Menkıbelerimiz, Kıssalarımız :)

Ortaköy Rumlarının gönüllerini İslama çelip çaldığı için Hırsız Aziz, (Hırsız Evliya) derlermiş Rumlar Yahya Efendi'ye.

Kosta adında bir Rum Kaptan varmış, şarapçılık yaparmış, çok da içtiği için ayık anı olmazmış. Ama Yahya Efendi'yi nerde görse, eline kapanırmış. Yahya Efendi de sırtını sıvazlıyarak.

-Kastın ne Kosta? Niye harâb ediyorsun kendini bu kadar? der gönüllermiş.

Bir böyle, iki böyle derken bir gün Marmara Adalarının birinden Ortaköy'e şarap taşırken deniz kabarmaya, dalgalar teknesini tokatlamaya başlamış. Derken fırtına kasırgaya, kasırga kıyâmete dönüşmeye başlayınca, kabaran, köpüren, taşan rahmet deryasında sırılsıklam olan Kosta, riyâsız bir gönülle, içten içeee, dıştan dışa, resmen de alenen de hep sevip saydığı Yahya Efendi'ye yönelerek:

- Elimden tut AzizYahya, çek sahile beni, sana bir küp şarabım var, hepsi fedâ olsun sana ... diye içten içe yana göynüye Ortaköy'e ulaşınca,
Kosta'yı sevenlerden birisi:

- Geçmiş olsun Kosta. bu berbat fırtınayı nasıl aştın sen?

Biraz da meczub bir adam olan Kosta, saçını başını eliyle taraklayarak:

-Ben aşmadım, aşıranlar aşırdılar. Yine bağışlandı bize canımız. Köyde (Ortaköy) ne var, ne yok?

-Hırsız var.

-Hırsız.

-Hırsız Aziz adamlarıyla birlikte seni mahzeninde bekliyor.

-Ne zaman geldiler?

-Az evvel. Onlar gönderdiler beni seni bulmaya.

- Pekala hadi gidelim

-Ben gelmesem, bir mahzuru var mı?

- Hayır, hiç bir mahzuru yok ama, sen de gel.

- Peki, demiş arkadaşı, gitmişler varmışlar ki, Yahya Efendi ve yâranı Kosta'nın mahzeninde onları bekliyorlar.

Kosta ve arkadaşı, loş mahzenin kapısından içeriye girerken, Yahya Efendi:

-Gel bakalım Kosta. bir söz attın deryaya, biz de geldik buraya. Tut bakalım sözünü.

Bu durum karşısında ne diyeceğini, ne edeceğini şaşıran Kosta, Yahya Efendi'nin ellerine kapanarak:

-Aziz Baba, mahzenim feda size, şeref verdiniz bize, siz emredin yeter.

Yahya Efendi:

-En keskini hangi küpte?

Kosta, kovuklardaki bir küpü göstererek:

-Aha şuracıkta işte.

Yahya Efendi:

-Onu için hep birlikte.

Kosta, elpençe, mahviriyyet içre:

-Siz?

Yahya Efendi.

-Biz de içeriz, merak etme, deyince, Kosta, yıllanmış şarap küplerini açarak, bardak bardak dağıtmaya başlamış. Yahya Efendi de öyle bir sohbet açmış ki orada, ilm-i ledün göklerini oraya boşaltmış. Saatlerce içtikleri halde hiç kimsede en basit bir sarhoşluk alameti görülmeyince, Kosta, arkadaşı ve mahzende çalışan diğer Rumlar birbirlerine bakışmaya başlamışlar.

Kosta, arkadaşının kulağına usulca:

-Bu işte bir iş var. Bir de biz bakalım şu şarabın tadına, diyerek birer bardak da kendileri içince, gözleri fal taşı gibi parlamış, zira, bakmışlar görmüşler ki Kosta'nın mahzende yıllanmış şarabı taze nar şerbetinde dönüşmüş.

