Nazlım Şüküroğlu Arıca
Yapılacaklar-Yapılmayacaklar
Biz anne babaların, ortak bir yanımız var. Nerede yaşıyorsak yaşayalım, her kim olursak, ne değişik yapılarda, özelliklerde insanlar, “ne temelde” ve “temelde ne” olursak olalım, bastığımız yürüdüğümüz ortak bir zemin.. O da şu ki, bizler, süreç içerisinde, lamı cimi yok, ama’sı, eğer’i de yok… hata yaparız, hata ederiz. Biraz ya da birçok. Ama birden çok. Uzun vadede ölçülemeyen etkileri olacak, belki nesillerce de sürecek olan, sonradan güldürecek, sonradan ağlatacak, anlatılacak küçüklü büyüklü hatalar.
Bilerek bilmeyerek.
Bilip bilmeden.
Bilememekten, veya durabilememekten.
Bile bile de hatta bazen.
Biraz bilmekten.
Ya da, karış karış bilirim, o zaman karışabilirim sanmaktan…
Düştüğümüz hatalarımız olur.
Ve çocuklar hata yaptığımızda bilirler. Yaparken niyetimiz kötüydü, hayır değildi, niyetimiz olmadığındandı, düşüncesizliktendi, yeterince düşünmesizliktendi, üzerimizde çok yük vardı, köşeye sıkışmıştık, bilememiştik…bunlardan hangisi, bazen ayırt edemeyebilirler, bilemeyebilirler, ama…yaptığımızda bilirler. Efendice özür dileyip bir daha aynısını yapmaya”bilirsek”, yapmamayı bilirsek, bu iyidir, problem değildir, henüz değildir. Birbirinden farklı çok hatalar yapabiliriz, birbirinden çok farklı hatalar da yapabiliriz, alınacak dersler vardır, alırız, ve onlar da bakarlar ki dersimize çalışıyoruz, bu defalık affederler, bu kadarını küçük omuzları kaldırabilir, ama aynı hatayı bir çok kereler yapmaya hakkımız yoktur, böyle bir lüksümüz yoktur, tekrarlıyorsak işte o problemdir. Bakarlar, ders almıyoruz, dersten kaytarıyoruz, dersler hep boş geçiyor…kanaat notumuzu kırarlar, içlenir, belki ömür boyu kırgın kalırlar. Çocuklar kırılgan, bir o derece de katıdırlar.
Haklı olarak.
Ah yumurtaya can veren Allahım, çocuklar rafadandırlar ama lopturlar… Biz peki yumurtayı kırmadan nasıl omlet yapacağız?
Neden-sonuç, etki-tepki sarmallarının doğasını bir çözemezler, ta ki büyüyüp kendi hatalarını yapmaya başlayana kadar. Bir noktada, geri sarıp kendi hatalarının başına keşke dönebilmeyi, böylece onlardan dönebilmeyi diledikleri noktada, noktaları birleştirebilir ve anlarlar ki, “anlarlar” ki, anne babaları da bunu bu üzüntüyü, geçmişte hem aynı böyle yaşamış olabilirler. Ki bu da..ayrı bir sarmaldır 
Dianne Loomans “Çocuğumu baştan, sil baştan tekrar yetiştirebilecek olsaydım” diye başlayan satırlar kaleme almış. Sonralardaki aklı ile, bizim şimdilerdeki aklımıza ışık tutmuş…Ben çocukken, elektrik kesintileri olurdu, sık ve düzenli, karanlıkta yapacak çok şey yoktur, radyo tiyatrosu dinlemeyi çok severdim. “Şimdiki aklım olsaydı” vardı, aydınlatıcı :^) Bana onu çağrıştırdı. Sizinle paylaşmasam, hiç olur muydu:
“Çocuğumu baştan, sil baştan tekrar yetiştirebilecek olsaydım”
“Önce onun özgüven sahibi olmasına uğraşırdım, sonra bir evimizin olmasına. En önce bunu inşa ederdim geriye gidebilsek”.
Bu, başlarını sokacak bir yerlerinin, hatta mümkünse iyi bir yerde iyi bir yerlerinin, olmasından çok daha önemli, öncelikli ve ön planda. Zira..özgüveni yerleşmemiş (zira yerleştirilmemiş olan) çocuk, hayatın rüzgarları, soğukları karşısında, yağmurları, yıldırımları ve bulutları altında savunmasızdır. Hırsızları, kötü adamları üşüştüğünde çaresizdir, zayıftır. Sarsıntılarıyla yıkılır. Özgüvensizken, çatısız gibidir, kapısız gibidir. Direksiz, sütunsuz gibidir. En güzel evin içinde olsa yalnızdır, büyüse de küçülür, küçük kalır, hayat ve içindekiler onu dışlarında tutarlar, dışarıda taşa tutarlar.
Özgüveni tam çocuksa büyüdükçe taşı sıkar, suyunu çıkarır. Şimdi, her ikisi de önemli ama, hangisi daha önemli? Ev mi, evin içinde olup bitenler mi.
“Parmaklarımı daha çok onunla parmak boyası yapmakta kullanırdım, daha az başkalarını göstermekte. Ve sanırım ki tehditkarca daha az sallardım onları”.
Ne çok bakıyoruz çoklarımız etrafa, bir de gösteriyoruz, ibret olsun diye veya imrendirmek için. Miras bırakıyoruz bu çiğ huyu, matah bir şeymiş gibi. Derdi gücü başkaları olan nesiller böylece çarpa çarpışa, zira gözleri yandakilerde, önlerine bakmadan yürüyor gidiyorlar, aslında bana sorarsanız, gitmiyorlar da, bakıp duruyorlar. Koşuyor olsalar da, duruyorlar. Karşılaştırmalar, karşı karşıya getiriyor kendini tam bilmeyen hırslıları. Elmalarla armutlar toplanıyor. Elde var kaç, ve ne?
