Sağlıklı beslenme için tüm gıda, meyve ve sebzeler.

Bastırılan Duygular Karaciğerinizi Tıkıyor

Karaciğerinizdeki tıkanıklığı açmak isterseniz, sağ kolunuzu hareket ettiren egzersizlere yönelmelisiniz. Bu kolunuzu kullanarak yaptığınız egzersizler aynı zamanda karaciğerinize masaj yapar ve tıkanıklığı açmış olursunuz.



Genelde yetersiz beslenme alışkanlıkları, kirlilik ve etrafımızdaki toksik maddeler gibi karaciğerinize zarar verebilecek tüm farklı faktörlerden bahsettik, ancak kendine özen gösteren ve bu faktörlerden kendini koruyan birçok insan hala karaciğer sorunlarından muzdarip. Peki bunun sebepleri ne olabilir?

Bu yazıda, karaciğerin başta öfke olmak üzere bastırdığımız olumsuz duygulardan nasıl etkilendiğini ve karaciğer sağlığınız için doğal yollara başvurarak neler yapabileceğinizi anlatacağız.

Karaciğer ne saklıyor?
Antik Çin tıbbına göre, her bir organımız üzerinde güçlü bir etki yapan farklı bir duygu ile ilişkilendirilir. Bu da bize hangi duygusal tepkilerin hangi kronik hastalıklara yol açabileceğine dair birkaç ipucu verir. Örneğin, akciğerler üzüntü; böbrekler ise korkuyla ilişkilidir.

Karaciğer ise asla bastırılmaması ya da saklanmaması gereken iki ana duygudan etkilenmektedir. Bu duygular öfke ve hayal kırıklığıdır ve karaciğerinizi tıpkı bir tabak dolusu yağlı yemeğin etkilediği gibi doğrudan etkilemeleri söz konusudur.

Öfke ve diğer duygular
Öfkeye odaklanmakla beraber, öfkeyle eşit ölçüde zararlı olan gücenme, kızgınlık ya da sinirlilik gibi diğer benzer duyguları da dikkate almalıyız.

Ayrıca, bastırılan aşırı öfke karaciğerinizin tıkanmasına yol açabilir, bu da fiziksel sağlığınızı (boyun ve omuzlarda kas gerilimi, baş ağrıları, görme problemleri vs.) bozup içinden çıkması epeyce güç olan bir döngü yaratabilir. Uzun vadede, bu durum kronik hastalığa kadar gidebilir.


O zaman, duygularınızı nasıl ifade etmelisiniz?

Bu duyguların ifade edilmesine ilişkin çözüm göründüğü kadar kolay değildir ve bu sorunlardan muzdarip kişiler günlük hayat mücadelesine verdikleri tepkiyi değiştirmenin ne kadar zor olduğunu bilirler. Etrafımızda sürekli olarak kızgınlık nöbeti geçiren insanlar görürüz ve sağduyumuz bize bunun sağlıklı olmadığını söyler. Aslında, öfkeli tepkiler vermeye meyilli insanlarda çoğu zaman kalp sorunları baş gösterir.

Peki o zaman, çözüm nedir? Olumsuz duyguların sonuçlarını çekmeye meyilli bir organ olan karaciğerinizdeki tıkanıklığı açmaya dair birkaç ipucuna beraber bir göz atalım.

Etrafınızda olanların farkına varın
Ne olduğunun farkına varmak, bu gibi yoğun bir durumun kendini sürekli tekrarlamasını önlemenin ilk adımıdır. Öncelikle çoğu zaman gülümseyerek ya da sessizliğinizi koruyarak kendinizi tanımalı, ne tip insanların sizde öfke uyandırdığını fark etmeli ve bu tepkiden nasıl kaçınabileceğinizi keşfetmelisiniz.

Bu durumda, duygularınızı yönetmenize yardımcı olabilecek bir terapiste gidebilir ya da hiçbir yan etkisi olmayan, kısa sürede alacağınız olumlu sonuçla sizi şaşırtacak doğal bir homeopatik alternatif olan Bach çiçeklerini deneyebilirsiniz.

İletişim kurmayı öğrenin
Duygularınızı bastırmanın ilk adımı iletişim kurmayı öğrenmektir. Nasıl hissettiğiniz ve neyin sizi incittiği konusunda sevdiğiniz insanlar başta olmak üzere evinizde ve işyerinizde sizinle her gün iletişim kurmak zorunda olan insanlarla sakince konuşabiliyor olmalısınız. Bu zorlu bir adım olsa da olumlu sonuçlar sizi devam etmeye yöneltecektir.

Fiziksel aktivite yapın
Fiziksel aktivite pek çok farklı sorun için varolan çözümlerin en iyilerinden biridir. Fiziksel aktivite sizin fiziksel gerilimden kurtulmanızı sağladığı için faydalı olacaktır. Karaciğerdeki tıkanıklığı açmak istiyorsanız, mutlaka sağ kolunuzu hareket ettirmenizi sağlayacak egzersizler yapmalısınız. Bu kolunuzu hareket ettirdiğinizde, aynı zamanda karaciğerinize masaj yapmış ve tıkanıklığı açmış olursunuz; o yüzden ne kadar sıkı bir sporcu olduğunuza bağlı olarak tenis ya da boks gibi bir aktivite denemenizde fayda var.

Ayrıca açık havada da zaman zaman fiziksel aktivite yapabilir ve hatta istediğiniz kadar sesli bir şekilde bağırabilirsiniz. Bu son ipucunu denemekten çekinmeyin, göründüğünden daha çok işe yaradığından emin olabilirsiniz.

Kendinizi ifade edin
Özellikle kelimelerle iletişim kurmakta zorlanıyorsanız kendinizi ifade etmenin birçok başka yolu olduğunu hatırlamakta fayda var. Örneğin, sanat hisleri ifade etmeninharika bir yoludur ve birçok içe dönük kişi yalnızca bir örnek vermek gerekirse olağanüstü müzisyenler olma yolunda bu aracı kullanır. Siz de üzerinizde hiçbir kontrol ya da beklenti olmaksızın özgürce hoşça vakit geçirmenizi sağlayacak sanatsal bir alan arayışınızdan vazgeçmeyin.

http://sagligabiradim.com/bastirilan-duygular-karacigerinizi-tikiyor/
 
Hindistan Cevizi Sütü Yapılışı

Nette Hindistan cevizi sütü araması yaptığınızda pek çok blogda yayınlanmış birbirinin aynı tarifler karşınıza çıkıyor ancak bu tariflerin hepsinin de ortak noktası Hindistan cevizi sütünü yapmak için sıcak hatta kaynar su kullanmaları.
Hindistancevizi yağı yapısındaki laurik asit ve kaprilik asit sayesinde tüm bakteri ve virüslerle mücadelede eşsiz bir şekilde etkinlik gösterir. Özellikle Kaprilik asit muhtelif mantar hastalıklarını yok edici gücü ile bilinir. Hindistan cevizi içinde hem doymuş yağ, hem tekli doymamış yağ(Oleik asit), hem de çoklu doymamış yağ asitleri (Linoelik asit) bulunur. Ayrıca Hindistan cevizinde, vitamin E, vitamin K, ve demir gibi bazı mineraller de vardır.

İçindeki çok değerli yağ asitleri, vitamin ve mineraller ısıl işlem görürse yani yüksek ısıya maruz kalırsa okside olarak faydalarını kaybeder, hatta kısmen trans yağa dönüşerek zararlı bir forma dönüşür.
Peki neden herkes Hindistan cevizi sütü tarifini kaynar su ile yapıyor ve yayınlıyor. Çünkü zaten insanların çoğunda araştırma dürtüsü yerini kopyala yapıştır dürtüsüne bırakmış durumda. Herkes birbirinin aynı tarifleri yazıyor çoğunlukla. Diğer sebebi de bu şekilde Hindistan cevizi sütü yapmak daha kolay. Toplam 10 dk bir süre gerektiriyor bu tarifleri uygulayıp süt elde etmek.

Hal böyle olunca en sağlıklı Hindistan cevizi sütü tarifini yayınlamak da yine bana düştü.


Yapılışı
Öncelikle isterseniz Hindistan cevizini taze alın, kırın ve rendeleyin. Ben bu şekilde yapılmasını tavsiye ederim tabi. Ama o zor geliyorsa hazır rende Hindistan cevizi alıp yapabilirsiniz.
Cup ölçüsü yerine de bardak ya da kase, istediğiniz bir şeyi ölçü olarak kullanabilirsiniz.
Blendere Hindistan cevizini ve suyu koyup 5 dk kadar çalıştırın. Sonra ağzı kapalı olarak mutfakta 1 saat kadar bekletin ve blenderi yine 5 dk çalıştırın.
Bu kadarı yeterli oluyor ve çok güzel bir süt çıkıyor. Ama isteyen bu işlemi 1 tur daha tekrar edebilir, hatta kış aylarında mutfak ve su soğuk olacağından 3 tur bile tekrar edilebilir.
Tülbent serilmiş bir süzgeçten süzüp, iyice sıkarak posayı sudan ayırın. Hindistan cevizi sütünü cam bir şişede buzdolabında muhafaza edin ve 3 gün içerisinde tüketin.


Ayrılan posada hala yağlar ve vitaminler mevcut, sakın atmayın. Bu posayı hindistan cevizi unu yapacağız.

Yapmamız gereken tek şey onu kurutmak. Bir tepsiye posayı serip, bir kaç gün iyice kurutup daha sonra raw kurabiyeler ya da kuru yemiş barı yapabilirsiniz.
Kuruttuğunuz Hindistan cevizi posasının içine bir kaç tane çekirdeği çıkartılmış hurma, kuru üzüm, gün kurusu kayısı, vanilya özütü, tarçın ve ceviz ekleyip, robotta çekip, minik toplar elde edip, Hindistan cevizinde ya da ham kakaoda yuvarlayıp buzdolabına alıp, bayram yemişleri bile yapabilirsiniz. Her gittiği yerde çikolata baklava yemekten iflahı kesilmiş konuklarınızın bu ikrama bayılacaklarından eminim.
Tarif içinde tarif, sanırım 3 tarif oldu. Süt, un ve kuru yemiş barı.
Afiyet olsun.

Alıntı: Fermnetemutfagım
http://www.fermentemutfagim.com/2016/06/hindistan-cevizi-sutu-yapls.html
 
FERMENTE SOĞAN 13 Aralık 2016

D Vitamingil | | Çiğ Vegan, Featured, Fermente Gıdalar, Glutensiz Tarifler, ilkbahar, kış,Mezeler ve Soslar, sonbahar, Vegan Tarifler, Vejetaryen,


Geleneksel tüm yemek tariflerimizi yağ ve soğanı kavurarak başlatsak da her sebze gibi soğanı da fermente etmek aklımıza gelmiyor. Soğanın şifası hepimizce malum. Allium ailesi denen bir aileden geliyor . Sarımsak , pırasanın da dahil olduğu bu aile kanserli tümörlerle , serbest radikal denen kanser yapan oluşumlarla savaşan bir aile. Yüzyıllar boyunca enflamasyonu azaltmak ve enfeksiyonları iyileştirmek için zaten kullanıldılar. En basitinden arı soktuğunda hemen soğan suyuyla temas ya da kulak ağrılarında 1 damla soğan suyu kullanmak gibi eminim daha haberimiz olmayan pek çok uygulamalarda tıbbı amaçlarla faydalanıldı. O nedenle içerdiği quercetin nedeniyle özellikle de mide , kolon ve prostat kanserlilere çokca önerilen bir sebze. Fazla bilmesek te rahat bir uyku çekmek ve depresyonla mücadelede de soğanın rolü büyük. Güçlü bağışıklığın yolu güçlü beslenmek kadar sağlam bir uyku düzeni ve bugünlerde çok ihtiyaç duyduğumuz bozulan ruh hallerimizin de düzene girmesinden geçiyor.

Kuru soğanı nerede kullanıyorsak fermente soğanı da aynı şekilde kullanabiliriz. En pratik yolu yemeklerin yanına çeşni olarak alabiliriz , salata , sandviç, hamburger , dürümlerde afiyetle kullanabiliriz . Soğanı fermente etmek için fazla vakit de harcamaya gerek yok. Bir kez yapınca buzdolabında 6-7 hafta boyunca gayet güzel saklanıyor. Hepimizin bağırsakları bunca hasarlıyken çok sevdiğimiz böylesi bir lezzeti , muhteşem bakterilerle birlikte almak fikri bile bana iyi geliyor. Gelelim yapılışına.

Malzemeler

Soğan

Deniz tuzu

Temiz su

Hava almayan kavanoz ,ağırlık

Not : 500 ml suya = 10 gr tuz . 10 gr = 1 TBS = yaklaşık 1 çorba kaşığı tuz olarak düşünülebilir. Kavanozunuzun büyüklüğüne göre ayarlayablirsiniz.



Yapılışı

Kavanozun içinde kaynamış suyu 15 dk tutarak kavanozu steril hale getirin.

%2 oranla tuzu , suda iyice eriterek bir salamura suyu hazırlayın.

Soğanları mecburen ağlayarak halka halka ya da piyazlık doğrayın.

Kavanoz steril olduktan sonra soğanları sıkıca dizin.

Kavanozun üzerinde 1-2 parmak boşluk kalana dek salamura suyuyla doldurun.

Dilerseniz sarımsak , tane karabiber , kekik ,biberiye gibi baharatlarla tatlandırın .

Soğanların suyun yüzeyine çıkmaması için bir ağırlık oturtun.

Kavanozu sımsıkı kapayıp karanlık bir yerde minimum 3 gün genellikle 1 hafta kadar bekletin.

Tadını kontrol edip dilerseniz 4-5 günde de sonlandırabilirsiniz.Üzerinde baloncuklar oluştuğunda işlem zaten tamamdır.

Buzdolabına alıp haftalarca saklayıp sağlıkla tüketin .

Afiyet Olsun








foto : www.simplefolkliving.com

Alıntı:
https://vitamingiller.com/fermente-sogan/
 

Hiç Işınlanmış Gıda Tükettiniz mi?

