İlk Anayasamızın Tarihçesi

Saygıdeğer baylar, bu telyazımda, temel maddelerini bildirdiğim Anayasa, daha on gün önce, yani 20 Ocak 1921 gününde Meclis'ten çıkmıştı. Meclis'in ve ulusal hükümetin durumunu, yetkisini, kuruluş biçimini ve niteliğini saptayıp belirten ilk yasadır. Meclis 23 Nisan 1920'de açıldığına göre, bu Anayasa'nın Meclisten çıkarılabilmesi için dokuz aylık bir zamanın geçmesi gerekmişti. Bu gecikmenin nedeni üzerinde biraz bilgi verebilmek için, izin verirseniz, kısa bir açıklamada bulunayım:

Biliyorsunuz ki, Meclisin açılmasından sonra çok gerekli ilkeleri içine alan bir önerge vermiştim. Meclis ve onun Bakanlar Kurulu, o ilkeleri işlemler üzerinde ilk günden uygulamaya başlamıştı. Bir yandan da, kurulmuş olan Temel Haklar Komisyonu, bu önerge kapsamı temel olmak üzere, bir yasa tasarısı hazırlamaya başladı. Ancak; dört aylık bir süre sonunda bu komisyon "Büyük Millet Meclisi'nin Kuruluş ve Niteliği ile İlgili Yasa (Büyük Millet Meclisi'nin Şekil ve Mahiyetine Dair Mevaddı Kanuniye)" başlıklı sekiz maddelik bir tasarıyı Meclis'e getirdi. 18 Ağustos 1920 gününde ivedilik kararıyla görüşülmesine başlanan bu yasa maddelerinin uzunca bir gerekçesi de vardır.

Komisyon tutanağının, Büyük Millet Meclisi'ni tanımlayan satırları arasında şu cümleler yazılı idi: "Halife ve Padişahın tutsak oluşundan ve başka olayların da buna eklenmesinden doğan zorunluk üzerine kurulan Meclis'imizin, bugünkü kuruluşuyla sonsuz olarak sürüp gideceğini kabul etmek, aşırı ve olağandışı durumlara olağan bir biçim vermek olur; oysa, olağandışı durumların kalımlı olamayacağı genel bir kuraldır. Ancak, sakatlanan padişahlık ve halifelik hakkı ile ulus ve yurdun bağımsızlığının elde edilmesine ve pekiştirilmesine değin bu durumun sürdürülmesi ve temel amaç olan kutsal umuların (ümniyelerin) gerçekleşmesi ile Meclis'in olağan bir duruma girmesi uygun görülmüş ve onun için ikinci maddenin birinci bölümü 'amacın gerçekleşmesine değin' sözüyle bağımlı kılınmıştır." Gerçekte Meclis'in toplanma süresi zamanla belirlenip sınırlanmamıştı.

Bu görüşe ve nedenlere göre 1920 Ağustosunda daha Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kalımlı, durum ve niteliğinin de olağandışı olmadığı düşüncesinin geçerli bulunduğu anlaşılıyor.

Yasa maddelerinin birincisi de: "Büyük Millet Meclisi, yasama ve yürütme güçlerini ve devleti bağımsız olarak kendisi yönetir." biçiminde idi. Bu madde ile Meclis'e verilen yetkinin bile, gerekçeye göre geçici olması gerekeceği doğaldı. Geçici nitelikte olan bir kurumun yetkisi de varlığı süresince var olur.

Temel Haklar Komisyonu'nun görüş ve düşüncesi, Meclis'te de böylece belirdi. Dahası, Meclis üyelerinden birçokları amacın açıklanmasında, komisyonun dediklerini eksik bularak iyice açıklanmasını istediler. Dediler ki: "Birinci maddenin başına 'Halifelik ve padişahlığın kurtulmasına, yurt ve ulus bağımsızlığının sağlanmasına değin' biçiminde açıklık verici sözler eklemek gerekir." İkinci maddedeki "Amacın gerçekleştirilmesine değin" sözü yerine de yukarıdaki açıklayıcı sözlerin konulması gereği istendi. Bu konu çok tartışmalara yol açtı. Kimi milletvekilleri: "Yalnız, halifelik sözcüğünü koyalım; bu, padişahlığı da kapsar." dediler.

Kimi hoca efendiler bunu kabul etmediler. "Halifelik manevi bir iştir." düşüncesinde bulundular. "Halifelikte dinsel görev yoktur" diyenlere, hoca efendiler şu yolda yanıt verdiler: "`Padişahlık egemen olduğu ülkelerle ilgilidir. Halifelik ise yeryüzündeki bütün Müslümanlarla ilgilidir."

Bu tartışmalar günler ve günlerce sürüp gitti. Çarpışan görüşlerden biri açık idi: "Halife ve padişah vardır ve var olacaktır. O var olunca bugünkü durum, biçim ve yetki geçicidir. Padişah ve halifelik makamı çalışmaya fırsat bulunca, Anayasa'nın ve siyasal kuruluşun ne olacağı bellidir, bilinmektedir. O bakımdan yeni bir şey düşünmek söz konusu değildir. Halife ve padişah katının çalışır duruma gelmesini sağlayıncaya dek, Ankara'ya toplanmış olan. birtakım kişiler, geçici önlemlerle çalışacaklardır."
 
Halifelik ve Padişahlık Sorunları Üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisinde Yaptığım Açıklama

Buna karşı olan görüşte açıklık yoktu: "Padişahlık ulusa geçmiştir; padişahlık kalmamıştır. Halifelik de padişahlık demektir; böyle olunca onun da varlığının bir anlamı yoktur." diye apaçık konuşulamıyordu. Otuz yedi gün sonra, 25 Eylülde, bir gizli oturumda Meclis'e birtakım açıklamalar yapmayı yararlı gördüm. Ortaya atılan duygu ve düşüncelere gerekli yanıtları verdikten sonra başlıca şu düşünceleri ileri sürmüştüm:

Türk ulusunun ve onun biricik temsilcisi bulunan yüce Meclis'in, yurt ve ulusun bağımsızlığını, yaşamasını güven altında bulundurmaya çalışırken, halifelik ve padişahlıkla, halife ve padişahla bu denli çok ilgilenilmesi sakıncalıdır. Şimdilik bunlardan hiç söz etmemek yüksek çıkarlar gereğidir. Eğer amaç bugünkü halife ve padişaha olan bağlılığı bir daha söyleyip belirtmekse bu kişi haindir. Düşmanların, yurt ve ulusa kötülük yapmakta kullandıkları araçtır. Buna "halife ve padişah" deyince, ulus, onun buyruklarına uyarak düşmanların isteklerini yerine getirmek zorunda kalır. Hain ya da makamının gücünü ve yetkisini kullanması yasak edilmiş olan kişi, aslında padişah ve halife olamaz. "Öyle ise, onu indirip yerine hemen başkasını seçeriz." demek istiyorsanız, buna da bugünkü durum ve koşullar elverişli değildir. Çünkü padişahlıktan ve halifelikten çıkarılması gereken kişi, ulusun içinde değil, düşmanların elindedir. Onu yok sayarak başka birini tanımak düşünülüyorsa, o zaman bugünkü halife ve padişah, haklarından vazgeçmeyerek İstanbul'daki hükümetiyle bugün olduğu gibi, makamını koruyup çalışmalarını sürdürebileceğine göre, ulus ve yüce Meclis, asıl amacını unutup halifeler sorunu ile mi uğraşacak? Ali ile Muaviye çağını mı yaşayacağız? Kısacası bu sorun geniş, ince ve önemlidir. Çözümü, bugünün işlerinden değildir.

Sorunu kökünden çözümlemeye girişecek olursak bugün içinden çıkamayız. Bunun da zamanı gelecektir.

Bugün koyacağımız yasa ilkeleri varlığımızı ve bağımsızlığımızı kurtaracak olan Millet Meclisi'ni ve ulusal hükümeti güçlendirecek anlam ve yetkiyi yükümlenmeli ve dile getirmelidir!

Baylar, bu açıklamamdan bir hafta önce, ben de Meclise bir tasarı vermiştim, 13 Eylül 1920 günlü olup siyasal toplumsal, yönetimsel ve askeri görüşleri özetleyen ve yönetim örgütleri ile ilgili kararları içine alan bu tasarı, Meclisin 18 Eylül 1920 günkü toplantısında okundu. İşte bugünden daha dört ay geçtikten sonra kabul edilen ilk Anayasa bu tasarıdan çıkmıştır.
 
Londra Konferansına Katılacak Delegeler Doğrudan Doğruya Ulusal İradeyi Temsil Eden Büyük Millet Meclisince Seçilmelidir

Şimdi isterseniz İstanbul'la yapılan haberleşmelere geçelim.

