Polonya Kadınının Durumu

E

EU1

Ziyaretçi
Anne olmak zor, olmamak daha da zor


Eğer genç yaşta doğum yaparlarsa, duygusal olarak olgunlaşmadan doğum yaptıkları söylenir, eğer zamanını geçirip doğum yaparlarsa biyolojik saatin tik takları hatırlatılır onlara. Eğer doğumdan kısa bir süre sonra işe dönerlerse, çocuklarına bakamadıkları için kendilerini suçlu hissederler; eğer dönmezlerse, bu sefer de çağdaş kadın örneğini kendilerinde hayata geçiremedikleri ve kendilerine bakmadıkları için suçluluk duyarlar. Eğer hiç doğum yapmazlarsa, toplum onları bencillikle suçlayıp afaroz eder. Polonya'da anne olmak zor, ama galiba olmamak daha da zor. Kültür ve medeniyette gerçekleşen değişimler, kadınların annelikte gittikçe daha zorlanmalarına yol açtı. Çocuk sahibi olmakla ilgili büyük beklentileri var. Kitaplarda ve dergilerde çocuğa çok zaman ayırmak gerektiğini okuyorlar, aynı zamanda kendilerine zaman ayırmaya da alışkınlar. Kendi gereksinimlerinden vazgeçmeden, anneliği tatmak istiyorlar. Katıksız bir adanmışlığı kabul etmiyorlar, kuşaktan kuşağa aktarılmış role isyan ediyorlar. Çağdaş Polonyalı anneler: Yorgun, ama çok gözüpek.

Genç annelerin yüzde 30'u doğum sonrası depresyonu geçiriyor; onun biraz daha hafif bir versiyonu olan "baby blues" hastalığı ise yüzde 70'ini etkiliyor. Yani, bu artık uç bir olay değil. Nedeni ise yalnızca şaşkın hormonlar olmuyor, ama aynı zamanda yalnızlıkları ve büründükleri yeni rolde kaybolmaları. Genç kıza küçük kardeşlerine ya da ablalarının çocuklarına bakarak anneliği doğal yoldan öğrenebilme olanağı veren, eskinin o birkaç kuşağı birlikte yaşatan büyük aileleri artık yok. Zamanımızın pek çok kadını için yukarıdaki gibi bir tecrübe, küçükken oynadıkları oyuncak bebeklerle kazanılmıştır. Çocuklarıyla baş başa kaldıklarında ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Diğer taraftan Polonyalı anne şablonu, bilmediklerini, beceremediklerini ve korktuklarını itiraf etmelerine izin vermiyor.



 
EVCİMEN ANNE

Tıpkı reklamlarda olduğu gibi: Bebek uyuyor ya da gülümsüyor, rüzgarda dalgalanan perdeler arasında bakımlı bir kadın bebeğinin altına krem sürüyor. Karnı doymuş, altı kuru çocuk ağlamaz, bebeği emzirmek ise tam bir keyiftir; işte el kitaplarının bizleri inandırdığı şeyler bunlar.
- Kendimi tam anlamıyla aldatılmış hissettim. Gögüslerimin taş gibi sertleşeceğini, sütle beraber kan da akacağını, bana kimse önceden söylememişti - diye anlatıyor Maria. - İki ay boyunca bebeğimi her emzirdiğimde ağrıdan yeri göğü inlettim. Yazılanlara göre bebek sadece 40 dakika emermiş, bütün gün ya da bütün gece değil. Uykusuzluğun böyle beter bir şey olduğunu tahmin etmezdim.
Erkeğin doğumdan sonraki büyük heyecanının ateşi söndükten sonra, işine gidip bütün gün ortadan kaybolur. Kadın içinse apartmanın bahçesinden daha uzak bir yerlere çıkmak zor, çünkü bebek arabasıyla yola çıkıldığında özürlülerin de yaşadığı problemlerin benzerleri yaşanıyor: Kaldırım taşları, kaldırımlarda rampaların
bulunmayışı ya da otobüslere binerken yaşanan güçlükler. Çocuğu beslemek, akşama yemek hazırlamak, çamaşır, temizlik, çarşafların değiştirilmesi, tıpkı dolap beygiri gibi, hergün birbiri ardınca aynı işlerin yapılması. O güne değin mesleki yaşamlarında faal olan kadınlar için, bunları yapmak hiç de kolay değildir. Yalnızlık ve yaşamın başka bir yerde olduğu duygusu belirir.
"Dziecko" dergisinin "mektuplarınız" köşesini yöneten Olga Niecikowska: - Canlı canlı eve gömülmüş kadınlardan birçok hüzünlü mektup alıyoruz - diyor. - Yaşamlarının ilkesi şu: Herşey çocuk için, kendin için hiçbir şey isteme! Yollarını kaybetmiş durumdalar, arada bir anneleri ya da kayınvalideleri uğrayıp akıl verirler, ki verilen bu akıllar da kitaplarda yazılanların çoğu zaman tam zıttıdır. Pratik bilgiler veren yazılar, işte bu yüzden bu denli büyük popülarite kazanıyor. Sonra şöyle sorular alıyoruz: Eğer dördüncü aydan sonra çocuğa havuç veriliyorsa, acaba ben dördüncü ayı bitmeden üç gün önce versem ne olur? Kadınlar hazır tarifler, annelik formülü arıyorlar. Kendi içgüdülerine güvenleri yok.