Bu yazıyı yazmama Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından hazırlanan “Gıda Işınlama Yönetmeliği” taslağının görüşe açılması neden oldu. Aslında bu yönetmelik 1999 yılından beri uygulamada ama Bakanlık bazı düzenlemelerle yeniden hazırlamış. Yönetmelik ile gıda ışınlama tesislerinde iyonize radyasyona maruz bırakılan gıda ve gıda bileşenlerinin piyasaya arzı, resmi kontrolleri, ithalatı ve ihracatına dair usul ve esasların belirlenmesi amaçlanmış. Yani işin esası, gıda ışınlama uygulamasının denetim altında, kuralına uygun yapılmasını sağlamak.

Yeni taslakta uygulama ile ilgili esas olarak çok farklılık yok, ancak yönetmelik kapsamına girmeyen durumlar, uygulayıcı kurumlar, lisans ve kayıt işlemleri yeniden düzenlenmiş. Bakanlığın, uygulamanın insan sağlığı üzerinde zararlı bir etkisinin olması ihtimalinin belirmesinde ihtiyati tedbirler alabileceği, gıda işletmecilerinin ışınlanmış gıdanın hammadde temini, ithalat, ihracat, üretim, işleme ve piyasaya arzı ile ilgili tüm aşamalarında izlenebilirliği tesis etmekle yükümlü olduğu belirtilmiş.

Bu yönetmelik Avrupa Birliğinde uygulamada olan yönetmelik ile uyumlu. Gıdanın uygun bir ışın kaynağıyla güvenli bir şekilde ışınlanması için, ışınlama yapılacak tesislerin Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’ndan İşletme Lisans Belgesi, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığından İşletme Kayıt Belgesi alması zorunlu tutulmuş. Gıdaların hangi iyonize radyasyon kaynaklarına tabii tutulabileceği de yönetmelik ile belirlenmiş. Gıda ışınlaması yapacak tesisler, radyasyon güvenliği açısından Radyasyon Güvenliği Tüzüğü ve Radyasyon Güvenliği Yönetmeliği hükümlerine uygun olmak zorunda.

Peki, tüketicilerin bu konuda bilgisi ne kadar?

Tüketicilerimizin bu konuda çok az, hatta hiç bilgisi olmadığını düşünerek, işin içine ışın, radyasyon gibi ifadelerin girmesinin de insanları ne kadar ürküttüğünü bildiğimden, gıda ışınlama ile ilgili bazı temel bilgileri sizlerle paylaşmak istedim.

Gıda ışınlama teknolojisi, patojen mikroorganizmaların yok edilmesi ile gıda kaynaklı hastalıkların azaltılması, bozulmaya neden olan mikroorganizmaların yok edilmesi, çürümenin önlenmesi veya geciktirilmesi ile gıdaların bozulmasının azaltılması, filizlenme, çimlenme ve olgunlaşma ile oluşabilecek gıda kayıplarının azaltılması, bitki ya da bitkisel ürünlere zarar veren organizmaların gıdadan uzaklaştırılması amaçlarıyla kullanılmakta.

Bildiğimiz gibi, gıdalarımız çürüme ve bozulmalar nedeniyle hep aynı kalitede kalmamaktadır. Gıdaların korunması amacıyla pastörizasyon, sterilizasyon, konserveleme, dondurma gibi birçok yöntem kullanılmakta. Bu yöntemlerin çoğunda ısı enerjisi kullanılmakta. Işınlamanın çok kullanılan bu yöntemlerden farkı, ışınlamada kullanılan enerjinin ısı enerjisi değil “iyonlaştırıcı enerji” olması. Gıda ışınlamada, gıda maddesi istenilen bir teknolojik amaca ve usulüne uygun olarak yeterli bir dozda iyonize radyasyona maruz bırakılmakta.

Bu konunun tüketiciyi bilgilendirme kısmı da çok önemli. Işınlanmış gıdaların etiket bilgilerinin Türk Gıda Kodeksi Etiketleme Yönetmeliği’nde yer alan hükümlere uygun olması gerekli. Bunun yanı sıra ışınlanmış gıdaların etiketinde, ışınlamanın yapıldığı işletmenin adı veya ticari unvanı, adresi, işletme kayıt numarası, işletme lisans numarası, ışınlama tarihi ve dozu ile parti numarasının yer alması zorunlu.

Tüketiciler market alışverişleri sırasında hazır ambalajlı ışınlanmış gıdalarda “Işınlanmıştır” veya “Işınlama işlemi yapılmıştır” ifadesinin ve yeşil renkli uluslararası gıda ışınlama sembolü “Radura”nın etiketin temel görüş alanında kolayca görülebilir şekilde bulunup bulunmadığına bakarak o ürünün ışınlanmış olup olmadığını anlayabilir.

Satın aldığınız gıdada ışınlanmış bir bileşen kullanılıyorsa, gıdanın etiketinde yer alan bileşenler listesinde ışınlanmış bileşenden sonra gelmek üzere “Işınlanmıştır” veya “Işınlama işlemi yapılmıştır” ifadesi yer almalı. Piyasada birçok hazır çorba etiketinde “ışınlanmış baharat kullanılmıştır” ve benzeri ifadelerin yer aldığını hiç fark ettiniz mi?

Işınlanmış bir bileşen içeren gıdanın hazır ambalajlı olmayacak şekilde piyasaya arz edilmesi halinde ise bu ifadelerin gıdanın adı ile birlikte ambalajın üzerinde veya yanında bulunan satış etiketinde yer alması zorunlu.

Gıda bileşenlerinden birisi ham veya çiğ iken ışınlanmış ise içindekiler bölümünde verilirken bu bileşenin yanında hangi dozda ışınlandığının belirtilmesi de zorunlu.

Bu arada ‘hangi gıdalar, hangi amaçla ışınlanıyor’ gibi bir soru aklımıza gelebilir. Ülkemizde en yaygın olarak patates, soğan, sarımsak gibi ürünlerde filizlenme ve çimlenmeyi önlemek, baharat ve hububatta böcekleri öldürmek amacıyla kullanılmakta. Bunların dışında patojen mikroorganizmaların yok edilmesi, böceklenmenin önlenmesi amacıyla kurutulmuş sebzeler, kuru aromatik bitkiler, otlar, çeşniler ve bitkisel çaylar, taze meyve ve sebzeler, kabuklu yemişler, yağlı tohumlar, baklagiller ve kurutulmuş meyveler, çiğ balık, kabuklu deniz hayvanları ve bunların ürünleri (taze veya dondurulmuş), dondurulmuş kurbağa bacağı, kanatlı, kırmızı et ile bunların ürünleri (çiğ veya dondurulmuş), hayvansal orijinli kurutulmuş gıdalar gibi ürünlerde de uygulanabilmekte.

Işınlanmış gıdalar sağlık açısından riskli midir?

Bu teknoloji ilk kez 1905 yılında denenmiş. 1980 yılında ışınlanmış gıdaların güvenli ve sağlıklı olduğu deklare edilmiş ve birçok hükümet gıda ışınlamasına izin vermiş. 1990’da kümes hayvan etlerinin, 1997’de kırmızı etin ışınlanması ABD Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) tarafından kabul edilmiş.

Ülkemizde ilk ışınlama tesisi TÜBİTAK tarafından 1992 yılında kurulmuş. 1995 yılında ise özel bir ışınlama tesisi açılmış. Halen 40’dan fazla ülkede 50’den fazla çeşit gıdanın ışınlanmasına izin veriliyor.

Gıdaların ışınlanmasında yıllar boyunca yapılan birçok bilimsel çalışma sonucu radyoaktiviteye yol açmayacağı belirlenen ve hem Avrupa Birliği’nde hem de ülkemiz mevzuatında yer alan dozların kullanılması halinde sağlığa etkisinin olmayacağını söyleyen birçok bilimsel çalışma yapılmış. Bu çalışmalarda ışınlanmış gıdaların toksikolojik, genetik, kanserojenik ve mutajenik etkileri incelenmiş ve yapılan ulusal ve uluslararası yasal düzenlemelerle gıdaların ışınlanmasına izin verilmiş. 1983 yılında yayınlanan ‘Işınlanmış Gıdalar için Kodeks Genel Standardı’nda da 10 kGy’lik absorbsiyon dozuna kadar ışınlamanın toksikolojik açıdan bir sakınca oluşturmayacağı görülüyor.

Sonuç olarak bu bir teknolojidir ve mevzuata uygun şekilde uygulanması ve denetlenmesi halinde sağlık açısından bir risk taşımayacağı, bu konuda uygulamada bir yönetmelik olması ile de teyit edilmektedir. Ancak yönetmeliklerin olması yeterli değildir. Bu konuda yetkili otoritelerin ışınlama dozlarını tespit etmekte yeterlilikleri, denetimleri, piyasaya sürülen ışınlanmış gıdaların ya da ışınlanmış bileşen içeren gıdaların etiketlerinde bunun belirtilip belirtilmediği gibi birçok husus önem kazanmaktadır.

Tüketici açısından önemli olan ise kendisine tercih yapma hakkı verilmesidir. Bunun bir gıda koruma yöntemi olduğunu, bu konuda detaylı bir yasal düzenleme bulunduğunu ve mevzuata uygun tesislerde, uygun dozlarda üretildiğini, satın aldıkları gıdanın etiketinde ışınlanmış olup olmadığını görebileceklerini bilen tüketiciler o gıdayı tüketip tüketmemek konusunda tercih yapma hakkına sahip olacaktır.

Alıntı:
http://www.yasamicingida.com/hic-isinlanmis-gida-tukettiniz-mi/
 
Gülse Birsel'den güzel bir yazı !

Çiya tohumlu puding yemediğinizden, bahçenizde kara mürver yetişmediğinden veya Okinawa Adası’nda yaşamadığınız için hastalanıyor değilsiniz.

Mesele bir şeylerin eksikliği değil fazlası kardeş! Fazla trafik, fazla yemek, fazla stres, fazla kaos…...

Her hafta, 120 yaşına kadar yaşamak, her şeyi yiyip haftada 3 kilo vermek, 50 yaşında 25 görünmek, stresten kurtulup sevgi kelebeği olmak için yepyeni, daha da yeni, en yeni ve bu sefer hakikaten mucize yaratacak bir formül buluyoruz.

Pakistan dağlarında yaşayan, 120’sinde hâlâ çakı gibi olan, 60’ında doğum yapan (ki bu bayağı kötü bir şey bence) Hunza Türkleriyle ilgili bir makale okudum az önce. Sağlık ve uzun ömürleri dağda yüksek oksijenli ortamda yaşamaya ve kuru meyve yemelerine bağlanmış. Şu an bu yazıyı pencere açık, kuru erik yerken yazıyorum! Kar atıştırıyor, hava buz ve iki kere hapşırdım. Sanırım Hunza Türkü değil, İstanbul Türkü olduğum için böyle oldu. Derhal pencereyi kapatacağım, zira gribim henüz iyileşti.

Bizim de kabahatimiz yok aslında. Derdimize deva arıyoruz. Az oksijenli, bol telefon ve televizyonlu, her yerden yeme içme ve tüketme sloganı fışkıran, çok trafikli, fazla sorumluluklu, aşırı stresli, eşten dosttan ziyade kötü haber alan kaynaklardan haber aldığımız bir hayatımız var.

2. Dünya Savaşı’nda bile yaşlı olan insanların hâlâ yaşadığı Sardinya Adası’na zeytinyağı içmeye, Okinawa Adası’na suşi yemeye gitmeye gerek yok. Zira bu uzun ömrüyle meşhur yerlerden biri de İkaria Adası ve bizim Söke’nin az açığında bulunuyor. Deniz aynı deniz, toprak bizimle aynı toprak yani.

Kara mürver, polen özütü, çiya tohumu, yosun ekstresi, ananas hapı, badem sütü, Hindistan cevizi yağı, agave şurubu… Paranızı harcamayın. Ben hepsini denedim, bir arpa boyu yol gidemedim. Neysem oyum. Bir felaket de yok, mucize de.

Bu kalabalık, gürültülü, şikayet ve endişe dolu hayatımızı, mucizevi bir meyve, sihirli bir adada tatil yapmak düzeltmeyecek. Sadece Hazar Denizi’nde yakalanan ender bulunan bir balığın kılçığından yapılan bir hap, aniden derdimizi tasamızı almayacak. Yani bu karmakarışık hayatlarımıza bir şey ekleyerek her şeyi düzeltemeyeceğiz.

Bilakis, benim önerim, bir şeyleri hayatımızdan çıkararak yaşamı daha derli toplu ve basit kılmak.

Yeni yılda kendi hayatımdan, sistemimden çıkaracağım şeylerin listesi yaptım:

-Unlu ürünler

-Şeker

-İş çıkış saatlerinde yoğun trafikli semtlerde toplantılar

-Yürüyebilecekken, sıkıla pıkıla çekilen gereksiz otomobil yolculukları

-Çok ve boş konuşan tanıdıklar

-Sigara içilen ve beni duman eden her yer

-Umutsuzca ihtiyacım olmayan bütün giysi, ayakkabı, aksesuar ve kozmetikler.

-Sevmediğim, evde kalabalık yapan bütün eşyalar

-Beni çok eğlendirmeyen, vakit kazandırmayan, ya da hayati önemi olmayan her türlü elektronik zamazingo

-Sürekli aynı konukların aynı şeyleri anlattığı, çoğunda hiçbir bilgi veya yeni fikirle karşılaşılmayan tartışma programları

-Siyaset ve ekonomiyle ilgili felaket senaristlerinin tweet’leri

-Bağırıp çağıran siyasetçilerin demeçleri

-Tembeller ve işkolikler

-Yetkisi olup sorumluluk almayanlar

-Sözünü tutmayanlar, işini iyi yapmayanlar

-Suratsız, karamsar, asabi herkes

Hayatınıza değil ama bu listeye siz de bir şeyler ekleyebilirsiniz!

Detoks öyle et yememekle, çiya tohumlu puding yapmakla filan olmaz. Kebabını, şeyini afiyetle yersin, bu üsttekileri hayatından çıkarırsın, mis gibi detoks olur! Çareyi uzaklarda arama. Kaosun tam içindesin ve bunların sebebi bu. Herşeyin fazlalığı, beynimizdeki, bedenimizdeki bu kalabalık, hayatımızı kaosa çevirmiş. Hâlâ da oturup daha ne yesek içsek, ne alsak de işleri düzeltsek diyoruz.

