mutlu olmaktan mutsuz olan adam

burtay

Aktif Üye
Kayıtlı Üye
21 Kasım 2006
244
3
52
Gözlerinden yine ”mutluluk gözyaşları” akıyordu. Duygusal biri değildi. Acıya karşı dayanıklı ise ”hiç” değildi. Zaten böylesi bir acıya karşı direnç geliştirmek imkânsızdı.
Televizyondaki şampiyonluk kutlaması görüntülerine daha fazla dayanamadı ve uzaktan kumandanın nedense ”kırmızı” olan kapama düğmesine bastı. Sanki televizyonu kapatmak, açmaktan daha tehlikeliymiş gibi bu uyarıcı renkte yapılmıştı düğme...
Tuttuğu takımın ligi birinci bitirmesinin ona verdiği mutluluğun yarattığı acıyı dindirmek için ”Nasıl olsa Avrupa`da rezil olacaktır.” diye düşündü.
Her ne kadar sarı ve lacivert renklere sahip olan takımın şampiyon olduğu gece, balkona çıkmak tehlikeli olsa da (hangi salağın sıktığı belli olmayan ”mutluluk kurşunları” yüzünden) yine de bunu yaptı. Biraz nostalji, biraz melankoli acısına iyi gelirdi. Geçmişine doğru uzandı düşünceleri...
Çok küçükken yaşadığı krizleri hayal meyal hatırlıyordu. Ailesi için tam bir felaketti. Küçük bebek, tam herşey yolunda derken birden ağlamaya başlıyor, acı çektiğinin her halinden belli olduğu bir krize giriyordu. Uzun süre ne olduğunu anlayamamışlardı. Yapılan testler, taramalar sonunda daha önce kimsede görülmemiş bir bozukluğa sahip olduğu ortaya çıktı.
Beynin salgıladığı ”seratonin” hormonuna alerjisi vardı. Mutluluk hormonu olarak da bilinen bu vücut kimyasalı her salgılandığında, yani her mutluluk anında vücudu keskin bir acıyla titriyordu. Mutluluğun boyutu, çektiği ıstırabın boyutunu belirliyordu. Ne kadar çok seratonin salgılanırsa, o denli sık ve şiddetli krizler geçiriyordu.

Küçük mutluluklara dayanabiliyordu. Mesela takımın şampiyonluğuna... Dolayısıyla, köşeyazarı-filozoflardan birininn de tavsiye ettiği gibi mutluluğu ”küçük şeylerde” arıyordu. Çünkü sadece öylesine katlanabiliyordu. Hemen yanından, vızıldayarak geçen şey dikkatini dağıttı. Acaba bu bir kurşun muydu? Yoksa bir sivrisinek mi? Sivrisinek ise eğer kan aramak için doğru yerdeydi. Zira üzerindeki kan kokusunu duymak için hematolog olmaya gerek yoktu.

İşe girmesi gereken yaşa geldiğinde kendini en az ”mutlu” edecek işi seçti. Geçmişte dedesinin de seçtiği ”mezbaha” onun için belkide en uygun çalışma yeriydi. İş tatmini ve mutluluk gibi kavramların olmaması nedeniyle acı çekmeden çalışabiliyordu. Bütün gün kan içinde et yığınlarıyla çalıştığı için pek mutlu bir ruh haline sahip değildi. Tam istediği daha doğrusu mecbur olduğu gibi... Sürekli asık suratlı olmakla eleştiriliyordu, rahatsızlığından haberi olmayanlar tarafından...

Yakın zamanda greve gittiklerinde o katılmamıştı. Zira istediklerini aldıklarında ”mutlu” olmaktan korkmuştu. Tabi bu tavrı iş yerinde ”istenmeyen adam” olmasına yolaçtı. Bir ara durumunu açıklamayı düşündü. Ama bu neye yarayacaktı ki? Mutlu olmasına neden olacak bir itiraf ona sadece ıstırap verebilirdi. Mutsuzluğa mahkum edilmişti. Öyle bir hapisaneydi ki bu, gardiyanı acı, duvarı mutluluktan oluşmuştu.

Balkondan aşağı bakıyordu. Kendinden geçmiş halde kutlama yapan insan yığınları, adeta nehir gibi sokaktan akıyordu. Ne kadar şanslıydılar. Sadece takımları başarılı olduğu için değil, bunu haykırabildikleri için de...