Tablo: çocuk sayısı hakkında tercihler

"Wyborcza" Gazetesi'nin yürüttüğü kampanya neticesinde, gerçekten bugün Polonya'da insanca doğum yapmak mümkün oldu olmasına, ama doğumdan sonrasının ne olduğuyla ilgilenen kimse çıkmadı. Bakım ve eğitimden yalnızca çocuk açısından bahsedildi, kimse kadının gereksinimlerini göz önüne almadı.
- Aldığımız mektuplardan çıkan sonuç şu oldu - diyor "İnsanca Doğurmak" (Rodzic po ludzku) Vakfı'ndan Agata Telezynska. - Kadınlar desteğe, yol göstericiye ve yardıma çok dramatik bir şekilde gereksinim duyuyorlar. Başlangıç adını verdiğimiz danışmanlık hizmetimiz böyle doğdu. Genç anneler orada buluşuyor, konuşuyorlar, çocuklu bir kadın olarak kendileri için nasıl yararlı olacakları, bu işin "olursa olur olmazsa olmaz" denecek türden bir iş olmadığı onlara öğretiliyor. Bir çocukla temel ilişki nasıl kurulur, sonra onunla nasıl konuşmak gerekir gibi konularda atölye çalışmaları düzenliyoruz. Şimdi bu, günümüzün kadınları anne olmayı öğrenmek zorundadırlar demek mi oluyor? Herhalde, biraz haddini aşan bir yorum olurdu bu. Ama şurası kesin ki, örnek alabilecekleri birilerinin eksikliğini duyuyorlar.
Latona adlı dernek de anneler için dayanışma grupları örgütlemekte. "Dziecko" (Çocuk) aylık dergisinin internet sitesinde tüm tartışma gruplarının listesi bulunuyor; buralarda kadınlar birbirleriyle deneyimlerini paylaşıyor, çocuğun sıkıcı, zıvanadan çıkartıcı olduğunu, insanın bir çocukla uğraşırken öfkelenmemesinin elde olmadığını itiraf etmeyi öğreniyorlar, ama aynı zamanda çocuklarının onlara en fazla gereksinim duyduğu bir dönemde evde kalıp onlarla birlikte olmayı seçmelerinin doğru bir karar olduğunu söylüyorlar. Yeni durumlarına uyum sağlıyorlar ve annelik güzel ve büyüleyici bir şey haline geliveriyor, ağrılar, sızılar ve yorgunluklarsa çabucak unutuluyor.
Ancak tek bir şeye uyum göstermek mümkün değil: İş yaşamına. Üç yıl izin kullandıktan sonra dönebilecekleri bir işyeri olamayacağının bilincinde, kadınlar. Evde kaldıkları süre içinde dünyanın dönmeyi sürdürdüğü, ama kendilerinin yörünge dışına atılmış oldukları duygusunu yaşıyorlar. Bilgisayar programları değişiyor, arkalarından yerlerine eğitimli ve genç kuşaklar geliyor.
 
ÇALIŞAN ANNE

Birçok kadın için işe erken dönme kararı, mali güçlükler nedeniyle alınmış bir karar. Çünkü çocuk demek yeni masraflar demek, çünkü tek maaş yetmiyor, çünkü ev için alınan kredinin geri ödenmesi gerek (Kredi için yüzde 24'lük geri ödeme oranını herhalde ben bulmadım - diyorlar). Seçme şansı olmayan kadınlar, yalnız anneler, güç işlerde çalışan ya da esnek çalışma saatleri olmayan işler yapan kadınlar için çalışmak bir dram. İki kız çocuk annesi bir kadın (ki ilk çocuğu dede ve büyükannenin yanında büyümüş, ikincisi ise kreşe gönderilmiş) iş yaşamına dönüşünü şöyle anlatıyor: - Tam bir korku filmi başladı, hastalıklar, işten alınan izinler, beni işten atacaklar korkusu. Yavrumun ilk adımlarını atışını, koşmaya başlayışını yine göremedim. Hastayken yanında olamadım.
Aile değerlerine bağlılığını deklare eden devletin verdiği yardım, aslında tam bir ilüzyon. Aile destekleme politikasının ilkelerinde "kadınların iş yaşamı ile anneliği birlikte yürütmesinin desteklenmesi" ilkesinin marjinal bir anlamı var. Temel ilke, "aileye verilecek desteğin doğum oranını arttıracak şekilde değiştirilmesi". Kadınların işe dönmesini kolaylaştırmak için, devletin ödediği "annelik" parasının bir kısmının baba tarafından alınabilmesi yönünde ileri sürülen görüş de, sağcıların tepkisini çekti.
Bununla birlikte, Kamuoyu Araştırmaları Merkezi'nin yaptığı ankette kendisine soru yöneltilenlerin yüzde 70'inden daha fazlasının ifadesine göre, çalışmayan kadının düşük bir statüsü var. Ev kuşu olmamak isteğinin kadınlar üzerinde yaptığı baskı, iyi bir anne olabilmek hedefinin yaptığı baskının şiddetine ulaşıyor. Gittikçe daha fazla kadın doğum sonrası işine dönüyor, çünkü işsiz bir yaşantı düşünemiyorlar. "Elle" dergisinin yaptırdığı araştırmalara göre kadınların yüzde 45'i bunun zor olduğu, yüzde 38'i iş yaşantısıyla anneliğin beraberce yürütülemeyeceği, yüzde 14'ünden fazlası bunun kolay olduğu ve yalnızca yüzde 2,3'ü bunun imkansız bir şey olduğu görüşünde.