Matematik hatası yapıyorsun! Ekleme kardeş, çıkar… O uzun yaşıyor dediğimiz insanlar hayatını bizim kadar çer çöple doldursaydı, hâlâ el kadar adaya sığarlar mıydı? Bir de bunu düşün.

Alıntı
Hürriyet, Gülse Birsel
 
Gülse Birsel'den güzel bir yazı !

Çiya tohumlu puding yemediğinizden, bahçenizde kara mürver yetişmediğinden veya Okinawa Adası’nda yaşamadığınız için hastalanıyor değilsiniz.

Mesele bir şeylerin eksikliği değil fazlası kardeş! Fazla trafik, fazla yemek, fazla stres, fazla kaos…...

Her hafta, 120 yaşına kadar yaşamak, her şeyi yiyip haftada 3 kilo vermek, 50 yaşında 25 görünmek, stresten kurtulup sevgi kelebeği olmak için yepyeni, daha da yeni, en yeni ve bu sefer hakikaten mucize yaratacak bir formül buluyoruz.

Pakistan dağlarında yaşayan, 120’sinde hâlâ çakı gibi olan, 60’ında doğum yapan (ki bu bayağı kötü bir şey bence) Hunza Türkleriyle ilgili bir makale okudum az önce. Sağlık ve uzun ömürleri dağda yüksek oksijenli ortamda yaşamaya ve kuru meyve yemelerine bağlanmış. Şu an bu yazıyı pencere açık, kuru erik yerken yazıyorum! Kar atıştırıyor, hava buz ve iki kere hapşırdım. Sanırım Hunza Türkü değil, İstanbul Türkü olduğum için böyle oldu. Derhal pencereyi kapatacağım, zira gribim henüz iyileşti.

Bizim de kabahatimiz yok aslında. Derdimize deva arıyoruz. Az oksijenli, bol telefon ve televizyonlu, her yerden yeme içme ve tüketme sloganı fışkıran, çok trafikli, fazla sorumluluklu, aşırı stresli, eşten dosttan ziyade kötü haber alan kaynaklardan haber aldığımız bir hayatımız var.

2. Dünya Savaşı’nda bile yaşlı olan insanların hâlâ yaşadığı Sardinya Adası’na zeytinyağı içmeye, Okinawa Adası’na suşi yemeye gitmeye gerek yok. Zira bu uzun ömrüyle meşhur yerlerden biri de İkaria Adası ve bizim Söke’nin az açığında bulunuyor. Deniz aynı deniz, toprak bizimle aynı toprak yani.

Kara mürver, polen özütü, çiya tohumu, yosun ekstresi, ananas hapı, badem sütü, Hindistan cevizi yağı, agave şurubu… Paranızı harcamayın. Ben hepsini denedim, bir arpa boyu yol gidemedim. Neysem oyum. Bir felaket de yok, mucize de.

Bu kalabalık, gürültülü, şikayet ve endişe dolu hayatımızı, mucizevi bir meyve, sihirli bir adada tatil yapmak düzeltmeyecek. Sadece Hazar Denizi’nde yakalanan ender bulunan bir balığın kılçığından yapılan bir hap, aniden derdimizi tasamızı almayacak. Yani bu karmakarışık hayatlarımıza bir şey ekleyerek her şeyi düzeltemeyeceğiz.

Bilakis, benim önerim, bir şeyleri hayatımızdan çıkararak yaşamı daha derli toplu ve basit kılmak.

Yeni yılda kendi hayatımdan, sistemimden çıkaracağım şeylerin listesi yaptım:

-Unlu ürünler

-Şeker

-İş çıkış saatlerinde yoğun trafikli semtlerde toplantılar

-Yürüyebilecekken, sıkıla pıkıla çekilen gereksiz otomobil yolculukları

-Çok ve boş konuşan tanıdıklar

-Sigara içilen ve beni duman eden her yer

-Umutsuzca ihtiyacım olmayan bütün giysi, ayakkabı, aksesuar ve kozmetikler.

-Sevmediğim, evde kalabalık yapan bütün eşyalar

-Beni çok eğlendirmeyen, vakit kazandırmayan, ya da hayati önemi olmayan her türlü elektronik zamazingo

-Sürekli aynı konukların aynı şeyleri anlattığı, çoğunda hiçbir bilgi veya yeni fikirle karşılaşılmayan tartışma programları

-Siyaset ve ekonomiyle ilgili felaket senaristlerinin tweet’leri

-Bağırıp çağıran siyasetçilerin demeçleri

-Tembeller ve işkolikler

-Yetkisi olup sorumluluk almayanlar

-Sözünü tutmayanlar, işini iyi yapmayanlar

-Suratsız, karamsar, asabi herkes

Hayatınıza değil ama bu listeye siz de bir şeyler ekleyebilirsiniz!

Detoks öyle et yememekle, çiya tohumlu puding yapmakla filan olmaz. Kebabını, şeyini afiyetle yersin, bu üsttekileri hayatından çıkarırsın, mis gibi detoks olur! Çareyi uzaklarda arama. Kaosun tam içindesin ve bunların sebebi bu. Herşeyin fazlalığı, beynimizdeki, bedenimizdeki bu kalabalık, hayatımızı kaosa çevirmiş. Hâlâ da oturup daha ne yesek içsek, ne alsak de işleri düzeltsek diyoruz.

Matematik hatası yapıyorsun! Ekleme kardeş, çıkar… O uzun yaşıyor dediğimiz insanlar hayatını bizim kadar çer çöple doldursaydı, hâlâ el kadar adaya sığarlar mıydı? Bir de bunu düşün.

Alıntı
Hürriyet, Gülse Birsel
 

Duygusal şiddet gördüğünüzün işareti olabilecek 20 davranış

Aralık 20, 2016


Kadın, erkek, evli, bekar… Çoğunluğumuzun başından sancılı birer ilişki geçmiştir! Duygusal şiddet ilişkide bir tarafın diğer tarafa uyguladığı küçümseme, küçük düşürme, tehdit etme, zorlama, korkularını ya da zaaflarını kullanma, suçlu hissettirme ve manipüle etme gibi kontrolü altına alma durumu olarak tanımlanıyor.

Duygusal şiddet dışarıdan görünen yaralara sebep olmuyor belki ama iç dünyamızda iyileşmesi zor yaralar bırakabiliyor.

Bu tarz ilişkiler yaşayan insanlar çoğunlukla fiziksel olarak zarar görmedikleri için şiddet gördüklerinin ya farkında olmuyorlar ya da bunu kabul etmiyorlar! Oysaki duygusal şiddet kişilerde ruh sağlığına zarar vermekte, depresyona, güven eksikliğine ve insanların kendilerini sevmemeye başlamalarına sebep olmaktadır.

Duygusal şiddet gören kişi çoğunlukla kendisini suçladığı için iyileşme süreci de uzun olabiliyor. İyileşme süreci için atılması gereken ilk adım bu ilişkinin farkına varmak ve bir an önce uzaklaşmak.

İşte duygusal şiddet gördüğünüzün 20 işareti:

  1. Partneriniz sürekli sizi diğer insanların (aileniz, arkadaşlarınız hatta hiç tanımadığınız insanlar dahi olabilir) yanında utandırır.
  2. Yaptığınız her şeyi eleştirir ve sizi hiçbir şeyi doğru yapamayacağınıza inandırmaya çalışır!
  3. Size ya da sizin üzerinizden kırıcı, hoş olmayan şakalar yapar. Eğer ciddiye alırsanız fazla alıngan olmakla ya da şakadan anlamamakla suçlanırsınız.
  4. Yaptığınız her hareketi ve söylediğiniz her sözü kontrol altında tutmaya çalışır.
  5. Yardımcı olmak yerine sürekli size yaptığınız hataları ve kusurlarınızı hatırlatır.
  6. Duygularınızı önemsemez, aşırı duygusal olduğunuzu ya da yanlış düşündüğünüzü savunur.
  7. Bazen O’nunla yalnız kalmaktan rahatsızlık duyarsınız.
  8. Size sevgi göstermez, yaptığınız herhangi bir şeyi cezalandırmak için sevgisiz ve ilgisiz davranıp ders vermeye çalışır.
  9. Hayallerinizi ve hedeflerinizi küçümser, aptalca ve anlamsız olduklarını savunur.
  10. Başkalarının bilmesini istemeyeceğinizi bildiği halde sırlarınızı ve kendinize saklamak istediğiniz özel anlarınızı diğer insanlarla paylaşır.
  11. Çoğu konuda yetersiz olduğunuzu ve sizin için en iyi olanı kendisinin bildiğine inanır.
  12. Kendi problemleri ve mutsuzluğu için sizi suçlar.
  13. Yapılan hatalara gülmeyi bilmez, kendi yaptığı bir hataya başkası gülerse aşırı derecede sinirlenir.
  14. Tek başınıza bir yere gittiğiniz için ya da arkadaşlarınızla ve ailenizle vakit geçirmek istediğiniz için kendinizi suçlu hissetmenizi sağlar.
  15. Israrla her zaman kendisinin haklı olduğunu savunur çünkü siz hep haksızsınızdır.
  16. Sizi O‘nun için yeterli olmadığınıza inandırmaya çalışır. Her zaman sizden daha iyisini bulabileceğini dile getirir ve ilişkiniz için şükretmeniz gerektiğini savunur.
  17. Yeri geldiğinde tehdit eder fakat bunun adına “tavsiyede bulunmak” der.
  18. Parasal durumunuzu kontrol altında tutmaya çalışır. Neye ne kadar para harcadığınızı, aldığınız şeye ihtiyacınız olup olmadığını sorgular.
  19. Telefonla, mesajla nerde, ne yapıyor olduğunuzu sorar hatta kendi gözleri ile görmek için haber vermeden gelir.
  20. Yanlış anlamalara sebep olur ve sonrasında sizi aşkınızı ispat etmeye zorlar.
Kaynak: David Wolfe
 

MİDE PROBLEMİ


MİDE PROBLEMİ olanların, Doc.Dr. Hasan Önal Hocamızın bu makalesini mutlaka özümsemeli.

Mide yanması için proton pompa inhibitörlerini uzun süreli kullanmayın

Young woman in pain

Proton pompa inhibitörleri (PPİ) dünyada en çok satılan ilaçlar arasında yer almaktadır. Çoğu insan mide yanması için bu ilaçları kullanmaktadır. Bugün için yıllık satış gelirinin 14 milyar dolar olduğu tahmin edilmektedir (1).

Bültenimizin bu bölümünde mide yanması için yaygın kullanılan PPİ ilaçları ile bilgilendirme yapmak istiyoruz.

Proton pompa inhibitörleri alışkanlık yapabilir ve tehlikeli olabilir

Mide yanmanız için aldığınızda sadece yakınmalarınızı düzeltir, alttaki patoloji devam eder ve PPI kullanımına bağlı potansiyel tehlikelere açık hale gelirsiniz.

Mide yanması oluştuğumuzda genel kanı mide asidimizin arttığı yöndedir. Ancak çoğunlukla mide asidi azalmıştır. Ancak asit az bile olsa yemek borusuna kaçan mide içeriği mukozanızı yakar. PPI kullanmak sindirime yardımcı olan, vücudumuza ağızdan giren pek çok patojeni elimine eden azıcık mide asidini de ortadan kaldırır.

Mide asidinin mutlak eksikliği, nutrisyonel eksiklik(demir eksikliği, B12 eksikliği), besin zehirlenmesi, klostridium difficile gibi sindirim sistemi enfeksiyonlarına açık hale gelmenize neden olur.

Proton pompa inhibitörlerinin kullanım alanları nelerdir ?

Lansor, Nexium gibi Proton pompa inhibitörü ilaçların kullanım alanı aslında dar olup aşağıdaki ciddi durumlarda tercih edilmelidir:

-Kanamalı ülser,

-Zollinger Ellison sendromu (midenin aşırı asit ürettiği bir hastalık)

-Ciddi asid reflü (endoskopi ile tespit edilmiş yemek borusunda hasar oluşturmuş bir reflü)

Bu ilaçlar mide yanması bulunan insanların % 90-95 inin tedavisinde iyi bir aday değildir. Kısa süreli kullanılabilir, ancak aylar-yıllarca kullanılmamalıdır.

PPI uzun süreli kullanımı ile ilişkilendirilmiş hastalıklar nelerdir ?

Kronik böbrek hastalığı (2), zatürre (3), kemik erimesi, kalça kırığı(4) ve bunamadır. Evet yanlış duymadınız bunamaya neden olabilir. JAMA Nöroloji dergisinde (5) yayınlanmış bir araştırmaya göre 75 yaş üzeri PPI kullananlarda kullanmayanlara göre bunama riski % 44 artmıştır. Cinsiyete göre bakıldığında erkekler (% 52) kızlara göre (%42) daha çok risk altındadır. PPI nın bunamayı hangi mekanizma ile artırdığı bilinmemektedir. Fare çalışmaları PPI kullanımının beyin hücrelerinde beta amiloid olarak bilinen hasarlı proteinlerin birikimine neden olduğunu göstermiştir.

PPI kullanımı alta bir kalp hastalığı olmaksızın kalbinizi hasta edebilir (6, 7)

Birkaç araştırmada (6,7) PPI nin uzun süreli kullanımının kalp hastalığı riskini artırdığı ileri sürülmüştür. Bu ilaçların damar genişlemesine neden olan nitrik oksit sentezini azaltır ve böylece kalp krizi riskini artırır.

Scientific American sitesinin raporuna (8) göre gastroözefagial reflü yakınması için PPI kullananlarda kalp krizinin % 16 arttığı bulunmuştur. Yaşam analiz çalışmaları PPI kullanımı ile kalp-damar hastalıklarından ölüm riskinin 2 kat arttığı ileri sürülmüştür. PPI yerine H2 bloker kullanımında herhangi bir risk tespit edilmemiştir.

Uzun süreli PPI ilacı kullanıyorum, nasıl bırakacağım ?

İlaçları bırakmaya çalıştığınızda yakınmalarınız hızla geri döner. Bir şeyler yemek istediğinize karnınıza bıçak saplanmış gibi hissedersiniz ve tekrar başlamak zorunda kalırsınız.

Bu ilaçları uzun süreli kullananlar aniden bırakmamalıdır. Bu ilaç alışkanlığından kademeli bir şekilde kurtulmak lazım.