İşte Kosta da, arkadaşları da, o günden sonra, mabedlerini de, işlerini de değiştirerek iyi bir Müslüman olmuşlar.

Evliyaların işi, bizim bilemediğimiz, akıl erdiremediğimiz bir planda cereyan ediyor. Hani ilim için henüz çözülemeyen bazı gerçekler var ya...

Kaynak: Yahya Efendi, Mustafa Özdamar, Kırk Kandil, 1997
 
Abdullah bin Mübârek anlatıyor:

Bir sene hacdan sonra rüyâsında gökten inen iki melekten birinin diğerine;

"Bu sene kaç kişi hacca geldi?" dediğini duydu.

Öbür melek;

"Altı yüz bin kişi." dedi.

"Peki kaç kişinin haccı kabûl edildi?"

O da; "Bunlardan hiç birinin haccı kabûl edilmedi." diye cevap verdi.

Abdullah bin Mübârek buyurdu ki:

Bunu işitince üzerime büyük bir sıkıntı çöktü. Dedim ki:

"Bunca insan, bunca zahmet ve meşakkate katlanıp dünyânın her tarafından hacca geldiler. Çöller aşarak zor şartlarda büyük sıkıntılara katlandılar. Bütün bu emekler boşa mı gidecek?"

Bunun üzerine o melek; "Şam'da ayakkabı tâmir eden Ali bin Muvaffak adında biri vardır. O, hacca gitmeye niyet etmişti, fakat gidemedi. Lâkin haccı kabûl edildi. Altı yüz bin hacıyı ona bağışladılar da hepsinin haccı kabûl edildi." dedi.

Abdullah bin Mübârek şöyle anlatıyor:

Bunu işitince uykudan uyandım ve; "Gidip o zâtı ziyâret etmeliyim!" dedim. Arkadaşlarımdan ayrılıp, Şam kâfilesine katıldım. Şam'a gidince, o zâtın evini araştırıp buldum. Kapıyı çaldım. Bir kimse kapıya çıktı. Adını sordum. "Ali bin Muvaffak." dedi. İsmimi sordu. "Abdullah bin Mübârek." deyince, feryâd edip kendinden geçti. Ayılınca, gördüğüm rüyâyı kendisine anlattım. Haccının kabûl edildiğini ve kendi haccı ile berâber altı yüz bin kişinin ibâdetinin kabûl edildiğini de haber vererek; "Bana nasıl hayırlı bir amel işlediğini anlat." dedim. O da anlattı:

Ben ayakkabı tâmircisiyim. Otuz seneden beri hacca gitmeyi arzu ederdim. Bu işimden, otuz senede üç yüz dirhem gümüş biriktirdim. Bu sene hacca gidecektim. Hanımım hâmileydi. Komşu evden burnuna yemek kokusu gelince; komşudan yemek istememi söyledi. Gidip, onun arzusunu bildirdim. Komşum ağlayarak şöyle dedi: "Ey Ali bin Muvaffak, bizim bu yemeğimiz size helâl değildir. Çünkü üç gündür, çocuklarım bir şey yememişlerdir. Bütün Şam şehrinde hiç bir iş bulamadım. Kimse bana iş vermedi. Ölü bir hayvan gördüm. Zarûret mikdârınca ondan bir parça kesip getirdim. Çocuklara yemek pişiriyorum. Size helâl olmaz."

Bunu duyunca içime bir acı düştü. Hac için biriktirdiğim gümüşleri getirip verdim ve; "Bunu çocuklarına nafaka yap, haccımız bu olsun!" dedim.
 







Çanakkale harbi nasıl bir îman gücüyle kazanıldı? Bu soruya cevap niteliğinde Çanakkale muhârebelerinde kumandanlık yapmış ve yaralanmış olan emekli bir subay, hâtırâtında şöyle anlatıyor:

Çanakkale Harbi’nin devam ettiği günlerden birindeyiz. O gün akşama kadar devam eden savaş, bu nisbetsiz üstünlüğe karşı yine zaferimiz ile netîcelenmek üzereydi. Gözetleme yerinde muhârebenin son safhasını heyecanla takip ediyordum. Mehmetçiklerin“Allah Allah…” nidâları ufku titretiyor, korkunç bir medeniyetin bütün heybetini temsil eden top seslerini bile bu müthiş haykırışlar bastırıyor gibiydi.