Tablo: Kadınlar hangi nedenlerden ötürü çalışıyor

- Ev kadını olmak maharet ister - diyor psikolog Zofia Milska-Wrzosinska. Günümüzün kadınları ise evde oturmakta gittikçe daha fazla zorlanıyorlar. Hemen hemen doğum yapacakları güne kadar çalışmayı sürdürüyorlar, doğumdan 2-3 ay sonra işlerinin başına dönüyorlar. Hatta bazıları doğumdan 2-3 hafta sonra işe dönüş yapıyorlar. Çalıştıkları şirketlerin tuvaletlerinde göğüslerin süt çekip taksiyle eve gönderiyorlar. Çocuk nedeniyle faal yaşantılarını terketmeyi istemiyorlar.
-İlk hamileliğimde mahalli idareler seçimlerine katıldım ve sömestri sınavlarını verdim, ikinci hamileliğimde doğumdan iki hafta önce sosyoloji bölümünde mastır tezimi savundum ve yeniden adaylığımı koydum, çünkü ilk çocuğumla ikinci çocuğum arasında geçen sürede mahalli idare meclisi üyeliğimi düşürmüşlerdi - diye anlatıyor Varşova Belediye Başkanı'nın eşi, 24 yaşındaki Aleksandra Piskorska. - Çok faal bir kent meclisi üyesi sayılmam, çünkü ikinci oğlum henüz 5 aylık ve zamanımın çoğunu evde geçiriyorum. Ama işimi de düşünüyorum, çünkü kendimi yalnızca bir anne olarak gerçekleştirmek istemiyorum - derken, en az dört çocuk sahibi olmak istediğini de ekliyor.
SLD /Demokratik Sol Birlik/ milletvekili Katarzyna Piekarska, kanun tasarılarını ve başka belgeleri evde yüksek sesle okuyarak, ki bunun oğlu için çok oyalayıcı bir etkinlik olduğu ortaya çıkmış, milletvekilliği ile anneliği birleştiriyor. Üç çocuk annesi olan ve uluslararası büyük bir şirkette avukatlık yapan Beata Balas-Noszczyk, çocuklarla mesleki kariyeri bağdaşdırmanın mümkün olduğunu, ancak bunun için bakıcılar, büyükanneler ve büyükbabalar ve bir de her ihtimale karşı yedekte tutulması gereken başka birkaç can simidi arasındaki örgütlenmenin programlanmasının kusursuz yapılması gerektiğini söylüyor.
- İş yerinde hiçkimse hiçbir zaman, benim çocuklarımın olduğunu bilmedi - diyor. Görüşmeler uzadığı için eğer geceleri çalışmak zorunda kalırsam, evde dadımız geceliyordu. İşin, çocuklara ayrılacak zamanı çaldığının elbette bilincindeyim, ama şirketteyken, deliler gibi çalışıyorken bu aklıma gelmiyor pek. Eve dönüp saate baktığımda, işte ancak o zaman, yolunda gitmeyen bir şeyler var diyorum kendi kendime.
Çalışan anneler genelde iki yönlü bir suçluluk duygusu çekiyor: Bir açıdan çocuklarına karşı suçluluk duyuyorlar, diğer açıdan çalıştıkları yere karşı. Çünkü diğerleri, yani çocukları olmayanlar, işe daha fazla zaman ayırıyorlar, bu yüzden de işveren açısından daha yararlılar. Anneler, mümkün olduğu ölçüde izin kullanmamaya çalışıyor ve çocuğun kendi şahsi meseleleri olduğunun, işverenin bunu düşünmek zorunda olmadığının altını çiziyorlar.
Daha doğum yapmadan önce, ajanslar ya da tanıdıkları vasıtasıyla, bir bakıcı aramaya başlıyorlar. Çalışmayan, ev kadınlığı yapan büyükanneye gittikçe daha az rastlanıyor, dolayısıyla çocuğun bakımı için bir yabancı bulmaktan başka çıkar yol yok.
- İyice sorup soruşturuyor ve içime sinmeyen en ufak bir şey de dahi hemen bakıcı değiştiriyordum - diye anlatıyor Magdalena Jankowska, bir kadın dergisinin psikoloji bölümünün şefi ve bir anne. -Eşten dosttan içkici bakıcılara ya da örneğin çocuğu boğmaya kalkan bakıcılara dair şeyler işitmiştim. O nedenle de dikkatli olmayı tercih ettim. En sonunda bir köylü kızı buldum: Genç, sakin, sabırlı. Annenin yerini böyle bir bakıcının alması iyi mi oldu? İnsan öyle yoruluyor ki, bunu düşünmemeyi tercih ediyor.
- Ben - diyor Ewa Awdziejczyk, bir aylık derginin redaktörü - çocuğumu başka birisinin yetiştirmekte olduğu düşüncesinden hiç kaçmadım. Aksine, hatta bu, insanı zenginleştirici bir şey de sayılabilir. Bizim dadımız çocuklarım için tam bir büyükanne gibiydi; onlara dualar öğretiyor, dini geleneğimizi anlatıyordu. Çocuklarım bunları benden öğrenemezdi.
Çalışan anneler, genelde, çocuk sayısının değil, ama onlarla nasıl ilgilenildiğinin önemli olduğunu ifade ediyorlar. Bütün boş zamanlarını onlara ayırdıklarını, hafta içindeki yokluklarını hafta sonları telafi ettiklerini söylüyorlar. Ayrıca, bu durumun bazı artıları olduğunu da savunuyorlar. Çocuk bir motivasyon, harekete geçirici bir unsur, adrenalin; uğruna çalışacağınız birisinin olması daha şevkle çalışmanıza neden oluyor. Annelik, eğer sizdeki herşeyi alıp götürmüyorsa, büyük bir tatmin duygusu vermekte. Ev hanımı anneler bir rekabet yaşamıyorlar; çalışan annelerse, eğer büyükanneler ve dadılarla rekabeti kazanmak istiyorlarsa, çocukları ile olan bağlarını çok daha bilinçli kurmak durumundalar.
Böyle bir tutum, gittikçe artan bir toplumsal destek kazanıyor. XIX. yüzyıl ahlakçılarının, çalışan kadınların çorba yapmaya zaman bulamamayacaklarını - ki evdeki sıcak çorba aile saadetinin temeli kabul edilir ve eksikliği büyük sorunlara yol açabilir - dile getiren öğretileri, bugün sadece güldürüyor. Kadınlar ya da en azından büyük bir bölümü, artık evde hapis tutulmaya boyun eğmiyorlar.
 