Kullandığınız PPI dozunu en düşük seviyeye düşürmeli, gerekirse yanında H2 blokeri ilaçlarından birisini (Simetidin, Zantac veya Ranitidin) eklemelisiniz. Sonra önünüzdeki birkaç hafta içinde PPI bırakın. Sonraki birkaç haftada H2 blokerini sonlandırın.

Peki mide yanmasını nasıl tedavi edelim ?

Mide yanmasının tedavisinde en önemli nokta artmış mide içi basıncının azaltılması ve midenin boşaltılmasıdır.

Yetersiz miktarda mide asidini düzeltin…

-Yaş ilerledikçe mide asidinizin azaldığını unutmayın. Mide asidinin azalması midenin geç boşalmasına yukarı doğru tepmeye neden olur.

-Yemekleri iyice çiğnemeden yutmayın. Çiğneme süresinin uzun tutulması mide asidini artırır.

-İşlenmemiş (örnek himalaya tuzu), çiğ gıdaların tüketilmesi mide asidinizi artırabilir. Unutmayın mide asidiniz az ise mideniz geç boşalacaktır.

-Lahana turşusu veya lahana suyu mide asidi için en güçlü uyarandır. Ayrıca bu besinler bağırsağınızdaki faydalı bakterileri besler. Birkaç çay kaşığı lahana turşu suyu/lahana suyunu yemekten önce almak size çok iyi gelir. Taze çiğ lahan suyu dirençli mide ülserine de çok iyi gelir.

– Çiğ (filtre edilmemiş) doğal elma sirkesi (markette satılan sirke değil): Midenizdeki asid miktarını artırır. 1 büyük su bardağı içine 1 tatlı kaşığı koyun: Asidi artırarak bir mide mikrobu olan h. plyoriyi inhibe ediyor.

-Betain hidroklorik asit almak sizin sindiriminizi sadece düzeltmez aynı zamanda helikobakteriyi öldürmeye yardım eder, semptomları hafifletir. Bir porsiyon ıspanağın 500 mg, 1 porsiyon kırmızı pancarın da 250 mg betain içerir.

H.Pylori dengesi önemli

H.Pylori isimli midede yaşayan bakteri sizin mikrobiomunuzun bir parçasıdır. Eğer patojen hale geçerse yakınma oluşturabilir. Mide asidini artırarak H. Pylori tedavinize yardımcı olabilirsiniz.

Mide fıtığınızı var mı?

Tedaviye direnç durumunda mide fıtığınızın olup olmadığını kontrol edin.

Alkolü ve sigarayı bırakın

Yemeklerden sonra sigara içmek mide boşalmasını azalttığı, tokluk hissi yaratığı bilinmektedir.

Gıda entoleransınızı sorgulayın

Gıda entoleransınız olup olmadığını sorgulayın. Bu entoleranslar özel testlerle gösterilebilirse de aşağıdaki yiyecekleri en az bir ay ara ile teker teker diyetinizden çıkarın. Semptomlarınız düzeliyorsa, o yiyeceğe tekrar başladığınızda da tekrar geri geliyorsa o yiyeceğe karşı entoleransınız var demektir. Başlıca gıda entoleransına neden olabilen gıdalar:

Buğday (Gluten)
Süt
Soya
Yumurta
Kabuklu kuru yemişler
Mısır
Gıda katkı maddeleri
Aşırı gaz oluşmasını, kabızlığı dolayısı ile karın için basıncın artmasını önlemelisiniz.

Karbohidratlı beslenme, bağırsak floranızın kötü olması bağırsaklarınızda aşırı gaz, kabızlık oluşturarak midenin boşalmasını önler. Fermente yiyecek almak,un ve şeker mamüllerinin kesilmesi yani taş devri diyeti önemli tedavi basamaklarından birisidir.

Stresinizi azaltın.

Kortizol hormonunuzu artırır, kortizol mide asidini artırır, aşırı ani artışa pankreas hızlı yanıt veremez mide bu nedenle boşalamaz.

Sonuç olarak sindirim sisteminiz sinyal veriyorsa sorunun nerede olduğunu bulmalısınız. Tek bir ilaç alarak sorunları halının altına süpürmemelisiniz.


Doç.Dr. Hasan Önal


Kaynaklar

CBS News June 10, 2015
Lazarus B, Chen Y, Wilson FP, et al. Proton Pump Inhibitor Use and the Risk of Chronic Kidney Disease. JAMA Intern Med. 2016 Feb 1;176(2):238-46.
de Jager CP, Wever PC, Gemen EF, et al. Proton pump inhibitor therapy predisposes to community-acquired Streptococcus pneumoniae pneumonia. Aliment Pharmacol Ther. 2012 Nov;36(10):941-9.
Zhou B, Huang Y, Sun W, Liu J.Proton-pump inhibitors and risk of fractures: an update meta-analysis. Osteoporos Int. 2015 Oct 13.
Gomm W, von Holt K, Thomé F, et al. Association of Proton Pump Inhibitors With Risk of Dementia: A Pharmacoepidemiological Claims Data Analysis. JAMA Neurol. 2016 Feb 15. doi: 10.1001/jamaneurol.2015.4791
David N. Juurlink , Colin R. Dormuth, Anjie Huang, et al. Proton Pump Inhibitors and the Risk of Adverse Cardiac Events. PLoS One. 2013 Dec 27;8(12):e84890.
Shah NH, LePendu P, Bauer-Mehren A, et al. Proton Pump Inhibitor Usage and the Risk of Myocardial Infarction in the General Population. PLoS One. 2015 Jun 10;10(6):e0124653.

http://www.scientificamerican.com/…/certain-heartburn-drug…/

Alıntı
Taş Devri Akıllı Beslenme
 
PANCAR
  • Şimdi marketlerde, pazarlarda boy gösteren ve tam mevsimi olan kırmızı pancar alırken yerli olanları tercih etmekte fayda var. Yerli olanların içi koyu, ithallerin ise beyazımsıdır (resimdeki gibi içi koyu olan iyidir). Beyazımsı olanların tadı acıdır ve yenecek gibi de değildir. Alırken alt ucundan kestirip rengine göre alabilirsiniz. Ayrıca pancarların yapraklarını da atmayın, yeşil salatanıza doğrayarak veya smoothie olarak da tüketebilirsiniz. Kırmızı pancardaki kanser önleyici antioksidan olan "betanin" ve "vulgaxanthin" kaynamaya maruz kalan pancarlarda azalıyor; o yüzden en iyisi çiğden rendeleyip, sızma zeytinyağ, tuz, limon, biraz elma sirkesi ve nar ekşisi ile salatasını yapın; çok lezzetli ve son derece faydalıdır. İçerisine biraz da dereotu ve nane kıyarak enfes bir lezzet oluşturabilirsiniz. Veya yoğurdun içine rendeleyerek de tüketebilirsiniz. Hazır satılan konserve pancar ve pancar turşuları ön bir haşlamadan geçiyor. Hem de tuz oranları aşırı yüksek oluyor.
Gıda müh. Erdem Öner
 
Limon
Limon 7°C’de en iyi depolanmaktadır. Kışın hasat edilen limonlar daha uzun süre depolanır. Depodan çıkarılan limonlar derhal tüketime sunulduğunda problem olmaz; çünkü depo zararı genellikle, limonların depodan çıkarılmasından 10-12 gün sonra belirmeye başlar. Hasattan sonra turunçgil meyvelerinin uzun sayılabilecek bir süre bekletilmeleri çeşitli etmenlerin sebep olduğu çürüklüklere maruz kalmalarına ve küflenme gibi kayıplara sebep olmaktadır. Turunçgillerde bozulmanın önüne geçebilmek için "difenil" emdirilmiş kağıtlara sarmanın (bu daha çok limon ve mandalina da uygulanır) veya difenilli sulara hasat sonrası daldırmanın (bu da daha çok portakalda uygulanır) etkili olduğunu bilinmektedir. Difenil bir tür kimyasal olup yüksek dozları sağlık açısından ciddi tehlikeler içermektedir. Market veya pazarlarda bu kağıtlara rastlarsınız; ama her limon aynı düzeyde mi bu kimyasala maruz kalır bilemeyiz? Üretim bölgelerinde genelde kasım-aralık ayında derim, tasnif, difenilli kağıtlara ambalajlama ve tahta sandıklara dizim yapılmaktadır. Dolayısıyla difenilli kağıtlardaki ilaç düzeyi ne miktardadır yorumu yapmak güç! Ve gözenekli yapısından dolayı difenil ile kaplı kağıda sarılan limonlarda difüzyon limonun içlerine de olabilmektedir. Özellikle güvenilir olmayan kaynaklardan aldığımız limonun hiç olmazsa kabuklarını tüketmekten kaçınmakta fayda vardır. Şimdilik suyunun tüketimi ile difenil’e maruziyet boyutları nispeten daha az olabilecektir. Resimdeki limonlarda resmin solu bu kimyasalın olmadığı, sağı ise difenillidir. Bazen bu kağıtlar olmaz, o durumda mümkünse limonu almadan önce koklayın ve eğer kötü, ekşimsi bir kimyasal koku alırsanız bilinki o limonlar difenilli kağıtlarda bekletilmiş.

Gıda Müh. Erdem Öner


Not:Sirkeli su net olarak bir çözüm olur mu?

Limon kabuğunun temas ettiği bu difenilli kağıtlar kabukta kalıyor; ancak bu difenilin sadece kabukta mı yoksa limonun merkezinde de ne düzeyde kaldığı bilinmiyor. Sirkeli su net olarak bir çözüm olmaz. Kimyasal bulaşılar ürüne bulaştığında bunu ne düzeyde temizler bilemeyiz. Sirkeli sular en çok ürün yüzey dezenfeksiyonu sağlar ve fiziksel bulaşıları bertaraf edebilir.
 
Son düzenleme:
Limontuzu - sitrik asit - e330
Neredeyse bütün bitkilerde ve canlı hücrelerde bulunan, meyve ve sebzede doğal olarak bulunan başlıca organik asit olan sitrik asit meyve ve sebzelere ekşi tadını vermektedir. Gıda sektöründe raf ömrünü uzatıcı en yaygın kullanılan koruyucu ve tatlandırıcı katkı maddelerinden biridir (E 330 kodu ile ürün etiketlerinde yer ). Özellikle meyve suyu ve nektarlarında sıklıkla kullanılmaktadır. Önceden limon ve başka narenciyelerden doğal yollarla elde edilen sitrik asit (limon tuzu) sanayi ve tüketim toplumunun gelişme ve artmasıyla talebi karşılayamaz hale geldi. Pahalı ve zahmetli bir yöntem olduğundan artık yerini yapay ve hızlı yöntemlerle elde etmeye bıraktı. Artık günümüzde sentetik olarak şeker pancarı melasından üretilir hale gelmiştir. Melastaki şekerden mayalar ve bakteriler yardımıyla gerçekleşen mayalanma (fermentasyon) sonucunda sitrik asit elde edilmektedir. Toplam şekeri fermentasyon ile mayalanma süreci boyunca hiç kalmaz. Canlı hücreler sitrik asit olmadan işlevlerini gerçekleştiremezler. Sitrik asit insan organizmasında da üretilir. Vücuda alınan gıdalardaki karbonhidrat, protein ve yağ gibi bileşiklerin enerjiye dönüşürken izledikleri yollardan birisi de sitrik asit döngüsü ya da bu döngüyü bulan kişinin adının verildiği "Krebs" döngüsüdür. Bu bağlamda limon tuzu yanlış bir tanımlamadır, aslında tuz değildir asittir. Limon tuzu çoğu kişi tarafından limondan elde edilen doğal bir madde olarak bilinir. Oysa limon tuzu denilen kimyasal sitrik asitin limondan değil şekerden elde edilen bir kimyasaldır.

Gıda Müh. Erdem Öner

Not: Aspegillus niger mantarının şekerle beslenerek ortaya çıkardığı kimyasal maddenin, sülfürik asitle tepkimeye girmesinden elde edilen bu tuz (aslında asit) eğer eskiden olduğu gibi limondan üretilseydi zararı konusunu tartışabilirdik; ancak ortada bir kimyasalı başka bir kimyasalla tepkimeye sokarak ortaya çıkan bir güçlü koruyucudan bahsediyoruz. Ki pekçok gıdada kullanılıyor da (maruziyet yüksek). Mümkünse direkt kullanım olmamalı, çok az miktar kullanımı ciddi tehlike yaratmayabilir tam emin olamıyorum, klinik çalişmalara bakmak gerekir.
 

Muşmula meyvesi şu sıralar kısa bir süre pazarlarda kendini gösterecek olan bir meyvedir. Renginin parlak kahverengi veya kırmızımsı kahverengi aldığı ve meyve etinin beyazlaştığı dönemde hasadı yapılan ve bu dönemde meyvelerin aşırı tanenli (ağzı burar ve boğazdan zor geçer) olduklarından bu hali ile tüketilemez. Daha sonra serin ve kuru bir ortamda bekletilerek meyve eti koyu kahverengi bir renk aldığında meyvelerin aşırı olgunlaşması ile tüketilebilir. Döngel ve beşbıyık isimleri ile de anılan C, B1 ve B2 vitamini deposu muşmulanın aynı zamanda pektin, karoten ve organik asitlerce zengin olduğu bilinmektedir. Bağırsak hastalıklarına, iltahaplarına iyi geldiği, kabızlığa karşı etkili olduğu, kan dolaşımını düzenlediğini ve sinirleri güçlendirdiği iddia edilmektedir. Şeker hastalarına yaprağını demleyerek içmeleri tavsiye edilir. Tansiyon hastalarının tüketimi sınırlı olmalıdır. Kolay bozulan ve çabuk kurtlanan bu meyveyi yerken keserek içine bakarak tüketmekte fayda var.