Sonra…kızıyoruz, parmak sallıyoruz çocuklarımıza. Oysa ki, doğdukları ilk gün daha, sıkı sıkı tutmuşlardı o parmağımızdan bizi. Daha gözleri kapalıyken. Beni bırakma der gibi. Gibisi galiba fazla. Tehditkar davrandığımızda bırakmış oluyoruz onları, en azından, uğraşmayı. Her yaptıklarına başımızı sallamayacağız tabii, ama yeter ki, korkutmayalım. Uzaklaştırmayalım. “Bir daha bunu yaptığını görmeyeyim”in çocukçada bir tane karşılığı vardır o da, “Yapma yavrum çünkü bu sana veya başkalarına zarar verir” değildir. “Ben görmeyeyim”dir. Sadece, “Ben görmekten sıkıldım, bunaldım, görmek istemiyorum”. Ben, ben, ben. Bu onları yapmamaya mı sevkeder? Görülmemeye mi.
Biz görmeden yaparlar onlar da…
Bu çocukça denen dili sular seller gibi öğrenmemiz, akıcı konuşabilmemiz lazım bizim. Bisiklete binmek gibi bir şey olmalı zaten. Pedalları çevirmeye başlasak bir, düşe kalka hatırlayacağız.
“Daha az düzeltme yapardım, daha fazla bağlantı kurardım”.
Dağ değil…bağ kurardım. O zaman, dağ olmazdı, bağ olurdu. Dağlarla çevrelemezdim, bağlarla donatırdım ara yeri. Bir editör, yetenekli ve gelecek vaat eden bir yazarın yazdıklarını kırmızı kalemiyle çizer düzeltirken “aklından geçenler” nedir. Bir çok şey olabilir, yazarı anlamamakla, ortaya kusursuz bir kitabın çıkmasını istiyor olmak arasında, evet bu geniş aralıkta gidip gelen değişik şeyler. Nihayetinde profesyonel bir ilişkidir o. Sonucunu da “kaç baskı” yapıldığından, kaç kişinin alıp okuduğundan ve çıkan eleştirilerden anlamak mümkün olabiliyor. Çocuklarla aramızdakiyse, tamamen amatörce. “Kalbimizden geçenler” nedir. Söz konusu aralık, onları anlamıyor olmakla, kusursuz olmalarını bekliyor oluşumuz arasında olduğu vakit, daha bile geniş ve karmaşık bir hal alıyor. İnsan çünkü. Onlara “kaç baskı” yaptığımız, kaç kişinin hayatlarına girip etkilenecek olduğu, çetelesi tutulabilir şeyler değil, ve haklarında çıkan eleştirileri de duyamayız çoğu zaman. Yüzümüze yapılmadıkları müddetçe.
Yazar, düzeltmelerin anlaşılmadığı için değil de, daha iyiye varmak için yapılıyor olduğunu bilirse, çünkü bir bağ kurulabilmiş ise, ortaya güzel bir kitap, belki birçok güzel kitap daha çıkar. Nasıl ki çocuk, eğri büğrü, çarpık çurpuk olduğu için değil, bilakis ne kadar düzgün olduğu ortaya çıksın diye düzeltilmekte olduğunu bilirse rahatlayacak, ve o kitap mutlu sonla bitecekse.
Yanlışsam, beni düzeltin :^)
Yazar düzeltmelerin kendisini, demek istediğini, özgünlüğünü azalttığını, hatta yok ettiğini hissederse o yayın”evi”nden uzaklaşır. Yazmaktan büsbütün vazgeçenleri bile çıkabilir. Birbirinden kopuk nice ailenin kim kimden daha önce vazgeçti öyküsünde, kırmızıyla çok fazla çizili çok fazla satır vardır. Düzeltmeler hiçbir şeyi düzeltmemiş, bilakis bozmuştur. Düzeltilemeyecek şekilde. Çünkü samimiyetsizce, çünkü hoyratça ve çünkü bencilce yapılmışlardır. Kalemin ucuyla birlikte başka şeyler de biter, veya kırılır gider.
Hep yanlış olduğu hissiyle yaşamakla; yanlış olmanın yanlış gitmenin kendisine yakışmadığını düşünen, bunu kendisine konduramayan kişilerle çevrelenmiş olduğunu bilerek yaşamak arasında derin fark vardır. Kendine güvenildiğini bilen çocuk, o güveni boşa çıkarmamaya uğraşır. İki kere iki dört! Hem, kendine güvenilen biri ancak, kendine güvenir ve güvenilir biri hale gelir. Kısır olmayan bir döngüdür bu.
Boş bir kendine güvenden bahsetmiyor isek eğer tabii. Hayır ondan değil, bir tur avans vermekten bahsediyoruz.
Bizi geçebilirler, gerilerde kalabilirler, parlak dereceler elde edebilirler; sonucunda bu üçünden hangisi olacak olursa olsun, ilk koştuklarında avans vermeyi onlara borçluyuz. Bağ kurmak için. Güç vermek için.
Kendisine ilk inanmış olanlarla bağını, insan hiç koparmaz.
Ve baştan inanmamış olanlarla arada bir bağın ise, varlığından bile söz edilebilir mi?
“Gözümü saatimden ayırırdım. Gözümü ondan ayırmazdım”. Bu haralada gürelede, daima yapılacak işlerimiz var, gidilecek yerlerimiz, koşturmamız lazım gelen aciliyetler, başka yerde başkalarıyla olmamızı gerektiren mecburiyetler. Öte beri.