Tevfik Paşa, 27 Ocak günlü telinde yazılı olanları 29 Ocak günlü teliyle yeniden bildirdi. Bakanlar Kurulu Başkanlığından şu yanıt verildi:

Ankara, 30.1.1921

İstanbul'da Tevfik Paşa Hazretlerine

İtilâf Devletleri siyasasında Türkiye yararına beliren son gelişme ulusun özverili dayancının ürünüdür. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin, Sevr Antlaşmasını tümüyle geri çevirmesi üzerine ortaya çıkan şu durumdan ulusal çıkarlarımıza en uygun sonuçların elde edilmesi, Londra Konferansına katılacak delegelerin, doğrudan doğruya, ulusal iradeyi temsil eden Büyük Millet Meclisi'nce seçilip görevlendirilmiş olmasına bağlıdır. Uğursuz Sevr Antlaşmasını imzalamış bir kurulun özel kalıtçısı olan delegelerinizin, ülkeye ve ulusa yarayışlı sonuçları elde edebilmeleri olanaksızdır. Bunun için sizin yurdun yüksek çıkarlarını düşünerek bu barış görüşmelerinde, aradan çekilip, Büyük Millet Meclisi delegelerini, ulusal birliği bütünü ile gösterecek bir durumda serbest bırakmanız gerekir. Bundan ötürü, bir yandan, önceki bildirimimiz üzerinde yapılacak görüşleri sağlayıp yürütmeniz, bir yandan da aşağıdaki kararları ivedilikle kabul edip uygulamanız rica olunur:

1- Londra Konferansına katılacak Türkiye Delegeler Kurulu, yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetince seçilip gönderilecektir.

2- Bu Delegeler Kurulu yanına verilmesini gerekli gördüğümüz kimi uzman danışmanları, siz hazır edip gerekli belgelerle birlikte Delegeler Kuruluna katılmak üzere göndereceksiniz.

3- Bizim göndereceğimiz bu Delegeler Kurulunun bütün Türkiye'yi temsil edecek tek kurul olduğunu da İtilâf Devletlerine bildireceksiniz.

4- Vaktin darlığı yüzünden alınan bu kesin ve değişmez kararlara uymazsanız ülkenin ve ulusun esenliği adına doğacak tarihsel sorumluluk tümüyle kurulunuzun olacaktır.

Bakanlar Kurulu Başkanı
Fevzi


Baylar, Tevfïk Paşa'nın çalışma arkadaşı olup Ankara'da bulunan İzzet Paşa'nın da bir tel çekmesinin yararlı olacağını düşündük. İzzet Paşa'nın teli şu idi:

Şifre Ankara, 30.1.1921

İstanbul'da Tevfik Paşa Hazretlerine

Şubat sonlarında Londra'da toplanacak konferansla ilgili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa Hazretleriyle aranızda geçen açık yazışmalar kapsamını öğrenmiş bulunuyoruz. Kurulumuzun uğradığı başarısızlıktan sonra yine düşünce bildirmeğe kalkışmak utanç verici olursa da gerçek durum ve buradaki etkin görüşler üzerinde sizleri aydınlatmayı yurtseverlik duygusuyla gerekli görüyoruz. İstanbul'un düşman elinde olması dolayısıyla oradaki bir hükümetin, ulusun temel çıkarlarını savunmaya gücü yetmeyeceği buraca doğal görülmektedir. Ayrı iki kurul olarak konferansa katılmaktan da, sonradan Anadolu ile İstanbul'un ayrılmasına yol açılacağı korkusuyla çekinilmektedir. Mustafa Kemal Paşa Hazretleri de telyazılarındaki görüşlerden vazgeçmeye aslında yetkili değildir. Tanrının yardımıyla, Anadolu'daki karşı koymalar ve ayaklanmalar kırılıp ortadan kaldırılmış ve çeteler dağıtılarak güçlü bir ordu ve hükümet kurulmuştur. Avrupa'yı Sevr Antlaşmasını bizim yararımıza değiştirmeye götürebilecek olan görüşmelerin kesilmesine meydan vermeyecek yardımlarınızın esirgenmemesini dostluğumuza dayanarak rica ederiz. Buradaki Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Padişahça tanınması yolundaki temel koşul değişmemek üzere, ayrıntılar ve başkaca önemsiz konular üzerinde görüşme yolu açıktır. Bu yolun kapanmasına meydan verilmemek üzere görüşlerinizin bildirilmesini dileriz.

Ahmet İzzet

 
Tevfik Paşa Korumaya Ant İçtiği Anayasaya Bağlılıktan Ayrılmıyor

Baylar, sizi yormazsam Tevfik Paşa'nın bu tele verdiği yanıtı da sunayım:

Şifre İstanbul, 31.1.1921

Ankara'da İzzet Paşa Hazretlerine

Y: 30 Ocak 1921:

Hepimizin, hükümlerini korumaya ant içtiğimiz Anayasaya aykırı temel değişiklikler yapmanın ve bunu kabul etmenin, yasanın açık hükümleri ile nasıl bağdaşabileceği düşünülmeğe değer. Bu konu, ancak Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'nin.... aracılığıyla gönderdiği telde bildirilen ve bizim de uygun bulup İtilâf Devletlerine kabul ettirmeye özenle çalıştığımız değişikliklerin, Tanrı yardımı ile yapılmasından sonra, yöntemine göre çözümlenecek iç sorunlardandır. Tersine bir tutum, dünkü telimizde de açıklandığı üzere, konferansa kabul edilmememize ve İstanbul'un hemen Osmanlı egemenliğinden çıkarılmasına ve Yunan isteklerine karşı savunmasız kalmamıza ve belki de onların haklı görünmesine yol açacaktır. Telyazılarından, bir noktanın iyi anlaşılmadığını seziyoruz. Konferansa, sizin ve bizim diyerek, iki kurul gönderileceğinin nereden çıkarıldığı anlaşılamıyor. Dava birdir, savunma dayanakları birdir. Bu konuda tam birlik sağlanınca oraca atanacak delegeler İtilâf Devletlerinin tanımakta olduğu hükümetin katacağı delegelerle birlikte giderse, kurul bir ve bütün olur, gerekli yetkiyi taşır ve çekinmeden birlikte ulusal davayı savunur. Böyle olması gerektiğinin oraca da kabul buyrulduğu delegelerin İtilâf Devletlerine tanıtılmalarını bizden istemelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Ankara'ca verilen nota ve sizin sözleriniz açıkça göstermektedir ki, İtilâf Devletleri Anadolu delegelerini Londra Konferansına yalnız olarak kabul etmemektedirler. Bunlar hükümet delegeleriyle birlikte bulunurlarsa kabul olunacaklardır. Böyle ayrılık sürdürülecek olursa belki de hiçbir tarafın delegeleri kabul edilmeyecektir. Konferansa yalnız buradan delege kabul edilmesi düşünülebilirse de, Anadolu için bu olasılık da yoktur. Bundan ötürü, pek büyük özveriler ürünü olan bu değişiklikten bize dokunacak sonuçlar doğabilir. Çünkü İtilâf çevrelerinde sayıları pek çok olan Yunan dostlarına: "Türkler doğuda savaşın sürüp gitmesini istiyorlar, barış ve anlaşmaya istekli değildirler." diye propaganda yaparak, bizden yana olanları kendilerine çevirmek, bizi haksız ve düşmanımızı haklı göstermek için tutamak verilmiş olur. Ortak delegelerden meydana gelmiş bir kurul gönderilirse isteklerimiz kabul olunmasa bile, bizden yana olan görüşleri bize karşı çevirmemiş, belki de bize karşı olanların önemli bir kısmını kazanmış oluruz. Zaman pek dardır. Yazışmalarla yitirilecek zaman kalmamıştır. Delegelerin hemen gönderilmesi yurt ve ulus çıkarları gereğidir. Sizinle sayın arkadaşlarınızın da geri gelmeniz gerekir. Çünkü ortadaki görüşler üzerinde, ancak gözlemlerle edindiğiniz bilgilerden gereği gibi yararlanacak zamanın geldiği ve oradaki görüşlerin bizim görüşlerimize yaklaştırılması gerektiği üzerinde ortak görüşe vardığımız kanısındayız efendim.