MÜKEMMELLİYETÇİ ANNE


En idealistler, çalışma hayatı ile anneliği bağdaştırma uğraşının peşini hiç bırakmıyorlar. Mükemmeliyetçi birer anne olup çocuğun anne karnındaki psikolojisiyle ilgileniyorlar, hamileyken Mozart dinliyorlar (üstelik hergün mutlaka aynı yapıtını, çünkü böyle yapılınca doğumdan sonra çocuğun bu müzik eşliğinde daha kolay uykuya dalması mümkün oluyormuş), çocuk bakımı ve yetiştirilmesi üzerine yığınlarca kitap okuyorlar (ve erken çocukluk döneminde annenin yapacağı bir hatanın ileride çocuğun bir suçlu olmasına yol açabileceği gibi şeyleri çoğunlukla bu yayınlardan öğreniyorlar), luzern filizi yiyorlar (süt salgılanmasına yardımcı oluyormuş), yoga kurslarına katılıyorlar (böylece hamileliklerini daha bilinçli olarak yönlendirebilmeyi amaçlıyorlar), mutlak olarak çocuklarını emzirmek kararındalar (bu konudaki propaganda öyle güçlü ki, anne sütü yerine çocuğuna biboronla mama vermeye kalkan bir anne, kendisini çocuğunu zehirleyen bir canavar anne gibi hissedebilir). Evde ya da suyun içinde doğum yapmak, çevreci annelerin tercihi; ama gittikçe daha fazla sayıda kadın, İncil'in öğretisine ters düşerek, lokal anestezi altında doğum yapmaya karar veriyor.
Ama hepsi bu değil. Bütün bunların haricinde, bir de mükemmel bir kadın olmak gerekli. Demi Moore'un hamilelik fotoğrafının "Vanity Fair" dergisinin kapağında yayınlanmasından bu yana, hamile kadının hiç de hantal bir mamut gibi görünmek zorunda olmadığı, hatta tam aksine öyle görünmemek zorunda olduğu ortaya çıktı. Eskiden hamileler, erkek gömleklerini andıran hamile elbiseleri giyer ve boyanmazlardı, çünkü başka türlüsü uygun düşmezdi. Böyle bir görünüşle, tümüyle doğacak çocuklarına adanmış oldukları kanıtlanırdı. Günümüzde ise allanıp pullanmış, modaya uygun giyinmiş bir anne adayının görünümü, ne kimseye batıyor ne de kimseyi şaşırtıyor. Kadın dergileri, sayfalarını en büyük modacıların giydirdikleri ve bizlere "hamile olmak kendini kapıp koyuvermenin gerekçesi olamaz" dedirten hamile mankenlere, hamile sinema sanatçılarına ve şarkıcılarına açmakta hevesliler. Hamilelik döneminde çatlaklara ve selüloide karşı kremler kullanmak, doğumdan sonra ise vücut geliştirme ya da aerobik salonlarına devam etmek, günümüz kadınlarının sorumlulukları arasında artık. Doğumdan sonra mümkün olan en kısa süre içinde eski kot pantolonlarının içine sığabilmek ise, bir onur meselesi. Jinekologlar, doğumu izleyen ilk iki hafta içerisinde zayıflatıcı iç çamaşırları giyip egzersiz yapmayı deneyen hastalarından şikayetçiler.
- Doğumdan önceki görünümlerine dönebilmek, üzerlerinde çok güçlü bir baskı yaratıyor - diyor Ewa Awdziejczyk. - Kuşkusuz bu, medyanın bir etkisi. Mankenlerin dünya güzeli bebeklerle çekilmiş fotoğraflarını gören anneler şunu düşünüyorlar: Tamam, işte benim de dünya güzeli bir çocuğum var, ama fiziğim niye onlarınki gibi değil. Ve onlar gibi olamadıkları için kendilerini suçlu hissediyorlar.
İdeal anne, Meryem Ana ile Cindy Crawford ve Hanna Gronkiewicz - Waltz'ı kesiştiren türde bir şey olmalı.