Gıda Müh. Erdem Öner
 

Kuşburnu
Meyveler arasında en yüksek C vitamini içeriği olan kuşburnu; sağlığa yararlı olan doğal antioksidanlar yönünden son yıllarda çok rağbet gören bir meyvedir. Dünyada birçok ülkede şeker hastalığı, mide rahatsızlıkları, böbrek rahatsızlıkları, dişeti kanamaları gibi vakalara karşı kullanıldığı bildirilmektedir. Etkili bir kan temizleyici ve bağırsak yumuşatıcı özelliğe sahip olabileceği iddia edilen kuşburnunun, C vitamini zenginliğinden dolayı ateşli hastalıklara ve soğuk algınlıklarına karşı kullanıldığı bildirilmektedir (diğer bir yüksek C vitaminli gıda yeşil biberdir). Kuşburnu, içerdiği vitaminler (C, P, K, B1, B2 ve A vitaminleri), mineral maddeler (K, Ca, P ve Mg), tanen ve flavonlar gibi antioksidan maddelerce zengin oluşu sayesinde çok geniş kullanım alanları bulmaktadır. Kuşburnunda bulunan en önemli antioksidan bileşiklerin başında C vitamini gelmektedir. L-askorbik asit olarak da bilinen C vitamini deri, bağ ve kıkırdak gibi dokulardaki kolajenin onarım ve oluşumunda rol oynar. Cild güzelliğinde C vitaminin büyük etkileri olabileceği bilinmelidir. L-askorbik asit meyvelerde yaygın olarak bulunur ve kolayca anti-skorbutik aktiviteye sahip olan dehidroaskorbik asite okside olur. C vitamini aynı zamanda ısıya duyarlı bir vitamin olup sıcaklık ve maruz kaldığı süreye bağlı olarak kayıplara uğrayabilmektedir. Yine de konsantre ürünlerde (kuşburnu marmelatı gibi) kuru madde içeriği yüksek olduğundan C vitamini bir miktar korunacaktır. Ayrıca, bir gıdada C vitamini ve antioksidan kapasite çok yüksek olabilir; ancak her bireyin bunlardan alacağı fayda aynı ölçüde olmayabilir, hatta bazı bünyelerin emilim yapamadığı bile iddia edilmektedir. O yüzden hep savunduğum nokta şudur; C vitamini vb vitamin takviyelerine gerçekten ihtiyacınız var mı? Doğal yollardan almak yetmez mi? Biyokimyasal testlerle gerekli olup olmadığına bakarak mı kullanıyorsunuz? Şuan aynı şekilde antioksidanlar üzerindeki en temel tartışma metabolizmanın ne kadar etkilendiği, ne kadar emilim yapabildiği yönündedir. Yoksa bilimsel olarak tonlarca yayında şu gıdada şu kadar antioksidan var şeklindedir; ancak klinik çalışmalarla tam olarak desteklenebilecek yeterli data azdır.

Kurutulmuşlarda bazı değerler yükselir. Isıl işlemle bir miktar C vitamini kaybı olur ancak sadece C vitaminine bakmamak lazım başka önemli maddeler de var.

Kuşburnuna sadece C vitamini olarak bakarsak çayı ve marmelatında bir miktar kayıplar olduğunu görürüz; ama yine de bu ısıl işlemler (çay ve marmelat) ile tam olarak sıfırlamaz C vitamini. Ama onun dışında ısıdan etkilenmeyen kimyasal bileşikler korunur merak etmeyin. Yani olay sadece C vitamini değil.



Gıda Müh. Erdem Öner
 

EVDE ZEYTİN YAPIMI


Tam sezonu olan ve ağaçlarda kararmaya başlayan hasatı hazır zeytinlerle kendi zeytininizi kendiniz yapabilirsiniz. Piyasada satılan hazır zeytinlerde katkı maddeleri ve zeytin siyahlatılsın diye birtakım kimyasal işlemler uygulanabilmektedir. Ayrıca hazır zeytinler aşırı tuzlu olduğundan fazla da yenilemiyor. Bu yüzden son derece kolay ve pratik bir yöntemle kendi zeytinlerinizi yapabilirsiniz. Zeytinlerin hasat zamanları geldi ve Kasım ayı sonuna kadar hasat yapılacaktır. Ham zeytinler pazarlarda vb. satışa başlamıştır. Tarif şöyledir; 5 kg ham zeytin ve boş 5 kg'lık kapaklı teneke en temel malzemeler (plastik bidon olmaz; zeytinin asidi plastikle uyumlu değildir. Asidik yapısı plastikteki fitalatlar, bisfenoller vb ürüne geçmesine yol açacaktır!!!) Cam kavanozlarda da kapağa dikkat patlayabilir, iyi kapanan olsun!!! En iyisi zeytinleri siboplu kapağı olan tenekeye doldurup üzerine 1 çay bardağı iri kaya tuzunu döküp ağzını sıkıca kapatın. Hergün günde en az 1 defa 1 hafta süreyle; ardından 2-3 günde 1 defa ve daha sonra ayda bir defa tenekeyi döndürün (amaç tuzun heryere nüfuz etmesi) 4-5 ayda zeytin olgunlaşmıştır. Sonra kapağı açıp zeytinleri 2 gün acı suyu aksın diye baskıya alın (25 kg'lık bir ağırlık olabilir); baskıdan çıkan zeytinleri bir leğene dökün. 2 gün mümkünse güneşte tahta bir kaşıkla karıştırın havalansın ve ardından yıkayın ve kurusun (resimdekiler bu olgunluğa ulaşmış yemeye hazır güneşlenen zeytinlerdir). Bu mevsimde kurutmayı kapalı ortamda temiz bir bez üzerinde yapın. Ardından cam şişelere doldurup kavanozlayın ve yağını (çiçek yağı veya zeytinyağ da olur; ama bazı zeytin çeşitlerinde zeytinyağ zeytini yumuşatabiliyor) koyup kapatın. Günde bir yetişkin için 10-15 zeytin idealdir. Aynı zamanda arada zeytin yaprağından demleme yapabileceğiniz zeytin çayı da iyi bir içecek alternatifidir.

Gıda Müh. Erdem Öner
 
Son düzenleme:
SPOR MU HAREKET Mİ?

Bu konuya defalarca değinmemize rağmen hala açıklama yapma zaruretini hissediyorum. Sağlıklı yaşamdaki "hareketli olma" faktörünü optimum seviyeyi aşan sporla karıştıranların yaşadıkları sakatlıklar ve hasarlar tahminlerin ötesine geçti bile. Özellikle son 4-5 yılda, özellikle spor malzemeleri üreticilerinin de mobil teknolojinin yaygınlaşan nimetleriyle yarattıkları aletleri kullanma çekiciliğini de kullanarak ivme kattığı akım sayesinde olay bambaşka boyutlara varmaya başladı.

Hayatı boyunca sporu sadece mahalle futbolu, yazları yüzmek, ya da lisede amatör seviyenin bile altında basketbol oynamak şeklinde ifa eden, ve bunun dışında ciddi anlamda spor yapmayan kişiler 40'larından sonra sabahın köründe sözüm ona sağlık adına asfalt yollarda kilometrelerce koşmaya, spor salonlarında aslında komando seviyesi asker eğitimi olarak planlanmış "boot-camp" tarzı kalbi bi hayli zorlayan ileri seviye kardio egzersizlerinde kendilerini helal ederken yarattıkları hasarın hayatlarının kalan bölümlerinde peşlerini hiç bırakmayacak dertler olduğunu bilseler acaba hala yaparlarmıydılar?

Şimdi belki bu laflarımın üzerine bazılarınız spor yapmanın eleştirelecek ne yönü olduğunu sorabilirsiniz. Haklısınız, çünkü bir zamanlar ben de aynı yanılgı içindeydim. Taa ki bir sabah o günlerde sabahları yürüyüş yaptığım yerde benim gibi yürüyüş yapan bir grup yaşlı adamın aralarındaki bir diyaloğa kulak misafiri olana kadar. Söz konusu adamlar bir arkadaşlarını saran bir spor aktivitesinden konuşurken içlerinden birisi lafı aldı ve "ama o artık spor kapsamına girer" dedi. Çok şaşırmıştım. Ne demekti "artık spor kapsamına girmek"? Yaptığımız yürüyüş spor değilmiydi? İşte bu merakla araştırmaya başlayınca karşıma çıkanları görünce olayı anladım.

Sağlıklı yaşam tanımındaki hareketle spor kavramları aslında birbirinden ayrılan sınırlarda ama içiçe geçmiş durumda kavramlar. Yapılan her spor bazı hareketlerden meydana geliyor, ama onların tarzı, yoğunluğu ve süresi atletik spor ile sağlıklı yaşam için gereken hareket seviyesinde birbirinden ayrılıyor. Vücudumuzu kabaca bir sobaya benzetirsek basit yaşamsal hareketler dışında hiç hareket yapmamak o sobayı hiç yakmamak anlamına geleceğinden kişiyi sağlıksızlığa iterken, öte yandan belli bir seviyenin üzerindeki spor ritmi de sobayı çok fazla çalıştırmaktan dolayı vücuda aşırı yük (stres) bindirmesi yapacağından yine zararlı kapsama, ama farklı açıdan giriyor. Sobayı yakmayı kalori yakmaya yönelik hareket olarak ele alırsak, tıpkı yanan sobanın yanmadan dolayı ürettiği küller ve o küllerin artıklarının etkisi nedeniyle ortada asidik yükü olan bir artık oluşturduğunu görebiliriz. Aslında detaya indiğimizde herbir hücrenin kendisi burada bir soba gibidir ve önemli olan sobanın optimum noktada yanmasıdır.

Peki burada benzetme amacıyla kullandığımız soba ve optimum yanması ne demektir? Bunu American Sağlık Bakanlığı Fiziksel Aktivite Rehberi (Physical Activity Guidance) dokümanında aşağıda koyduğum şekilde belirtmiş. Buna göre, sağlıklı yaşam için kişiye gereken süre haftada 2,5 saatlik orta seviyede aerobik egzersiz ve haftada iki kere, herbirisi birer saate tekabül eden ağırlık (güç) çalışmasına denk geliyor. Güç çalışması kemik yapısının sağlığını korumaya yarayan kasları güçlendirici egzersizler. Bundan ötesi o bahsettiğim yaşlı adamların konuşmasındaki ileri seviye yıpratıcı spor kapsamına girdiğinden çok dikkat edilmesi gereken, dikkat edilmediğinde doku ve organlarda hasara yol açabiliyor. Dışardan bakıldığında spor yaptığı gözüken bu masum görünüşlü aktivite ilerleyen safhalarda kardiovasküler sisteme kadar uzanan bir çok arazı yaratabiliyor. Özellikle de sistemli ve bilgili antrenörler eşliğinde, ve uzun zaman gerekli idman yapısı ve beslenmeyle de desteklenmediğinde karşımıza türlü sakatlanmalar ve arazlar doğurabiliyor. En basitinden iyi dinlenmeden sürekli yapılan koşuların ve ağırlık idmanlarının kaslarda yarattığı laktik asit yükünü temizlemeden, hele hele bir de üstüne sözüm ona kas yoğunluğunu arttırma adına bilgisi yeterli olmayan spor salonları hocaları tarafından teşvik edilen kaşık kaşık protein tozları eklendiğinde olay çok daha karmaşık yapıya bürünüyor.

Hal böyleyken masumane sağlıklı yaşayacağım diyerek bir maratona katılmadan önce iki kere daha düşünün derim. Sağlıklı yaşam için gereken hareket düşündüğünüzden çok daha basit ve hasarsız yapılabilir. Amman dikkat.

Cenk Kıral



* Zaten bina içinde, onca plastik zeminde, dokunduğun her şey sentetik iken kötü elektrik yüklenerek spor mu..?
Yoksa sahilde , ormanda yürüyüş mü?
Biraz spor şart. Vucüdun kan akışı arttsın isteriz. Kanla Oksijen en uçtaki hücrelere ulaşsın. Nerde oksijen orda sağlık.
Yani sporda amaç oksijen olmalı. Onun için dışarsı daha iyi.
Her fırsatta çıkın hava alarak yürüyüş yapın.
Dr. Ayşegül Çoruhlu
 
Bir araştırmaya göre 3 günlük açlık diyeti vücudun bağışıklık mekanizmasını tamamiyle sıfırdan yeniden oluşturuyor…

Neden hastalanınca iştahımız kesilir hiç düşündünüz mü? Acaba vücudumuz, sindirim sistemini kapatarak hastalıkla tüm gücüyle ilgilenebilmek için bize işaret mi veriyor?

Uzun süreli açlık diyetlerinde hiçbir şey yenmez ancak bolca SU içilir. SU seçerken sodyum oranı düşük suları seçmeniz gerekmektedir.

Aşağıdaki makaleyi The Telegraph gazetesinde bulduk. Sıcağı sıcağına sizin karşınıza getiriyoruz. DIKKAT, lütfen burada yazanları doktor gözetimi dışında uygulamaya çalışmayın! Biz aşağıdaki yazıyı yabancı kaynaklarda bulduk ve sizin için tercüme ettik, uygulamanız sonucunda olabilecek yan etkilerden ve negatif sonuçlardan sorumlu değiliz:


3 günlük oruçtan sonra vücudun bağışıklık mekanizması yeni akyuvar oluşumunu tetikleyerek vücudun bağışıklık sistemini tamamiyle yeniliyor.

Çığır açan bir araştırmaya göre 3 günlük oruç yaşlılarda bile vücudun bağışıklık mekanizmasını komple yenileyerek vücudun dinçleşmesini sağlıyor.

Diyet uzmanları tarafından oruç diyetleri sıkı bir şekilde eleştirilse de, araştırmaya göre vücudu aç bırakmak kök hücreleri tetikleyerek yeni akyuvar üretilmesine yol açıyor.

Güney Kaliforniya üniversitesindeki bilim adamları bu bulgunun bağışıklık sistemi zarar görmüş hastalarda mesela kemoterapi gören kanser hastalarında çığır açabileceğini belirttiler.

Ayriyeten bağışıklık sistemleri yaşlılık nedeniyle zayıflamış,ve basit hastalıklara karşı bile dirençsiz kalmış yaşlılarda da bu oruç faydalı oluyor.

Açlık vücuttaki kök hücrelerindeki bir düğmeyi aktif hale getirerek vücudun bağışıklık sisteminin kendini yenilemesini gerçekleştiriyor.

Kaliforniya Üniversitesi’ndeki gerontoloji ve biyolojik bilimler profösörü Walter Longo’ya göre oruç kök hücrelere ‘AKTİF OL’ emri vererek onların bağışıklık sistemini yenilemesine neden oluyor.


Ve işin güzel tarafı vücut bu bağışıklık sistemini yenilemek için gereksiz ve hasarlı parçaları yokederek bunlardan elde ettiği malzemeyle yeni sistemi oluşturuyor.