Her an yanlarında olup, kendimizi, kendimizi unutma bataklığına yavaş yavaş gömelim, onlar da bizsiz bir varlık gösteremeyecek denli kendilerinin bir uzantısı sansınlar bizi, öğrenemesinler kendilerine yetmeyi demiyorum elbette, hiç der miyim. Bir çocuğun, annesiyle babasının dışarıda önemli işleri başarıp gelecekleri ve o iki kişinin de örnek almak isteyecekleri figürler oldukları bilgisine ihtiyaçları vardır
“Hayatta sen ne yaparsın anne, sen baba?” sorularının cevabı olmalıdır. Belli bir zaman sonra, biz gün boyu yanlarında olamadığımızda da sistemimizin çalışır, onların güvende, kendilerini eyleyebilir ve idare edebilir halde, ve en az bunun kadar önemlisi neden çalışmamızın gerekli olduğunu anlıyor olmaları mümkündür ve öyle de olmalıdır, bu onlara, her an yanlarında olmamızdan inanıyorum ki daha büyük bir iyiliktir…Ama onlarla olduğumuz zamanlar gözlerimiz gözlerinin içinde, kulağımız ve aklımız bize anlattıklarında olmalıdır.
Çerçeveler ve sınırlar bir çocuğun, hoşuna gitmiyor sanılır, kendileri öyle sanırlar veya uzaktan öyle görünür, oysa ki en gereksinim duydukları ve onları huzurda hissettiren şeydir ne zaman neyin olacağını, ne zaman kiminle ne yapıyor olacaklarını bilmek. Belirlilik. Şu zaman şu kadar zamanı kendimize ayırmaya ihtiyacımız olduğunu baştan içtenlikle anlatırsak anlar, onu bize bırakabilirler. Ama onlarla olduğumuz zaman da..gerçekten orada olmamızı, kendimizi vermemizi bizden beklerler. Gözümüz gazetede, televizyonda, yüzümüz bilgisayara dönük, elimiz başka işte, kafamız kim bilir nerede ise, nitelikli zamanı niteliksiz bir hale getiriyorsak, ilgimizi esirgediğimizi hissederler, yerden göğe kadar da haklıdırlar. Benim fikrimce bir çocuğu en çok kıran, var olduğunu bildiği bir şeyin ondan esirgenmesidir. Olanı esirgememek çok önemli bir mefhumdur ve esirgenmeyecek şeyler listesinin başında alaka ve samimiyet gelir.
Hem, gözünüzün içine bakmadan sizinle konuşan birine siz olsanız güvenir misiniz.
Samimiyetsizliktir. Güvenemezsiniz. Bundan pay biçelim.
“Onunla daha çok yürürdüm, daha çok uçurtma uçururduk..”.
“Koşardım onunla, başımızı göğe diker yıldızları seyrederdik.”
Şunu yapardım. Bunu ederdim…Böyle cümlelerin mümkün mertebe az sayıda olmasına çalışmak zorundayız, çünkü yapmaktan ve etmekten bile zor olsa gerek ileride geriye bakıp böyle pişmanlıklara kapılmak. Uçurtmaların ömrü kısa, uçurtmanın temsil ettiği, çocuklukla ilgili şeylerin son kullanma tarihleri erkenden gelip çatıveriyor, çocuk yetiştirirken zaman daha ağır geçiyor, sonraysa arkasından yetişemeyeceğimiz hızlarda cereyan ediyor her şey. Ama onlarla yıllarca yürüyebiliriz. Mutfak masasında sohbet edebilir, onlara mektuplar yazabiliriz. Ceplerine notlar koyarız. Öğle yemeklerine çıkarız.
Lades bir akılda tutma oyunu. Akılda tutmadığımız sürece kaybettiğimiz. Kemik iki kişi tarafından karşılıklı kırılır, ceza belirlenir, diyelim kaybeden kazananı yemeğe götürecek, bir şey alırken verirken atlanır da “Aklımda!” denmeyecek olursa ceza geçerli olur. İnsan ilişkilerinin oyunu yok, ladesi lades olmuyor, aile ilişkilerinde özellikle, bir kırılma olmaya görsün, ki iki kişi karşılıklı kırmış olsa da bir tarafın (genellikle de ilk davrananın) elinde daima daha uzun parçası vardır kemiğin, sonrasında “Aklımda!” denmiş denmemiş, çok anlamı olmuyor, kazanan, kaybeden, keyifle yenen yemekler de pek olmuyor. Baştan, taa gerilerden herkesin birbirine Aklımdasın! mesajını vermesi lazım ailelerde. Lades sıralaması değişik yani gerçek hayatın, önce dikkat edilir, “Aklımdasın!” denirse…kırılma olmuyor. Aileler kalabalık ve neşeli, bir sofra etrafında sık sık birleşiyorlar. Ekme, biçme dünyası.
“Yerde ne var, toprak”. Toprağa birlikte bakmalıyız. “Gökte ne var, bulut”. Bulut, gezegen, gökyüzünde ne bulursak bakmalıyız, çok fazla şey yapmalıyız birlikte. Çocuklar kötü geçen zamanları unutmazlar. Çocuklar iyi geçen zamanları ama, hiç unutmazlar. Biz işte bunu unutmamalıyız.
“Ciddi insanı oynamaya bir son verirdim. Ciddi ciddi oynardım, onunla oturur..”
Yeri geliyor, sanki bizimle aynı boydalarmış, biz yaşıtmışız gibi yükler yüklüyoruz sırtlarına, taşımalarını, anlamalarını, üstesinden gelmelerini bekliyoruz. Büyük şeylerden bahsediyorum, ölüm, gibi, boşanma gibi, bize bile birkaç beden, birkaç akıl büyük gelen şeylerden. Bizden yanlarına gelmemizi, boylarına inmemizi, bazen sadece oturmamızı seyretmemizi bekledikleri anlardaysa yokuz, “sonra geliriz”. Meşgulüz, hem pantolonumuz diz yeri yapar. Bu benim en çok takıldığım yerlerden bir tanesi. Hem, sahiden çok işim var. Hepimiz gibi ve kadar. Hem ona önümüzdeki işi keyfi sebeplerle bırakamayacağımızı, bitirmeden rahat edememeyi öğretmeliyimdir. Hem öyle tatlı ki ve yanında olmak o kadar güzel ki, kalmaya içim gidiyor. Hem o bana “dostötem” der, o da benim dostötem, nasıl bırakırım. Kalayım, kalayım ama, yeri geldiğinde ciddi insan olmayı ne zaman kimden öğrenecek o zaman. Hem artık belli bir yaşa geldi, neden benim varlığım ve onayım hala bu kadar olmazsa olmaz? Ben nerede hata yaptım.
Bir daha çocuk olmayacak, şimdi “vakit geçirmeliyiz”.
Bir daha çocuk olmayacak, “vakit geçirmemeliyiz”, elimizi çabuk tutmalıyız, şimdi şekillendi şekillendi. Artık domateslerin üzerinde “sorumlulukla yetiştirilmiştir” etiketleri görür olduk. Ben de domatesimi sorumlulukla yetiştirmek istiyorum. Ben bu düşünceler duygular arasında zigzaglar çiziyorum. Bakın, ciddi ciddi hata yapıyorum…
“Daha fazla sarılırdım. Daha az çekişirdim..”
Aranan şeyin yeri yakınsa sıcak, uzaksa soğuk denilerek, yaklaştıkça sıcak, uzaklaşmaya başlayınca ılık, iyice uzaklaşınca soğuk, çok soğuk gibi feed-back’lerle oynanan bir oyun vardır bir de hani. Her zaman bir sarılma mesafesinde olmalıyız çocuklara. Aramalarına, soğuğu hissetmelerine gerek olmamalı. Ilığı bile!..Olmamalı. Çekişmek bana sorarsanız sağlıklıdır, olgun bir kişilik veya henüz biraz larval dönemdeki kişilik, fark çok etmez, nihayetinde kişilik çabası, göstergesidir. Silik bir kişi olmadığının veya olmayacak olduğunun işaretidir. Ne var ki bu larvalarla :^) çok efendice çekişebilmeliyizdir ve çekişmeyi gündelik yaşamda normalleştirmemeyi başarabilmeliyizdir. Bir de, çetelede sarılmaların sayısı, ben de aynı kanaatteyim, çekişmelerin sayısından çok daha fazla olabilmelidir. Çekişmeler, halat oyununda olduğu gibi, iki tarafın da düşmesiyle sonuçlanır…birbirinin yerden kalkmasına yardım edip sarılmak, bekleyip bekleyebileceğimiz en iyi derecedir. Cümle içerisinde kullanalım: Diyelim ki bir yere gitmek istiyor çok istiyor çünkü arkadaşları gidiyorlar ve ama bizim evin kuralları buna izin vermiyor. “Gitmiyorsun. Seni seviyorum. Gitmiyorsun!” Arasına seni seviyorum konmuş böyle sandviç cümleler, farkı sanırım yaratır…
“Yapılacaklar listesi” kağıtlarca sürer. Üzerine kağıt ağırlık konmasına bir gerek yoktur, orada yazılı olanları yapmamızın gerektiğini bilmek sırf, yeterince ağırlık arzeder. Zaten de hiç bir yere uçup gidecekleri yoktur, zaman uçar, onlar ama, orada yapılmayı beklerler.
“Yapılmayacaklar listesi”, keza öyle. “Sesini yükseltme!, örneğin”. Güney Pasifik’teki Solomon Adaları’nda yerliler baltayla kesemedikleri bir ağacı, bir süre ona bağırarak yıkabiliyorlarmış biliyor musunuz. Gidip gelip bağırıyorlarmış ağaca, ağaç otuz gün gibi bir sürenin sonunda yıkılıveriyormuş. İnanışlarına göre bağırılmak ruhu öldürüyormuş. Bu inanışa gönülden katılıyorum. Yeni nesille karşı karşıyayız, onlar bizim çocukluk halimizden farklı olarak, dominantlardır. Sesimizi duyurmakta zorlanıyor olabiliriz. Ama yükseltsek de frekanslarını yakalayamayız. Yüksek değil, yakın sesi algılıyorlar galiba onlar. Bizim gibi annenin babanın bir bakışından, cümlenin gelişinden cümlenin gerisini anlamıyor olabilirler. Test çocukları onlar, cümledeki boşlukları tamamlayınız çocukları değiller bizim gibi. Onlara şıklar sunmamız gerekiyor, bir bakışımızın değil, farklı bakabilmemizin gereksinimi içindeler.
Ruhlarını incitmek, öldürmek, yıkılmaları…herhalde ki, herhalde olur mu, şüphesiz ki, yapmayı isteyeceğimiz en son şeydir.
Bu listelerdeki “maddeler”, daha bir “maneviler”. Ne kadarını bugünden yapar, yanına “çek”mark (“sağlama” işareti) atabilirsek pişmanlık ve hayıflanma listelerimiz o kadar kısa, bedelini ödememiz gereken çek defterleri o denli az kabarık olacak. Problemler çözülecek, sağlamaları bile yapılacak…tır, diye umuyorum.
Sevildiğini, sayıldığını bilen, bu bilgiyle büyüyen insan kendini gerçekleştirebilir. “Küçüklerimizi sevmek, küçüklerimizi saymak”…Meselenin iki özü, sanıyorum, bunlar olsa gerektir…Aynanın iki yüzü vardır ve onların da büyüklerini sevmelerini, büyüklerini saymalarını, beraberinde, mukabilinde, bu getirecektir. Bazen “yapılacaklar” yapılmayacak, bazen “yapılmayacaklar” yapılacak, biliyorum. Ama “Aklımdasın!” denilebildikçe, ve “sıcak!sıcak! sıcak!” oluna bilindiği nispette, ayna pişmanlıksız, düş kırıklıksız yüzler gösterecektir.
Öyle inanıyorum…
Nazlım
Yapılacaklar-Yapılmayacaklar
Biz anne babaların, ortak bir yanımız var. Nerede yaşıyorsak yaşayalım, her kim olursak, ne değişik yapılarda, özelliklerde insanlar, “ne temelde” ve “temelde ne” olursak olalım, bastığımız yürüdüğümüz ortak bir zemin.. O da şu ki, bizler, süreç içerisinde, lamı cimi yok, ama’sı, eğer’i de yok… hata yaparız, hata ederiz. Biraz ya da birçok. Ama birden çok. Uzun vadede ölçülemeyen etkileri olacak, belki nesillerce de sürecek olan, sonradan güldürecek, sonradan ağlatacak, anlatılacak küçüklü büyüklü hatalar.
Bilerek bilmeyerek.
Bilip bilmeden.
Bilememekten, veya durabilememekten.
Bile bile de hatta bazen.
Biraz bilmekten.
Ya da, karış karış bilirim, o zaman karışabilirim sanmaktan…
Düştüğümüz hatalarımız olur.
Ve çocuklar hata yaptığımızda bilirler. Yaparken niyetimiz kötüydü, hayır değildi, niyetimiz olmadığındandı, düşüncesizliktendi, yeterince düşünmesizliktendi, üzerimizde çok yük vardı, köşeye sıkışmıştık, bilememiştik…bunlardan hangisi, bazen ayırt edemeyebilirler, bilemeyebilirler, ama…yaptığımızda bilirler. Efendice özür dileyip bir daha aynısını yapmaya”bilirsek”, yapmamayı bilirsek, bu iyidir, problem değildir, henüz değildir. Birbirinden farklı çok hatalar yapabiliriz, birbirinden çok farklı hatalar da yapabiliriz, alınacak dersler vardır, alırız, ve onlar da bakarlar ki dersimize çalışıyoruz, bu defalık affederler, bu kadarını küçük omuzları kaldırabilir, ama aynı hatayı bir çok kereler yapmaya hakkımız yoktur, böyle bir lüksümüz yoktur, tekrarlıyorsak işte o problemdir. Bakarlar, ders almıyoruz, dersten kaytarıyoruz, dersler hep boş geçiyor…kanaat notumuzu kırarlar, içlenir, belki ömür boyu kırgın kalırlar. Çocuklar kırılgan, bir o derece de katıdırlar.
Haklı olarak.
Ah yumurtaya can veren Allahım, çocuklar rafadandırlar ama lopturlar… Biz peki yumurtayı kırmadan nasıl omlet yapacağız?
Neden-sonuç, etki-tepki sarmallarının doğasını bir çözemezler, ta ki büyüyüp kendi hatalarını yapmaya başlayana kadar. Bir noktada, geri sarıp kendi hatalarının başına keşke dönebilmeyi, böylece onlardan dönebilmeyi diledikleri noktada, noktaları birleştirebilir ve anlarlar ki, “anlarlar” ki, anne babaları da bunu bu üzüntüyü, geçmişte hem aynı böyle yaşamış olabilirler. Ki bu da..ayrı bir sarmaldır 
Dianne Loomans “Çocuğumu baştan, sil baştan tekrar yetiştirebilecek olsaydım” diye başlayan satırlar kaleme almış. Sonralardaki aklı ile, bizim şimdilerdeki aklımıza ışık tutmuş…Ben çocukken, elektrik kesintileri olurdu, sık ve düzenli, karanlıkta yapacak çok şey yoktur, radyo tiyatrosu dinlemeyi çok severdim. “Şimdiki aklım olsaydı” vardı, aydınlatıcı :^) Bana onu çağrıştırdı. Sizinle paylaşmasam, hiç olur muydu:
“Çocuğumu baştan, sil baştan tekrar yetiştirebilecek olsaydım”
“Önce onun özgüven sahibi olmasına uğraşırdım, sonra bir evimizin olmasına. En önce bunu inşa ederdim geriye gidebilsek”.
Bu, başlarını sokacak bir yerlerinin, hatta mümkünse iyi bir yerde iyi bir yerlerinin, olmasından çok daha önemli, öncelikli ve ön planda. Zira..özgüveni yerleşmemiş (zira yerleştirilmemiş olan) çocuk, hayatın rüzgarları, soğukları karşısında, yağmurları, yıldırımları ve bulutları altında savunmasızdır. Hırsızları, kötü adamları üşüştüğünde çaresizdir, zayıftır. Sarsıntılarıyla yıkılır. Özgüvensizken, çatısız gibidir, kapısız gibidir. Direksiz, sütunsuz gibidir. En güzel evin içinde olsa yalnızdır, büyüse de küçülür, küçük kalır, hayat ve içindekiler onu dışlarında tutarlar, dışarıda taşa tutarlar.
Özgüveni tam çocuksa büyüdükçe taşı sıkar, suyunu çıkarır. Şimdi, her ikisi de önemli ama, hangisi daha önemli? Ev mi, evin içinde olup bitenler mi.
“Parmaklarımı daha çok onunla parmak boyası yapmakta kullanırdım, daha az başkalarını göstermekte. Ve sanırım ki tehditkarca daha az sallardım onları”.
Ne çok bakıyoruz çoklarımız etrafa, bir de gösteriyoruz, ibret olsun diye veya imrendirmek için. Miras bırakıyoruz bu çiğ huyu, matah bir şeymiş gibi. Derdi gücü başkaları olan nesiller böylece çarpa çarpışa, zira gözleri yandakilerde, önlerine bakmadan yürüyor gidiyorlar, aslında bana sorarsanız, gitmiyorlar da, bakıp duruyorlar. Koşuyor olsalar da, duruyorlar. Karşılaştırmalar, karşı karşıya getiriyor kendini tam bilmeyen hırslıları. Elmalarla armutlar toplanıyor. Elde var kaç, ve ne?
Sonra…kızıyoruz, parmak sallıyoruz çocuklarımıza. Oysa ki, doğdukları ilk gün daha, sıkı sıkı tutmuşlardı o parmağımızdan bizi. Daha gözleri kapalıyken. Beni bırakma der gibi. Gibisi galiba fazla. Tehditkar davrandığımızda bırakmış oluyoruz onları, en azından, uğraşmayı. Her yaptıklarına başımızı sallamayacağız tabii, ama yeter ki, korkutmayalım. Uzaklaştırmayalım. “Bir daha bunu yaptığını görmeyeyim”in çocukçada bir tane karşılığı vardır o da, “Yapma yavrum çünkü bu sana veya başkalarına zarar verir” değildir. “Ben görmeyeyim”dir. Sadece, “Ben görmekten sıkıldım, bunaldım, görmek istemiyorum”. Ben, ben, ben. Bu onları yapmamaya mı sevkeder? Görülmemeye mi.
Biz görmeden yaparlar onlar da…
Bu çocukça denen dili sular seller gibi öğrenmemiz, akıcı konuşabilmemiz lazım bizim. Bisiklete binmek gibi bir şey olmalı zaten. Pedalları çevirmeye başlasak bir, düşe kalka hatırlayacağız.
“Daha az düzeltme yapardım, daha fazla bağlantı kurardım”.
Dağ değil…bağ kurardım. O zaman, dağ olmazdı, bağ olurdu. Dağlarla çevrelemezdim, bağlarla donatırdım ara yeri. Bir editör, yetenekli ve gelecek vaat eden bir yazarın yazdıklarını kırmızı kalemiyle çizer düzeltirken “aklından geçenler” nedir. Bir çok şey olabilir, yazarı anlamamakla, ortaya kusursuz bir kitabın çıkmasını istiyor olmak arasında, evet bu geniş aralıkta gidip gelen değişik şeyler. Nihayetinde profesyonel bir ilişkidir o. Sonucunu da “kaç baskı” yapıldığından, kaç kişinin alıp okuduğundan ve çıkan eleştirilerden anlamak mümkün olabiliyor. Çocuklarla aramızdakiyse, tamamen amatörce. “Kalbimizden geçenler” nedir. Söz konusu aralık, onları anlamıyor olmakla, kusursuz olmalarını bekliyor oluşumuz arasında olduğu vakit, daha bile geniş ve karmaşık bir hal alıyor. İnsan çünkü. Onlara “kaç baskı” yaptığımız, kaç kişinin hayatlarına girip etkilenecek olduğu, çetelesi tutulabilir şeyler değil, ve haklarında çıkan eleştirileri de duyamayız çoğu zaman. Yüzümüze yapılmadıkları müddetçe.
Yazar, düzeltmelerin anlaşılmadığı için değil de, daha iyiye varmak için yapılıyor olduğunu bilirse, çünkü bir bağ kurulabilmiş ise, ortaya güzel bir kitap, belki birçok güzel kitap daha çıkar. Nasıl ki çocuk, eğri büğrü, çarpık çurpuk olduğu için değil, bilakis ne kadar düzgün olduğu ortaya çıksın diye düzeltilmekte olduğunu bilirse rahatlayacak, ve o kitap mutlu sonla bitecekse.
Yanlışsam, beni düzeltin :^)
Yazar düzeltmelerin kendisini, demek istediğini, özgünlüğünü azalttığını, hatta yok ettiğini hissederse o yayın”evi”nden uzaklaşır. Yazmaktan büsbütün vazgeçenleri bile çıkabilir. Birbirinden kopuk nice ailenin kim kimden daha önce vazgeçti öyküsünde, kırmızıyla çok fazla çizili çok fazla satır vardır. Düzeltmeler hiçbir şeyi düzeltmemiş, bilakis bozmuştur. Düzeltilemeyecek şekilde. Çünkü samimiyetsizce, çünkü hoyratça ve çünkü bencilce yapılmışlardır. Kalemin ucuyla birlikte başka şeyler de biter, veya kırılır gider.
Hep yanlış olduğu hissiyle yaşamakla; yanlış olmanın yanlış gitmenin kendisine yakışmadığını düşünen, bunu kendisine konduramayan kişilerle çevrelenmiş olduğunu bilerek yaşamak arasında derin fark vardır. Kendine güvenildiğini bilen çocuk, o güveni boşa çıkarmamaya uğraşır. İki kere iki dört! Hem, kendine güvenilen biri ancak, kendine güvenir ve güvenilir biri hale gelir. Kısır olmayan bir döngüdür bu.
Boş bir kendine güvenden bahsetmiyor isek eğer tabii. Hayır ondan değil, bir tur avans vermekten bahsediyoruz.
Bizi geçebilirler, gerilerde kalabilirler, parlak dereceler elde edebilirler; sonucunda bu üçünden hangisi olacak olursa olsun, ilk koştuklarında avans vermeyi onlara borçluyuz. Bağ kurmak için. Güç vermek için.
Kendisine ilk inanmış olanlarla bağını, insan hiç koparmaz.
Ve baştan inanmamış olanlarla arada bir bağın ise, varlığından bile söz edilebilir mi?
“Gözümü saatimden ayırırdım. Gözümü ondan ayırmazdım”. Bu haralada gürelede, daima yapılacak işlerimiz var, gidilecek yerlerimiz, koşturmamız lazım gelen aciliyetler, başka yerde başkalarıyla olmamızı gerektiren mecburiyetler. Öte beri.
Her an yanlarında olup, kendimizi, kendimizi unutma bataklığına yavaş yavaş gömelim, onlar da bizsiz bir varlık gösteremeyecek denli kendilerinin bir uzantısı sansınlar bizi, öğrenemesinler kendilerine yetmeyi demiyorum elbette, hiç der miyim. Bir çocuğun, annesiyle babasının dışarıda önemli işleri başarıp gelecekleri ve o iki kişinin de örnek almak isteyecekleri figürler oldukları bilgisine ihtiyaçları vardır
“Hayatta sen ne yaparsın anne, sen baba?” sorularının cevabı olmalıdır. Belli bir zaman sonra, biz gün boyu yanlarında olamadığımızda da sistemimizin çalışır, onların güvende, kendilerini eyleyebilir ve idare edebilir halde, ve en az bunun kadar önemlisi neden çalışmamızın gerekli olduğunu anlıyor olmaları mümkündür ve öyle de olmalıdır, bu onlara, her an yanlarında olmamızdan inanıyorum ki daha büyük bir iyiliktir…Ama onlarla olduğumuz zamanlar gözlerimiz gözlerinin içinde, kulağımız ve aklımız bize anlattıklarında olmalıdır.
Çerçeveler ve sınırlar bir çocuğun, hoşuna gitmiyor sanılır, kendileri öyle sanırlar veya uzaktan öyle görünür, oysa ki en gereksinim duydukları ve onları huzurda hissettiren şeydir ne zaman neyin olacağını, ne zaman kiminle ne yapıyor olacaklarını bilmek. Belirlilik. Şu zaman şu kadar zamanı kendimize ayırmaya ihtiyacımız olduğunu baştan içtenlikle anlatırsak anlar, onu bize bırakabilirler. Ama onlarla olduğumuz zaman da..gerçekten orada olmamızı, kendimizi vermemizi bizden beklerler. Gözümüz gazetede, televizyonda, yüzümüz bilgisayara dönük, elimiz başka işte, kafamız kim bilir nerede ise, nitelikli zamanı niteliksiz bir hale getiriyorsak, ilgimizi esirgediğimizi hissederler, yerden göğe kadar da haklıdırlar. Benim fikrimce bir çocuğu en çok kıran, var olduğunu bildiği bir şeyin ondan esirgenmesidir. Olanı esirgememek çok önemli bir mefhumdur ve esirgenmeyecek şeyler listesinin başında alaka ve samimiyet gelir.
Hem, gözünüzün içine bakmadan sizinle konuşan birine siz olsanız güvenir misiniz.
Samimiyetsizliktir. Güvenemezsiniz. Bundan pay biçelim.
“Onunla daha çok yürürdüm, daha çok uçurtma uçururduk..”.
“Koşardım onunla, başımızı göğe diker yıldızları seyrederdik.”
Şunu yapardım. Bunu ederdim…Böyle cümlelerin mümkün mertebe az sayıda olmasına çalışmak zorundayız, çünkü yapmaktan ve etmekten bile zor olsa gerek ileride geriye bakıp böyle pişmanlıklara kapılmak. Uçurtmaların ömrü kısa, uçurtmanın temsil ettiği, çocuklukla ilgili şeylerin son kullanma tarihleri erkenden gelip çatıveriyor, çocuk yetiştirirken zaman daha ağır geçiyor, sonraysa arkasından yetişemeyeceğimiz hızlarda cereyan ediyor her şey. Ama onlarla yıllarca yürüyebiliriz. Mutfak masasında sohbet edebilir, onlara mektuplar yazabiliriz. Ceplerine notlar koyarız. Öğle yemeklerine çıkarız.
Lades bir akılda tutma oyunu. Akılda tutmadığımız sürece kaybettiğimiz. Kemik iki kişi tarafından karşılıklı kırılır, ceza belirlenir, diyelim kaybeden kazananı yemeğe götürecek, bir şey alırken verirken atlanır da “Aklımda!” denmeyecek olursa ceza geçerli olur. İnsan ilişkilerinin oyunu yok, ladesi lades olmuyor, aile ilişkilerinde özellikle, bir kırılma olmaya görsün, ki iki kişi karşılıklı kırmış olsa da bir tarafın (genellikle de ilk davrananın) elinde daima daha uzun parçası vardır kemiğin, sonrasında “Aklımda!” denmiş denmemiş, çok anlamı olmuyor, kazanan, kaybeden, keyifle yenen yemekler de pek olmuyor. Baştan, taa gerilerden herkesin birbirine Aklımdasın! mesajını vermesi lazım ailelerde. Lades sıralaması değişik yani gerçek hayatın, önce dikkat edilir, “Aklımdasın!” denirse…kırılma olmuyor. Aileler kalabalık ve neşeli, bir sofra etrafında sık sık birleşiyorlar. Ekme, biçme dünyası.
“Yerde ne var, toprak”. Toprağa birlikte bakmalıyız. “Gökte ne var, bulut”. Bulut, gezegen, gökyüzünde ne bulursak bakmalıyız, çok fazla şey yapmalıyız birlikte. Çocuklar kötü geçen zamanları unutmazlar. Çocuklar iyi geçen zamanları ama, hiç unutmazlar. Biz işte bunu unutmamalıyız.
“Ciddi insanı oynamaya bir son verirdim. Ciddi ciddi oynardım, onunla oturur..”
Yeri geliyor, sanki bizimle aynı boydalarmış, biz yaşıtmışız gibi yükler yüklüyoruz sırtlarına, taşımalarını, anlamalarını, üstesinden gelmelerini bekliyoruz. Büyük şeylerden bahsediyorum, ölüm, gibi, boşanma gibi, bize bile birkaç beden, birkaç akıl büyük gelen şeylerden. Bizden yanlarına gelmemizi, boylarına inmemizi, bazen sadece oturmamızı seyretmemizi bekledikleri anlardaysa yokuz, “sonra geliriz”. Meşgulüz, hem pantolonumuz diz yeri yapar. Bu benim en çok takıldığım yerlerden bir tanesi. Hem, sahiden çok işim var. Hepimiz gibi ve kadar. Hem ona önümüzdeki işi keyfi sebeplerle bırakamayacağımızı, bitirmeden rahat edememeyi öğretmeliyimdir. Hem öyle tatlı ki ve yanında olmak o kadar güzel ki, kalmaya içim gidiyor. Hem o bana “dostötem” der, o da benim dostötem, nasıl bırakırım. Kalayım, kalayım ama, yeri geldiğinde ciddi insan olmayı ne zaman kimden öğrenecek o zaman. Hem artık belli bir yaşa geldi, neden benim varlığım ve onayım hala bu kadar olmazsa olmaz? Ben nerede hata yaptım.
Bir daha çocuk olmayacak, şimdi “vakit geçirmeliyiz”.
Bir daha çocuk olmayacak, “vakit geçirmemeliyiz”, elimizi çabuk tutmalıyız, şimdi şekillendi şekillendi. Artık domateslerin üzerinde “sorumlulukla yetiştirilmiştir” etiketleri görür olduk. Ben de domatesimi sorumlulukla yetiştirmek istiyorum. Ben bu düşünceler duygular arasında zigzaglar çiziyorum. Bakın, ciddi ciddi hata yapıyorum…
“Daha fazla sarılırdım. Daha az çekişirdim..”
Aranan şeyin yeri yakınsa sıcak, uzaksa soğuk denilerek, yaklaştıkça sıcak, uzaklaşmaya başlayınca ılık, iyice uzaklaşınca soğuk, çok soğuk gibi feed-back’lerle oynanan bir oyun vardır bir de hani. Her zaman bir sarılma mesafesinde olmalıyız çocuklara. Aramalarına, soğuğu hissetmelerine gerek olmamalı. Ilığı bile!..Olmamalı. Çekişmek bana sorarsanız sağlıklıdır, olgun bir kişilik veya henüz biraz larval dönemdeki kişilik, fark çok etmez, nihayetinde kişilik çabası, göstergesidir. Silik bir kişi olmadığının veya olmayacak olduğunun işaretidir. Ne var ki bu larvalarla :^) çok efendice çekişebilmeliyizdir ve çekişmeyi gündelik yaşamda normalleştirmemeyi başarabilmeliyizdir. Bir de, çetelede sarılmaların sayısı, ben de aynı kanaatteyim, çekişmelerin sayısından çok daha fazla olabilmelidir. Çekişmeler, halat oyununda olduğu gibi, iki tarafın da düşmesiyle sonuçlanır…birbirinin yerden kalkmasına yardım edip sarılmak, bekleyip bekleyebileceğimiz en iyi derecedir. Cümle içerisinde kullanalım: Diyelim ki bir yere gitmek istiyor çok istiyor çünkü arkadaşları gidiyorlar ve ama bizim evin kuralları buna izin vermiyor. “Gitmiyorsun. Seni seviyorum. Gitmiyorsun!” Arasına seni seviyorum konmuş böyle sandviç cümleler, farkı sanırım yaratır…
“Yapılacaklar listesi” kağıtlarca sürer. Üzerine kağıt ağırlık konmasına bir gerek yoktur, orada yazılı olanları yapmamızın gerektiğini bilmek sırf, yeterince ağırlık arzeder. Zaten de hiç bir yere uçup gidecekleri yoktur, zaman uçar, onlar ama, orada yapılmayı beklerler.
“Yapılmayacaklar listesi”, keza öyle. “Sesini yükseltme!, örneğin”. Güney Pasifik’teki Solomon Adaları’nda yerliler baltayla kesemedikleri bir ağacı, bir süre ona bağırarak yıkabiliyorlarmış biliyor musunuz. Gidip gelip bağırıyorlarmış ağaca, ağaç otuz gün gibi bir sürenin sonunda yıkılıveriyormuş. İnanışlarına göre bağırılmak ruhu öldürüyormuş. Bu inanışa gönülden katılıyorum. Yeni nesille karşı karşıyayız, onlar bizim çocukluk halimizden farklı olarak, dominantlardır. Sesimizi duyurmakta zorlanıyor olabiliriz. Ama yükseltsek de frekanslarını yakalayamayız. Yüksek değil, yakın sesi algılıyorlar galiba onlar. Bizim gibi annenin babanın bir bakışından, cümlenin gelişinden cümlenin gerisini anlamıyor olabilirler. Test çocukları onlar, cümledeki boşlukları tamamlayınız çocukları değiller bizim gibi. Onlara şıklar sunmamız gerekiyor, bir bakışımızın değil, farklı bakabilmemizin gereksinimi içindeler.
Ruhlarını incitmek, öldürmek, yıkılmaları…herhalde ki, herhalde olur mu, şüphesiz ki, yapmayı isteyeceğimiz en son şeydir.
Bu listelerdeki “maddeler”, daha bir “maneviler”. Ne kadarını bugünden yapar, yanına “çek”mark (“sağlama” işareti) atabilirsek pişmanlık ve hayıflanma listelerimiz o kadar kısa, bedelini ödememiz gereken çek defterleri o denli az kabarık olacak. Problemler çözülecek, sağlamaları bile yapılacak…tır, diye umuyorum.
Sevildiğini, sayıldığını bilen, bu bilgiyle büyüyen insan kendini gerçekleştirebilir. “Küçüklerimizi sevmek, küçüklerimizi saymak”…Meselenin iki özü, sanıyorum, bunlar olsa gerektir…Aynanın iki yüzü vardır ve onların da büyüklerini sevmelerini, büyüklerini saymalarını, beraberinde, mukabilinde, bu getirecektir. Bazen “yapılacaklar” yapılmayacak, bazen “yapılmayacaklar” yapılacak, biliyorum. Ama “Aklımdasın!” denilebildikçe, ve “sıcak!sıcak! sıcak!” oluna bilindiği nispette, ayna pişmanlıksız, düş kırıklıksız yüzler gösterecektir.
Öyle inanıyorum…
Nazlım