 
GEÇ KALMIŞ ANNE


Artık sadece batıda değil, ama Polonya'da da, kadınlar çocuk yapmaya gittikçe daha geç karar veriyorlar. Tıbbın gelişimi, doğum yapma sınırını gitgide daha ileriye çekiyor (bu konudaki rekor 63 yaşında doğum yapan bir kadına ait). Hatta menopoz sonrası doğum fikri bile ortaya atılmış durumda. Bu elbette uç bir fikir. Senaryo, genelde şöyle gerçekleşiyor: Önce üniversite, sonra iş ve ev, sonra eğer mümkün olursa biraz seyahat. Bu senaryonun aşağı yukarı otuz yaşına kadar hayata geçirilmesi gerekiyor. En sonunda hamilelik. Birçok kadın için çocuk, önceden onun için para kazanılması gereken, bir tür güzellik. Para kazanılması gereken, zira özel kreşler, bakıcılar, okullar, doktorlar; bunların hepsi paraya bakıyor. "Hamilelik" sözcüğünün uzun yıllar "felaket" sözcüğünün eş anlamlısı sayılması, belki bu yüzdendir.
"Elle" dergisinin yaşları 18 ila 30 arasında değişen, lise ya da yüksek okul mezunu, özellikle kentlerde oturan kadın okuyucuları arasında yaptığı ankette, "önümüzdeki iki yıl içerisinde gerçekleştirilecekler listesinde ilk sıraya neyi koyarsınız ?" sorusuna tereddütsüz verilen yanıt: İş. Çocuk yapmak istediklerini söyleyenlerin oranı yalnızca yüzde 16.
- 24 yaşında ve iki çocuk annesi bir kadın olarak sanki çevremden biraz dışlanmış gibiyim - diye anlatıyor Aleksandra Piskorska. - Arkadaşlarım arasında hamile kalanlar olmuşsa da, bunlar sadece kazara olmuş hamileliklerdi.
Burada sorun yalnızca mali değil. Günümüz kadınları, annelerinin ve büyükannelerinin kuşaklarından farklılaşıyorlar. Çocuk mu? Evet, ama daha ileride - diyorlar. Önce kendim hayattan ne istediğimi öğrenmeliyim, sonra çocuğu düşünürüm. Özgürlük duyguları çok güçlü ve kendilerini gerçekleştirme gereksinimi duyuyorlar. Mümkün olan en uzun süre özgürlüğü yaşamak istiyorlar. Anneliğin kadına çok şey kattığının, ama aynı zamanda ondan çok şeyi alıp götürdüğünün de, bilincindeler. Bazen biyolojik saatlerinin tik taklarını korkuyla dinliyorlar, saatin en son vuruşunu kaçırmaktan korkuyorlar, ama buna rağmen anneliğin bedelini zamanından önce ödemek de istemiyorlar. Bu bedeli hiç ödemek istemedikleri de oluyor
 
"POLONYALI ANA" OLMAYAN KADINLARIMIZ

Hastabakıcılık ve mürebbiyelik gibi ikinci sınıf işlerden ya da anne ve eş rolünden başka seçecekleri yol olmayan, evde kalmış kız alaylarıyla dört bir yanları çevrilmiş büyükannelerimizin kaybedecek hiçbir şeyleri yoktu. Yüksek öğrenim görmüş olup da dışarıda çalışan kadınların ise, yüzyılımızın bu doksanlı yıllarında kaybedecekleri pek çok şeyi var - diye yazıyor Fran Abrams "The Independent"te. - İyi kalite şarabın, deliksiz ve uzun uykuların tadını çıkartırken, bir anlığına çocuk düşüncesini aklımızda ikinci plana ittik. Ve birden bire, annelerimiz için yasak elma olan o şeyden kopup ayrılmak, bazılarımıza zor geldi.
90'lı yılların ortalarında genç İngiliz kadınları arasında yapılan bir ankette, %20 oranında kadının çocuk istemediği (onların ifadeleriyle - çocuktan bağımsız bir yaşamı seçtikleri) ortaya çıktığında, bencil bir kuşak üzerine yazılan ağıtlar yayılmıştı dört bir yana. Akla gelen ilk şey, bu kadınların günün birinde mutsuz kadınlar olacaklarıdır. Ama "Anneliğin Ötesi. Çocuksuz Bir Yaşamı Seçmek" (Beyond Motherhood. Choosing a Life without Children) adlı kitap, bunun illa da böyle olmaması gerektiğini kanıtlıyor. Kitabın yazarı, kendi kuşağından Amerikalı kadınların %15 gibi çocuksuz kalmayı seçmiş, 50 yaşındaki Jeanne Safer'in yaptığı anket, ellili yaşlarını süren çocuksuz kadınların kendilerini noksansız ve mutlu hissettiklerini, yaratıcı ve zengin bir yaşantı sürdürdüklerini, sık sık hayırseverlik etkinliklerinde bulunduklarını ortaya koymuş.
"Eğer evde yolumu gözleyen çocuklarım olsaydı, Afganlı mücahitlerin çarpışmalarını izleyebilir miydim? - diye retorik bir soru soruyor kadın savaş muhabirlerinden biri.
Kadınların varolma nedeni, anne olmaktır. İşte bu, asırlar boyunca bir dogma olarak kabul edilmiştir (bu konuda yazımızın sonuna yerleştirdiğimiz "Anneliğin Kısa Tarihi" başlıklı bölüme bakınız). XIX. yüzyıl ahlakçıları, kadınları çocuk yapmaya ikna ederlerken onları, kısırlaştırılmaları imkansız olan dişi aslanlar, kaz ve tavuk türünde çiftlik hayvanları ya da doğrudan doğruya nebati toprakla karşılaştırmışlardı. Ansiklopediler, annelik içgüdüsünü her normal kadının eğilimi olarak açıklıyorlardı. XX. yüzyıl ruhbilimi de çocuksuz kadınlara asabiyet ve nevroz etiketi yapıştırmıştı. Ta ki, çocuksuz kadınların oluşturduğu grubun, patolojik ya da anormal diye açıklanamayacak kadar büyüdüğü zamana kadar...
Kendi iradeleriyle çocuksuz kalmayı seçen Polonyalı kadın sayısı nedir? İstatistik araştırmalara göre; çok düşük bir yüzde, ama çocuk yapmama gibi bir karar çok güçlü bir toplumsal baskı ile çevrelenmiştir. Bu bir tabudur. Çocuk istenilmediğinin, çocuk sevilmediğinin, çocukların bizde herhangi bir duygu yaratmadığının açık açık ifade edilmesi uygun düşmez. Buna karşılık genç bir çiftin çocuk yapma konusunda ne düşündüklerini anlamak için ağızlarını yoklamak, çocukları olmazsa mutsuz olacaklarını ve birlikteliklerinin anlamsız olacağını söyleyerek onlara hocalık taslamak, nedense, uygun düşer.
- Bazen, tüm bu kafa ütüleyici nasihat konuşmalarında, sanki bir kıskançlık tonu seziyorum. Özgürlüğün kıskanılması. Yani, ben çocuk yapıp yoruldum, sen de yorul gibi bir şey - diye anlatıyor 42 yaşındaki bir kadın heykeltıraş. - Kocamla çok dinledik bunları, yok bir gün gelecekmiş de pişman olacakmışız, ama işte o zaman iş işten geçmiş olacakmış falan. O gün bir türlü gelmedi ve biz mutluyuz, hiçbir eksiğimiz yok. Ve çocuklu olanlara, bundan hiç pişmanlık duyup duymadıklarını da sormuyoruz.
Polonya'nın çocuksuz nöbetçi çifti Maria Czubaszek ve Wojciech Karolak. Çocuksuz bir yaşamın seçilmesi konusunda yayınladıkları dosyadan sonra "Elle" dergisi redaksiyonuna gelen mektuplar, bu sorunun yalnızca onlarla sınırlanmadığını gösteriyor. İşte Polonya'nın her yanından gelen kadın mektuplarından bazı alıntılar: "Hiçbir kadın dergisi, bırakın konuşmayı, düşünmenin bile yasak olduğu böyle bir konuyu ele almaya cesaret edemez diye düşünüyordum", "Kendimi bir cüzamlı gibi hissetmeyi bıraktım" ya da "Ne diğerlerinden daha aşağıyım ne de çocuksuz olan tek kadınım". Büyük kentlerde yaşayan kadınlar, çevre baskısı ile daha iyi baş ediyorlar. Ama taşradaki kadınlar, toplumdan dışlanmaya, yalnızca çevre değil, ama mutlaka torun sahibi olmak isteyen anne babaları tarafından da toplum dışı bırakılmaya maruz kalmaktadırlar. Damgalanmışlardır; detaylı testlere tabi tutulurlar, küstahlıklara ve türlü kaba şakalara göğüs gererler, kendilerini değeri düşük bir insan türü gibi hissetmeye başlarlar. Sonunda ya kısırım deyip yalan söylerler ya da kafam daha fazla ağrımasın diye doğum yaparlar. Bu kadınlardan biri, "bir toplumun çocuksuz insanlara yaklaşımı, onun kültür düzeyini gösterir" diye yazmış.
 
EKSİKSİZ ANNE

Batıda epey zaman bir zaman önce anlaşıldı ki, kürtajı yasaklayarak ya da gebelik önleyici ilaçlara verilen devlet desteğini geri çekerek kadınları çocuk yapmaya kandırmak mümkün olmuyor. Beslenme yardımıyla, esnek çalışma şartlarıyla ve çocukların bakımına yardımcı olacak kurumlarla onlara sosyal güvenlik sağlamak, çok daha iyi bir yöntem. Gerçi bu da her zaman sonuç getiriyor değil. Çocuk yapmak kararında olsunlar ya da olmasınlar, çağdaş kadınlar, artık anneliği toplumsal ya da ulusal bir görev olarak değil de, tamamen bireysel bir konu şeklinde görüyorlar. Polonyalı kadınlar da, çocuklar üzerine yapılan yayınlarda, öncelikle şu görüşü dile getiriyorlar: "İyi anne, kendini eksiksiz ve mutlu hisseden annedir".
Şablonların baskısı hala çok güçlü olsa da, tek bir rolün içine hapsedilmeye gittikçe daha sık başkaldırıyorlar. "Polonyalı Ana" miti, usul usul tarih oluyor.
- Günümüzün genç kadınları, annelerinin kuşağından farklı - diye konuşuyor Kamusal Sorunlar Enstitüsü'nden Dr. Joanna Bator. - "Adanmış anne" sendromu siliniyor. Kadınlar, çalışma hayatı ile anneliği birleştirmeye uğraşıyorlar.
Ve bazı kadınlar, bunu gerçekten başarıyorlar. Onlar, kocaları vatan için savaşıp şehit düşerken aile ocağının ateşini bekleyen geçmiş zaman Polonyalı analarına göre, çok daha kahraman, çok daha saygıya değer. Çünkü günümüz anneleri, kocaları kariyer yaparken ve (erkek arkadaşlarıyla barlarda) vatan kurtarırken, çocuklarını yararlı insanlar olarak yetiştiriyor, üstüne üstlük dişi kuşlar misali kendi yuvalarını ve de yerel demokrasiyi inşa ediyorlar
 