Basit bir kimyasalın, ”mutluluk” ile nasıl böyle bir bağı olabilirdi? Yani soyut bir kavram değil miydi ”mutluluk”? Resmi bile yapılamayan... Yanılıyor muyduk. Yoksa ”soyut” denen her kavram aslında beynin kimyasal yapısın bir parçası mıydı? Psikoloğu yanılmıştı. Bu şekilde yaşayamayacağı, ergenlik döneminde intihar edeceğini ve bunu engellemek için birşey yapamayacakları ailesine söylerken kulak misafiri olmuştu.

Ama bu acı, onu öylesine olgunlaştırdı ki, intihar gibi çocukça tepkileri düşünmeye vakti hiç olmamıştı. Zaten kendini öldürenler ”cehennem” denen yere gitmiyecek miydi? Gerçi bu durumda cennete gitmesi bir tür ceza olurdu. Sonsuz mutluluk, sonsuz acı demekti. Ama muhtemelen ölünce, bu nörolojik bozukluğu ardında bırakacaktı. Yani öyle olmalıydı. Aksi halde, öteki dünya canı yakacaktı her halükarda... ”Hayatın anlamı...” dedi içinden... ”Acaba o da `mutluluk` gibi sadece beynimizin ürettiği birşey mi? Yoksa insan olarak ulaşmamız gereken, bedenimizin ötesinde bir şey miydi?”

Bunları düşünürken birden düşünceleri berraklaştı. Herşey bir araya gelmeye başladı. Sanki ”Şaşı Bak Şaşır” bulmacasında gizlenmiş şeyi görmüştü. Evet! Hayatın anlamı bu olmalıydı. İnsanın esas amacı... Bu gelişmiş beynin gerçek kullanım yeri...

Birden öyle bir acı hissetti ki daha önce hissettiklerinin toplamından fazla olduğunu söyleyebilirdi. Gözlerinden boşalan yaşlar daha yere düşmeden, vücudu iki büklüm biçimde balkonun zeminine ulaşmıştı. Dolayısıyla gözünden düşen damlalar, yine onun üstüne damladı. Kasları öylesine kasılmıştı ki sanki buzul çağından kalan Otsi Buz Adam gibiydi. Ardından acı yön değiştirdi. Bu sefer tüm vücudu geriye doğru büküldü. Bu kas spazmları daha önce hiç bu kadar sert olmamıştı. Kendinden geçti. Acıya teslim olan bilincini orada bırakıp, bilinçsizlik içinde birkaç dakika yattı.

Kendine geldiğinde inanılmaz bir yorgunluk içindeydi. Kriz sırasında tüm gücü tükenmişti. Ama farklı birşey vardı. Daha önce hissetmediği bir doygunluk hissi... MUTLUYDU! Evet. Acımıyordu artık canı... İnanılmaz bir şekilde, yaşadığı bu son ama en güçlü kriz, onu iyileştirmişti. Kriz başlamadan önce düşündüklerinin, varoluşla ilgili farkına vardığı gerçeklerin iyileştirici mucizesine tanık olduğunu anladı. Hayatın, beynin yarattığı anlamlardan farklı olan, ”gerçek anlamına” ulaşmıştı. Ve bu bir insanın ulaşabileceği tek gerçek mutluluktu, her türlü vücut kimyasalın ötesinde bulunan…Öylesine güçlü bir histi ki vücudundaki bozukluğu parçalamış, düzeltmişti.

Yüzündeki gülümsemeyle içeri koştu. Gardroptaki sarı-lacivert bayrağı kaptı ve balkona geri döndü. Gözlerinden akan yaş mutluluk gözyaşıydı. Ama bu sefer acıdan eser yoktu. Sokaklarda, mutluluk sarhoşu insaların sesine karıştı sesi. Ciğerlerini yırtarcasına bağırdı şampiyon olan takımın adı...

Sonra bir vızıldama duyuldu. Mutluluğun çektiği bir tetik, gerçek mutluluğu yaşayan adamın kafasına isabet etti. Yüzündeki gülümsemeyle balkondan aşağıya, mutluluktan ateş eden adamın yanına düştü. Olayı gören herkes durdu. Sevinç gösterisi kesildi. Elindeki silahı bırakan adamın gözünden akan yaş, mutluluktan çok, pişmanlık gözyaşıydı ve elinden düşen silahın üzerine damladıkları kimse farketmedi. Zaten bu, mutlu olunabilinecek türde ”küçük şeyler” den biri değildi.


ÖMER KIRAT
 
X