Her musibet bir saadetin habercisidir, deniliyor. Musibet nasıl saadet getirir?
“Ağrısız baş, sancısız diş olmaz” derler ya hani, bu âlemde her şey arzu ettiğimiz gibi olmuyor. Her şey planladığımız gibi gitmiyor.
Hepimizin hayatı biraz inişli çıkışlı, acılı tatlılı, hüzünlü sevinçli, sıkıntılı neşeli...
Huzuru, mutluluğu, saadeti ve sevinci hepimiz hoş karşılarız. Ama musibeti, dertleri, hastalığı, hattâ bir adım ötesi belâyı hoşça karşılayabiliyor muyuz?
Karşılaştığımız her musibetin içinde saadetin varlığını, derdin içinde dermanın bulunduğunu, hastalığın önünde şifanın yer aldığını, belânın içinde sefanın, cefanın içinde vefanın olduğunu görebiliyor muyuz?
İşte o zaman hayat kolaylaşır, sıkıntılar azalır, musibetler küçülür, hastalıkların acısı ve elemi hafifler.
Bütün bunlar nasıl olacak, diyebilirsiniz
Birincisi: Her şeyden önce başa gelen her musibetin ve içine düştüğümüz her derdin daha büyüğü vardır. “Allah beterinden saklasın, daha acısı ve daha dayanılmazı olabilirdi” demek, musibeti küçültüyor, neredeyse, “Bu kadarına şükür” diyesi geliyor insanın. Büyük değil de, küçüğünün başa gelmesi bir yerde nimet bile olabiliyor.
Yola çıktınız, gidiyorsunuz, diyelim ki, arabanızla bir kaza geçirdiniz, bir iki hasarla atlattınız, “Cana geleceğine mala gelsin” dediniz. Cana da zarar gelebilirdi, ama atlattınız. Veya bir iki sıyrıkla geçiştirdiniz, daha kötüsünden kurtuldunuz.
İkincisi: Hayat musibetlerle, sıkıntılarla, hastalıklarla pekişiyor, güçleniyor; insanın dayanma gücü artıyor, olgunlaşıyor.
Dertler ve sıkıntılar insanı hayata bağlıyor, pes ettirmiyor, teslim olmuyor insan, direnci ve azmi artıyor, neredeyse güç üzerine güç kazanıyor.
Hiç dert görmemiş, hasta olmamış bir insanla, çekmediği sıkıntı kalmamış bir insanın hayatı kavrayışı aynı mıdır?
Birisi için felaket olan bir olay, diğeri için sıradanlaşıyor. Birisi şok ve panik yaşarken, ötekisi soğukkanlılıkla karşılıyor başına gelenleri...
Dertler insanı pişiriyor, olgunlaştırıyor, mücadele gücünü arttırıyor, başarısını kamçılıyor, çok zaman istediği hedefe bile ulaştırıyor.
Sıradan bir hayat, tekdüze bir ömür, gecesi gündüzü aynı geçen bir gün, sabah kalk, akşam yat felsefesi insanı tembelleştiriyor, hayattan beklentilerini tüketiyor, yaşamanın cezbesini, cazibesini, bütün çekiciliği törpülüyor.
Zaten dertsiz baş olmuyor; sıkıntısız, üzüntüsüz, elemsiz, ıstırapsız bir insan yoktur, önemli olan bütün bunlara hazırlıklı olmak, gelecek için bir atlama taşı olduğunu kavramaktır.
Önemli bir nokta da şu: musibeti gözümüzde büyütmemeli, küçük görmeliyiz.
Musibetin içinde boğulup kalmamalı, bir çıkış yolu aramalıyız. En kestirme çıkış yolu da, musibeti küçültmektir.
Hani, bazen gece vakti, karanlık bir ortamda insanın gözüne bir hayal ilişir. Bir köşede sallanan bir ipe bakar durur, baka baka o ipi yılan sanmaya başlar, sonunda kendi kendini korkutur.
Veya bir bahçe kenarında otururken az ilerideki ağaca baktıkça ve rüzgarın çarpmasıyla ağacı sallanır halde gördükçe, ağacı, üzerine doğru gelen bir canavar zannetmeye başlar.
Halbuki ne o ip yılandır ve ne de o sallanan ağaç canavardır. Olayı gözünde büyütmüş, sonunda boş yere kendi kendini korkuya kaptırmıştır.
Biraz cesaret göstererek gidip o ipi eliyle tutsa veya o ağacın yanına gitse, ne bir korku kalacaktır üzerinde, ne de bir endişe…
Başa gelen musibetler de öyle. Gözde büyütüldükçe büyür, geleceğini karartır, ümidini yitirir, korku ve telaş içinde hayatını alt üst eder.
Ancak bilse ki, musibetler ne olursa olsun geçicidir, ilk anlardaki, ilk günlerdeki gibi ağırlığı kalmaz, azalır.
Bunun için başa gelen her musibeti küçültmeye çalışmalı, basitleştirmeye gayret etmeli, bütünüyle hayatımızı etkisi altına almasına müsaade etmemelidir.
Üçüncüsü: En büyük nimetler ve saadetler çok çeşitli ve büyük musibetlerin arkasından gelmiş. Varlık da öyle, servet de öyle. Yattığı yerden kim ne kazanmıştır?
Yusuf Aleyhisselâm bunun için çok çarpıcı bir örnek.
Aklı, idrakı, babasına bağlılığı, efendiliği, fizik ve ruh güzelliğiyle kardeşlerinin önüne geçmiş. Haklı olarak kıskanmışlar kardeşleri onu... Gözden düşürmek, aralarından uzaklaştırmak istemişler bir an önce...
Birgün alıp götürmüşler, kuyuya atmışlar. Kurtulduk diye sevinmişler üstelik...
Kuyudan çıkartılmış, esir pazarında köle diye satılmış. Saraya alınmış, bu sefer sarayın hanımı göz koymuş güzelliğine...
İftiraya kurban gitmiş Yusuf Peygamber, ama iffetine sahip çıkmış, sonunda kendini zindanda bulmuş.
On dört sene hapiste kalmış. Çekmediği eza, görmediği cefa kalmamış. Gençliği hapishanede geçmiş. Ama orayı bir okula çevirmiş, insan eğitmiş, gönüller yapmış kaldığı süre içinde orada... Bunun için hapishaneye “Medrese-i Yusufiye” denmiş, “Yusufiye okulu” anlamına.
Ama sonunda ne olmuş Hazret-i Yusuf? Mısır’a sultan olmuş, ülkenin hazinesi eline geçmiş, tek söz sahibi olmuş her konuda memlekette...
İnsana ve insanlığa himmet etmiş, destek olmuş ve sonunda peygamberlik şerefiyle şereflenmiş. Herkes ona koşmuş, ona ulaşmış, onun eline el vermiş.
Sonunda yıllar boyu görmediği, göremediği ve hasretleriyle yandığı annesiyle babasıyla ve kendisini yok etmeye çalışan kardeşleriyle buluşmuş. Kardeşlerini ise bağışlamış severek...
Ve gele gele bir insanın dünyada ulaşabileceği en yüksek saadete ve nimete kavuşmuş.
Ama bununla da kalmamış, her konuda zirvede olduğu bir sırada, maddi ve manevi feraha ve refaha ulaştığı bir esnada dünyanın geçici nimetleri tatmin etmemiş onu; bitip tükenmeyen sonsuz saadet nimetini istemiş, Rabbine kavuşmuş. Ebedlere geçmiş, bekaya ulaşmış.
Evet, musibetler içinde ne saadetler gizlenmiş, musibetleri Vereni tanıyınca...