ANNELİĞİN KISA TARİHİ

Annelik içgüdüsü bir mit. "Kültür ve eğitime bağlı olarak bariz şekilde değişebildiğine göre, doğa kavramının nasıl bir değeri olabilir? - diye soruyor "Annelik Aşkının Tarihi" adlı (Fransa'da 1980'de, Polonya'da ise 18 yıllık bir gecikmeyle yayınlamış) kitabında, Fransız antropolog Elisabeth Badinter. Bu put kırıcı iddiayı ortaya attığında bir fırtına koptu, çünkü dile getirdiği şey, yalnızca her insanı ilgilendiren bir şey değil, ama yüzyıllar boyunca dogma olarak kabul edilmiş bir şeydi. "Yüzyıllar boyunca mı?" - diye soruyor Badinter. - Evet, son iki yüzyıl boyunca".
Kitabına aldığı veriler ve anlatımlar, bugün insanı dehşete düşürüyor. XVIII. yüzyılın ortalarında Paris'de doğan 21 bin çocuktan sadece bin tanesi anneleri tarafından emzirilmiş ve büyütülmüş, geri kalanı süt annelerine teslim edilmiş. Bu konuda, doğduğu gün süt annesinin ellerine bırakılan Talleyrand'ın öyküsü çok karakteristik. Öz annesi, onu dört yıl boyunca bir kez bile görmeye gelmediği gibi, hatta yaşayıp yaşamadığını dahi sorma zahmetine girmemiş. Kentlerden köylere içleri yeni doğmuş bebeklerle dolu arabalar gider, bu bebeklerin bir kısmı menzile ulaşamazmış, çünkü dalgın arabacı arabadan düşenlerin farkına varamazmış. Şansları yaver gidip de gidecekleri yere ulaşanlar ise günler boyunca sıkı kundakları içinde, yıkanmamış, altları değiştirilmemiş ve aç olarak bekleşirlermiş, çünkü yoksul köylü kadınları emzirmeye birkaçını birden alırlarmış. Yeni doğmuş bebekler arasında ölüm oranı korkunçmuş (ortalama yüzde 25, süt annesine bırakılanlarda ise hatta yüzde 70'e ulaşıyor). Bu marjinal bir durum değil, bir normdu ve eğer öyleyse annelik içgüdüsü o zamanlar nerelerdeydi? - diye soruyor Badinter.
Çocuklara yüzyıllar boyunca özne olarak yaklaşılmadı. Doğası gereği günahkar, ahlaki kategorilerden habersiz, kaprisli bir mahluk, havyan terbiyeciliği yöntemiyle insanlaştırılması gereken hayvan türünde bir şey (Aziz Augustin), ayrıca akıl ve muhakeme yeteneğinden yoksun oldukları için salak (Karteziuz) kabul edildiler. Olağanüstü yetenekleri olmadığı sürece, çocuğun ölümüne yas tutulmaz, ardından gözyaşı dökülmezdi. İşte Montesqieu, "Süt annelerinin yanında iki ya da üç çocuğum öldü, üzülmedim değil, ama öfkelenmedim." - diye yazmış. Eğer çocuk bir değer değil idiyse, annelik sevgisi de ahlaki ve toplumsal bir değer değildi. XVI. ve XVII. yüzyılın aristokrat kadınları için çocuk, sosyete toplantılarında sorun yaratan bir yüktü. Çocuğun emzirilmesi banal, düşük, kadını hayvan sınıfına yaklaştıran bir işti. Çocuğun süt anneye verilmesi, orta sınıftan kadınlar için bir sınıf atlama işareti, yoksul sınıfın kadınları açısındansa ekonomik bir zorunluluktu, zira onlar yaşamak için çalışmak zorundaydılar.
Bu durum, ancak XVIII. yüzyılın sonlarında değişti. Değişimin başlangıç tarihi için 1762 yılı, yani Jean Jacques Rousseau'nun içinde iyi, adanmış bir anne ile sevgi ve şefkate gereksinim duyan bir varlık olarak bir çocuk portresi yarattığı "Emil" adlı romanının yayın tarihi kabul edilir. Buna bir de toplumsal ve ekonomik faktörler eşlik eder. Aşk evliliği moda olmuştur, yani çocuk artık iki aile arasında yapılan bir iş sözleşmesinin sonucu değil, ama iki insan arasındaki aşkın meyvasıdır. Kapitalizm doğmuş, insanlara ekonomik ve askeri bir potansiyel olarak bakılmaya başlanmıştır. Ülke ve devletin gücü, nüfus büyüklüğüyle belirlenir olmuştu. Bu aslında kadınlara verilmiş bir direktifti. Yeni duruma kolayca uyum sağladılar, zira anne olarak toplumsal bir önem ve böylece saygı görme hakkı kazanmışlardı. Kendilerini ikame olunamayacak varlıklar olarak hissettiler ve evde mutlak bir iktidar kurdular. Toplumda terfi ettiler etmesine, ama bunun bedelini de çok pahalıya ödediler. XIX. yüzyıl idealine göre, annelik özveride bulunmak, tam bir adanmışlık ve ağır, kesintisiz bir çalışma demekti. Gerçek bir annenin bir an bile boş vakti olmaz. Aynı anda hem anne hem de başka bir şey olunamaz. Annelik putuna kurban olarak özgürlüğün ve annelikten başka her türlü idealin sunulması gerekir. Bunu yapmayan kadınlar, aforoz edilmiş, doğaya karşı çıkmakla ve her türlü toplumsal felaketin sorumlusu olmakla suçlanmışlardır.
Bütün bunlarda Freud'un da etkisi vardır: Kadınlık gelişiminin başlangıcında kadınların penise sahip olmak istediği, ilerleyen evrelerde bu isteklerinin çocuk sahibi olmak isteğiyle yer değiştirdiği tezini ileriye sürmüştür. Ona göre, bir kadın insani tamlığını ancak annelik sayesinde kazanabilir. Mazoşizmin kadınların doğuştan getirdikleri bir özellik olduğunu, acıdan zevk aldıklarını, bunun da doğumda ve çocuğun emzirilmesi sırasında duyulan acıların gidericisi olduğunu savunmuştur. Psikoanaliz ise çocuğun her türlü ruhsal sorununun sorumluluğunu annenin sırtına yıkmıştır. "Annelik rolüne hapsedilmiş kadın, ayıplanacağım korkusuyla o hapishaneden artık çıkamaz" - diye yazıyor Badinter.
Feministlerin karşına dikildikleri işte buydu. XX. yüzyılın cinsel devrimi kadınların önünde yepyeni yollar açtı, onların da çocuklarla hiç ilgisi olmayan hayalleri, hırsları olabileceğini kabul etti. Annelik bugün bir armağandır, sorumluluk değil.

 
ne güzel şeyler bulmuşsun eline saglık tam anlatıyo herşeyi
 
şu an polonya'dayım ve buradaki en büyük sorun genç nesilin erken yaşta evlenmesi.

kız çocukları daha 12-13 yaşında yetişkin bir bireymiş gibi giyinip yine yaşıtları olan erkek arkadaş ediniyorlar. sonrasında hamilelik sonucu evlenip daha sonra da boşanıyorlarmış. çünkü yarım bırakılmış eğitim, sorumlulukların henüz bilinmemesi gibi faktörlerle evcilik oyunları bitiyor.

bana birkaç kez sordular "sence bir kız ve erkek kaç yaşında evlenmeli?"diye. "bir iş sahibi olana kadar ikisi de." diye cevaplarım bu soruyu.
 
Hepsini okudum ve zevk aldım ,çok öğretici ,emeğine sağlık
 
X