Kemoterapi yada yaşlanma nedeniyle aşırı şekilde hasar görmüş bir sistemle başlasanız bile oruç döngüleri kelimenin tam anlamıyla yeni bir bağışıklık sistemi oluşturulmasına neden oluyor.

Uzun süreli açlık, glikoz ve yağ depolarını kullanmak için vücudu zorlar ama aynı zamanda beyaz kan hücrelerinin de önemli bir bölümünü yokeder. Beyaz kan hücrelerindeki bu azalma kök hücre bazlı rejenerasyonu tetikler ve bu da yeni bağışıklık sistemi hücrelerinin değişimini gerçekleştirir.

Yapılan testlerde insanlardan altı ayı aşan sürelerde 2 ile 4 gün arasında oruç tutmaları istendi.

Uzun süreli oruç sırasında yaşlanma ve kanser riskini ve tümör büyümesini artıran bir hormon olan enzim PKA da azalmış bulundu.

Doktor Longo’ya göre, uzun süreli açlık süresince vücut hücreleri azalan enerjiyi korumaya çalıştıkları için öncelikli olarak hasarlı ve çok verimli olmayan bağışıklık hücrelerini yok etti.

Hem insan hem hayvanlarda ölçümlerimize göre akyuvar sayısı kayda değer miktarda azaldı. Ardından kişi tekrar yemeye başlayınca tüm akyuvarlar tekrar yerine geldi. Biz acaba nereden ortaya çıktı, nereden üredi bu akyuvarlar diye merak ettik. Kök hücrelerinin aktifleşip bunları ürettiğini sonradan bulduk

dedi.

72 saat tutulan oruç aynı zamanda kemoterapi gören kanser hastalarına da faydalı oldu.Araştırmanın yazarlarından olan USC Norris Kanser merkezi asistan profösör Tanya Dorff’a göre

Kemoterapi hayat kurtarmasına rağmen vücudun bağışıklık sistemini önemli miktarda çökertir. Bu araştırmanın sonuçlarına göre uzun süreli açlık kemoterapinin zararlı etkilerini büyük miktarda azaltıyor.

Daha fazla klinik test yapılmalı. Ve böyle bir diyet kesinlikle doktor gözetiminde yapılmalı.

Profosör Longo ayriyeten belirtti ki, daha fazla klinik deneyler yapmaktalar ve sadece bağışıklık sistemi değil diğer organ ve sistemlerin de olumlu olarak etkilendiği bulunabilir.

Fakat burada belirtmekte fayda var ki bazı İngiliz bilim adamları bu bulgulara kuşkuyla yaklaştılar.

Londra üniversite hastanesi profösörlerinden Doktor Graham Rook’a göre böyle bir şey katiyen mümkün değil.

UCL’de yeniden oluşturma ilaçları Profösörü Chris Mason’a göre: Çok ilginç sonuçlar bulunmuş. Bu araştırmaya göre 72 saatlik bir açlık sırasında vücudun akyuvar ve diğer bağışıklık hücresi sayısı hatırı sayılır miktarda azalıyor, ardından tekrar yemek yenildiğinde bu sefer hücre sayısı eskisinden de yüksek miktarda geri geliyor. Potansiyel olarak faydalı olabilir, çünkü 72 saat çok uzun bir süre değil, kanser hastalarını geri dönüşü olmayacak şekilde zarar verdirecek kadar bir süre değil. Bence en doğru devam yolu bir şekilde ilaçlarla birlikte oruç tutturmak hastalara. Ayrıca oruç konusunda kesin olarak emin olduğumu söyleyemem insanlar düzenli yemek yiyerek savaşıyorlar hep hastalıklarıyla.

Doktor Longo’ya göre oruç zarar vermiyor, tam tersine bulgulara göre fayda sağlıyor.

Kanser hastalarından yüzlerce e-mail aldım. Onkolojistleri gözetiminde oruç tutuyorlar ve çoğunda ilerleyiş olumlu yönde. Sadece az sayıda yan etki görüldü bayılma ve karaciğer işaretleyici testlerinde kötü sonuç tespit edildi. Bunun dışında herhangi bir yan etkiye rastlanmadı.

http://superileri.com/bir-arastirma...asini-tamamiyle-sifirdan-yeniden-olusturuyor/
 
Alman asıllı ABD’li gazeteciden ürkütücü iddia:

12 Ocak 2017



“Kıyamet Tohum Deposu” Olarak Bilinen, Norveç’in Kuzeyindeki Bir Adaya Kurulan “Svalbard Küresel Tohum Deposu” Hangi Kıyameti Bekliyor?

“Svalbard dünyayı ele geçirme planının bir parçasıdır”

Alman asıllı Amerikalı araştırmacı-gazeteci F. William Engdahl, tarım sektörünü elinde tutan GDO devlerinin bizim bilmediğimiz bir şeyler bildiklerini iddia ediyor.

Svalbard hariç dünyadaki diğer tohum depolarını bekleyen kıyamet nedir? Esas amaç ari üstün ırk yaratmak mı yoksa istenmeyen ırkları yiyeceklerle kısırlaştırmak mı?



2008 yılının Mart ayında, Norveç’in kuzeyindeki Spitsbergen adasında “Svalbard Küresel Tohum Deposu” adı verilen bir ambar kuruldu. Donmuş bir dağın 130 metre altına inşa edilen ambarda şu anda dünyanın dört bir yanından yaklaşık 3 milyon farklı tohum özel ambalajlarda saklanıyor. Kuzey Kutbu’na 1100 kilometre uzaklıkta olan buzdağı ambarında bazı dayanıklı tohumlar 1000 yıl kadar bozulmadan kalabilecek. Her türlü nükleer saldırıya, patlamaya ve depreme dayanıklı olan bu tohum deposuna ‘kıyamet tohum deposu’ da deniyor. Dünya üzerindeki tüm tohum çeşitlerini bir araya getirmeyi hedefleyen ambarın amacı, gelecekte dünyanın başına gelebilecek nükleer savaş, meteor düşmesi veya iklim değişimi gibi bir felaket durumunda, tohum çeşitliliğinin korunmasını sağlamak.
Buraya kadar her şey gayet iyi niyetli görünüyor.

Ancak Alman asıllı Amerikalı araştırmacı-gazeteci F. William Engdahl’ın bu proje ile ilgili dehşet verici şüpheleri var. Engdahl, tarım sektörünü ellerinde tutan GDO (genetiği değiştirilmiş organizma) devlerinin bizim bilmediğimiz bir şeyler bildiklerini düşünüyor. Spitsbergen’in buzlaşmış kayalıklarının altında ‘dünyayı ekonomik ve genetik olarak ele geçirme’ planlarının yattığını iddia eden Engdahl, teorisini ambar projesi finansörlerinin kimlikleri ve geçmişleri hakkında ayrıntılı hatırlatmalar yaparak ispatlıyor. İlk baskısı 2007’de yapılan, Nisan 2009’da Türkçeye çevrilen “Ölüm Tohumları/ Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar’ adlı kitabın da yazarı olan Engdahl ile ‘kıyamet muhafızları’ dediği finansörlerin kimlikleri, neler yaptıkları ve Svalbard Küresel Tohum Deposu üzerindeki hedefleri hakkında konuştuk.



Kıyamet muhafızları

Svalbard Küresel Tohum Deposunun finansörleri kimler?

-Öncelikle, bu ambarın Global Crop Diversity Trust (GCDT- Küresel Hasat Çeşitliliği Örgütü) aracılığıyla işletildiğini söylemeliyim. Nisan 2009 rakamlarına göre 123 milyon dolarlık bir finansmanları var. Roma’da kurulan bu örgütün başında Kanadalı Margaret Catley-Carlson bulunuyor. 1998’e dek NewYork merkezli Nüfus Konseyi’nin de (Population Council) başkanıydı. Bu konsey John D. Rockefeller’ın nüfus populasyonunu düşürmek amacıyla 1952’de kurduğu, aile planlaması adı altında gelişmekte olan ülkelerde kısırlaştırma çalışmaları yürüten bir konsey.



Diğer GCDT üyeleri arasında Hollywood DreamWorks Animation’a başkanlık eden Lewis Coleman da var. Coleman ABD’nin en büyük Pentagon anlaşmalı askeri endüstri şirketi olan Northrup Grumman Corporation’ın da kurul başkanıydı. Örgütün finansörleri ise; geçen yıl şirketin aktif yönetiminden çekilerek kurduğu Bill-Melinda Gates Vakfı aracılığıyla kendini Asya ve Afrika’daki çiftçilere yardıma adayacağını beyan eden Microsoft’un kurucusu Bill Gates!

Dünyanın en büyük patentli GDO tohum ve tarım kimyasalları devi ABD’li DuPont/Pioneer Hi-Bred! Yine bir ABD’li GDO devi Monsanto! İsviçre menşeli GDO tohum ve tarım kimyasalları şirketi Syngenta! 1970’lerde 100 milyon dolarlık bir kaynakla ‘Yeşil Devrim’ diye bilinen tohumda gen devrimini başlatan ve tarımsal değişim ile ideal genetik saflığı sağlama çalışmalarını yürütmek üzere dünyanın en büyük vakıflarından birini kuran petrol devi Rockefeller! ABD, İngiltere, Norveç, Almanya, İsviçre ve Kanada’dan da devlet fonları aktarılıyor.

Yani özetle, GDO (genetiği değiştirilmiş organizma) tohumları az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yayarak tarlalardan orijinal tohumların kökünü kazıyan şirketler, şimdi dünya üzerindeki tüm orijinal tohumları olası bir kıyamet günü için kutuplarda buzdan bir adaya saklıyor. Dünyanın pek çok ülkesinde ‘zaten var olan’ tohum depolarına ne gibi bir felaket gelecektir ki, Svalbard’a muhtaç kalınacaktır?

Ebu Garib tohumları nerede?


Nükleer savaş, iklim değişimi veya meteor düşmesinin dışında bir felaketten mi söz ediyorsunuz?

-Evet, planlı bir felaketten söz ediyorum. Bunu anlamak için yalnızca 2003 Amerikan bombardımanından sonraki Irak’a bakmak yeterli. Irak medeniyetlerin beşiği ve binlerce yıl önce buğday tarımının doğduğu yerdir. Ebu Garib’de yüzlerce yılda geliştirilen buğday tohumu çeşitlerinin yer aldığı bir tohum bankası bulunuyordu. Amerikan bombardımanından sonra tohum mahzeni tarihe karıştı. Artık kimse o tohumların nerede olduğunu bilmiyor. Düşünün, dünyadaki tüm tohum çeşitleri NATO destekli Svalbard’da bir araya getirilip kontrol altına alındığında, dünyadaki diğer paha biçilmez tohum bankalarını savaşlar ve terörist eylemler ile yok etmek çok kolay olacak! Sonrasında da Monsanto ve DuPont gibi devler kendi GDO tohumlarını tüm dünya çiftçilerine tekelden sunabilecekler. Yani tüm tohum çeşitlerini ele geçirdikten sonra dünyanın diğer tohum bankalarını, tekel oluşturabilmek amacıyla yok edebilirler.

Ari ırk yaratma ‘Projesi’


Peki tekel olma arzusunun temelinde yatan tek sebep ekonomik mi?

-Hayır, bunu açıklamak için önce kıyamet muhafızlarının kimliklerinden ve geçmişte neler yaptıklarından biraz söz edelim. Rockefeller 1971’de Uluslararası Tarım Araştırmalarında Küresel Danışmanlık Gurubu olan CGIAR’ı kurdu.

CGIAR, üçüncü dünya ülkelerinin bilim adamlarının ve agronomistlerinin (tarım uzmanı) ‘modern tarım ürünü’ kavramlarında uzmanlaşmaları ve ABD’de öğrendiklerini ülkelerine götürmeleri ile yakından ilgilendi. GDO’lu ‘Gen Devrimi’nin yaygınlaşması için paha biçilmez bir etki şebekesi oluşturdular.

CGIAR, daha etkin olabilmek için BM Gıda ve Tarım Örgütünü (FAO), BM İlerleme Programı’nı ve Dünya Bankası’nı da işin içine dahil etti. Böylelikle Rockefeller Vakfı 1970’lerden itibaren küresel tarım politikalarını şekillendirebilecek konuma geldi. Ve başardı. CGIAR aslında Rockefeller ailesinin on yıllar süren bir planının parçasıydı. Bu plan ‘Proje’ olarak adlandırılan, üstün ırk yaratma planıydı.

“Rockefeller Hitler’in de finansörüydü”

Üstün ırk yaratma projesi tam olarak nasıl bir şey?

-Rockefeller Vakfı’nın ve zengin finans kurumlarının 1920’lerden beri genetik olarak üstün ırk yaratmayı meşrulaştırmak için kullandıkları öjenik bilimi daha sonradan genetik mühendisliği olarak değiştirilmiştir. Hitler ve Naziler buna ari üstün ırk diyorlardı. Hitler’in öjenik çalışmaları da bugün Svalbard’a milyonlarca dolar akıtan Rockefeller Vakfı tarafından finanse edilmişti.

Rockefeller Vakfı Third Reich’s Kaiser Wilhelm Institutes’nün ari ırk öjenik çalışmalarını finanse ediyordu. 2. Dünya Savaşı’nda Amerika resmi olarak savaşa Hitler Almanyasının karşısında olarak girerken, Rockefeller Standard Oil Group, illegal olarak Alman Luftwaffe ve Wehrmacht birliklerine petrol nakline devam etti. Bununla ilgili Amerika senato araştırması da yapıldı.

Rockefeller Vakfı insanı ‘gen dizilimlerine’ indirgemeye çalışan sözde moleküler biyoloji bilimini yaratmıştı ve sonunda insan özelliklerini dilenilen şekilde değiştirmeyi amaçlıyorlardı. Hitler’in öjenikçi bilim adamları 2. Dünya Savaşı’ndan sonra sessiz sedasız ABD’ye götürülmüş ve çeşitli yaşam formlarının genetik olarak tasarlanması konusunda ilk adımları atmışlardır.

Gıdalar ile negatif öjenik


Amaç tarım yani gıdalar üzerinden üstün ırk yaratmak mı?