Bir aralık, yanımda bir ayak sesi duyar gibi oldum. Geriye dönünce Ali Çavuş ile karşılaştım. Sapsarı olmuş yüzünde müthiş bir ıztırap okunuyordu. Daha neyin var demeye kalmadan, o her şeyi anlatmaya yetecek olan kolunu bana gösterdi. Dehşetle ürpermiştim. Sol kolu bileğinin dört parmak kadar yukarısından aldığı bir isâbetle hemen hemen tamamen kopacak hâle gelmişti ve elini yere düşmekten ancak zayıf bir deri parçası alıkoymakta idi. Ali Çavuş dişlerini sıkarak ıztırâbını yenmeye çalışıyordu. Sağ elindeki çakıyı bana uzattı:

“–Şunu kesiver kumandanım!” dedi.

Bu üç kelimelik cümle, öyle müthiş bir istek, öyle bir mecbûriyet ifâde ediyordu ki, gayr-i ihtiyârî çakıyı aldım ve derinin ucunda sallanan eli koldan ayırdım. Bu tüyler ürpertici vazifeyi yaparken de:

“–Üzülme Ali Çavuş, Allah vucûduna sağlık versin!”diye moral vermeye çalışıyordum.

Çok geçmeden Ali Çavuş, yalnız elini değil, vatan uğruna fânî vucûdunu da fedâ etti. Gözlerini hayata yumarken de:

“–Vatan sağ olsun! Allah îmandan ayırmasın!.. Canım vatana fedâ olsun!..” cümlelerini tekrarlayarak son nefesini vermiş, etrafı küçük bir kan gölü hâline gelmişti.

***

Çanakkale harbi nasıl bir îman gücüyle kazanıldı? Bu hususta, bizzat harbe iştirâk etmiş bulunan kahraman yiğitler, zaferin taktiğini şu şekilde anlatıyorlardı:

“Gönüllerimiz Allâh’a niyaz hâlindeydi. O’nun yardım ve istiânesine sığınmıştık. Kumandanlarımız da sürekli olarak bize «Salât-ı Nâriyye»yi okutturuyorlardı… Böylece ilâhî yardıma nâil olduk…”

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI, Erkam Yayınları.
 
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bir gün, elinde bir dirhem ile yiyecek satın almak için çarşıya giderken, bir hizmetçi kızın ağladığını görürü ve;
– Kızım niçin böyle ağlıyorsun? buyurur. Hizmetçi kız:
– Bir yahudinin hizmetçisiyim. Bana bir dirhem verdi. Yarım dirhem ile bir şişe ve yarım dirhem ile de yağ satın al, dedi. Bunları alıp gidiyordum. Elimden düştü. Hem şişe, hem de yağ gitti. Şimdi ne yapacağımı şaşırdım, der.
Resûlullah efendimiz, son dirhemini kıza verir ve:
-“Bununla şişe ve yağ al. “, buyurur. Kızcağız, eve geç kaldığım için, yahudinin beni döğeceğinden korkuyorum deyince, Sevgili Peygamberimiz:
– Korkma! Seninle birlikte gelir, sana birşey yapmamasını söylerim, buyurur.
Beraberce eve gelip kapıyı çalarlar. Yahudi kapıyı açıp, Resûlullah efendimizi karşısında görünce şaşırıp kalır. Yahudiye, olanı biteni anlatıp, kıza bir şey yapmaması için şefaat buyurur. Yahudi, Resûlullahın ayaklarına kapanıp;
-Binlerce insanın baş tacı olan, binlerce arslanın, emrini yapmak için beklediği ey yüce Peygamber! Bir hizmetçi kız için, benim gibi bir miskinin kapısını şereflendirdin. Yâ Resûlallah! Bu kızı senin şerefine âzad ettim. Bana îmânı, islâmı öğret. Huzurunda müslüman olayım, der.
Resûlullah efendimiz, ona müslümanlığı öğretir. Müslüman olur. Evine girer. Çoluğuna çocuğuna olanları anlatır. Hepsi müslüman olur. Bunlar, hep Resûlullah efendimizin güzel huylarının sebebiyle olur.
Peygamberimiz hadîs-i şeriflerinde buyurdular ki:
“Merhamet etmeyene merhamet edilmez” ve “İnsanlara acımayan kimseye, Allahü teâlâ da merhamet etmez.”
Allahü teâlâ, Tevbe sûresinin 158. âyet-i kerîmesinde, Peygamberimizin şefkat ve merhametini överek buyurdu ki:
“Size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür.” (Tevbe- 158)
 
