir duygu. Yardım etmeye çalışırken önceliği küçük şeylere vermeli. Kimseye yaptığımız iyiliklerden bahsetmeye de gerek yok tabii ki.
Bardağın (ve başka her şeyin de) kırılmış olduğunu varsayın. Sahip olduğumuzu düşündüklerimiz esasında bizde birer emanet. Herşeyin bir başlangıcı ve bir sonu var.
Yüreğimizin sezgisine ve iç sesimize güvenelim. Duygularımız bize bir şey söylemeye çalışıyorlar. Genelde de yanılmıyorlar.
Unutmayalım ki bundan yüz yıl sonra dünyada bambaşka insanlar olacak.





Her saniye ayrılık, geride kalan her dakika mazi..
Yaşanmış tüm mekanlardan ve zamanlardan ayrıldık, yaşadık ve bitti.
Oysa hepsi şimdi hatıra.
Öyleyse neyin hasretiyle yanmalı, kalbini neye bağlamalı?
Geleceğin geleceği meçhul, geçmişse hüzün verici ve buruk.
Bir tek şimdimiz var, oda saniye saniye mazi olmakta ve her an gönlümüz ayrılığı tatmakta..
* * *
Birde şu aklıma giren kramplarda olmasa, düşünmeye devam edeceğim neyi düşünmem gerektiğini ve zamanın kopuk halinden ne anlayabileceğimi..
Zaman, mekan ve dünya, onca insan.. Milyarlarca insanın dünyanın milyonlarca farklı mekanında aynı anda milyarlarca farklı şeyler düşünmeleri..
Onca kalabalıkların, ahalinin, milletin, farklı şeyler peşinden koşuşturmaları, farklı şeylere üzülüp farklı şeylere gülmesi..
Her mekanın farklı bir tadı; belki bir deniz kıyısı yada savaşın, vahşetin ortası belki de dünyayı tümden gören bir pencereden bir akşam sefası..
Müziğin ritmine kaptırıp, gidişatın bir parçası olan kalabalıklara bakıp, kendimi sıyırıp o kalabalıkların içinden çekip alıp, yükseklerde birkaç yarenle seyre dalınca, kalabalıkların gökyüzüne doğru uçup gelen düşüncelerini düşünmek..
Düşünceyi düşünerek, kaptırıp kendini gizemine, anlam dolu olduğu halde, anlamadan anlamayı da düşünmek..
Zamanın akıl almaz akıntısına kapılıp, yaşamakta olduğunu dahi unutup, sürüklenip kayarken hayatta, biran durup da kendine bakmak ve farkında olmadan kaçırdıklarımızın farkına varmak. Gerçek zannettiklerimizin, yaşayıp gittiklerimizin hakikat değil de suret olduğunu, kandırılmışlığın yoruculuğuyla, kaybettiklerimizin üzüntüsü ve çalınmış zamanın ürkütücülüğü ile anlamak yada anladığını düşünmek..
Şimdilerde yaşamak için şimdinin öncesinden saklanmış bir parça zaman dilimi, birkaç anı, yada kopuk bir görüntü bile yok cebimde. Kendi hayatımın gerisine gidemeyişim, birkaç saniye öncesine bile dönemeyişim ve eski fotoğrafların davetkar bakışları..
Torunlarıma, onlarca defa anlatıla anlatıla değişmiş anılarımı hikaye ederken, zamanın kandıran döngüsünü, büyüleyen çabukluğunu anlatabilecek miyim?
Mazide kalmış anlatılmayı bekleyen, yeniden dile getirilmesi buruk bir zevk veren anılar daha çok hoşlarına gider belki. Hem zamanın biranda geçeceği, birkaç an sonrasında hikayeler anlatanların kendileri olacaklarına inanırlar mı ki?
Her şeyin sonunun bir adım ötede oluşu mıh gibi saplanmışken aklıma, cümlemi bitirebileceğimi garanti edemezken, nihayeti düşünmek, bitişi düşünmek, varışı düşünmek..
Zaman, duygusuz, kıvrak ve hızlı, mekan anlamsız bir boşluk, düşünce yetersiz bilgi çukurunda debelenen, karanlık dehlizlerde el yordamı ile gezen, tatmin olmak uğruna uykularımı delen bir çığlık, gecelerde kopan bir fırtına.
Zamanın ve mekanın sanallığına inandıramadığım ve birçok şeyi de anlamayan, yorgun anlarımın istiflenmiş hali işte; aklımdan emir alan, kalbimle çatışan, uslanmaz bir çocuktur düşünce..
Yolculuğun bitişidir ürküten düşünce ve bu yolculuğun, bu varışın, bu nihayetin sorgusudur tatlı anları, gülüşleri sukuta uğratan ve bitiş değildir aslında, yeniden başlayışın heyecanıdır zevklerden alıkoyan.
Bir an varken hayatta, yaşanmış tüm anları silip yutacak, geçmiş bitmiş ve geçmişin hesabı olacak; işte o andır düşüncenin bittiği an, kaderinde yazılı, sabırsızlıkla gün sayan..


:kahve::kahve::kahve: