• Merhaba, Kadınlar Kulübü'ne ÜCRETSİZ üye olarak yorumlar ile katkıda bulunabilir veya aklınıza takılan soruları sorabilirsiniz.

Yenihan, Yozgat ve Boğazlıyan Ayaklanmaları

Baylar, yurdun kuzeybatı bölgesinde ayaklananlarla uğraşırken yurdun ortasında Yenihan, Yozgat ve Boğazlıyan dolaylarında da ayaklanmalar başlıyor. Bu ayaklanmalar da anlatılmaya değer.

14 Mayıs 1920'de Postacı Nâzım ve Çerkez Kara Mustafa adında birtakım adamlar, otuz kırk kişi ile Yenihan'a bağlı Kaman köyünde başkaldırdılar. Bu ayaklanma gittikçe artan bir sertlikle genişledi. Ayaklananlar 27/28 Mayıs 1920 gecesi Çamlıbel'de bulunan bir birliğimizi basarak tutsak ettiler. 28 Mayıs 1920'de ayaklananlardan başka bir bölüm de Tokat yakınında yürüyüş halinde bulunan bir taburumuza saldırarak dağıttılar ve bir kısmını tutsak ettiler. Ayaklananlar ataklarını artırarak, 6/7 Haziran 1920 gecesi Zile'yi ele geçirdiler. Oralardaki askerlerimiz Zile kalesine çekilerek kendilerini savundular. Ama, yiyecek ve cephaneleri tükendiğinden üç gün sonra teslim oldular. Ayaklananlar, 23/24 Haziran 1920'de de Boğazlıyan'a baskın yaptılar. Orada bulunan bir birliğimizi dağıttılar. Amasya'da bulunan Beşinci Kafkas Tümeni, Cemil Cahit Bey komutasında olarak, ayaklananlar üzerine gönderildi. Antep bölgesinde bulunan Kılıç Ali Bey de, bir ulusal birlik i1e bu bölgeye getirildi. Erzurum'dan Ankara'ya gelmekte olan bir Erzurum ulusal birliği de o bölgede bırakıldı. 1920 yılı Temmuzunun ortalarına değin, bu ayaklananların kovalanması ve tepelenmesiyle uğraşıldı. Yenihan Ayaklanması, Orta Anadolu'nun başka yerlerindeki karıştırıcıların da başkaldırmalarına yol açtı. Çapanoğullarından Celâl, Edip, Salih ve Halit Beyler; Aynacıoğulları ve Deli Ömer çeteleri gibi birtakım haydutları başlarına toplayıp 13 Haziranda da Yozgat yakınındaki Sorgun (Eski adı: Köhne.) bucak merkezini ele geçirerek ayaklandılar; 14 Haziranda da Yozgat şehrini ele geçirerek büyük bir bölgede üstünlük sağladılar. Merkezi Sivas'ta olan Üçüncü Kolordu kuvvetleri ve o bölgede bıraktığımız Ulusal Kuvvetler az geldi. Eskişehir'den Ethem Bey birliği ve Bolu dolaylarındaki İbrahim Bey birliği de Yozgat bölgesine gönderildi.

Yozgat ve dolaylarında ayaklananlar tepelendikten sonra, oraya gönderilen birliklere başka bölgelerde görev verildi. Ama, bu bölgede genel olarak dirlik düzenlik kurulamadı.

7 Eylül 1920'de Küçük Ağa, Deli Hacı, Aynacıoğulları denilen birtakım serseriler Zile yakınlarında; Kara Nâzım, Çopur Yusuf denilen birtakım adamlar da Erbaa dolaylarında yeniden başkaldırdılar. Bunlardan Aynacıoğulları üç yüz atlı kadar kuvvet toplayabilmişlerdi. Bu durum üzerine, İkinci Gezici Kuvvet (Kuvayi Seyyare) adını alan İbrahim Bey birliği yine, bulunduğu Eşkişehir bölgesinden Yozgat'a giderek oradaki bölgesel ulusal birlikler ve jandarma kuvvetleriyle birlikte Maden, Alaca, Karamağara, Mecitözü bölgelerinde çeşitli topluluklar halinde karıştırıcılık ve soygunculuk eden haydutları kovalayıp tepeledi. İbrahim Bey, ayaklananları tepelemeyi ancak üç aydan daha çok bir zamanda başarabildi.
 
Güney Sınırımızdaki Olaylar

Baylar, o sıralarda güney bölgelerimizde de bizi gerçekten uğraştıran önemli ayaklanmalar oldu.

Milli Aşireti başkanları Mahmut, İsmail, Halil, Bahur, Abdurrahman Beyler, güneyde düşmanlarla gizli ilişki ve bağlantı kurduktan sonra Siirt'ten Dersim (Bugünkü Tunceli bölgesi) dolaylarına değin bütün aşiretlerin başkanı adını takınarak o bölgeye başkanlık etmeye ve orada zorla buyruklarını yürütmeye kalkıştılar.

Fransızlar,1920 yılı Haziranının başında, Urfa'yı ikinci kez ele geçirmek amacıyla yürüyüşe geçtikleri zaman Milli Aşireti de Siverek'e doğru ilerledi. Buna karşı, o bölgede bulunan Beşinci Tümenimiz görevlendirildi. Bu tümen o bölgedeki ulusal kuvvetlerimizle de desteklendi. Bu aşireti, 19 Haziran 1920'de, birliklerimiz kovalayarak güneydoğu yönüne sürdü ve düşman bölgesine kaçmak zorunda bıraktı. Bu aşiret, bir süre düşman bölgesinde hazırlandıktan sonra, 24 Ağustos 1920'de üç bin atlı ve develi, bin kadar yaya kuvvetle yeniden topraklarımıza geçti. Viranşehir yakınlarına geldi. Bunlar, aman dilemek için geldiklerini söyleyerek oradaki komutanlarımızı aldatıp tedbirsiz davranmalarına yol açtılar. Bu sırada, o bölgede dağınık bulunan birliklerimize saldırarak onları yendiler ve 26 Ağustos 1920'de Viranşehir'i ele geçirdiler. Haberleşmemizi ve bağlantımızı engellemek üzere de o bölgedeki bütün telgraf tellerini kestiler.

Ancak, on beş gün sonra, Beşinci Tümenin Siverek, Urfa, Resülayn (Bugünkü adı: Ceylanpınar.) ve Diyarbakır'da bulunan birliklerinden gönderilen kuvvetlerle bize bağlı aşiret kuvvetleri, Milli Aşiretini yenebilmişlerdir. Kovalanan bu aşiret yine güneye, çöle kaçtı.

Baylar, güneyde Milli Aşiretinin ayaklanmasını bastırmaya çalışırken Afyonkarahisar bölgesinde Çopur Musa adında bir adam da başına kuvvet topluyor, askerlerimizi kaçmak için ayartıyor ve halka askere gitmemelerini öğütlüyordu. Çopur Musa 21 Haziran 1920'de Çivril'i bastı. Gönderilen kuvvetler karşısında kaçıp Yunan ordusuna katıldı.
 
Konya Ayaklanması

Baylar, Çopur Musa olayından önce bir ayaklanma olayı da Konya'da çıktı. 5 Mayıs 1920'de Konya'da karışıklık çıkarmak amacıyla kurulmuş bir dernek bulunduğu anlaşıldı. Bu dernek üyelerinden ileri gelenlerinin tutuklanmasına başlandı. Bir gün sonra, tutuklanmakta olan bu ileri gelenler, halkı da kışkırtarak Konya içinde silahlı bir toplantıya giriştiler. Bir kısım halk da silahlı olarak dışardan geldi ve hep birlikte ayaklandılar. Konya'da bulunan komutan, elindeki kuvvetlerle yiğitçe çarpışarak ayaklananları dağıtmayı ve önayak olanları tutuklamayı ve kovalamayı başardı.
 
Atatürk Fotoğrafları (15).jpg
 
4.Bölüm
Savaş Cephelerinin Durumu

Baylar, Meclisin açıldığı ilk günlerde, cephelerin ne durumda olduklarını da hep birlikte bir kez daha hatırlayalım:

1- İzmir Yunan Cephesi : Biliyorsunuz ki, Yunanlılar İzmir'e çıktıkları zaman orada On Yedinci Kolordu Komutanı olarak, karargâhıyla Nadir Paşa bulunuyordu. Kuvvet olarak, Yarbay Hurrem Bey komutasında 56'ncı Tümenin iki alayı vardı. Bu kuvvet özellikle, kolordu komutanının buyruğuyla, savaşa sokulmaksızın, onur kırıcı davranışlar altında, Yunanlılara teslim edilmiştir, Bu tümenin bir alayı (172'nci Alay) Ayvalık'ta bulunuyordu. Komutanı Yarbay Ali Bey idi (Afyonkarahisar Milletvekili Albay Ali Bey).

Yunan ordusu işgal bölgesini genişletirken Ayvalık'a da asker çıkardı. Ali Bey, bu Yunan kuvvetine karşı 28 Mayıs 1919'da savaşa girişti. Bugüne değin Yunan birlikleri hiçbir yerde ateşle karşılaşmamıştı. Tam tersine, kimi kent ve kasabalar halkı korkutulmuş ve İstanbul Hükümetinin buyruklarına uyarak, büyük görevliler başta olmak üzere, Yunan birliklerini özel kurullarla karşılamışlardı. Ali Bey'in, Ayvalık bölgesinde savaş cephesi kurması üzerine, yavaş yavaş Soma'da, Akhisar'da, Salihli'de ulusal cepheler kurulmaya başlamıştı.

5 Haziran 1919'dan başlayarak Albay Kâzım Bey (Meclis Başkanı Kâzım Paşa Hazretleri), Balıkesir'deki 61'inci Tümenin komutasını vekil olarak üzerine almıştı. Daha sonra Ayvalık, Soma, Akhisar kesimlerinden meydana gelen Kuzey Cephesi komutanlığını yapmıştı. Fuat Paşa'nın Batı Cephesi Komutanlığına atanmasından sonra Kâzım Bey'e Kuzey Kolordusu Komutanlığı makam ve yetkisi verildi. Aydın bölgesinde, düşmanın İzmir'e girişinden sonra asker ve halktan kimi yurtseverler, Yunanlılara karşı çıkıyor; halkı yüreklendirmek ve silahlı ulusal örgütler kurmak için çalışıyorlardı. Bu arada, ad ve kılık değiştirerek İzmir'den o bölgeye gitmiş olanCelâl Bey'in (İzmir Milletvekili Celâl Bey) çaba ve özverisi anılmaya değer. 15/16 Haziran 1919 gecesi Ali Bey'in Ayvalık'tan gönderdiği kuvvetler, Bergama'daki Yunan kuvvetlerini bir baskınla ortadan kaldırmışlardı. Bu baskına Balıkesir ve Bandırma'dan gönderilen kuvvetler de bir bölümüyle katılmıştı. Bu olay üzerine Yunanlılar dağınık ve zayıf birliklerini geri çekip toplamak gereğini duydular. Bu arada Nazilli'yi de boşalttılar. Düşman bu nedenle Aydın'da da hazırlıkta bulunurken çevreden toplanan halk kuvvetleri bunları sıkıştırmaya başladı. Yunanlılarla halk arasında sert bir çarpışma oldu. Sonunda Yunanlılar Aydın'ı da boşaltıp çekildiler.

Böylece, 1919 yılı Haziran ortalarında, Aydın Cephesi de kuruldu. Bu bölgede bulunan 57'nci Tümenin Komutanı Albay Mehmet Şefik Bey ve Tümen Topçu Komutanı Binbaşı Hakkı Bey idi; alay komutanlarından Binbaşı Hacı Şükrü Bey ve ulusal kuvvetlerin başında Yörük Ali Efe ile Demirci Mehmet Efe vardı. Sonunda, Demirci Mehmet Efe üstünlük sağlayarak Aydın Cephesi Komutanlığını eline aldı. Daha önce yeri geldiğinde bildirmiştim ki, sonradan oraya gönderdiğim Albay Refet Bey (Refet Paşa) de, Demirci Mehmet Efe'nin komutanlığını kabul eylemiştir.

Baylar, İzmir'in çeşitli kesimlerinde kurulan ve yavaş yavaş subaylarla ve ordu birlikleriyle güçlendirilmesine çalışılan ulusal cephelerin beslenmeleri doğrudan doğruya o bölge halkınca sağlanıyordu. Bunun için de cephe gerilerinde ulusal örgütler kurulmuştu. Bu ödevin halktan hükümete geçişi, Büyük Millet Meclisi Hükümetinin kuruluşundan sonra sağlanabilmiştir.

2- Güney Fransız Cephesi: a- Fransız birliklerine karşı, doğrudan doğruya Adana bölgesinde; Mersin, Tarsus, İslâhiye bölgelerinde ve Silifke dolaylarında ulusal kuvvetler kurulmuş ve bunlar çok yiğitçe işe başlamışlardı. Doğu Adana bölgesinde "Tufan Bey" sanı ile eyleme geçen Yüzbaşı Osman Bey'in yiğitlikleri anılmaya değer. Ulusal birlikler, Mersin, Tarsus, Adana şehirlerinin kapılarına dek sokuldular ve buralarda üstünlük sağladılar. Pozantı'da Fransızları kuşattılar ve geri çekilmek zorunda bıraktılar.

b- Maraş'ta, Antep'te, Urfa'da önemli savaşlar ve çarpışmalar oldu. Sonunda işgal kuvvetleri buralardan çekilmek zorunda bırakıldılar. Bu başarıların kazanılmasında başlıca etmen olan Kılıç Ali ve Ali Saip Beylerin adlarını anmayı ödev sayarım.

Fransızların işgal bölgelerinde ve cephelerde ulusal kuvvetler her gün daha sağlam olarak örgütleşiyorlardı. Ulusal kuvvetler ordu birlikleriyle de desteklenmeye başlanmıştı. İşgal kuvvetleri her yönden sıkı ve sert bir biçimde zorlanıyordu.

Baylar, bu durum üzerine Fransızlar, 1920 Mayısından başlayarak bizimle ilişki kurma ve görüşme yollarını aradılar. Önce, Ankara'ya İstanbul'dan bir binbaşı ile bir sivil geldi. Bunlar önce İstanbul'dan Beyrut'a gitmişler. Eski Van Milletvekili Haydar Bey bunlara kılavuzluk ediyordu. Bu buluşma ve görüşmelerimizden işe yarar bir sonuç çıkmadı; ama Mayıs sonlarına doğru Suriye Olağanüstü Komiseri adına hareket eden Bay Düke (Duquest) (de Caix -du Caix?) adında birinin başkanlığında bir Fransız kurulu Ankara'ya geldi. Bu kurulla yirmi günlük bir ateşkes anlaşması yaptık. Bu geçici ateşkes ile biz, Adana bölgesinin boşaltılmasına bir başlangıç hazırlamak amacını güdüyorduk.

Baylar, bu Fransız kurulu ile yaptığım yirmi günlük ateşkes anlaşmasına, Büyük Millet Meclisi'nde kimi üyeler karşı çıktı. Oysa, benim bu anlaşmayı kabul ile sağlamak istediğim noktalar şunlardı:

Önce, Adana bölgesinde ve cephelerinde bulunan ve bir bölüm askerle de desteklenen ulusal kuvvetleri rahatça düzene sokmak istiyordum. Ulusal kuvvetlerin bu ateş kesme sırasında dağılabileceklerini de göz önünde tutarak ateşkes bildirimini yaparken birtakım önlemler alınmasını da buyurdum. Bundan başka, baylar, önemli saydığım siyasal bir kazanç da elde etmek istiyordum. Büyük Millet Meclisi ve Hükümeti İtilâf devletlerince elbette daha tanınmamıştı. Tersine, ülke ve ulusun alınyazısıyla ilgili işlerde, İstanbul'daki Ferit Paşa Hükümeti ile ilişkide bulunup işlem yapmakta idiler. Bundan dolayı, Fransızların İstanbul Hükümetini bir yana bırakıp Ankara'da bizimle görüşmeleri ve herhangi bir sorunda anlaşmaları, o gün için sağlanması önemli siyasal bir nokta idi. Bu ateşkes görüşmesinde ulusal sınırımız içinde olup Fransızların elinde bulunan bölgelerin tümünün boşaltılmasını açık ve kesin alarak istedim. Fransız delegeler bu konuda yetki almak üzere Paris'e gitmek zorunda olduklarını ileri sürdüler. Yirmi günlük ateşkes anlaşması bir bakıma daha temelli bir anlaşma yapmak için yetki alınmasına zaman bırakmak gibi sayıldı. Baylar, bu görüşme ve konuşmalardan edindiğim izlenim, Fransızların Adana ve dolaylarını boşaltacakları yolunda idi. Bu düşünce ve inancımı Meclise bildirmiştim. Gerçi Fransızlar, ateşkes anlaşmasının süresi bitmeden Zonguldak'ı işgal etmekle anlaşmanın yalnız Adana bölgesi için olduğunu göstermek istemişlerse de, biz bu davranışı, ateşkes anlaşmasını bozmayı gerektirir saydık. Fransızlarla anlaşmamız bir süre gecikti.
 
İstanbul Hükümeti'nin TBMM Hükümetiyle Anlaşmak İstemesi

İstanbul, Ankara İle İlişki Arıyor ve Bunu Nurettin Paşa Sağlamaya Çalışıyor

Saygıdeğer Baylar, 9 Mayıs 1920 günü Meclis'in gizli oturumunda açıklama yaparken ve Fransız görevlileri ile kurullarının bizimle ilişki ve bağlantı kurma yolu aradıklarını söylerken milletvekillerinden biri, (yanılmıyorsam Çorum Milletvekili rahmetli Fuat Bey) "Birkaç günden beri İstanbul'un bizim ile anlaşmak istediği söyleniyor; bu konuda bilgi verir misiniz?" diye sordu.

Gerçekten, o tarihten dört beş gün önce, İstanbul'da bulunan Leon adında birisi Çanakkale üzerinden telle bizi aramıştı. Ankara'yı bulduktan ve bizim burada bulunduğumuzu anladıktan sonra dediler ki: "Söyleyeceğimiz şeyler çok önemlidir. Onun için konuşmayı geceye bırakalım. Ordu merkezleri de aradan çekilsinler." O gece görüşmediler; ama, bir iki gece sonra yine aradılar. Bu kez karşımıza çıkan kimse, eski İzmir Valisi Nurettin Paşa imzasıyla bir tel yazdırdı. Bu telde şöyle deniliyordu: "Ben, iki arkadaşımla birlikte, İstanbul'un sizinle anlaşmasına aracılık etmeyi yurda yararlı sayıyorum. Buradaki hükümet ve İngilizler bunu kabul ettiler. Sizin de kabul yanıtınızı bekliyoruz."

Nurettin Paşa, telini Temsilciler Kurulu (Heyeti Temsiliye) Başkanlığına yazmıştı. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ve hükümetinin kurulup çalışmaya başladığını ve Büyük Millet Meclisi'nin varlığını ve yasallığını saptayan Yurt Hainliği Yasasını bilmezlikten geliyordu. Nurettin Paşa'nın telini, Milli Savunma Bakanı Fevzi Paşa Hazretlerine gönderdim. Kendisi Nurettin Paşa'ya karşılık verdi. Bu karşılıkta: "Telinizi Temsilciler Kurulu Başkanlığına çekmekle gerçek durumu daha öğrenememiş olduğunuz anlaşılıyor." dedi ve durumu açıkladıktan sonra: "İstanbul'daki hangi makam Ankara'da hangi makamla görüşmek istiyor?" diye sordu. Bu tele imzasız olarak gelen yanıtta: "Teli yazan kişiler şimdi burada değildir. Bunu bıraktılar, gittiler: Yarın saat onda size bilgi veririz." deniliyordu. Bundan sonra Nurettin Paşa, ikinci kez yine başvurdu. Bu kez: "Telgraf yazışmaları ile anlaşamayacağımızdan siz, yetkili bir kurulunuzu İstanbul'a gönderin, görüşelim ve anlaşalım." diyordu.

Baylar, biz de karşılık olarak dedik ki: "Pek doğrudur, gerçekten telgrafla anlaşamayız; ama siz Mudanya'ya geliniz ve ne zaman gelebileceğinizi de bildiriniz. Bizim yetkilendireceğimiz kişiler de orada bulunur. Bursa'ya da gereken yönerge verildi." Ondan sonra bir daha başvuran olmadı. Hoca Müfit Efendi (Kırşehir); "Acaba gerçekten Nurettin Paşa mı idi?" diye sordu. Ben de; "Evet gerçekten Nurettin Paşa." karşılığını verdim.

Baylar, Nurettin Paşa aracılığı ile İstanbul'dan gelen bu isteğin, Anzavur'un Balıkesir bölgesinde yenildiği ve Bolu'da başarı kazanmaya başladığımız günlere rastladığını da belirtmeliyim.
 
Nurettin Paşa Ankara'da

Baylar, Nurettin Paşa'dan bir daha telyazısı almadık. Ama kendisi Diyarbakırlı Kâzım Paşa ile birlikte, 1920 yılı Haziranı ortalarında Ankara'ya geldi. Bizimle işbirliği etmeden önce kimi konular üzerinde görüşümüzü anlamak istediğini bildirdi. Bu konular şunlardı; 1. Halifeliğe ve padişahlığa karşı düşünce ve görüşümüz; 2. Bolşeviklik konusundaki görüşümüz; 3. İtilâf devletlerine karşı, özellikle İngilizlere karşı dahi savaşa karar verip vermediğimiz.

Görüşme, Tarım Okulu'ndaki karargâhımızın bir odasında geceleyin yapıldı. Bu görüşmede, Nurettin Paşa ile birlikte gelen Kâzım Paşa'dan başka, Fevzi ve İsmet Paşalar da bulunuyorlardı. Nurettin Paşa, birinci ve ikinci sorulara aldığı yanıtları pek inandırıcı bulmadı. Ama, özellikle üçüncü sorunun yanıtı uzun ve ateşli tartışmalara yol açtı. Çünkü, biz demiştik ki amacımız, ulusal sınırlarımız içinde toprak bütünlüğümüzü ve ulusun tam bağımsızlığını sağlamaktır. Buna engel olmak üzere karşımıza çıkacak kuvvet, kim ve ne olursa olsun hiç duraksamadan çarpışırız ve başarı kazanırız. Bu konudaki karar ve inancımız kesindir. İşte Nurettin Paşa, bir türlü buna inanamıyor ve bunu kabul edemiyordu. Sonunda kendisine dedik ki; "Bu konuda görüşmeyi kabul etmekle yeni inançlar edinmek ve kararlar almak söz konusu değildir. Sen, bugüne değin ulusun, iyice belirmiş, gerçekleşmiş inançlarına uyacaksın!" Ondan sonra, kendisine verebileceğimiz uygun bir görev üzerinde konuşuldu. Kendisinin, "Konya Valisi ve Konya Bölgesi Komutanı" adıyla Yunan cephesinin güneyindeki bölgenin komutanı olmasını uygun gördük. Asıl Batı Cephesi için, komutan olarak, Ali Fuat Paşa'yı 18 Haziran 1920'de görevlendirdik.

Baylar, o günlerde Yunan cephesinde düşmanın hazırlıklarda bulunduğu anlaşıldığından cephenin önemi arttı. Bu yüzden Nurettin Paşa'nın göreve atanmasını sonuçlandırmadan ve kendisini görev yerine göndermeden, ivedilikle Batı Cephesine gitmem gerekti. Nurettin Paşa'yı görevlendirme işleminin bitirilmesini, Genelkurmay Başkanı İsmet Paşa'ya bıraktım. Gerçekten düşman, bütün cephe üzerinde saldırıya geçmişti. Bizim birliklerimiz çekiliyorlardı. Nurettin Paşa, cephedeki elverişsiz durumu anlayınca İsmet Paşa'ya, görev kabul edebilmek için birtakım koşulları bulunduğunu ve hükümetçe bu konuda karar alınması gerektiğini söylemiş. O koşullara göre hükümet, yurdun yönetiminde ve önemli işlerde temelli ve kesin karar almadan önce Nurettin Paşa'nın düşüncesini sormak ve onayını almak zorunda olacaktır. Çünkü Büyük Millet Meclisi Hükümeti üyeleri, Tevfik Paşa ve benzeri gibi olgun yaşta denenmiş kişiler olmayıp genç birtakım kimseler imiş. İsmet Paşa, çok yadırgadığı bu düşünce ve öneriyi hemen şifre ile bana bildirdi. Ben de Nurettin Paşa'nın, kendisine görev vermek istediğim zaman söylemediği bu düşünceyi, genel durumda başlayan bunalım üzerine ortaya atmasını anlamlı buldum ve İsmet Paşa'ya verdiğim yanıtta kendisine görev verilmemesini buyurdum. Nurettin Paşa'nın Yunan saldırısı başladıktan iki gün sonra bana gönderdiği bir yazının içindekileri dikkate değer bulmuştum. İsterseniz, bu yazıyı yüce kurulunuza okuyayım:

Ankara İstasyonu, 24 Haziran 1920

Büyük Millet Meclisi Yüksek Başkanlığına

Efendim Hazretleri, Atanmış olduğum komutanlıktan ve valilikten çıkarılışımı ve bunun bildiriliş biçimini onur kırıcı buldum. Bir devlet adamının ileri sürdüğü yurt işleriyle ilgili bir düşünce ve görüşün tartışılmasına değil, dinlenmesine bile istek gösterilmemesini ve küçümsenmesini ve ilgili Büyük Millet Meclisi ile hükümetinin oylarını alıncaya dek bile katlanılıp beklenilmeyerek ya da, belki buna gerek görülmeyerek, iki üç kişi gibi az sayıda üyenin düşünce ve istekleriyle bu yolda işlem yapılmasında sakınca görülmemesini ve sonuç olarak, yurdun, eğer yanılmıyorsam, bu anlayışla yönetilmesini, ulus ve yurt için tehlikeli durumlardan saydığımı bilgilerinize sunmaya izin vermenizi yüksek başkanlığınızdan dilerim.

Bu koşullar içinde, görev almayı sakıncasız ve işbirliği yapmayı yararlı göremediğim için, memleketim olan Bursa'da oturmak üzere ilk tren ile Ankara'dan ayrılacağımı, vedalaşma yerine geçmek üzere bilgilerinize sunarım efendim hazretleri.

Nurettin İbrahim

Baylar benim bu yazıya verdiğim yanıt da şu idi:

25 Haziran 1920

Tuğgeneral Nurettin Paşa'ya

24 Haziran 1920 günlü yüce yazıları yanıtıdır: Söz konusu edilen komutanlık ve valilik görevi, Milli Savunma ve İçişleri Bakanlıklarınca size resmi olarak daha bildirilip verilmemişti. Bundan dolayı ne atanmış ne de ayrılmış değilsiniz. Yalnız, size görev verilmesi tasarlanmış ve bu konuda düşünceniz ve kabul edip etmeyeceğiniz sorulmuştu. Atanmanız daha karara bağlanmadan, düşünce ve inançlarınızdaki kararsızlığın Genelkurmay aracılığı ile öğrenilmesi üzerine, atanmanızdan vazgeçilmesi Bakanlar Kurulunca kararlaştırıldı. Böyle bir karar için, sandığınız gibi, Büyük Millet Meclisi Genel Kuruluna gidileceği, eldeki yasalarımız gereğinden değildir. Bursa'ya gitmenize ve orada oturmanıza gelince, içinde bulunduğunuz askerlik mesleği dolayısıyla bu iş için, yönteme göre, Milli Savunma Bakanlığı yüksek katına başvurmanız gereği bildirilir efendim.

Büyük Millet Meclisi Başkanı
Mustafa Kemal


Nurettin Paşa Bursa'ya değil, ama Taşköprü'ye gitmiş ve uzun süre orada kalmıştır. Bundan sonra da kendisine yeniden birkaç konuda değineceğiz. O konuları da sırasında gereği gibi açıklayacağım.
 
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin Dışişleri Üzerine Verdiği İlk Karar: Moskova'ya Bir Kurul Gönderilmesi

Baylar, kurulan Büyük Millet Meclisi Hükümetinin, dışişleri ile ilgili ilk kararı, Moskova'ya bir kurul göndermek olmuştur. Kurul, Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey'in başkanlığında idi. İktisat Bakanı Yusuf Kemal Bey üye bulunuyordu.11 Mayıs 1920'de Ankara'dan yola çıkan kurulun temel görevi, Rusya ile ilişki kurmaktı. Rusya'nın hükümetimizle yapacağı antlaşmanın bazı ilkeleri saptanıp 24 Ağustos 1920'de ön imzası yapılmış (parafe edilmiş) olmakla birlikte, durumun gereği olarak uzlaşılamayan kimi noktalardan dolayı antlaşma gecikmiştir. "Moskova Antlaşması" diye anılan devletler arası belge, ancak 16 Mart 1921'de imzalanabilmiştir.

Saygıdeğer baylar, yurt içinde yer yer beliren iç ayaklanmaları izlemekte gecikmeyen Yunanlıların ilk genel saldırısı, gözlerimizi yeniden batıya çevirtecektir.
 
Yunanlıların İlk Genel Saldırısı

Yunanlılar, 22 Haziran 1920'de Milne (1934 basımında: Milen olarak alınmıştır.) Hattı'ndan genel saldırıya geçtiler. Kuvvetleri altı tümene yükselmiş bulunuyordu. Üç tümen ile iki koldan Akhisar-Soma yönünden; iki tümen ile Salihli yönünden; bir tümen ile de Aydın Cephesinden saldırdılar. Düşmanın kuzey kolu, 30 Haziran 1920'de Balıkesir'e girdi ve süvarileri de 2 Temmuz 1920'de Mustafakemalpaşa ve Karacabey'i işgal etti. Bu düşman karşısında bulunan 61 ve 56'ncı tümenlerimiz, Ulubat (Eski adı: Uluâbat) köprüsünü yıkarak Bursa'ya doğru çekildi. Düşman, birliklerimizi izleyerek Bursa'ya da girdi ve ileri kollarını Dimbos-Aksu kesimine dek sürdü. Bunun karşısındaki kuvvetlerimiz çok sarsıldı. Eskişehir'e dek çekildi. Bu savaşlar sırasında İngilizler, 25 Haziran 1920'de Mudanya'ya ve 2 Temmuz 1920'de de Bandırma'ya birer birlik çıkardılar.

Salihli yönünde doğuya ilerleyen iki Yunan tümeni de 24 Haziranda Alaşehir'e girdi ve daha sonra ilerleyerek 29 Ağustosta Uşak'ı aldı. Dumlupınar sırtları elimizde kalmak üzere bu bölgeye dek ilerledi. Bu düşman karşısında bulunan 23'üncü Tümen ve ulusal kuvvetlerimiz çok sarsıldı ve Aydın'dan ilerleyen bir Yunan kolu da Nazilli'ye dek geldi.

Bu savaşlar sırasında, tümenlerimizin kadro durumunda olduklarını ve daha güçlendirilmelerine olanak bulamadığını biliyorsunuz.

Baylar, ben de, Eskişehir'e ve oradan ileri bölgelere gittim. Gerek orada ve gerek başka bölgelerde bulunan kuvvetlerimizin düzene sokulmasını buyurdum. Yeniden, düşman karşısında, düzenli komutaya bağlı cepheler kurulmasını sağladım.
 
Yunan Saldırısı Karşısında Ulusal Cephelerin Bozulması Üzerine Mecliste Sert Sataşmalar ve Eleştiriler

Baylar, Yunan saldırısı ve ulusal cephelerin bozulması, Meclis'te büyük bir bunalım yarattı ve sert sataşmalara ve eleştirilere yol açtı.

Büyük Millet Meclisi'nin 13 Temmuz 1920 günü, kırk birinci toplantısında, suçlarından ve yönetimindeki yetersizliklerinden dolayı Bursa Komutanı Bekir Sami ve Bursa Valisi Hâcim Muhittin Beylerin ve Alaşehir Komutanı Âşir Bey'in niçin mahkemeye verilmediklerini Genelkurmay Başkanlığından ve İçişleri Bakanlığından soran gensoru önergesi okundu.

Bu önergeyi veren, Afyonkarahisar Milletvekili Mehmet Şükrü Bey'di. Sinop Milletvekili Hakkı Hâmi Bey'in de, ivedilikle cezalandırılma konusundaki üstelemesi "Bravo!" sesleriyle karşılanıyordu. Önergeyi veren Mehmet Şükrü Bey'in: "Biz, sorumlu tutulduklarını görmek istiyoruz!" diye bağırması üzerine gensoru kabul ediliyor. Gensoru günü olarak saptanan 14 Ağustos 1920'de, Genelkurmay Başkanı bu soruya karşılık verdi. Ama bir türlü inanılmıyor ve ortalık yatışmıyordu. Karahisar Milletvekili Şükrü Bey soruşturma (anket, enquéte parlementaire) istiyor. Başka bir milletvekili, kimi subay ve komutanların cezalandırılmalarının doğal olduğundan söz ederek birçok örnekler sayıyor. Başka bir konuşmacı, asker geri çekilirken bir komutanın otuz altı deve eşya götürmüş olduğunu söylüyor. Bir başka konuşmacı da Yunan ordusunun kısa bir süre içinde, Akhisar'dan Marmara kıyılarına varıncaya değin bütün kentleri ve köyleri yıldırım çabukluğuyla ele geçirdiğinden söz ederek, Bursa bozgunu dolayısıyla uğramış olduğumuz yitiğin dünya uluslarında "Anadolu'da savunma denilen şeyin bir göz korkuluğu olduğu" yolunda genel bir kanı uyandırdığını belirtiyor ve büyük bozgunun sorumlularının cezalandırılmasını istiyordu.

Baylar, uzun ve ateşli olarak sürüp giden tartışmalara benim de karışmam gerekti. Ortaya çıkan bu acıklı durum üzerine, Meclis'in duyarlığının ve ilgisinin ve çok yerinde olduğunu belirttikten sonra, bu düşünce ve duyarlığı yatıştırmak amacıyla konuştum ve açıklamada bulundum. Benim sözlerim üzerine yapılan ufak tefek sataşmalara da yanıt verdikten sonra genel açıklama yeter görüldü.

Baylar, ayrıntılarını Meclis tutanaklarında okuduğunuz bu ateşli görüşmelerden önce, 26 Temmuz 1920 günü de gizli bir oturumda buna benzer bir görüşme olmuştu. Orada da uzun açıklama yapmak zorunda kalmıştım. Çünkü, üzüntü ve kaygı sonucu olarak yapılmakta olan eleştiri ve önerilerde, bu yenilginin gerçek nedenleri ve etmenleri sanki unutulmuş gibi idi. Bütün bu bozgundan, kurulalı ve iş başına geçeli daha iki ay bile olmayan Bakanlar Kurulunu sorumlu tutmak amacı güdülüyordu. Bir yıldan daha çok bir süreden beri Yunan ordusunun İzmir bölgesinde yerleşmiş olduğu ve durmadan hazırlandığı; buna karşılık, İstanbul Hükümetlerinin ordumuzu boyuna kötürüm edecek nedenler yaratmakla uğraştığı ve ulusun kendiliğinden kurabildiği ulusal kuvvetleri dağıttırmaya ve yok ettirmeye çalışmaktan başka bir şey yapmadığı hiç düşünülmüyordu. Eğer bu bir yıl içinde Yunan kuvvetleri karşısında az çok bir varlık gösterilmiş idi ise, bunun da, beş on özverilinin kendiliklerinden gösterdikleri dayanç ve çabaları ürünü olduğunu insafla göz önünde bulundurmak istemiyorlardı. Askeri eylemleri, gerçek durumu anlayarak ve askerliğin gereklerini göz önünde tutarak düşünen ve inceleyen yoktu. Söylenen sözler, ya yurtseverlik coşkusu ya da yufka yüreklilik dolayısıyla inilti ve çığlık biçiminde ortaya atılıyordu. Söz söyleyenler içinde, pek az olmakla birlikte, ulusal inancı ve yurda bağlılığı kuşkulu olanlar bile vardı.

Söz konusu ettiğimiz bu gizli oturumda, uzun açıklamalarım arasında özellikle demiştim ki: "Bir yıkıma uğramadan önce, onu önleme ve ona karşı savunma önlemlerini düşünmek gerektir. Yıkıma uğradıktan sonra yanıp yakılmanın yararı yoktur. Yunan saldırısının olacağı daha önceden çok belliydi. Eğer, bunu önleyici önlemler alınamamış ise, bunun sorumluluğu Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne ve onun hükümetine yükletilemez. Büyük Millet Meclisi Hükümetinin sorumluluk yerine geldiğinden bu yana almaya başladığı önlemleri, daha bir yıl öncesinden beri İstanbul Hükümetlerinin bütün ulusla birlikte ve önemle almaya başlaması gerekirdi. Kimi kuvvetlerin cepheden alınıp iç ayaklanmaların bastırılmasında görevlendirilmesi, Yunan kuvvetleri karşısında bulundurulmalarındaki yarardan daha önemli ve zorunlu idi ve yine de öyledir. Gerçi, Bursa'da bırakılması zorunlu olan bir tümen, Adapazarı ayaklanma bölgesine gönderilen iki tümen, Hendek'te dağılan bir tümen, yani dört tümen; Zile, Yenihan bölgesinde ayaklananlarla uğraşan bir tümen ve bütün bu ordu birliklerine yardım eden ulusal birlikler cephede bulundurulabilse idiler, belki düşman saldırısı bu denli gelişemezdi. Ama, ülkenin dirlik ve düzenliği ve ulusun kurtuluş amacında birleşip dayanışması sağlanmadıkça, bir dış düşmanın ilerleyişi ne durdurulabilir ve ne de bundan köklü bir yarar ve sonuç beklenir. Ancak, ülke ve ulus bu dediğim durumda bulunursa, düşmanın herhangi bir zamandaki başarısı ve bunun sonucu olarak daha birçok yerlerin işgali, geçici olmak niteliğinden kurtulamaz. Birlik ve amacında dayanç ve direnç gösteren ulus, kurumlu ve saldırgan her düşmanı, önünde sonunda kurumundan ve saldırganlığından ötürü döğündürebilir. Onun için, iç ayaklanmaları bastırmak; Yunan saldırısını durdurmaktan elbette daha önemlidir. Daha doğrusu, cepheden iç ayaklanmalara karşı kuvvet ayrılmamış olsaydı bile sonucun başka türlü olabileceğini düşünmek güçtür, Örneğin; "Düşman, kuzey cephesine üç tümenle saldırdı. Bizim orada cephe ile orantılı kuvvetimiz yoktu. Filan noktada, filan derede, filan köydeki kuvvetimiz, ya da oradaki subayımız, komutanımız, düşmanın geçmesine engel olsa idi, böyle bir bozguna uğramazdık" diye çığlık koparmak yersizdir. Tarihte yarılmamış ve yarılmayan cephe yoktur. Özellikle, söz konusu olan cephe, savunmaya ayrılan kuvvetle orantılı dar bir cephe olmayıp da böyle yüzlerce kilometre uzunluğunda olursa, bu cephenin şurasında burasında bulunan yetersiz bir kuvvetin savunmayı sürdürüp gideceğini kabul etmek, bütün tasarım ve düşünceleri yanılgıya götürür. Cepheler delinebilir; buna karşı önlem, delinen kesimi hemen kapamaktır. Bu ise cephe üzerindeki kuvvetlerden başka, geride, yedekte, güçlü destekler bulundurmakla olabilir. Oysa, Yunan ordusu karşısındaki ulusal cephemiz bu durumda ve bu güçte mi idi? Bütün batı Anadolu illerimizde, Ankara ve dolaylarında, daha doğrusu bütün yurtta, kuvvet denilecek bir birlik bırakılmış mı idi?
 
Sağlam Bir Askerlik Örgütü Kurabilmek ve Bunda Başarı Sağlamayabilmek İçin Zaman İster

Savaş hatlarına yakın köyler halkının yapabileceği savunmadan, düşsel sonuçlar beklemek doğru olmaz. Yurdun bütün kuvvet kaynaklarından yararlanma koşul ve yetkilerini elde ettikten sonra bile, sağlam bir askerlik örgütü kurabilmek ve bunda başarı sağlayabilmek için zaman ister. Bursa'da Bekir Sami Bey'in buyruğu altına verilen kuvvetin çekirdeği, İzmir'de tüfek attırılmaksızın Yunanlılara (tutsak olarak) verilen ve Yunan gemileriyle Mudanya'ya çıkarılan iki alay kadrosu değil mi idi? Bu kuvvetin içgücünü düzeltmek için İstanbul Hükümetleri herhangi bir önlem almışlar mı idi? İstanbul Hükümetleri değil mi idi ki, Balıkesir'de savunmaya çalışan kuvvetlerimize, daha Yunanlılar saldırmadan önce, Anzavur'u arkadan saldırttı. Yine İstanbul Hükümeti ile Halife ve Padişah değil mi idi ki, Hendek-Düzce yolunda Hilafet Ordusuna ve ayaklanmış topluluklara Yunan cephesinde kullanılacak oldukça güçlü bir tümeni, 24'üncü Tümeni, ayarttırıp dağıtmış ve komutanlarını şehit ettirmişti.

ÜIkenin alınyazısı sorumluluğunu yeni üzerine almış olan Bakanlar Kurulu, o günkü koşullara göre seferberlik yapmayı acaba düşünebilir mi idi? Ülkenin, hemen hemen baştan başa, Halifenin fetvası gereğini yerine getirmeye sürüklenip zorlandığı bir sırada, ulusu askere çağırmak uygun görülebilir mi idi ve olabilir mi idi? Bundan başka,bütün ulusu silah altına çağırmadan önce, silah sayısı ve elde bulunan silahların iş görebilmesi için gerekli cephane ve para tutarları ile kaynakların düşünülmesi zorunlu değil mi idi? Durumu incelerken ve önlem düşünürken, acı olsa da, gerçeği görmekten bir an vazgeçmemek gerekir. Kendimizi ve birbirimizi aldatmaya gereklik ve zorunluk yoktur. Biz, durumun ve cephelerin gereksinmelerini bilmez değiliz. Her yerden, adıma sayısız telyazıları gelmektedir: "Çok büyük ve düzenli kuvvetler yollayınız", "Şu kadar cephane gönderiniz", "Bunlar gelmezse burada yeniliriz" denilmekte, tehlike ve ateş içinde bulunmaktan doğan duyarlık etkisi altında acı bir dille durum anlatılmaktadır. Bizim ödevimiz ve durumumuz, onların üzüntü ve duyarlıklarına katılarak kamunun içgücünü kırmak değildir; tersine, onlara direnç, dayanç ve umut verecek yolda davranmaktır.

Bundan sonra, kuşkusuz, durumlar değişecek; bütün ülkeye ve ulusa gerçekten umut ve güven verecek önlemler uygulanacaktır. Artık buna engel kalmamıştır. Bakanlar Kurulu, kimi doğumluları silah altına da alabilecektir.
 
Yeşil Ordu

Saygıdeğer Baylar,

Kimi kapalı sorunların kolaylıkla anlatılmasına yarayacağını sandığım için yüce kurulunuza bir "Yeşil Ordu"dan söz açacağım:

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ve hükümetinin kuruluşundan sonra Ankara'da "Yeşil Ordu" adı altında bir dernek kuruldu. Bu derneğin ilk kurucuları pek yakın ve bilinen arkadaşlardı. Kuruluş amacını açıklamak için, iç ayaklanmaları ve bu ayaklanmalara karşı gönderilen ordu birliklerinin ve ulusal birliklerin kimi durum ve görünüşlerini anımsamak gerektir. Ayaklananların, ordu erlerine Halifenin fetvasından, Padişahın askerlik ödevini kaldırdığından, Ankara'daki hükümetin yasal olmadığından söz ederek onları kolaylıkla aldattıkları birçok kez görüldü. Gerçekten birçok yerlerde kimi ordu erleri ayaklananlarla çarpışmadıkları gibi tersine, silahlarını onlara bırakarak köylerine, yurtlarına savuşuyorlardı. Ulusal birliklerin, devrim amacını daha kolaylıkla anladıkları ve ayaklananların ayartmalarına kapılmadıkları anlaşılmıştı. Bundan dolayı, Osmanlı ordusunun kalıntısı denilebilecek olan o günlerdeki yorgun, bezgin ve yeni devrim ülküsüne göre yetiştirilmemiş birlikler ile devrimi başarmadaki güçlükler sezilir bir kertede idi. Orduyu yeni anlayışa göre bilinçli bir duruma getirmenin, o günkü koşullar içinde pek güç olacağı sanılıyordu. Bunun için, istenilen nitelikte, bilinçli kimselerden, seçkin ve devrim için güvenilir bir örgüt kurmak düşüncesi, kimi kişilerin kafasında yer etmeye başladı. Birbirini izleyen ve kanlı, öldürücü durumlar gösteren iç kargaşalar karşısında, bu bildirdiğim düşünce ve eğilim kuvvetlendi. Sonunda kimi kişiler böyle bir örgüt kurmak üzere işe giriştiler. Ben, bir yandan ordumuzu canlandırmak ve güçlendirmek için gerekli işleri yaparken bir yandan da, kurulmuş bulunan ulusal birliklerden de, her türlü sakıncalarına karşın her yerde, ister istemez, olabildiğince yararlanmaya çalışmakta idim. Ama, sağlam bir düzenbağı isteyen ve buyruklara koşulsuz ve duraksamadan uymayı gerektiren sağlam askerlik görevlerinin ancak düzenli ordu ile yapılabileceği gerçeğini unutmaya elbette yer yoktu. Ulusal birliklerden yararlanma ancak, zaman kazanmak amacına dayalı olabilirdi. Elbette, görevlendirilmeleri zorunlu olan ulusal birliklerin seçkin ve bilinçli kimselerden kurulabilmesi istenilen bir şey idi.

Yeşil Ordu örgütünün ilk kurucuları arasında bulunan yakın arkadaşlar, yalnız bana yardım amacı ile ve beni ayrıca yormamak düşüncesiyle kendileri işe girişerek çalışmayı uygun görmüşler. Bana, yalnız, yararlı bir iş yapacaklarını söyleyerek, kısaca bu girişimlerinden söz açmışlardı.

Ben, gerçekten çok işim olduğu için, arkadaşların bu girişimleriyle uzunca bir süre ilgilenemedim. Yeşil Ordu örgütü, bir bakıma gizli bir örgüt niteliğinde kurulmuş ve oldukça genişlemiş. Genel yazmanı Hakkı Behiç Bey ve Ankara'daki yönetim kurulu, önemli ve köklü çalışmalar yapmışlar. Basılı tüzüklerini ve görevlendirilmiş adamlarını her yere göndermişler. Yalnız bir noktayı da belirtmeliyim ki, Yeşil Ordu örgütü ile uğraşanlar, benim bu işi bildiğimi, uygun gördüğümü ve istediğimi söylediklerinden, her yerde benim adıma örgütü genişletmeye ve güçlendirmeye çalışanlar çoğalmış. Kurulmakta olan örgüt, yalnız ulusal birlikler meydana getirmek gibi sınırlı bir alandan çıkmış, çok genel bir amaca yönelmiş.

Örgütün kurucuları arasına, milletvekili bulunan Çerkez Reşit Bey ve -Ankara üzerinden Yozgat'a gidip gelirken olacak- Çerkez Ethem ve kardeşi Tevfik Beyler girmişler. Bundan başka Ethem ve Tevfik Bey birliklerinin bütün adamları, Yeşil Ordu'nun sanki temeli olmuşlar.

 
Çerkez Ethem ve Kardeşlerinin İlk Kez Göze Çarpmaya Başlayan Kimi Davranışları ve Tutumları

Baylar, bu başlangıçtan sonra, Çerkez Ethem Bey ve kardeşlerinin ilk kez göze çarpmaya başlayan kimi davranışları ve tutumları üzerine yüce kurulunuzu aydınlatmak isterim.

Çerkez Ethem Bey, ulusal bir birlik ile önce Anzavur'u kovalamakta ve sonra Düzce ayaklanmasında başarılı işler gördüğünden, Yozgat'a gitmek üzere Ankara'ya getirildiği zaman, hemen herkesçe beğenildi ve övüldü. Kendisini abartarak övenler de elbette olmuştur. Ethem Bey ve kardeşlerinin sonraki davranışlarından, bu alkış ve övgülerden dolayı büyüklendikleri, dahası, kimi kuruntulara kapıldıkları anlaşılıyor. Ethem Bey ve kardeşlerinden Tevfik Bey, Yozgat ayaklanmasını bastırmakla uğraştığı sırada kendine yakın ve uzak bütün askeri ve ulusal birlik komutanlarının hepsine karşı, bunların rütbe ve makamlarına önem vermeksizin, birer birer küçültücü ve saldırıcı davranışlarda bulunmakta hiçbir sakınca görmemeye başladı. Ethem Bey'in kendisini, niteliğini ve değerini tanımayan bu komutanların, çoğu yurdun ateş içinde bulunduğunu ve Ethem Bey'in abartılmış olarak işittikleri hizmetini düşünerek elden geldiğince kendisiyle çekişmede ileri gitmekten sakınmışlardı.

Böylece şımaran Ethem ve kardeşi Tevfik Beyler, Türk ordusunda değerli hiçbir subay ve komutan bulunmadığı ve kendilerinin herkesten üstün birer yiğit oldukları sanısına düşmüşler ve bu sanılarını açıktan açığa, sakınmaksızın herkese söylemekten çekinmemeye başlamışlardı. Doğrudan doğruya valilere ve herkese buyruk savuruyorlar ve buyruklarını yerine getirmeyenlerin asılacağı yolunda gözdağı da veriyorlardı. Ethem Bey Ankara ve Ankara'daki hükümet üzerinde de etki yapmak denemesinde bulunmuştur. Sözde Yozgat ayaklanması, Yozgat'ın bağlı bulunduğu Ankara Valisinin kötü yönetiminden doğmuş; bundan dolayı, öbür ayaklandırıcılara uyguladığı cezayı, ki o ceza asarak öldürmekti, Ankara Valisi için de, olay yerinde kendisi uygulamaya karar vermişti. Yozgat'a gönderilmesini istediği Ankara Valisi, ulusal girişimlerde olağanüstü hizmet ve özveri göstermiş ve göstermekte bulunan Yahya Galip Bey'di. Yahya Galip Bey'in, özellikle bizce, hizmeti beğenilmiş ve varlığı pek gerekli ve yararlı bir kişi olduğu biliniyordu. İşte böyle bir kişiyi, kendi eline, darağacına vermeye bizi zorlamakla en büyük erk ve etkiyi kazanabileceğini düşünmüştü. Elbette Yahya Galip Bey'i veremezdik ve vermedik. Ethem ve kardeşleri bu sorun üzerinde çok üsteleyemediler. Ama, Yozgat'ta, özellikle milletvekillerine: "Ankara'ya dönüşümde Büyük Millet Meclisi Başkanını Meclis önünde asacağım" yollu uygunsuz sözler söylediği duyulmuştur. Yozgat Milletvekili Süleyman Sırrı Bey de bu sözleri işitenlerdendir. Biz, bütün öğrendiklerimize ve aldığımız haberlere karşın, bu kardeşleri her zaman yararlanılabilecek bir durumda bulundurmayı yeğ tuttuk. Bundan dolayı kendilerini idare ettik. Yozgat'tan sonra; Ankara üzerinden Kütahya bölgesine gönderdik. Bu konuya gene dönmek üzere asıl konumuz olan "Yeşil Ordu"ya sözü getireceğim.

Bilginize sunmuştum ki, her yerde Yeşil Ordu örgütünü, benim adıma kuruyorlardı. Kendisini tanıdığım kişilerden birinin, Erzurumlu Nâzım Nazmi Bey'in, görevli bulunduğu Malatya'dan gönderdiği bir mektupta, Yeşil Ordu örgütünün hoşlanabileceğim biçimde genişletilmesine çalışıldığı bildiriliyordu. Bu haberin verdiği uyanıklıkla, bu gizli dernek üzerinde incelemelerde bulundum. Bu derneğin zararlı bir biçim ve nitelik aldığı inancına vardım. Hemen kapatılmasını düşündüm. Tanıdığım arkadaşları aydınlattım. Görüşümü söyledim, gereğini yaptılar. Ama, genel yazman olan Hakkı Behiç Bey, derneğin kapatılması ile ilgili önerimin kabul edilemeyeceğini ve uygulanamayacağını söyledi. Ben: "Kapattırırım." dedim. Bunun da olamayacağını, çünkü derneğin düşünülenden daha büyük ve daha güçlü olduğunu ve bu derneği kuranların sonuna dek amaçlarından ayrılmayacakları üzerine birbirlerine söz vermiş olduklarını özel bir durum takınarak, söyledi. Olaylar gösterdi ki, biz, bu gizli derneğin kapatılmasına çalıştıysak da bütünüyle başaramadık. Dernek ileri gelenlerinin kimisi -ki Reşit, Ethem, Tevfik kardeşler başta bulunuyorlardı- çalışmalarını bu kez, elbette, büsbütün olumsuz ve bize karşı olarak sürdürmüşlerdir. Eskişehir'de çıkarttıkları Yeni Dünya gazetesi ile de düşünce ve amaçlarını saldırgan bir biçimde yayımlatıyorlardı.
 
Celalettin Arif ve Hüseyin Avni Beylerin Erzurum'a Gidişi ve Orada Ortaya Attıkları Sorunlar

Saygıdeğer baylar, izlemeyi düşündüğüm sıraya göre, yüce kurulunuza biraz Doğu Cephemizden bilgi vereceğim. Ama, değineceğim durumdan önceki bir evre vardır; ilkin onu açıklamak gerekiyor.

Birinci Büyük Millet Meclisi'nde İkinci Başkan olan Erzurum Milletvekili Celâlettin Arif Bey, 15 Ağustos 1920 günlü bir önerge ile Meclis'ten iki ay izin aldı. İleri sürdüğü özür, kafa yorgunluğu sonucunda tutulduğu sürekli baş ağrısı idi. Hem de çoktan beri görmediği seçim bölgesinde incelemeler yapmak istiyordu.

Celâlettin Arif Bey, Erzurum milletvekillerinden Hüseyin Avni Bey'in kendisi ile birlikte gönderilmesini, özel olarak benden rica etti. Hüseyin Avni Bey'in Meclis'ten izin isteyebilmesi için belirli bir özrü yoktu. Kendisini ben, özel bir görevle gönderecektim. Bunu, 18 Ağustos 1920'de Meclis'ten rica ettim. Uygun görüldü.

Celâlettin Arif ve Hüseyin Avni Beylerin Erzurum'a varışlarından sonra Celâlettin Arif Bey'den 10 ve 15/16 ve 16 Eylül 1920 günlerinde üç şifre tel aldım. Bu tellere göre Erzurum halkında duyarlık ve kaynaşma varmış. Ama, Celâlettin Arif Bey'in Ankara'dan Erzurum'a gelmekte olduğunu duyunca halk beklemeye başlamış. Kaynaşmanın nedenleri de, ordu ambarları, tüfek ve cephane kaybı ve süt dağıtımı ile ilgili imiş.

Celâlettin Arif Bey, kimi görevlilerin değiştirilmesi ve cezalandırılması gibi işlerde ivedilik istiyordu. Söz konusu görevlilerin en başında Erzurum vali vekilliğinde bulunan Albay Kâzım Bey (İzmir Valisi Kâzım Paşa) bulunuyordu. Celâlettin Arif Bey, halk ile görüşülerek Adana eski valisi Nâzım Bey'in, Erzurum valiliğinde görevlendirilmesine karar verildiğinden; Trabzon yolu ile kendisine bildirim yapılmasından ve Nâzım Bey'in gelişine dek kamuoyuna başvurularak bir vekil seçiminden söz ettikten sonra, bunun uygun görüldüğü bildirilerek halkın artmakta olan kaynaşması ivedilikle yatıştırılmazsa doğacak sonuçların tehlikesinden korkulmakta olduğunu bildiriyordu. Sonuncu telinde: "Yakınmalar dikkate alınmadığından, sorun, Ankara' ya olan güvenin ortadan kalkması biçimine dönebilecektir." denilmekte idi.

Baylar, doğudaki kolordumuzda korkunç kötülükler ve yolsuzluklar varmış. Kötülükler o denli genişlemiş ki, halkın yurtseverliğine dokunmuş. Korkunç kaynaşmalara yol açmış. Ama, bu denli genel ve yatıştırılamayacak olan kaynaşmayı Erzurum'da ne vali vekili, ne kolordu komutanı anlamış! Böyle bir kaynaşmayı hiçbir görevli, hiçbir ilgili anlayamamış; hükümete bildiren hiçbir kimse bulunmamış. Bununla birlikte halk, Celâlettin Arif Bey'in kafa yorgunluğundan dolayı izinli olarak, Hüseyin Avni Bey'in de benim buyruğumla görevli olarak Erzurum'a gelmekte olduklarını öğrendikleri için, duyarlıklarını ve kaynaşmalarını gizli tutmuşlar; milletvekili bayların oraya varmaları üzerine açığa vurmuşlar.

Doğrusu baylar, ben bu bildirilenlere hiç inanamadım. Celâlettin Arif ve Hüseyin Avni Beylerin Ankara'dan Erzurum'a birer yolla sağladıkları gezilerini anlamlı buldum ve şaştım. Özellikle, kamuoyuna başvurularak vali atanması yolundaki öneriyi, hukuk profesörlüğü etmiş, yasabilirliği ile tanınmış, İstanbul Millet Meclisi Başkanlığından Türkiye Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanlığına gelmiş Celâlettin Arif Bey'in ileri sürdüğünü görmek, şaşkınlığımı bir kat daha arttırdı.

Erzurum'da Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanına, 16/17 Eylül 1920'de: "Telyazılarının Bakanlar Kurulunda okunduğunu ve bu konuda cephe komutanlığı ile yazışmalar yapılmakta olduğunu" bildirdim. Doğu Cephesi Komutanlığından da, Celâlettin Arif Bey'in bildirdiklerini özetledikten sonra, bilgi istedim ve ne düşündüğünü sordum.
 
Celalettin Arif Bey'in Doğu İllerine Atanması Öneriliyor

Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa'nın da 14 Eylül 1920'de, benim telimden önce yazılmış bir şifre telini 19 Eylülde aldım. Bu telde: "Celâlettin Arif Bey'in -Rize, Trabzon, Erzurum, Erzincan, Van, Bayazıt (Bugünkü adı: Doğu Bayazıt) illerini ve yüce Meclis'çe uygun görülecek başka bölgeleri içine almak üzere- doğu illeri valiliğine atanmasını buyruklarına sunar ve öneririm." denildikten sonra, şu düşünceler ekleniyordu; "Bu öneri kabul edilip uygulanırsa askerlikle ve sivil yönetimle ilgili her iki görevin gereken önem ve titizlikle yapılmasından sağlanacak yarardan başka, sırası gelince önemli sorunları görüşmek ve gereğini ivedilikle yapmak için milletvekili olarak bir kişi daha bulunmuş olur. Yukarıdaki dileğimin Büyük Millet Meclisi'nce gereken önemle dikkate alınarak kabul olunup onaylanacağını umar ve bu konuda yüce kişiliğinizin yardımlarını dilerim. Bu iş, ana çizgileriyle, Celâlettin Arif Bey ile görüşülmüş ve kendilerince de duruma uyar görülmüş ise de bu konudaki kararın Millet Meclisi'nin uygun bulmasına ve onayına bağlı olduğu kuşku götürmez."

Baylar, ordudaki yolsuzluktan, halkın kaynaşmasından, Erzurum'a kamuoyu ile vali seçilmesinden ve ivedilikle uygun yanıt verilmezse Ankara'ya karşı güvensizlik doğacağından sõz eden Celâlettin Arif Bey, ordunun komutanı ile görüşüyor ve kendisinin geniş ölçüde doğu illeri valiliğine getirilmesini önertiyor. Ordu komutanı da böylece Celâlettin Arif Bey'in kendisini kötüleyici nitelikteki yakınmalarından habersiz görünüyor. Bu işte, özel amaçla düzenlenmiş bir oyun ve hem de bir aymazlık durumu sezmemek güç idi.

Kâzım Karabekir Paşa'nın, 16/17 Eylül günlü telime 18 Eylülde verdiği yanıtta: "Celâlettin Arif Bey'in bildirdikleri, birkaç kişinin, vali vekili Albay Kâzım Bey'i, yalnız Erzurum'dan uzaklaştırmak için yaptıkları dedikoduya dayanmaktadır. Halkın içten kaynaşması ve kamuoyu ile vali seçilmesi konularının, ne yazık ki, Celâlettin Arif Bey'in yanlış bir yol tutmasından başka bir şey olduğunu sanmıyorum. Söz konusu yakınmaların, küçükleri ile, büyükleri ile bütün Doğunun pek çok saygısını ve güvenini kazanan bana yapılmaması, iş çevirmek isteyenlerin başarı sağlayamayacaklarını bilmeleri sonucudur.

Celâlettin Arif Bey, Albay Kâzım Bey'in vali vekilliğinden ve kolordu komutanlığı vekilliğinden alınarak Erzurum'dan uzaklaştırılmasını bana önerdi. Vali vekilliğinden alınmasının İçişleri Bakanlığından buyruk verilmesi ile ve vali vekilliğini kendilerinin, yani Celâlettin Arif Bey'in, üzerine alması ile olabileceğini bildirdim.
 
Celalettin Arif Bey Kendi Kendine Erzurum Vali Vekili Oluyor

Celâlettin Arif Bey'in Erzurum'da görevlendirilmemiş durumda bulunuşunun kendisinin söz geçirme gücünü kırabileceğini sanırım. Hemen, Erzurum vali vekilliğini üzerine alması, başladıkları işin gürültüsüzce ve başarı ile sona erdirilmesi için çok gereklidir. Daha sonra, uygun görülürse, Doğu illeri müfettişliğine ya da valiliğine atanır. Ne olursa olsun, söz konusu ettikleri kaynaşma ve duyarlığın kendilerinin Erzurum'a gelmeleri üzerine bekleme durumuna geçtiğini kabul etmiyorum. Böyle bir sözü, büyük bir önemle kabul edildiğini söyleyen kişinin densizce bir sözü sayıyorum..."

Kâzım Karabekir Paşa'nın, 14 ve 18 Eylül günlü tellerine, 20 Eylülde verdiğim karşılıkta, "Büyük Millet Meclisi üyeliği ile memurluğun bir kişi üzerinde bulunamayacağı" ile ilgili 5 Eylül 1920 günlü yasanın özel maddesini, olduğu gibi yazdıktan sonra: "Celâlettin Arif Bey Erzurum valiliğine atanamaz. Milletvekilliğinden çekilirse, bu valiliğe atanması Bakanlar Kuruluna önerilebilir." dedim.

Oysa baylar, Kâzım Karabekir Paşa'nın son telinin çekildiği 18 Eylül günü, bizim 20 Eylülde bildirdiğimiz, yasaya aykırı durum Erzurum'da alınmış imiş.

Bu yasaya aykırı durumu, hem de yeni Türkiye'nin Adalet Bakanı bulunan Celâlettin Arif Bey'in,18 Eylülde yazılıp 2l Eylülde aldığım telinden öğrendim, Kendi kendine Erzurum vali vekili olan Adalet Bakanının teli olduğu gibi şudur:

Erzurum, 18 Eylül 1920

Ankara'da Büyük Millet Meclisi Başkanı

Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'ne Kâzım Paşa Hazretleri'ne gelen yüce telyazılarınız üzerine kendileriyle, bilgilerinize sunulmuş olan sorunu enine boyuna görüştük. Paşa, durumun ağırlığını anlamak istemiyorlar ve buyruğu altında bulunan kişiler her yönden korunuyor, kamuoyundaki kaynaşmanın bir an önce yatıştırılması için silah, cephane ve başka gereçlerle kilisede yapıldığı söylenen yolsuzlukları iyice soruşturmak ve bu işlere yeltenenleri yasanın pençesine verebilmek için, kamunun saygısını kazanmış olan Dokuzuncu Tümen Komutanı Halit Bey'in görevlendirilmesini saygı ile dilerim. Ordu hesaplarının denetlenmesi de gerektiğinden ivedilikle bir maliye müfettişinin gönderilmesi yüksek buyruklarınıza bağlıdır. Kâzım Paşa'dan şimdi aldığım bir yazıda, daha önce vali vekilliğinden hiçbir koşul ileri sürmeksizin çekilmeye karar veren Albay Kâzım Bey, düşüncesini değiştirerek, vali vekilliğini bana ya da İçişleri Bakanlığından atanacak bir vekile bırakacağını yazı ile bildirmektedir. Kendisinin vali vekilliğinde kalması da sakıncalı ve tehlikeli görülmüş olduğundan şu bir iki gün içinde, durumun önemi açısından ve ilde çıkabilecek karışıklığa meydan verilmemek üzere İçişleri Bakanlığından buyruk gelinceye dek, vali vekilliğini üstüme almak zorunda kaldım. Erzurum halkının isteğine uyularak vali vekilliğinin arkadaşlardan Hüseyin Avni Bey'e verilmesini saygı ile dilerim. İleri sürdüğüm bu önerilerle kamuoyu yatıştırılabileceğinden gereğinin yapılması buyruklarınıza bağlıdır.

Adalet Bakanı
Celalettin Arif


Baylar, Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanı ve Adalet Bakanı Celâlettin Arif Bey'in bu davranışı ve yazısı, bizim için anlaşılmaz bir bilmece oldu. Durum çok önemli ve ağır idi. Bu önemin ve ağırlığın nedeni, bence, Celâlettin Arif Bey'in ve işbirliği yaptığı arkadaşlarının gerçekleştirmeyi tasarladıkları gizli istekler ve bu amaçla aldıkları durum ya da yaptıklarını sandıkları olupbitti değildi. Hayatının çoğunu savaş alanlarında geçirmiş, ayaklanmalar ve devrimler içinde çok bulunmuş kimselerin bu gibi ufak tefek olayların karşı önlemlerini bulup uygulamakta, korkup ağır davranacaklarını sananların aldanacakları kuşku götürmez.

 
Doğu Cephesinde Ermenistan Üzerine Yürümeye Karar Verdiğimiz Sırada

Gerçekten durum çok önemli ve çok ağırdı; çünkü, o günlerde Doğu Cephesinde Ermenilere karşı artık saldırıya karar vermiştik. Bunun için hazırlanmakta ve önlemler almakta idik. Doğu Cephesi Komutanına da gereken buyruklar ve yönergeler verilmişti. Doğuya, ileri yöneltilen ordunun arkasında, hükümetin Adalet Bakanı, sözde ordunun hırsızlığını, ordudaki adamların yolsuzluk yapan kişiler olduklarını ortaya çıkarmak için, yasaya aykırı olarak o ilin vali vekili kimliğine bürünmeyi tek önlem ve çare olarak görüyor.

Erzurum'dan cephedeki karargâhına gitmiş bulunan cephe komutanı, en sonunda, 22 Eylülde diyor ki:

Celâlettin Arif Beyefendi'nin Doğu İlleri Genel Valiliğine atanması için size daha önce yapmış olduğum öneri bana sezdirilen ve benim de içtenlikle karşıladığım bir düşüncenin sonucu idi. Celâlettin Arif Bey'in Erzurum'la ilgili girişimleri ve dilekleri üzerine gerçek anlaşılmış bulunduğundan kendisinin genel valiliğe atanması yolundaki önerimden elbette vazgeçtiğimi bilgilerinize sunarım.

Doğu Cephesi Komutanı
Kâzım Karabekir


 
Celalettin Arif Bey'in Kesin Önerisi

Erzurum vali vekilliğini üzerine alan Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanından da, gene o gün, yani 22 Eylül 1920'de yazılmış bir tel aldım. Bu telde deniliyordu ki: "Silah, cephane, yiyecek ve iyesiz mallarda (emvali metruke) yapılan yolsuzluklar; yasaya aykırı ve aşırı vergiler alınması, yasaya aykırı baskı ve zorbalık, halkın duygusunu büsbütün incitmiş. Erzurumluların, güvensiz ve umutsuz bir duruma düşerek, artık kendi elleriyle yönetilmeleri gereğini tek kurtuluş ve esenlik yolu saymış oldukları bir zamanda buraya geldik. Karabekir Paşa'nın da davranışı ülke çıkarlarına uygun düşmedi. Bundan dolayı, açıktan açığa yapılan kötülüklere hemen son vermek ve suçlularını cezalandırmak gerektiğini bütün halk üsteleyerek söyledi. Güven verici önlemlerin ivedilikle alınmasını ve vali vekilliğini kabul etmekliğimi, hem Paşa hem de halk rica etti. Vali vekilliğinin Hüseyin Avni Bey'e verilmesi gerektiğini yazmıştım. Erzurumluların kendilerinden sayarak güven gösterdikleri Milletvekili Hüseyin Avni Bey'in yirmi dört saate değin görevlendirildiğinin bildirilmesi... Celâlettin Arif". (belge: 258)

Saygıdeğer baylar, halkın kendi eliyle kendini yönetmesi ilkesini ortaya koyan bizdik. Ama bununla, her ilin ya da her bölgenin ayrı ayrı birer yönetim birliği durumuna girmesi amacını hiç gütmedik. Amacımızı, Büyük Millet Meclisi'nin ilk günlerinde açık olarak söyledik.

Meclisin de kabul ettiği amaç ve ülkümüz: "Ulusal iradenin belirdiği biricik yer olan Millet Meclisi'nin, bütün yurdun alınyazısına el koyduğu" biçiminde saptandı.

Bu Meclis'in başkanlarından biri olan ve Bakanlar Kurulunda bakan, hem de Adalet Bakanı olarak yer alan kişinin orduda ya da herhangi bir yerde yasaya aykırı bir işi ortaya çıkartmak ve suçlularını yasaya göre yargılatmak için başvuracağı önlem, birtakım beyinsizlere uyarak, çok yakından tanıdığım ve gerçekten yurtsever olan Erzurumlu hemşerilerimin hiç de uygun göremeyecekleri bir başkaldırma durumu almak mı olacaktı?

Celâlettin Arif Bey, Hüseyin Avni Bey'in yirmi dört saate değin vali vekilliğine atanmasını istiyor. Böyle bir ültimatomun anlamı var mı idi?

Celâlettin Arif Bey bu önerisini Kâzım Karabekir Paşa'ya da yapmış. Kâzım Karabekir Paşa ona demiş ki: "Hüseyin Avni Bey, yedek teğmen olarak sahnelerde subayları eğlendiren... hiçbir görevde bulunmamış orta bir adamdır. Bunu vali vekili yapmak, hükümeti oyuncak yapmayı istemek olur."

Baylar, Celâlettin Arif Bey'in kesin önerisine verdiğim yanıt şu idi:

Ankara, 23.9.1920

Şifre
Geciktirilemez
Sayı: 388


Erzurum'da Adalet Bakanı Celâlettin Arif Beyefendi'ye

Y: 22.9.1920 şifreye: İlk telyazınızı önemle dikkate almış ve bu konuda Doğu Cephesi Komutanlığı ile yazışmalar yapılmakta olduğunu bildirmiştim. Adı geçen komutanlıkça gereği elbette yapılacaktı. Buna karşın, süregelen yasaya aykırı ve yersiz öneri ve girişimleriniz Bakanlar Kurulunca şaşırtıcı olarak görülmüştür. İçişleri ve Milli Savunma bakanlıklarınca ilgili yerlere gerekli bildirimler yapılmıştır. Sizin, Bakanlar Kurulunun istediği bilgiyi vermek ve gerekirse Meclis önünde de açıklamalarda bulunmak üzere Ankara'ya hemen dönmeniz gereklidir.

Büyük Millet Meclisi Başkanı
Mustafa Kemal


Baylar, Kâzım Karabekir Paşa, 22 Eylül 1920 günlü bir şifresinde şu bilgiyi veriyordu:

Şimdi anlıyorum ki, Celâlettin Arif Bey daha Ankara'da iken, kendisiyle kimi külâh kapmak isteyenler güzel bir program yapmışlardır. Örneğin, Hüseyin Avni Bey Erzurum valisi olacak; Celâlettin Arif Bey doğıı illerinin genel valisi olacak.

Celâlettin Arif Bey, ya oyuncak olarak oynatılıyor ya da, daha karar vermedim, pek zekidir, kendi bir iş yapmak istiyor. Çünkü, Halit Bey'i bana önermeden yazmasının ve Hüseyin Avni üzerinde direnmesinin bir başka anlamı yoktur. Halit Bey'in, Albay Kâzım Bey'le arası pek iyi olmadığından, kendisine Kâzım Bey'i kötüleyici bir karar verdirilebilir. Hüseyin Avni Bey de vali adı altında güzel bir oyuncak olur. Hüseyin Avni Bey'in vali vekilliğine önerildiğini işitenler umutsuzluğa düşüyor ve iğreniyorlar. Özet olarak bildireyim ki, Erzurum Milletvekili Necati Bey'in kardeşi olup son zamanlarda Milli Eğitim Müdürlüğüne atanan Mithat Bey halkın, bolşevikliği, iş beceremeyenlerin önemli görevler kapması yolunda anladığını sanıyor. Bu kişi, çıkarına düşkün olduğundan halkın çoğunluğunca pek sevilmez. Halk hükümeti kurma konusunda beni elverişli bulamadığından Celâlettin Arif ve Hüseyin Avni beylerle yazışma yapılarak işin daha önceden düzenlendiğini ve onandığını sanıyorum.

Baylar, Celâlettin Arif Bey'i Ankara'ya çağıran 23 Eylül günlü telim, 24 Eylül günlü sert bir telyazısı ile karşılandı. Bu telyazısı Meclis Başkanlığı katına yazılmış idi. Bu telde: "Bakanlar Kurulunda ve Büyük Millet Meclisi'nde okunacaktır." yollu bir uyarma da vardı. Benim telyazımdaki iki kelimeyi, "yasaya aykırı ve yersiz" kelimelerini alarak. Celâlettin Arif Bey Erzurum'daki girişim ve önerilerini birer birer bu iki kelime ile tartıyordu. "Bu mu yasaya aykırıdır? Bu mu yersizdir?" diyerek kendini savunuyordu. Yaptığı işlerin ne olduğu yeri geldikçe verilen bilgilerden anlaşıldığı için, hangisinin yasaya aykırı olmadığını ve hangisinin yersiz bulunmadığını anlamak güç olmayacaktır. Celâlettin Arif Bey: "Yasaya aykırı ve yersiz önerinin benden gelmeyeceğine Bakanlar Kurulunun inanmış olmasını beklerdim." dedikten sonra: "Aranızda savlarımın değerini bilecek arkadaşlarımın bulunacağına inanırım." sözleriyle kendisinin değerini anlayabilmenin kendisinin eşi, arkadaşı niteliğinde bulunmakla ancak başarılabileceği gerçeğini ileri sürüyordu. Celâlettin Arif Bey, seçim bölgesini denetlemeksizin Ankara'ya dönemeyeceğini de bildiriyordu.

 
Back