Sadrazam Tevfik

Baylar, Tevfik Paşa'nın Fevzi Paşa Hazretlerine gönderdiği yanıt telini de okuyalım:

Şifreİstanbul, 1. 2.1921

Ankara'da Mustafa Fevzi Paşa Hazretlerine

Y: 30 Ocak l921:

Kral Kostantin'in Atina'ya dönmesi üzerine, İtilâf Devletleri çevrelerinde ve kamuoyunda Yunanistan'a karşı meydana gelen değişiklik dolayısıyla Avrupa'da bizden yana bir akım doğmuştur. Ancak bu akıma karşılık, Rumları destekleyen ve Sevr Antlaşmasını bütünüyle ya da küçük değişikliklerle uygulayarak Türkiye'yi yok etme görüşünde direnen kimi siyasa adamları da vardır. Özellikle bu siyasa adamlarının, aldığımız sağlam bilgilere göre, Anadolu temsilcilerinin de konferansa çağrılmasını kabul eylemeleri ve desteklemeleri, Anadolu'nun böyle bir çağrıya gitmeyeceğine inanmalarından ileri gelmiştir. Bununla güttükleri amaç da çağrıya gitmeyecek olan Anadolu'ya karşı baskı tedbirleri alınmasını haklı göstermek ve kamuoyunu kendi siyasalarına uymaya zorlamaktır. Bunun için, konferansa bir an önce ve birlikte giderek haklarımızı almaya çalışmamız çok gereklidir. Eğer orada yasal ve haklı isteklerimizin kabul olunmadığını görür ve konferanstan çekilmek zorunda kalırsak bu durum, düşmanlarımızın elinde bize karşı etkin bir silah olamaz. Telinizde öne sürülen istekler, önce de bildirilen nedenlerden ve İstanbul'un özel durumundan ötürü kabul edilemez. Bunlar üzerinde direnerek konferansa vaktinde katılmak fırsatı yitirilirse: Birinci olarak birlik sağlanmamasından dolayı, İstanbul ve Boğazlar büsbütün Osmanlı egemenliğinden çıkar. İkinci olarak, İtilaf Devletleri Yunanistan'a para ve asker yardımında bulunurlar ve Anadolu'da ortak bir saldırıya kalkışırlar. Böylece, birbirini kovalayan savaş yıkımları sonunda, gerçekte sayısı çok azalmış olan Türk halkı bir kat daha ezilir, yok olur. Üçüncü olarak, büyük ölçüde özveriler karşılığında dışardan yardım aramak zorunluğu doğar. Sonunda da amacımız olan bağımsızlığın işe yaramaz duruma gelmesi gibi ağır sonuçlar doğar. Delegelerinizin İstanbul'a ivedilikle yollanması çok gereklidir efendim.

Sadrazam Tevfik

Saygıdeğer baylar, Osmanlı Sadrazamının daha başka öğütleri ve bildirdikleri vardır. İzin verirseniz onları da okuyalım:

Şifreİstanbul, 5.2.1921

Ankara da Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

Londra'da toplanacak konferansa Osmanlı Devletinin de çağrılmasından telaşa düşen Yunanlılar, bize karşı olan propagandalarını bir kat daha artırmışlardır. Paris'teki delegemiz Yunanlıların Fransız kamuoyunu bize karşı kışkırtmak için, Anadolu'da sözde Alman askerlerinden bir kurul bulunduğu, eylem ve siyasanızın bu kurulun etkisi altında yürütüldüğü yolunda Fransız çevrelerinde söylentiler yaymakta olduklarını bildirmiştir. Ayrıca, Türkiye'deki Hıristiyanların toptan öldürülmekte olduğu ilerï sürülerek bunların kurtarılması için Papa'nın bütün ulusların millet meclislerine başvurduğunun duyulduğunu da sözü geçen delege eklemiştir. Olağanüstü kötü etkiler yaratacak olan bu söylentilerin tez elden yalanlanmasını rica eder ve salık veririz.

Sadrazam Tevfik

Şifre İstanbul, 8.2.1921

Ankara'da Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

Konferansı etkilemek amacıyla Şubatın yirmi birinde Yunanlıların 70-80 bin kişiyle saldırıya geçecekleri Hariciye Nazırlığınca güvenilir kaynaklardan öğrenilmiştir. Saldırının Karahisar-Eskişehir doğrultusunda olacağı sanılır. İtilâf Devletleri temsilcileri, Ankara delegelerinin yalnız olarak konferansa kabul edilemeyeceğini de söylemişlerdir.

Sadrazam Tevfik

Bu tel, Yunanlıların saldıracağını ya da Ankara delegelerinin yalnız olarak kabul edilemeyeceğini bildirmek için mi yazılmıştı? Bunu anlamak güçtür. Yoksa 70-80 bin kişilik düşman kuvvetinin saldıracağı yolunda gözdağı vererek ikinci bölümün savı mı sağlanmak isteniyordu?

Delege gönderme işinde bizim ileri sürdüğümüz görüşleri, Tevfik Paşa, bildirimlerimize uyarak, İtilâf Devletleri temsilcilerine duyurmuş da telyazısının son bölümünde, aldığı karşılığı mı bildiriyordu? Bu da açık değildir.

İstanbul, 8.2.1921

Ankara'da Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

Fransız kamuoyunu incitmemek için Kilikya'da (Aşağı yukarı şimdiki Çukurova.) saldırıdan çekinilmesi, iyicil (hayırhah) olduklarından kuşku edilmeyen kimi Fransız ileri gelenlerinin öğütlemesi üzerine Paris delegemizce önemle bildirilmiştir.

Sadrazam Tevfik

 
Osmanlı Devlet Adamlarının Özel Nitelikleri

Baylar, bu gibi öğütleri İstanbul hükümetlerinden çok dinlemiştik. Bizim saldırıdan çekinmemizi salık veren iyicil kişinin karşısındaki, işittiğini bir gramofon gibi bize ulaştırırken, bize de saldırıdan kaçınılmasını gerekenlere öğütleyip öğütlemediğini sormuş mudur acaba? Aldığı karşılık olumsuz idiyse, onun iyicilliğini nereden anlamış idi? Yurdu işgal etmiş olanların kamuoyunu incitmemeyi öğütleyenlere, yurduna girilmiş olan ulusu niçin incittiklerini ve incitmekte olduklarını sormamak, neden bu Osmanlı Devlet adamlarının özel niteliği olmuştu?

Kısacası, saygıdeğer baylar, görülüyor ki Tevfik Paşa ve arkadaşlarıyla temelde, görüşte, anlayışta uzlaşılamıyordu. En sonunda, iş Meclis'e götürüldü.

Meclis'e iki öneride bulundum. Birisi, ülkenin ve ulusun tutumunu ve amacını İstanbul'a açık olarak bildirmek; ikincisi, ayrıca çağrılırsak Londra'ya bağımsız bir kurul göndermekti. Her iki önerim kabul edildi.

Baylar, Meclis'in görüşünü ve kararını Tevfik Paşa'ya bildiren telyazısı şöyleydi:
 
Tevfik Paşa'nın Önerileri Karşısında Büyük Millet Meclisinin Kararı

Londra Konferansına çağrılmamız dolayısıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa Hazretleri ve Bakanlar Kurulu Başkanı Fevzi Paşa Hazretleri ile İstanbul'da Tevfik Paşa Hazretleri arasında yapılan yazışmalar genel kurulda okunarak Meclis'çe bilgi edinildi. Tevfik Paşa Hazretlerinin ileri sürdüğü düşünceler, ülkenin bugünkü durumu üzerinde açık bir görüşe varmaktan pek uzak olduklarını bize üzüntüyle gösterdi. İstanbul'da, Ateşkes Antlaşmasından beri iki türlü hükümet birbirini izlemiştir. Biri, Damat Ferit'in başkanlığı altında değişik kişilerin katılmasıyla kurulan hükümetlerdir ki, her ne pahasına olursa olsun, İtilâf Devletlerine karşı kesinlikle boyun eğme düşüncesini temsil etmiş; ülkenin kendi egemenlik haklarını sürdürmek için esirgemediği özverileri, düşmanlarla birlikte çalışarak sonuçsuz bırakmayı özel bir tutum edinmiştir. Bu düşüncede olanlar ülkede kötülüğe ve hainliğe eğilimli ne kadar iyilik bilmez adam varsa hepsini, kışkırtıp silahlandırarak, ulusal savunmaya kendini adamış yurtseverlere karşı, sürekli olarak kullandılar. İslâm dini adına düzme fetvalarla "Mîrimiran" (Sivil kişilere verilen bir aşama; askerlikteki general aşamasına yakındır.) sanları verilerek ödüllendirilen Anzavurlar aracılığı ile maddi manevi bağımsızlık ve savunmaya karşı yaydıkları karıştırıcı ve ağılayıcı kuvvetleriyle Anadolu, aylarca çarpışmak zorunda kaldı. Onlar, düşmanların yararına, cephelerimizi kaç kez arkadan vurdular. Müslümanlığın ilk yüzyılından beri önce hak ve din uğruna savaşan ulusumuz, tarihimizin ilk günlerinden beri devlet ve ülke ne zaman tehlikeye düşmüşse kanını bol bol akıtmaktan geri kalmayan ulusumuz, bu kez o büyük yurttan arta kalan son parçada, son kaleye çekilmiş, en son savunmasını yaparken hükümet adını alan kurullar, düşmanlar yararına, düşmanlarla omuz omuza kendi uluslarına karşı çalışıyorlardı. Bizans'ın son günlerinde, Fatih'in teslim çağrısına karşı: "Tanrı'nın bana bir inamı (vedia, emanet) olan bu ülkeyi, ancak Tanrı'ya teslim ederim." diyen son Rum Kayserinin yerine geçmiş bir padişah soyundan gelen bugünkü halife ve padişahın hükümeti, tutsak olmamak isteyen ulusu kendi eliyle bağlayarak düşmanlara teslim etmeye çalışıyordu. Bu birinci evre, o hükümetlerin ve onlarla birlik olanların sındırılmasıyla son buldu. Hükümetlerden ikinci türlüsü, Tevfik Paşa'nın başkanlık ettikleridir ki, amaçlarının Anadolu savunmasından yana olduğunu söylemekle birlikte, yaptıkları işlerle, ülkenin içtenlikle elde etmek istediği barışa, hiçbir zaman uygun görülemeyecek bir aymazlık ve direnme ile engel olmayı sürdürüyor. İtilâf Devletlerinin uzattığı tutsaklık belgesini Padişahlık Danışma Kurulunda ayağa kalkarak ve saygı göstererek kabul ve imza eden devlet ileri gelenleri bütün ülkede hiçbir hak ve yetkiyi temsil etmeyen bir düşük kuvvet durumundadır. Anadolu ve İstanbul, bağımsızlık ile tutsaklığın, özgürlükle bağımsızlığın çatıştığı ve karşılaştığı iki ayrı parça durumunda kalmıştır.

Biz ülkenin tutsak edilmiş, özerkliğini yitirmiş parçasını özgür ve bağımsız yurt parçasına bağlamak istiyoruz. İstanbul'un ileri gelenleri, tümü oluşturan ve bütün bir düşmanlık dünyasına karşı kendini şeref ve dirençle savunan özgür parçayı, tutsak ve bağımlı parçaya uyruk etmek, bağlamak istiyorlar. Bütün Anadolu'yu, özgürlüğüne ve bağımsızlığına tutkun bütün ülke çocuklarını ve bugünkü kıyıma uğramış İslâm dünyasının ruhunu temsil eden Büyük Millet Meclisi, İstanbul'un hasta ve özgürlükten yoksun bir kuruluna uymayı hiçbir zaman kabul edemez.

Meclisimizce kabul edilip yayılan ve bütün ülkede yürürlükte olan Anayasamız gereğince egemenlik sınırsız ve koşulsuz ulusundur; ulusun yasama ve yürütme gücü ise onun gerçek ve biricik temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi'nde belirir. Bu hükümler karşısında delegelerimiz İstanbul'a gidip oradan seçilecek bir kurula katılamaz ve oranın vereceği yetki belgesiyle dünyaya karşı ulusal davamızı savunmayı üzerine alamaz. İsterseniz haklı ve eylemli olarak tam bağımsızlığı bulunan, bütün yönetim örgütleriyle ülkeyi yöneten, ordularıyla doğuda ve batıda düşmanları ezerek ülkeye barış yollarını açan Meclis'imizin Delegeler Kurulunu, ülkeyi temsil edebilecek biricik kurul olarak tanırsınız. Yoksa, biz kendi kurulumuzu kendimiz göndermek kararını aslında almış bulunuyoruz. Bu kararımıza verilecek karşılığın, birtakım sözler değil, eylemli işler olmasını ister ve yeğleriz.
 
Londra Konferansına Katılmamız

Baylar, Dışişleri Bakanı bulunan Bekir Sami Bey'in başkanlığı altında ayrıca ve bağımsız bir delegeler kurulu kuruldu. Bu kurul, Londra Konferansına özel olarak çağrıldığımızda katılmak üzere ve geçecek zamandan yararlanmak amacıyla Antalya üzerinden Roma'ya gönderildi.

Kurulumuz, İtalya Dışişleri Bakanı Kont Sforza aracılığıyla, konferansa resmi olarak çağrıldıkları kendilerine bildirildikten sonra Londra'ya gitmiştir.

Londra Konferansı 27 Şubat 1921'den 12 Mart 1921'e dek sürdü. Olumlu hiçbir sonuç vermedi.

İtilâf Devletleri, İzmir ve Trakya nüfusları ile ilgili olarak kendilerince yapılacak bir soruşturmanın sonucunu kabul edeceğimiz yolunda bizden söz almak istediler. Delegeler Kurulumuz bunu ilkin kabul etmişti. Ankara'dan yapılan uyarma üzerine, sonradan, soruşturmanın yapılmasını Yunanlıların buralardan çekilmesine dek erteleme önerisinde bulundu. İtîlâf Devletlerinin, Sevr Antlaşmasındaki başka hükümleri bize karşı durmadan ve içtenlikle uygulatmayı sağlamak istedikleri anlaşılmıştı. Delegeler Kurulumuz bu konudaki önerilerin kabul edilmediğini anlatır nitelikte karşılıklar vermişti. Yunan delegeleri, soruşturmayı temelinden kabul etmemişlerdi. Bunun üzerine, İtilâf Devletleri delegeleri, Türk ve Yunan delegelerine kimi önerileri kapsayan bir tasarı vererek hükümetlerinden bu tasarılar üzerine alacakları karşılıkların konferansa bildirilmesini istemişlerdi.

Bizim delegelerimize verilen tasarıda Sevr Antlaşması hükümlerinde yapılacak değişikliklerle ilgili şu noktalar vardı:

Bize bırakılan jandarmaların ve özel birliklerin sayılarını birazcık artırmak. Ülkemizde kalacak yabancı subayların sayısını biraz azaltmak. Boğazlar bölgesini biraz ufaltmak. Bütçemiz üzerindeki sınırlamaları biraz yeğniltmek. Bayındırlık işlerine izin verme hakkımız üzerine konulmuş sınırlamaları da biraz yeğniltmek. Bundan başka, kapitülasyonlar yabancı postaları, Kürdistan... ile ilgili olarak Sevr tasarısında değişiklikler yapılacağını umduracak kimi belirsiz verilmiş sözler...

Yine bu tasarıda, Ermenistan sınırlarının belirtilmesi işi Milletler Cemiyeti'nin (Cemiyeti Akvam'ın) göndereceği bir komisyonda bırakılmakta idi. İzmir bölgesinde de özel bir yönetim örgütü kurulacaktı. Sözde, İzmir ili bize geri verilecekti. Ama İzmir kentinde bir Yunan kuvveti bulundurulacak; İzmir sancağı güvenlik işleri, İtilâf Devletleri subaylarınca yönetilecek; bu sancaktaki jandarma kuvveti, nüfusu oranına göre çeşitli halktan (Türk, Rum gibi çeşitli soydan olanlardan) kurulacak; Milletler Cemiyeti'nce bir Hıristiyan vali atanacak; İzmir ili, Türkiye'ye, gelirinin çoğalmasıyla artacak yıllık bir para ödeyecekti.

İzmir ili için önerilen bu çözüm ve düzenleme, beş yıl sonra iki yandan birinin isteği üzerine Milletler Cemiyeti'nce değiştirilebilecekti.
 
Delegeler Daha Yolda İken Başlayan Yunan Saldırısı

Baylar, İtilâf Devletleri Delegeler Kurulumuz aracılığıyla yaptıkları önerilerin karşılığını almayı beklemeden, daha delegelerimiz yolda iken, Yunanlılar bütün ordusuyla bütün cephelerimize saldırdılar.

Görüyorsunuz ki baylar, Yunan saldırısı konferans ve barış hikâyesini bize zorunlu olarak bıraktırıyor. Şimdi, izin verirseniz, size bu saldırıyı ve sonucunu anlatayım:

Yunan ordusunun, Bursa ve doğusunda önemli bir grubu; Uşak ve doğusunda da başka bir grubu vardı. Bizim kuvvetlerimiz de Eskişehir'in kuzeybatısında, Dumlupınar'da ve doğusunda olmak üzere iki grup idi. Bundan başka Yunanlıların, İzmit'te bir tümenleri; bizim de ona karşı, Kocaeli grubumuz bulunuyordu. Yunanlıların Menderes boyundaki birliklerine karşı da birliklerimiz vardı. Yunan ordusunun Bursa ve Uşak grupları, 23 Mart 1921 günü ilerlemeye başladılar. İsmet Paşa komutasında bulunan Batı Cephesi birlikleri, bildirdiğim gibi, Eskişehir'in kuzeybatısında toplanmıştı. Karar, savaşı İnönü dayangalarında (mevaziinde) kabul etmekti. Ona göre önlemler alınıyor ve düzenlemeler yapılıyordu. Düşman, 26 Mart akşamı İsmet Paşa'nın, birliklerine tutturduğu dayangaların sağ kanadı ilerisine yanaştı. Ertesi günü bütün cephede karşılaşmalar oldu. Düşman 28'de sağ kanadımıza saldırdı. 29'da her iki kanattan saldırdı. Düşman yerel önemli başarılar elde ediyordu. 30 Mart günü sert çarpışmalarla geçti. Bu çarpışmalar da düşman yararına sonuçlandı.

 
İkinci İnönü Utkusu (Zaferi) ve İsmet Paşa'nın Metristepe'den Gördüğü Durum

Bundan sonra sıra bize geliyordu. İsmet Paşa 31 Mart günü karşı saldırıya geçti ve düşmanı yenerek 31 Martı 1 Nisana bağlayan gece, geri çekilmek zorunda bıraktı. Böylece devrim tarihimizin bir sayfası, İkinci İnönü utkusuyla yazıldı.

Baylar, düşman çekilirken Batı Cephesi Komutanı ile l Nisan günü yaptığımız yazışmalar o günün duygulanımlarını saptayan belgelerdir. Bunları yeniden canlandırmak için, izin verirseniz, o günkü yazışmalarla ilgili kimi telleri, olduğu gibi okuyacağım:

Metristepe'den, 1.4.1921

Saat 6.30 sonrada Metristepe'den gördüğüm durum: Gündüzbey kuzeyinde sabahtan beri direnen ve artçı olduğu sanılan bir düşman birliği sağ kanat grubunun saldırısı üzerine, dağınık olarak çekiliyor. Yakından kovalanıyor. Hamidiye yönünde karşılaşma ve çatışma yok. Bozüyük yanıyor. Düşman binlerce ölüleriyle doldurduğu savaş alanını silahlarımıza bırakmıştır.

Batı Cephesi Komutanı
İsmet


Ankara, 1.4.1921

İnönü Savaş Alanında Metristepe'de Batı Cephesi Komutanı ve Genelkurmay Başkanı İsmet Paşaya

Bütün dünya tarihinde, sizin İnönü Meydan Savaşlarında yüklendiğiniz görev kadar ağır bir görev yüklenmiş komutanlar pek azdır. Ulusumuzun bağımsızlığı ve varlığı, çok üstün yönetiminiz altında şerefle görevlerini yapan komuta ve silah arkadaşlarınızın duyarlığına ve yurtseverliğine büyük güvenle dayanıyordu. Siz orada yalnız düşmanı değil, ulusun ters alınyazısını da yendiniz. Düşman çizmesi altındaki kara yazılı topraklarımızla birlikte bütün yurt bugün, en kıyıda köşede kalmış yerlerine dek utkunuzu kutluyor. Düşmanın yurdumuzda yayılma tutkusu, dayancınızın ve yurtseverliğinizin yalçın kayalarına başını çarparak paramparça oldu.

Adınızı tarihin övünç yazıtları arasına geçiren ve bütün ulusta size karşı sonsuz bir gönül borcu duygusu uyandıran büyük savaşınızı ve utkunuzu kutlarken, üstünde durduğunuz tepenin, size binlerce düşman ölüleriyle dolu bir şeref alanı gösterdiği kadar, ulusumuz ve kendiniz için yükseliş parıltılarıyla dolu bir geleceğin çevrenini de gösterdiğini söylemek isterim.

Büyük Millet Meclisi Başkanı
Mustafa Kemal


Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

Kıyım ve zorbalık (zulüm ve istibdat) dünyasının en kıyasıya saldırılarına karşı yalnız ve şaşkın kalan ulusumuzun maddi ve manevi bütün yetenek ve güçlerini ruhundaki ateşle toplayan ve harekete geçiren Büyük Millet Meclisi'nin Başkanı Mustafa Kemal Paşa!

Yiğit erlerimiz ve subaylarımız adına, erlerimizle avcı hatlarında omuz omuza vuruşan tümen ve kolordu komutanları adına övgü ve kutlamalarınıza büyük bir övünçle teşekkür ederim.

Batı Cephesi Komutanı
İsmet


 
Güney Cephesindeki Eylemler

Saygıdeğer baylar, İnönü Savaş alanını ikinci kez yenilerek bırakan ve Bursa doğrultusunda eski dayangalarına çekilen düşmanın kovalanmasında piyade ve süvari tümenlerimizin gösterdikleri anılmaya değer yiğitlikleri anlatmayacağım. Yalnız, askerlik bakımından genel durumun açıklanmasını tamamlamak için, izin verirseniz, Güney Cephemiz bölgesinde yapılan savaşları özetleyeyim.

Güney Cephesi Komutanı Refet Paşa'nın buyruğu altında bulunan üç piyade tümeni, Dumlupınar'da hazırlanmış bir dayangada bulunuyordu. Bundan başka, bir süvari tümeni ve bir de süvari tugayı vardı; bu dayanganın sol kanadında bulunuyordu. Güney Cephesi Komutanının aldığı görev bu dayangada düşmanı durdurtmaktı. Uşak doğusundaki dayangalarından ilerleyen üç piyade tümeni ve bir kısık süvari Dumlupınar dayangalarına saldırdılar. 26 Martta birliklerimiz, dayangalarını bırakmak zorunda kaldı. Güney Cephesi Komutanı, bundan sonra kuvvetlerini elverişli bir yerde durdurmayı ve yeniden düzenlemeyi başaramadı; kuvvetleri ikiye bölündü. Sekizinci ve Yirmi Üçüncü Piyade Tümenleriyle İkinci Süvari Tümeninden meydana gelen kısmı, kendi buyruğu altında, Altıntaş'a doğru çekildi. Elli Yedinci Piyade Tümeniyle Dördüncü Süvari Tugayından meydana gelen öteki kısım ise Fahrettin Paşa'nın buyruğu altında idi. Düşman, bütün gücüyle Fahrettin Paşa kuvvetlerine yönelerek doğuya yürüdü. Refet Paşa kuvvetlerine karşı da Dumlupınar'da yalnız bir piyade alayı bıraktı. Refet Paşa, sonradan Yirmi Üçüncü Tümeni Altıntaş üzerinden güneye, Fahrettin Paşa'nın buyruğu altına, geri verdi. Altıntaş yönünde düşmanın hiçbir eylemi olmadığı anlaşılınca Refet Paşa, yanında bulunan kuvvetlerle kuzeye getirtildi.

Doğu yönünde ilerleyen düşmana karşı, Fahrettin Paşa kuvvetleri, çeşitli yerlerde çarpışa çarpışa Afyon'un doğusuna çekildi. Düşman, Afyonkarahisar'ı işgal ettikten sonra, Çay-Bolvadin hattına değin ilerledi ve orada durdu. Bu düşman karşısında Fahrettin Paşa, Elli Yedinci ve Yirmi Üçüncü Tümenlerle birlikte, güneyden Adana bölgesinden gelen Kırk Birinci Tümeni de alarak, karşı bir hat meydana getirdi.
 
Yunan Ordusunun Genel Saldırı Planında Çok Göze Çarpan Bir Yanılgı

Baylar, strateji ile ilgili birçok şeyler söylemekten kaçınmak istiyorsam da Yunan ordusunun bu kez uyguladığı genel saldırı planında çok göze batan bir yanılgıyı göstermek isterim. Yunan ordusu Uşak grubunun, Dumlupınar'dan sonra, Eskişehir genel doğrultusunda yürümesi gerekirdi. Afyon üzerinden Konya genel doğrultusuna yönelmesi, asıl kesin sonuç alanından kuvvetlerini uzaklaştırarak, onları iş göremez ve tehlikeli bir durumda bırakmıştır. İnönü'de başarı bizde kaldıktan sonra, bu kuvvetlerin kendilerini tehlikeden kurtarmak için bir an önce ve ivedilikle geri çekilmeyi sağlamaktan başka bir şey düşünemeyecekleri kuşku götürmezdi. İnönü'de utku kazanan kuvvetlerimizin Eskişehir, Altıntaş üzerinden Dumlupınar'a yönelerek, bu yolun önemli bir kısmında demiryolundan büyük ölçüde yararlanabileceğine göre Afyonkarahisar'ın doğusunda bulunan Yunan grubunun geri çekilme yolunu kesmesi ve böylece o grubu büyük bir yıkıma uğratması pek güçlü bir olasılık içinde idi. Nitekim, bu görüşü uygulamakta hiç gecikilmemiştir. İlk serbest kalan tümenler hemen Güney Cephesi Komutanı Refet Paşa'nın buyruğuna verilerek gönderilmiştir.

Yunan ordusunun Uşak grubu, İnönü Meydan Savaşının sonucunda hemen çekilmeye başladı. Refet Paşa 7 Nisan 1921 gününde karargâhıyla Çöğürler'de idi. Dördüncü ve On Birinci Tümenler Altıntaş bölgesinde, Beşinci Kafkas Tümeni ve kuvvetli bir alay niteliğinde bulunan Meclis Muhafız Taburu Çöğürler güneyinde, Birinci ve İkinci Süvari tümenleri Kütahya bölgesinde bulunuyorlardı. Fahrettin Paşa, Çay ve Afyon'dan çekilen düşmanı kovalayıp zorlarken Refet Paşa da, düşmanın Aslıhanlar yöresinde bulunan bir alayına, bu saydığımız kuvvetlerle, yani üç piyade tümeni ve bir taburla saldırdı. Bir yandan da, kuzeyden daha iki tümen, Yirmi Dördüncü ve Sekizinci tümenler güneye doğru gönderildi. Aslıhanlar'daki Yunan alayı Refet Paşa'nın saldırısını durdurdu, çok zaman kazandı; bu süre içinde geriden gelen birliklerle iki tümen oluncaya dek güçlendirildi. Bu kuvvetler Afyon'dan çekilen kuvvetlerin kendilerine katılmasını sağladı.

12 Nisan 1921 günü Refet Paşa'nın buyruğu altında kuzeyden güneye ve doğudan batıya saldıran kuvvetlerin toplamı şuydu:

Kuzeyden gelen 4, 5, 11, 8 ve 24'üncü; doğudan ilerleyen 57, 23 ve 41'inci tümenler ki tümü sekiz piyade tümeni ve bir piyade taburu. Birinci ve İkinci Süvari tümenleri çok uzak yollardan dolaştırılarak ancak düşman yenilirse etkili olabilecek, ama o günün savaşında hiç de etkisi bulunmayan, düşman gerisindeki Banaz üzerine gönderilmişti. Refet Paşa'nın buyruğu altına verilen kuvvetler saldırılarında başarı kazanamadılar; tersine, çok yitik verildi. Düşman, üstünlük sağlayarak Dumlupınar dayangalarına yerleşti ve orada kaldı. Refet Paşa kuvvetleri de, Dumlupınar'ın on kilometre kuzeydoğusunda olmak üzere, Aydemir, Çalköy, Selkisaray hattına çekilip durdu. Aslıhanlar Savaşı diye anılan bu çarpışmalar böylece son buldu.
 
Refet Paşa, Kendisi Yenildiği Halde Düşmanı Yenilmiş Sayıyordu

Baylar, savaş sırasında çarpışma hatlarından kimi kısımlarının ileri geri dalgalanışı ve özellikle Afyon'un doğusundaki düşman tümenlerinin, Dumlupınar ilerisinde bıraktıkları bir alaylarını yenilip savaş dışı edilememesi yüzünden, Dumlupınar'a değin çekilebilmeleri ve bunun ardından da, Yunan kuvvetlerinin sağlam bir savaş hattı tutmak için gerekli düzenlemeleri yaparken ilerdeki parçaların o hatta ulaşmak üzere geri yürüyüşleri, Refet Paşa'nın savaş sonucu üzerinde yanlış yargıda bulunmasına yol açtı. Gerçekten Refet Paşa, kendisi yenildiği halde düşmanın yenilip kaçtığını sandı ve bunu beş gün süren Dumlupınar Meydan Savaşında düşmana son yumruğun indirilebildiğini bildiren teliyle bize de duyurdu. Biz de, elbette sevinerek ivedilikle onu çokça övdük ve kutladık. Ama, durumu iyice anlamak için telgraf başında kendisine sorduğum sorulara aldığım karşılıklardan işin bildirildiği gibi olduğundan kuşkuya düştük ve duraksadık. Sonunda anlaşıldı ki, düşman ereğine ve genel durumuna tam uygun olarak Dumlupınar'da, savunması kolay, sağlam ve üstün bir dayangaya yerleşiyordu. Refet Paşa ise, tersine, bütün kuvvetleriyle biraz geride Aydemir, Çalköy, Selkisaray hattını tutmak zorunda kaldı.

Baylar, durum biraz durgunlaştıktan sonra Refet Paşa'nın komutasındaki orduda kendisine karşı güven kalmadığı anlaşıldı. Durumu yerinde incelemek üzere Ankara'dan Fevzi Paşa Hazretleri, Batı Cephesinden de İsmet Paşa, Refet Paşa'nın karargâhına gittiler. Refet Paşa'nın komutanlıkta bir süre daha bırakılması yeğlenmekte olduğundan, sorunu ona göre çözüp saptamaya çalıştılar. Ama, bu durumun sürdürülmesinin olanaksızlığı, uygun olmadığı kanısı hemen belirdi. Bunun için ben Fevzi ve İsmet paşaları alarak Refet Paşa'nın yanına gittim. Durumu yakından inceledim ve işi hemen şöylece çözdüm. (Refet Paşa'nın) komutası altındaki Güney Cephesini, Batı Cephesine bağlayarak İsmet Paşa komutasına verdim. Kendisine, Ankara'da bir görev verilmek üzere, oraya dönmesi gerektiğini bildirdim.

 
Refet Paşa Türk Ordusuna Başkomutan Olmak İstiyordu

Refet Paşa, Ankara'ya döndüğünde şöyle bir çözüm yolu tasarlamıştım: İsmet Paşa artık Genelkurmay Başkanlığından çekilerek, bütün zamanını, genişletilmiş olan Batı Cephesi Komutanlığı işlerine verecek; Milli Savunma Bakanı bulunan Fevzi Paşa Hazretleri de vekil olarak yapmakta olduğu Genelkurmay Başkanlığı görevini temelli olarak üstüne alacak. Ondan boşalacak Milli Savunma Bakanlığı görevini de Refet Paşa yapacak.

Refet Paşa, aslında yine askerlik görevi almak istiyor idiyse de, benim tasarladığım çözüm yolunu beğenmedi. Diyordu ki: "Milli Savunma Bakanı bulunan Fevzi Paşa'nın görevinden çekilmesine neden yoktur. İsmet Paşa'nın Genelkurmay Başkanlığından çekilmesini zorunlu görüyor ve bana da bu aralık bir görev vermeyi düşünüyorsanız, çözüm yolu ona göre düzenlenebilir."

Ben, Refet Paşa'nın bu düşüncesiyle güttüğü amacı nasılsa birdenbire kavrayamadım. Çünkü biraz sonra anlar gibi olduğum düşünce, hiç aklıma gelmemişti. Duraksadığım noktayı açıklatmak için kendisine sordum, dedim ki: "Yani siz mi Genelkurmay Başkanı olmak istiyorsunuz?" Gerçi açık bir yanıt vermedi; ama, ben amacın tümüyle bu olduğunu kabul ettim. Bunun üzerine, şunları söyledim: "Genelkurmay Başkanlığı, bizim örgütümüze göre, bugün gerçekte eylemli olarak Başkomutanlık katıdır. Siz daha Türk ordusuna başkomutan olacak nitelikleri kazanmış değilsiniz. Bunu şimdilik aklınızdan çıkarınız!"

Refet Paşa verdiği yanıtta dedi ki: "Öyleyse ben de Milli Savunma Bakanlığını kabul etmem." "O sizin bileceğiniz iştir." dedim ve bıraktım. Gerçekten kabul etmedi ve izin alarak Kastamonu ormanlarında Ecevit denilen yerde bir süre dinlenmeye çekildi. Refet Paşa'nın Milli Savunma Bakanlığına getirilişi bundan sonra ortaya çıkan başka bir durum üzerine olmuştur.
 
Londra Konferansından Dönen Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey'in İmzaladığı Sözleşmeler

Saygıdeğer baylar, Londra'ya gitmiş olan Delegeler Kurulumuz, İkinci İnönü utkusundan sonra geri geldi. Konferansın olumlu bir sonuca bağlanmamış olduğunu biliyorsunuz. Ama Delegeler Kurulu Başkanı ve Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey, kendiliğinden İngiltere, Fransa ve İtalya devlet adamlarıyla buluşup konuşarak, her biriyle ayrı ayrı birtakım sözleşmeler imzalamış bulunuyordu.

Bekir Sami Bey'in İngiltere ile imzaladığı bir sözleşmeye göre, elimizde bulunan bütün İngiliz tutsaklarını geri verecektik. Buna karşılık, İngilizler de tutsaklarımızı bize vereceklerdi. Yalnız, Türk tutsaklarından, Ermenilere ve İngiliz tutsaklarına kıyın yapmış ya da kötü işlem yapmış olduğu öne sürülenler, verilmeyecekti.

Hükümetimiz elbette böyle bir sözleşmeyi uygun görüp onaylayamazdı. Çünkü böyle bir sözleşmeyi onaylamak, Türk uyrukluların Türkiye sınırları içindeki davranışları üzerinde yabancı bir hükümetin yargılama hakkını onaylamak gibi olurdu.

Bu sözleşmeyi onaylamadıksa da İngilizler kimi Türk tutsaklarını salıverdiklerinden biz de buna karşılık elimizde bulunan İngiliz tutsaklarından bir bölümünü salıverdik.

Daha sonra, 23 Ekim 1921'de Kızılay İkinci Başkanı Hâmit Bey'le İstanbul'da İngiliz Komiserinin anlaşmaları üzerine, Malta'da bulunan bütün Türk tutukluları ile bizdeki bütün İngiliz tutuklularının değiştirilmesi kararlaştırılmış ve uygulanmıştır.

Baylar, Bekir Sami Bey resmi görüşmeler ve konuşmalar dışında, salt kişisel olarak da Lloyt Corc ile buluşmuş. Aralarında, söylenen sözler steno ile yazılmış. Bu tutanak imza da edilmiş. Bekir Sami Bey'in elinde bulunan tutanak kopyasının kapsamı üzerine bana bilgi verildiğini hatırlamıyorum. Son zamanlarda Dışişleri Bakanlığı aracılığı ile Bekir Sami Bey'den bu tutanağı istettim ise de, Bakanlığa gönderdiği bir mektupta, zamanında bu tutanak çevirisinin bana gösterildiğini; gerek aslının, gerek çevirilerinin Dışişleri Bakanlığından ayrılırken ilgili dosyasında bırakıldığını bildirmiştir. Dosyalarda bu belge bulunamamıştır. Dışişleri Bakanlığında da kimse bu belgeyi ve içindekileri bilmiyor. Ben de, söylediğim gibi, hiçbir zaman bu belgeden bana bilgi verildiğini hatırlamıyorum.

Baylar, Bekir Sami Bey'le Fransız Başbakanı Bay Briyan (Briand) arasında da 11 Mart 1921 günlü bir sözleşme imza edilmiştir. Bu sözleşmeye göre Fransa ile Ulusal Hükümet arasında çarpışmalara son verilecek. Fransızlar silahlı çetelerin; biz de savaşçılarımızın silahlarını alacağız. Güvenlik kuvvetleri arasına Fransız subayları da alınacak. Fransızlarca meydana getirilen güvenlik kuvvetleri kalacak. Fransa'nın boşaltacağı yerlerle Elazığ, Diyarbakır ve Sivas illerinin iktisat bakımından gelişmesi için yapılacak girişimlerde Fransızlara üstünlük hakkı tanınacak ve Ergani madenleri işletme hakkı da onlara verilecek... vb.

Hükümetimizce, bu sözleşmenin de kabul edilmemesinin nedenlerini saymaya gereklik yoktur sanırım.

Bekir Sami Bey, İtalya Dışişleri Bakanı bulunan Kont Sforza ile de 12 Mart 1921'de bir sözleşme imzalamış. Buna göre İtalya'nın, İzmir ve Trakya'nın bize geri verilmesi yolundaki isteklerimizi konferansta desteklemesine karşılık, biz de İtalya devletine Antalya, Burdur, Muğla, Isparta sancaklarıyla Afyonkarahisar, Kütahya, Aydın ve Konya sancaklarının sonradan saptanacak bölümlerinde iktisadi girişimler için üstünlük hakkı verecektik. Bundan başka, bu bölgelerde Türk hükümetinin ya da Türk sermayesinin yapmayacağı iktisadi işlerin İtalyan sermayesine verilmesi ve Ereğli madenlerinin bir İtalyan Türk ortaklığına devredilmesi kabul edilmekte idi.

Elbette bu sözleşmeyi de hükümetimizce geri çevrilmekten başka bir işlem göremezdi.

Baylar, İtilâf Devletlerinin, Londra'ya barış yapmak için gönderdiğimiz Delegeler Kurulumuz Başkanı Bekir Sami Bey'e imza ettirdikleri sözleşmelerle, Sevr tasarısından sonra aralarında yaptıkları, "Üçlü Anlaşma" adı verilen ve Anadolu'yu sömürme (nüfuz) bölgelerine ayıran anlaşmayı, başka adlar altında, ulusal hükümetimize kabul ettirmek amacını güttükleri apaçık bellidir. İtilâf siyasa adamları bu isteklerini Bekir Sami Bey'e kabul ettirmeyi de başarmışlardır. Bekir Sami Bey'i Londra'da, konferans görüşmelerinden çok, ayrı ayrı yapılan konuşmalarla oyaladıkları anlaşılıyor. Ulusal Hükümetin ilkeleriyle Dışişleri Bakanı olan kişinin tutumu arasındaki ayrımın neden ileri geldiği, ne yazık ki açıklanamıyor.

Bekir Sami Bey bu sözleşmelerle Ankara'ya döndüğü zaman durumun, pek çok dikkatimi çektiğini ve beni şaşkınlığa uğrattığını açıkça söylemeliyim. Bekir Sami Bey, imzaladığı sözleşmelerin, ülkenin yüksek çıkarlarına uygun olduğu yolundaki kanısını belirtiyor ve bunu Meclis'te de savunup tanıtlayabileceğini ileri sürüyordu. Kanısının yerinde olmadığı, savında da mantık bulunmadığı kuşku götürmezdi. Görüşlerinin Meclis'te onaylanmayacağı bir yana, Dışişleri Bakanlığından da düşürüleceği kesindi. Ama Meclis'in, siyasa sorunları üzerinde görüşme ve tartışmalarla boğulmasını o günlerin koşullarına uygun bulmadığımdan, Bekir Sami Bey'e görüşlerinin yersizliğini kendim söyleyerek Dışişleri Bakanlığından çekilmesini önerdim. Bekir Sami Bey, bu önerimi kabul ederek çekilme yazısını verdi.

Ama Bekir Sami Bey, Delegeler Kurulu Başkanlığı göreviyle, Avrupa'daki yolculuğu sırasında yaptığı çeşitli buluşmaların kendisinde bıraktığı izlenimlere dayanarak, İtilâf Devletleriyle ilkelerimize uygun olarak anlaşma yolunun bulunduğu kanısında direniyordu. Kendisinin de bu anlaşmaları sağlayabileceğini ileri sürüyordu. Bunun üzerine kendisine şu özel mektubu yazdım:

19.5.1921

Amasya Milletvekili Bekir Sami Beyefendiye

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin, şimdiye değin çeşitli elverişli durumlardan yararlanarak türlü araçlarla bütün dünyaya duyurulmuş olan ilkelerini biliyorsunuz. Bu ilkelerin özü, şu kısa cümle ile anlatılabilir: "Bilinen ulusal sınırlarımız içinde ülkemizin bütünlüğünü ve ulusun tam bağımsızlığını sağlamak." Delegeler Kurulu Başkanlığı göreviyle yaptığınız son gezi ve değinmelerimizin sizde yarattığı etkilere ve izlenimlere göre İtilâf Devletlerinin, koyduğumuz ilkeleri bozmaksızın bizimle anlaşmak eğiliminde oldukları kanısında bulunduğunuz anlaşılıyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi, İtilâf Devletlerinin bu eğilimini gösterecek güvenilir, gerçek, içten belirti ve sonuçları şimdilik görememektedir. Bu konuda oranladıklarımızın gerçekleşmesine yol açacak bir ortam bulabilirseniz, bu sonucun Türkiye Büyük Millet Meclisince ve Hükümetince sevinçle kabul edilebileceğine inanmanızı dilerim, efendim.

Mustafa Kemal

Bekir Sami Bey, bundan sonra yine Avrupa'ya gitti. Bu gezisinden de bir yarar elde edilemedi. Üstelik, Ankara'da Bay Franklen Buyon (Franklin-Bouillion) ile yapılmakta olan görüşmelerin, Bekir Sami Bey'in Paris'teki kimi girişimleri yüzünden güçlüğe uğradığı anlaşılınca, Hükümet, Bekir Sami Bey'in resmi bir görevi olmadığını ajansla kamuya bildirmek zorunda kalmıştır.

Bekir Sami Bey, ikinci kez Avrupa'da bulunduğu sırada, bana kimi şeyler bildirdiği gibi dönüşünde de bir rapor vermişti. Gerek bildirdiği şeyler arasında gerekse raporunda görülen kimi düşünceler, ne yazık ki, Türk ulusunun izlediğimiz amaç ve ülküsünü, Bekir Sami Bey'in tam olarak kavramadığı ve ona göre iş görmediği yolundaki kuşkuları giderecek nitelikte değildi.

Bekir Sami Bey Avrupa'da gördüklerinin etkilerine ve izlenimlerine uyarak düşünce yürütüyordu.

12 Ağustos 1921 günlü bir şifre telinde bizim siyasamızı eleştirdikten sonra diyordu ki: "Daha fırsat elde iken akıllıca bir siyasa gütmek, ülkeyi içine düştüğü büyük burgaçtan (girdaptan) kurtarabilir. Olaylar bütünüyle incelenerek ülkenin esenliğine yarayacak bir yol tutmak pek gereklidir. Yoksa, tarih ve ulus önünde hiçbirimiz sorumluluktan kurtulamayız.

Ulusun mutluluğunu ve Müslümanlığın esenliğini sağlayıcı bir yol saptanmasını ve bir an önce bana bildirilmesini rica eylerim."
 
Bekir Sami Bey Ne Pahasına Olursa Olsun Barış Yapmak İstiyordu

Bekir Sami Bey, ne pahasına olursa olsun barış yapmak istiyordu. Bu görüşünü 24 Aralık 1921 günlü raporunda şöylece açıklıyordu:

...savaşın sürüp gitmesinin bu ülkeyi, ulusun varlığını tehlikeye koyacak kertede yıkıp yok edeceğini ve bütün katlanılan özverilerin boşuna yitirilmiş olacağını kesinlikle düşünmekteyim. Savaşın sürdürülmesinin, iç, ve dış düşmanlarımızın ekmeğine yağ süreceğine ve korktuğumuz bela ve yıkımları kendi kendine ulusun başına çekeceğine bütün varlığımla inanıyorum. Yüce kişiliğinize düşen ödev, dünyada hemen hiçbir siyasa adamının omuzlarına yükletilmeyen en ağır bir yüktür. Tarihte, beş, altı yüzyılda değil, belki on, on beş yüzyılda bir kişiye ancak düşebilen bir ödevi yüklenmiş bulunuyorsunuz. Her türlü aşırılıktan sakınarak, bugünün yararları uğruna, yarının gerçek çıkarlarından vazgeçmeyerek Türklük ile birlikte bütün Müslümanlık dünyasının geleceğini güven altına almak ve pek yakın bir zamanda istenilenden artık olarak elde edilebilecek ulusal ve dinsel amacı kurtarmak ve sağlamlaştırmak için, geçici olarak özveriye bile katlanarak dünya tarihinde ölümsüz bir san kazanabilir ve Müslümanlık yapısının yenileyicisi olabilirsiniz. Yoksa, Türk ulusunun ve dolayısıyla bütün Müslümanlık dünyasının tutsaklığa ve aşağılık bir duruma düşeceği bence kuşku götürmez. Adınızı, dünyanın sonuna dek, bütün Müslüman kuşaklar için Yüce Peygamber Efendimizden sonra en kutsal bir ad ve armağan olmak üzere bırakmak şerefini ve fırsatını yitirmemenizi yurtseverlik ve Müslümanlık gereği olarak bildirmeyi kutsal bir görev sayarım efendim hazretleri.

Bütün bu düşüncelerin özeti yıkımdan, aşağılık durumdan ve tutsaklıktan kurtulmak için Londra'da yaptığı sözleşmeler sınırı içinde ulusal savaşa son vermeyi öneriyordu.

Baylar, Bekir Sami Bey'in bu düşünceleri bende olumlu etki yaratmamıştı. İleri sürdüğü düşünceler ve usavurma yöntemleri, kendisiyle görüşmeyi ve tartışmayı bile gereksiz ve yararsız saydırmıştı.
 
Mecliste Belirmeye Başlayan Siyasi Gruplar

Baylar, yüksek kurulunuza biraz da Büyük Millet Meclisi'nde geçen olaylardan bilgi vermek istiyorum. Biliyorsunuz ki, Birinci Büyük Millet Meclisi'ne ulusça üye seçilirken Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nin yönetim kurulu üyeleri de ikinci seçmenler arasında bulundular. Buna göre denilebilirdi ki, Büyük Millet Meclisi, bütünüyle Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nin siyasal bir grubu niteliğini de taşıyordu. Gerçekten başlangıçta tutum böyle idi. Meclis genel kurulunun temel ilkesini oluşturuyordu. Biliyorsunuz ki, Erzurum ve Sivas kongrelerinde saptanan ilkeler, son İstanbul Meclisi Mebusan'ınca kabul edilip berkitilerek Misakı Milli (Ulusal Ant) adı altında özetlenmişti. Bu ilkeler, Birinci Büyük Millet Meclisi'nce de kabul edilmişti ve bunlara uygun olarak yurdun bütünlüğünü ve ulusun bağımsızlığını sağlayacak bir barışın elde edilmesine çalışılıyordu. Ama, zaman geçtikçe, Meclis'te birlik olarak çalışmanın sağlanıp düzenlenmesinde güçlükler doğmaya başladı. En önemsiz konularda oylar dağılıyor, Meclisten iş çıkamıyordu. Kimi kişiler buna bir çıkar yol bulmak için 1920 yılı ortalarında birtakım örgütler kurmaya kalkıştılar. Bütün bu girişimler, Meclis görüşmelerinin düzenli yürütülmesini sağlamak ve görüşülen konular üzerinde oyları toplayarak olumlu iş çıkarmak amacını güdüyordu.

Yeri gelince söylemiştim ki, ilk Anayasamıza kaynak olan 13 Eylül l920 günlü bir programı Meclis'e sunmuştum. Bu programın, Meclis'te 18 Eylülde okunan kısmından başka, buna da temel olmak üzere, Büyük Millet Meclisi'nin öz niteliğini ve yönetim yöntemiyle ilgili görüşleri saptayan ve Meclis'in açılışından sonra okunup kabul olunan önergemi de, bu kısımla birlikte, Halkçılık Programı adı altında bastırmış ve yaydırmıştım. Yukarıda bildirdiğim örgütler benim bu programımdan esinlenerek birtakım sanlar takınmaya ve programlar saptamaya başladılar. Bir bilgi vermiş olmak için bu örgütlerin belli başlılarının adlarını sayayım:

a) Tesanüt Grubu (Dayanışma Grubu)
b) İstiklâl Grubu (Bağımsızlık Grubu)
c) Müdafaai Hukuk Zümresi (Hakları Savunma Grubu)
d) Halk Zümresi (Halk Grubu)
e) Islahat Grubu (Yenileştirme Grubu)

Bu gruplardan başka, adsız olarak, özel amaçlı kimi küçük örgütlerin de çalıştıkları anlaşılıyordu.

Baylar, bu adlarını saydığım grupların her biri Meclis görüşmelerinde düzeni sağlamak ve oyları birleştirmek amacıyla kurulmuşlarsa da, bunların varlıkları tersine bir sonuç veriyordu.

Gerçekte sayıları çok, üyeleri az olan bu gruplar birbiriyle yarışmaya kalkışmışlar ve birbirlerini dinlememek yüzünden Meclis'te hemen hemen bir kargaşa doğurmaya başlamışlardı. Özellikle Anayasa, Meclis'ten çıktıktan sonra, yani Ocak 1921 sonlarında, Meclis üyelerinin ve ortaya çıkan grupların, genel olarak her işte toplantıya katılmalarını ve birlikte çalışmalarını sağlamanın bir kat daha zorlaşmaya başladığı görülüyordu. Çünkü, Misakı Milli ile saptanmış olan ilkelerde her bakımdan görüş ve amaç birliği olduğu halde, Anayasa ile konulan ilkeler üzerinde tam birlik sağlanmış görünmüyordu. Grupları birleştirmek ya da gruplardan birini güçlendirerek iş görmek için, dolaylı olarak çok çalıştım. Ama bu yolla elde edilen sonuçların uzun ömürlü olamadıkları görüldü. İşe el koymam zorunlu olmaya başladı. Sonunda, Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Grubu adıyla bir grup kurmaya karar verdim. Bu grup için yaptığım programın başına bir ana madde koydum. Bu maddenin özü, iki noktada toplanıyordu. Birinci nokta şu idi: Grup, Misakı Milli ilkelerine bağlı kalarak ülkenin bütünlüğünü ve ulusun bağımsızlığını sağlayıcı bir barışı elde etmek için, ulusun bütün maddi ve manevi gücünü gereken ereklere yöneltip kullanacak ve yurdun resmi, özel bütün örgütlerini ve kuruluşlarını bu ana amaca yararlı kılmaya çalışacaktır.

 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…