İlk zamanlarda lanetlik şeytan insanlar arasında öz çehresiyle serbestçe dolaşabiliyordu.

Bir gün gerçek mü'minlerden biri yanına yaklaşarak şeytanı denemek istedi. Mü'min,

- Ey Şeytan, ben seni çok seviyorum. Aynı senin gibi olmak için ne yapmak gerek? Bana söyler misin?" diye söze girişti.

Lanetlik şeytan bir av yakaladığından emin söze başladı. Önce,

- Hayret! Bugüne kadar benim gibi olmak isteyen bir kişiyle karşılaşmamıştım. Sen nasıl istiyorsun bunu? Ne mutlu sana! Seni candan tebrik ederim, dedi.

Sonra da kendisi gibi olabilmenin yolunu şöyle gösterdi:

- İlk işin namazı terk etmek olacak. Sonra da eğriye, doğruya boyuna yemin edeceksin.

Bütün bunları can kulağıyla dinlemiş görünen mü'min ortaya atılarak,

- Ey Şeytan! Ben Allah'a namazımı terk etmeyeceğim, asla dilimi yemine alıştırmayacağım diye erkek sözü verdim. Sözümden beni kimse caydıramaz, dedi.

Birden oltaya düşürülerek kandırma ve avlama usulleri meydana çıkarılmak istendiğini anlayan şeytan başına kaynamış su dökülmüş gibi şaşırıp kaldı. Bunun üzerine lanetlik şeytan:

- Şimdiye kadar senden başka kimse beni tuzağa düşürüp de insanları nasıl kandırıp avladığımın usullerini öğrenememiştir. Fakat bundan böyle öz çehremle insanlar arasında dolaşmıyacağım ve hiç kimseye de kandırma metotlarını açık etmeyeceğim, diye and içti.

{Kenzül Ahbar}

 
Râbia-tül Adeviyye biraz büyümüştü. Annesi ve babası vefât etti. Üstelik, Basra'da kıtlık ve fevkalâde pahalılık vardı. Bu hengâmede Râbia'nın ablaları dağıldılar. Kimsesiz kalan Râbia'yı zâlim bir kimse yakaladı ve hizmetçi olarak iş gördürdü. Sonra da köle olarak altı gümüş karşılığı bir ihtiyara sattı. O ihtiyarın hizmetçisi olarak, gösterilen zor işleri sabırla yapmaya çalışıyordu. Çok sıkıntılı günler geçirdi. Çok zahmetler çekti, fakat isyân etmedi. Allahü teâlânın takdirine râzı oldu. Edebi fevkalâde idi.


Bir gün karşısına bir nâmahrem, yabancı çıktı. Ondan sakınayım diye hızla giderken düşüp kolu kırıldı. Acz ve kırıklık içinde, mahzûn olmuş bir kalb ile Allahü teâlâya yalvardı.


"Yâ Rabbî! Garib ve kimsesizim. Yetim ve öksüzüm. Köle edildim. Bir de kolum kırıldı. Lâkin ben bunların hiç birine üzülmüyor, yalnız senin rızânı istiyorum. Benden râzı olup olmadığını da bilmiyorum" dedi.