-Aslında daha da kötüsü. Rockefeller, Carnegie, Harriman ve diğer zengin elit aileler tarafından fonlanan öjenik (üstün ırk yaratma) lobisinin 1920’den beri biricik amacı ‘negatif öjenik’tir. ‘Negatif Öjenik’ istenmeyen soyların sistemli bir şekilde yok edilmesidir. Aile Planlaması Enternasyonal’in kurucusu, koyu öjenikçi ve Rockefeller ailesinin yakın dostu Margaret Sanger 1939’da Harlem’de ‘N**** (Siyahi) (Zenci) Projesi’ adı altında bir proje başlattı. Bu projenin ne olduğunu bir arkadaşına yazdığı mektupta açıkça dile getiriyordu: “N**** (Siyahi) (Zenci) nüfusu ortadan kaldırmak istiyoruz”

20 yıllık kısırlaştırma projesi

Negatif öjenik bir kısırlaştırma projesi mi?
-Örnekler üzerinden gidelim. Küçük bir Kaliforniya biyoteknoloji şirketi olan Epicyte, yendiği takdirde erkeği kısırlaştıran bir mısırı genetik mühendisliği marifetiyle geliştirdiklerin açıkladı. Epicyte, Svalbard’ın iki sponsoru olan DuPont ve Syngenta ile teknolojilerini yaymak için ortaklık kurmuştu. Çok ilginçtir ki Epicyte, genetiği değiştirilmiş sperm öldürücülü mısırı ABD Tarım Bakanlığından (USDA) aldığı araştırma fonuyla geliştirmişti.

Bir başka örnek; 1990’larda BM Dünya Sağlık Örgütü Nikaragua, Meksika ve Filipinler’de 15 ila 45 yaşları arasındaki milyonlarca kadının tetanoza karşı aşılanması için bir kampanya başlattı. Erkekler de tetanoz olabilirdi ama aşı erkeklere yapılmadı. Bu şüphe uyandırıcı durumdan ötürü Katolik bir kilise organizasyonu olan Comite Pro Vida de Mexico (Meksika Yaşam Komitesi) aşıları test ettirdi.

Test sonuçları gösterdi ki Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) yalnızca çocuk doğuracak yaştaki kadınlara dağıttığı aşıların Chorionic Gonadotrophin (hCG) içerdiği ortaya çıktı. Doğal bir hormon olan hCG, tetanoz toksoid taşıyıcılarıyla ile birleştiğinde kadınların hamile kalmasını engelleyen antikorları üretiyordu. Daha sonradan ortaya çıktı ki Rockefeller Vakfı, Rockefeller Nüfus Konseyi, Dünya Bankası ve ABD Ulusal Sağlık Enstitüleri, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) için tetanoz taşıyıcılı bir kısırlaştırma aşısı üretmek için 1972’de 20 yıllık bir proje başlatmışlardı. Ayrıca Svalbard Kıyamet Tohum deposunu ev sahibi Norveç hükümeti kısırlaştırıcı aşının üretilmesi için 41 milyon dolar bağış yapmıştı!

Hibrid tohumlarla tekel tuzağı


Rockefeller’in gelişmekte olan ülkelerde yürütmüş olduğu ve hala devam eden Yeşil Devrim çalışmalarına da bu açıdan bakınca korkunç görünüyor…
– Rockefeller Vakfı 1946’da Nelson Rockfeller ile Pioneer Tohum Şirketi kurucusu Henry Wallace’ın Meksika’ya yaptıkları bir geziden sonra sadece adı yeşil olan Yeşil Devrimi başlattı. Neydi Yeşil Devrim? 60’larda Rockefeller’in çalıştığı Meksika, Hindistan gibi ülkelerde daha çok ürün veren ıslah edilmiş tohum çeşitleriyle açlık sorununu büyük ölçüde çözmeyi vaat ediyordu. Yıllar sonra, Yeşil Devrim’in aslında Rockefeller ailesinin ileride tekelleştirebilecekleri bir tarım işi geliştirme planı olduğu ortaya çıktı; tıpkı yarım yüzyıl önce petrol endüstrisi işinde yaptıkları gibi.

Nasıl tekelleştiler?

-Yeşil Devrim gelişmekte olan piyasalarda yeni hibrid tohumların üretilmesine dayanıyordu. Hibrid tohumlar üreyemedikleri için çiftçilerin her sene tohum alması gerekiyordu. Hibrid tohum patentlerinin DuPont/Pioneer Hi-Bred’in ve Monsanto’nun başını çektiği bir avuç dev tohum şirketinin elinde toplanması daha sonra GDO’lu tohum darbesi için yolu açtı. Hibrid tohumlar ve bu tohumların ihtiyaç duyduğu kimyasal gübreler, çiftçileri tarım ve petro kimya şirketlerine bağımlı hale getiriyordu. Bu gübreler Rockefeller kontrolündeki büyük petrol şirketlerinin ürünüydü. Ot ve böcek ilaçları da petrol ve kimya devleri için ek pazarlar oluşturuyordu. Yeşil devrim aslında bir ‘kimyasal darbeydi’. Gelişmekte olan ülkelerin yüksek miktardaki gübre ve ilaç girdisini finanse etmeleri mümkün değildi. Bu nedenle Dünya Bankası’ndan kredi notu alarak ve ABD hükümetinin garantisi altındaki Chase Bank ve diğer New York bankaları aracılığıyla özel borçlar aldılar.
Sonuç?
-Bankalara ve tefecilere borçlanan çiftçiler genellikle topraklarını kaybettiler. İş aramak için şehirlere göç ettiler; fabrikaların ucuz işçi açığı da kapanmış oldu.
Peki ya bugün?
-Bugün de Gates ve Rockefeller Afrika’da Yeşil Devrim adı altında bir projeye daha milyonlar yatırıyor. Amaç yine GDO tohumların ve kimyasalların yaygınlaştırılması. Bunun için pek çok teşvik ve kampanyalara başvuruyorlar.

Patentli biyolojik silah

Büyük bir tekelleşme tehdidiyle karşı karşıyayız…
-Amaçları tüm tohumları patentlemek ki kendilerinden izinsiz kullanılamasın. Sonra küçük çiftçileri adım adım lisans parası ödemeye mahkum edecekler, ödemeyenlere de patent ihlalinden ceza verilecek. Plan işlerse tüm dünya birkaç tohum devinin kölesi olacak. Washington’dan gelen emirler doğrultusunda Washington’un siyasetlerine karşı olan üçüncü dünya ülkelerine tohum vermeme olasılığı için de kapıyı aralayacaktır bu. Ayrıca pirinç, mısır, buğday ve soya gibi dünyanın temel gıda üretimi için patentli tohumların üretimi korkunç bir biyolojik silah olarak da kullanılabilir. Genetik müdahalelerle öldürücü gıdalara çevrilebilirler.

F. William Engdahl kimdir?

1944 yılında ABD’nin Minneapolis eyaletinde doğan Engdahl, Princeton Üniversitesi’nde hukuk, Stockholm Üniversitesi’nde de ekonomi okudu. İlk kitabı dünya petrol politikaları hakkında yazdığı ‘Savaş Yüzyılı’ oldu. Serbest gazeteci olarak makaleler yazan Engdahl, Almanya’da yaşıyor.

kaynak: https://sonmucid.wordpress.com/2010/04/21/alman-asilli-abdli-gazeteciden-urkutucu-iddia/

ALINTI: http://biliyomuydun.com/alman-asi/
 
21 gün sıkın dişinizi 14.1.2017


Fitoterapi uzmanı Dr. Ümit Aktaş’ın son kitabı Mutluluk Kürleri en çok satanlar arasına girdi. Sağlımızı yediklerimizin bozduğunu söyleyen Aktaş, depresyondan kansere birçok hastalığı önlemek için beslenmemize önem vermemiz gerektiğinin altını çiziyor

- Sağlığımız neden bozuluyor?
- Sağlımızı bozan bir numaralı faktör beslenme! Şeker ve gluten vücutta bağımlılık yapar. Tıpkı morfin gibi... O yüzden insanlar şeker ve ekmek yedikçe daha çok yemek ister. Bir insan 21 gün glütensiz, şekersiz, işlenmiş ve kimyasal katkı maddeleri olmadan yaşarsa, tüm ömür boyu yaşayabilir.


- Bir tıp doktorusunuz ama modern tıp anlayışı sizin bakış açınıza göre sınıfta mı kaldı?

- Kendine bugün modern tıp diyen ekol tamamen kimyasal tıptır. Bu anlayışta temel soru, "Bu hastalığı hangi ilacı vererek tedavi edebilirim?" Oysa soru şu olmalı: "Hastalığın olmasını nasıl engellerim, hastalığın tedavisini nasıl gerçekleştirebilirim?" İlaç dediğiniz maddelerin en eskisi 100-110 yıllık. Yüzde 99'u 2. DünyaSavaşı'ndan sonra ortaya çıktı. İşin ucunda ticaret var. Sürekli bir ilaç piyasaya çıkıyor, mucize olarak tanıtılıyor. Üç yıl sonra "Pardon, şu yan etkisi varmış" diyerek piyasadan çekiliyor. Şaibeli bir sektör!


- Bağırsak vücudun ikinci beynidir deniliyor. Beslenmenin önemini vurgulamak için mi kullanılıyor bu tanımlama?
- Kesinlikle. Vücutta boş yere bulunan tek bir nokta yoktur. Her hücrenin bir görevi var. Bağırsaklarımızda enterik sinir sistemi adını verdiğimiz bir sistem var, beynimizdeki kadar sinir hücresi var. Eskiden beyin bağırsaklara emir veriyor sanılırdı, doğru değil, beyinle bağırsak karşılıklı konuşuyor. Tüm vücudumuzdaki probiyotiklerin yüzde 99'unu bağırsaklarımızda taşıyoruz. 10 trilyon hücremiz var, bunun 10 katı kadar probiyotik taşıyoruz bağırsaklarımızda. Müthiş bir rakam! Probiyotikler bağışıklık sistemimizin ilk savunma duvarı. Bizim adımıza sindirim yapıyor. Kemik iliğindeki kan hücrelerinin yapımına müdahaleleri var. Beslenme biçiminiz bağırsak düzeninizi etkiler. Bağırsaklarınız düzenli çalışmazsa, probiyotikler gerekli oranda olmazsa, depresyondan, kansere her türlü hastalığa açıksınız.

ÖĞLEN VAKTİ GÜNEŞLENİN!

- Ana hatlarıyla nasıl besleneceğiz sağlıklı kalmak için?

- Geleneksel beslenme en doğru beslenmedir! Bundan 60 yıl önce ne yeniyorsa onu yiyeceğiz. Yerli tohum, geleneksel tarım, mümkün olduğu kadar merada yemlenmiş hayvan. Ve hastanın ihtiyacı olan takviye ne varsa o. Ülkemizdeki insanların yüzde 90'ında D vitaminieksikliği var. Bunun nedeni gıdaların bozulmasıyla ilgili... Yumurta eski yumurta değil! D vitamini eksikliğini hafife almamak gerek. Kanserden diyabete birçok hastalığa neden olabileceği ispatlandı.
- Güneşli bir ülkede yaşayıp D vitamini eksikliği yaşamamız da düşündürücü değil mi?
- Güneş ışığı D vitamini açısından çok önemli, onunla aktive oluyor. Ama tıpta dogmatik bilgiler var. Bunlardan biri de, öğlen güneşine çıkmamak gerektiği. İnsanlar bunlara dikkat ederek, güneş ışığının dik gelmediği sabah ve akşam saatlerinde güneşe çıkmaya başladı, cilt kanseri yükselmeye devam ediyor. Yatay geldiğinde güneşeçıktığınızda ultraviole A ışını alırsınız. Bu kanserojendir, bir de üstüne güneş kremi sürüyorsunuz, bu da kanserojen. Yemediğiniz hiç bir şeyi cildinize sürmeyeceksiniz! Dengeli güneşleneceksiniz ve öğlen güneşleneceksiniz. İnsan vücudu öğlen 11:00/13:00 arası D vitamini üretir.

Şeker ile alkolün bir farkı yok

- Depresyon epey yaygın... Bunun da beslenmemizle ilgisi var mı?

- Haklısınız. Ruhsal problemler salgın gibi arttı. Kime sorsanız depresyonda. Depresyonda değilse bile mutsuz. Ya da enerjisini kaybetmiş, yaşam yorgunu. Depresyon vakaları artıyor çünkü kötü besleniyoruz. Mutsuzuz çünkü yediklerimiz bize beyin kimyamızın dengesini korumak için gerekli besin maddelerini sağlamıyor. Mutsuzsan bir antidepresan al, uyuyamıyorsan bir uyku ilacı... Peki ya yan etkiler? Kullandığınız antidepresan ilacın sizi kronik depresyon hastası yaptığından söz eden yok. Doğru bir beslenme modeli ile depresyonu yenebilir, probiyotikler sayesinde stresle savaşabilir, hatta ideal kilonuza kavuşabilirsiniz. Mutlu, zinde ve dolu dolu yaşanan anlamlı bir hayat sadece doğru beslenme modeli ile mümkün. Hipokrat ne demiş: Besininiz ilacınız, ilacınız besininiz olsun!

- Şekerin zararlı olduğunu biliyoruz. Siz alkol kadar zararlı diyorsunuz...

- Çocuklara kesinlikle şeker verilmemeli. Çocuğunuza şeker vermekle, alkol vermek arasında teknik olarak bir fark yok. Şeker yiyerek, hem fiziksel hem de ruh sağlığınızı belirleyen bir sistemi, bağırsaklarınızı alt üst ediyorsunuz.


- Antibiyotik kullanımının en yüksek olduğu ülkelerden biriyiz.. Antibiyotikler vücudumuza ne yapar?

- Bağırsak florasındaki dost bakterileri katleder. Her antibiyotik kullandığınızda, vücudunuzdaki probiyotiklerin yüzde 95'i ölüyor. Eğer kullanmanızı zorunlu kılacak bir durum yoksa, doktorunuzdan bağırsakta çözülen bir probiyotik yazmasını isteyin.

Vücut, mide ameliyatının acısını çıkarır!



- Mide ameliyatlarına da değinmek istiyorum. Salgın oldu... Herkes mide küçültme ameliyatı oluyor, bu normal mi?
- Kilolu hastalarına mide ameliyatı öneren cerrahlar beslenme ve diyetle ilgili en temel kuralı görmezden gelmeyi tercih ediyor. Bir insanın midesine ister bir balon yerleştirin, ister midenin bir kısmını alın yani bu ameliyatlar ne kadar ileri teknoloji olursa olsun, son derece tehlikeli olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Biz ancak ameliyat sırasında ölenlerin haberini biliyoruz. Peki ya böylesi bir ameliyatın üstünden altı ay, bir yıl, hatta seneler geçtikten sonra ölenler? Bu ölümler ameliyatla ilişkilendirilmediği için tehlikenin ne kadar büyük olduğunun kimse farkında değil. Diyelim ki bu ameliyatı oldunuz, bir güzel zayıfladınız ve hayatta kalmayı başardınız. Ama lütfen vücudunuzun uzun süre besinsiz kalmasının acısını bir gün bir şekilde mutlaka çıkaracağını unutmayın!

8 maddede anti-stres yaşam

1- Protein ve sağlıklı yağlardan zengin bir diyet
Stresli bir günün ardından eve gelip rahatlamak için şekerli, bol karbonhidratlı yiyeceklere yöneliyorsunuz. Zaten yüksek olan kan şekeriniz iyice yükseliyor. Oysa protein kaynakları, sağlıklı yağlar (Zeytinyağı ve tereyağı), sebze ve yeşillik ağırlıklı bir öğün sizi hem daha uzun süre tok tutar, hem de kan şekerinizi dengeler.
2- Kahveye dikkat
Kahvenin içindeki kafein vücuttaki kortizol salınımını uyarır ve daha çok stres anlamına gelir. Kafeinsiz kahve içerek bu kısır döngüden kurtulabilirsiniz.
3- Uykunuza özen gösterin
Stres kontrolünde en değerli savunma mekanizması güzel bir uykudur. Günün stresinden arınmak için sekiz saat uykuya ihtiyacınız var.
4- Geleneksel Türk çayı stresten koruyor
Siyah çayın stresi önlediğine dair bir çalışma İngiltere'den geldi. Ama sakın içine şeker atıp da, faydayı zarara dönüştürmeyin!
5- Egzersiz olmadan stres kontrolü olmaz!
En iyi stres kontorülü egzersizdir. Yürüyün, merdiven çıkın. Hareket vücudunuzun mutluluk hormonları olarak bilinen endorfinin ve serotoninin salgılanmasını sağlar. Yarım saatlik bir yürüyüş stresten arınmak için birebir.
6- Doğada vakit geçirin
Açık havada zaman geçirin, daha da iyisi doğa yürüyüşlerine çıkın. Şehir dışına yapılan birkaç saatlik kaçamağın stres düzeyi, dolayısıyla da ruhsal ve fiziksel sağlık üstündeki olumlu etkisi tartışılmaz!
7- B12 değerinize dikkat!
Depresyon belirtilerinin arkasında ilk araştırılması gerekenlerden birinin B12 vitamini olduğunu unutmayın. B12 vitamini sinir sistemi fonskiyonlarını destekleyerek stres kontrolünde önemli bir rol oynuyor. El ve ayaklarınızda karıncalanma, halsizlik, unutkanlık, yorgunluk, kansızlık gibi semptomlar yaşıyorsanız B12 değerinizi kontrol ettirmeniz gerekir.
8- Probiyotik zengini beslenin
Probiyotik zengini ve probiyotik dostu bir diyeti anti-stres stratejinizin odak noktasına yerleştirmelisiniz. Vücudunuzda üretilen seratoninin yüzde 95'i bağırsaklarda probiyotikler tarafından üretiliyor.

Fitoterapi uzmanı Dr. Ümit Aktaş

Bunlara dikkat!

Mutlu bir yaşamın sırrı dengeli kan şekerinden geçer.
Genetiğine müdahale edilmiş modern buğday mutsuz eder.
Etten, sakatattan korkmayın!
Kısa sürede çabuk kilo verdiren diyetlere dikkat edin.
Tiroid bezindeki problemler de depresyona neden olur.

Alıntı: sabah.com.
 
Nörobilime göre mutluluğu sağlayan 5 alışkanlık

Sizi ne mutlu eder? Ya da şöyle soralım; beyninizi ne mutlu eder? Nörobilim cevap veriyor…

UCLA’daki Nörobilim bölümünde doktorasını yapmış bir araştırmacı ve The Upward Spiral‘in yazarı olan Alex Korb’un daha mutlu hissedebilmek için her gün yapabileceğiniz basit şeyler için harika önerileri var.

1. Hayatınızın en mutlu anlarında dinlediğiniz müzikleri dinleyin

Müzik beyni ilginç bir şekilde etkiler; daha önce o müzikleri dinlediğiniz zamanları hatırlatabilir. En çok mutlu olduğunuz yer üniversite miydi? O zamanlar sevdiğiniz müzikleri dinleyin, sizi daha mutlu olacağınız bir yere taşıyıp keyfinizi yerine getirecektir. Alex bu konuda şöyle diyor:

“Müziğin en güçlü etkilerinden biri, bu müziği dinlediğimiz önceki ortamları hatırlatabilme özelliğidir. Bu hipokampus adı verilen bir limbik yapı aracılığıyla olur. Üniversite hayatınızın en mutlu anlarında dinlediğiniz müzikleri dinlemeye başlarsanız, bu sizinle o anlar arasında bir bağ kurarak, mutluluğunuzu şimdiye taşır.”

2. Gülümseyin ve güneş gözlüklerinizi takın

Beyin her zaman zeki değildir. Bazen aklınız rastgele bilgileri alır ve nasıl hissedeceğinden emin olamaz. İpuçları için etrafa bakar. Buna “biofeedback” deniyor. Alex şöyle diyor: “Biofeedback, beyninizin vücudunuzda neler olup bittiğini algılaması ve bu bilgilerin nasıl hissettirileceğine karar vermesi için gözden geçirmesi gereken fikirdir.”

Mutlu hissediyorsan, bu seni gülümsetir. Ama bu şöyle de olabilir; durduk yere gülümsediğinizde beyniniz bunu algılar ve “gülümsüyorum o zaman mutluyum” der.

Böylece mutluluk sizi gülümsetir, gülümseme de mutluluk getirebilir. Kötü mü hissediyorsun? Gülümse yine de. Gerçekten gülümseyene kadar yapmacık da olsa gülümse. Alex:

“Bu, “köprüyü geçene kadar ayıya dayı de,” stratejisidir; çünkü beyniniz kaş çatmaktan ‘olumlu duygular hissetmemeliyim’i varsayar. Ağız kenarındaki kasları esnettiğinizde ise, “gülümsüyorum galiba, o zaman mutlu olmalıyım.” der.

Araştırmalara göre gülümseme, beyne 2 bin çikolata barının veya 25 bin dolarlık paranın vereceği zevki verir.
Peki güneş gözlüğü ne işe yarayacak? Parlak ışık insanları şaşı baktırır. Şaşı bakmak endişelenmek gibi görünür. Yani bu nasıl bir biofeedback üretir? Beyniniz bunu mutsuzluk olarak yorumlayabilir. Alex’e göre:

“Parlak ışığa baktığınızda, gözlerinizi kısmak gibi doğal bir reaksiyonunuz vardır. Ancak‘corrugator supercilii’ adlı bu kasınızı harekete geçirmeniz, istenmeyen bir etkiye sahiptir. Güneş gözlüğü taktığınızda gözünüzü kısmak zorunda kalmazsınız, bu yüzden de kaslar beynin ‘aman tanrım endişelenmeliyim’ şeklinde düşünmesine son verir. ”

O zaman gülümseyin ve güneş gözlüğü takın. Gözlükler sizin havalı görünmenizi sağlar ve sizi mutlu eder.
Yani müziğini dinliyor, gülümsüyor ve güneş gözlüğü takıyorsunuz. Ancak yine de bazı şeyler konusunda stresli olabilirsiniz. Endişelerinizi ortadan kaldırmak ve kendinizi mutlu etmek için ne düşünmelisiniz?

3) Hedefleriniz üzerine düşünmek dünyayı nasıl gördüğünüzü değiştirir

Araştırmacılar deneklere bir ekranda bir grup parlak daire gösterdi. Bu dairelerden biri her zaman diğerlerinden biraz farklıydı; parlaktı ya da daha küçüktü vs.

İnsanlara bu daireleri tutmaya hazırlanmaları söylendiğinde, müthiş bir şey oldu. Dairelere yönelmeyi düşündükleri zaman, daha parlak olan daireyi daha çabuk fark ettiler. Bir daireyi yakalamayı düşünmeleri söylendiğinde, küçük olan daireyi fark etmeleri daha kolay oldu. Bunun anlamı nedir? Bir hedefe sahip olmak dünyayı nasıl gördüğünüzü değiştirir.

Stresli veya zorlandığınız zamanlarda, uzun vadeli hedeflerinizi düşünün. Beyninize kontrol hissi verir; beyin kendinizi daha iyi hissetmenizi ve daha motive olmanızı sağlayacak dopamin salgılar. Alex şöyle diyor:

“Hedefler ve niyetler beyninizin dünyayı algılama biçimini değiştirir. Dünyayı değiştirmenize gerek yok, sadece dünyayı algılama şeklinizi değiştirebilirsiniz; bu da olumlu bir fark yaratmak için yeterli olacaktır.”

Bazen tüm bu küçük numaraları deneyebilirsiniz ve bunların da fark yaratmadığını düşünürsünüz. Bunun sebebi beyninizin iyi işleyebilmesi için bir şeyleri unutuyor olmanızdır.

4. Uykunuzu iyi alın

Hepimiz depresyonun insanların uyumasını nasıl etkilediğini biliriz. İlginç olan şey aslında bu iki yönlüdür; kötü uyku da depresyona neden olur. Alex diyor ki:

“Uykusuzluk çeken insanları birkaç yıl takip ettiler. Kronik uykusuzluğa sahip kişilerde depresyonun ortaya çıkma ihtimali çok daha yüksek çıktı. Depresyon uyku sorunlarına neden olur, ancak uyku sorunlarının depresyona yol açması daha muhtemeldir…. Gündüz güneş ışığını alın. Geceleri loş ışıklı bir ortamı tercih edin…. Her akşam aynı saatte uyumaya çalışmak ve günlük tutmak da uykunuzun değerini artırabilir.”

Bütün bu küçük şeyler kendinizi daha iyi hissetmeniz içindir. Ama bunları iş yerinde yapamıyorsanız mutlu olmak da zor olacaktır. Gülümser kalabilmek için iyi alışkanlıklar edinme ve ertelemenin üstesinden gelmenin kazancı üzerine Nörobilim ne diyor?

5) Nörobilim ertelemeyi nasıl yener?

Yaptığınız seçimler ve ne yapmakta olduğunuz söz konusu olduğunda, Alex beyninizde farkında olmanız gereken 3 bölge olduğunu söylüyor.

Prefrontal Korteks: Uzun vadeli hedefleri düşünür. “İş raporunu hazırlamak gerekiyor”.

Dorsal Striatum: Oyunu, geçmişte yaptıklarınızı tekrar yapmanız için kullanır. Mesela “çalışma zamanı geldiğinde, genellikle e-postayı 9 kez okuruz, sonra Facebook’u kontrol eder ve ardından Netflix izleriz” gibi.

Nucleus Accumbens: Bu üç bölge içindeki parti delisi olandır. “E-posta, Facebook ve Netflix eğlencelidir. İş berbat.” En sonunda hangisini yaptığınızı tahmin edin…

Alex şöyle diyor:

“Bir arkadaşım var, her zaman şöyle der: ‘Stres prefrontal korteksi çevrimdışına alır.’ Stres, prefrontal korteksi zayıflatır. Beyninizin bu bölümünün sonsuz kaynakları yoktur. Sonsuza dek uyanık olamaz ve o uyanık olmadığı zamanlarda, striatumunuz ‘hadi bir şeyler yiyip içelim’ modundadır. Stresi azaltmak için yapacağınız her şey, prefrontal korteksi alışkanlıklarınızı kontrol altına alması konusunda güçlendirir.”

Dolayısıyla, iyi alışkanlıklar edinmek ve ertelemeye bir son vermek isterseniz, yapılacak ilk şey stresi azaltmaktır.
Erteleme sıklıkla kısır bir döngüdür, çünkü ertelediğiniz zaman projeyi tamamlamak için daha az zamanınız olur; böylece daha fazla stres altına girersiniz, daha çok şeyi ertelersiniz, daha da az zamanınız olur, bu da sizi daha da stresli yapar.

Peki cevap nedir? Stresi azaltmak için yapacağınız küçük bir değişiklikten sonra, işe başlamak için küçük bir şey bulun. Bu sizin odaklanmanızı sağlar ve prefrontal korteksi sohbetin dışında bırakan baskıyı engeller.

İşte nörobilimin nasıl mutluluk getireceği konusunda Alex’ten öğreneceğiniz şeyler:

Hayatınızın en mutlu anlarında dinlediğiniz müzikleri dinleyin: Umarız mutlu olduğunuz zamanlarındaki seçimleriniz iyiydi.

  • Gülümseyin ve güneş gözlüklerinizi takın.
  • Hedeflerinizi düşünün: Bu, dünyayı nasıl gördüğünüzü değiştirir.
  • Uykunuzu alın: Depresif insanlar iyi uyuyamazlar. Ve iyi uyuyamayan insanlar depresyona girerler.
  • Erteleme hissinin üstesinden gelmek için, stresi azaltın ve başlangıç olarak basit bir şey yapın: Mutlu anlarınızdaki şarkıları dinleyin.
Alex’in söylediği mutluluğu arttıracak bir numaralı şey nedir?

Bu konuda Alex şunu diyor: “Bence en basit yol her sabah yürüyüşe çıkmaktır, mümkünse bir arkadaşınızla birlikte. Yürüme esnasında aldığınız güneş ışığının uyku sistemine faydaları vardır ve serotonin salımını etkileyebilir. Bunu her gün yaptığınız zaman dorsal striatum’a yerleşir ve iyi bir alışkanlık haline gelir. Bunu bir arkadaşınızla yapabiliyorsanız, sosyal bağlantıyı da sağladığınız için daha da iyi olur.” Öyle görünüyor ki, hayatta bizi gerçekten sevindiren basit şeyler var.

Yazar: Eric Barker
Çevirmen: Meltem Çetin Sever
Kaynak: TIME

Kaynak: www.dusunbil.com/norobilime-gore-mutlulugu-saglayan-5-aliskanlik/
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…