Bu sırada bir ses duydu.

"Üzülme, sen âhirette meleklerin bile imreneceği bir makamda bulunacaksın." diyordu.


Râbia tekrar efendisinin evine döndü. Günlük hizmetleri yerine getirir, akşama kadar ayakta dururdu. Bununla beraber her gün oruçlu olur, geceleri de Allahü teâlâya ibâdet ve tâatle geçirirdi. Bir gece efendisi uyandığında Râbia'nın odasından sesler geldiğini işitti. Pencereden bakınca, Râbia'nın, secde ettiğini, Allahü teâlâya şöyle yalvardığını duydu. Diyordu ki:


"Ey Rabbim! Benim arzumun senin emrine uymak olduğunu biliyorsun. Benim saâdetim senin huzûrunda bulunmaktır. Eğer elimden gelse, sana ibâdetten, bir ân geri kalmam. Fakat ev sâhibimin hizmetinde bulunduğum için ona hizmet ediyorum ve sana gereği gibi ibâdet edemiyorum..."


Ev sâhibi, bunları duydu. Ayrıca, Râbia'nın başı üstünde bir kandil bulunduğunu, kandilin bir yere asılı olmadan havada durduğunu, odanın o kandilin nûru ile aydınlandığını gördü ve hayretten dona kaldı.

"Artık Râbia köle olamaz!" diyordu.


Sabaha kadar uyuyamadı. Sabah olunca hemen Râbia'yı çağırdı ve dedi ki:

"Artık serbestsin. Dilediğini yap. Ama burada kalırsan ben sana hizmet ederim."

Râbia;

"Gideyim." dedi.

Oradan ayrılıp küçük bir eve yerleşti. Bütün vakitlerini ibâdetle geçirir, bir gün ve gecesinde bin rekat namaz kılardı. Kefenini dâimâ yanında taşır, namaz kılacağı zaman onu serer, üzerine secde ederdi. Kefeni yanında olmadan gezdiğini, kefenini beraberine almadan konuştuğunu kimse görmedi. Süfyân-ı Sevrî ve Hasan-ı Basrî, ondan feyz alırlardı.
 
Çok alakasız olacak ama... Hoşuma gitti ablalarım müsaadenizle paylaşıyorum sizlerle :)



Vaktin birinde bir Padişah’a çok güzel bir tavus kuşu hediye etmişler. Demişler ki efendim bu tavus kuşunun eşi benzeri dünyada yok, çok cins bir hayvandır. Şöyle meziyeti var, böyle meziyeti var. Öve öve bitirememişler kuşu. Neyse Padişah hediyeyi kabul etmiş. Demiş ki vezirine nasıl buldun bakalım tavus kuşumu.

Vezir bu tavus kuşunun bir kusuru var efendim deyince Padişah hiddetlenmiş: Nedir bakalım benim eşi benzeri olmayan tavus kuşumun kusuru?
Vezir: ‘’ Efendim önce siz bunu size hediye edene sorun sonra söyleyeyim.’’ deyince Padişah çok merak etmiş. Tavus kuşunu hediye edeni çağırtıp kuşun kusurunu sormuş. İlk önce kuşun hiçbir kusuru olmadığını söyleyen adam, kellesinin Padişah tarafından alınacağını anlayınca gerçeği itiraf etmiş: — Efendim bu tavus kuşu yumurtadayken anası öldü biz de onu bir kaza kuluçkaya yatırdık ama bunun zarafeti ve güzelliğini gölgelemez.
Adamı yollayan Padişah, Vezir’i çağırtır ve tavus kuşundaki kusurun ne olduğunu ve bunu nereden anladığını sorar. Vezir: — Efendim tavus kuşu alımlı hayvandır kasılır yürür. Suyu bile iki saatte içer çalım satmaktan. Ama bu tavus kuşu, su içerken kaz gibi boynunu uzatıyordu.
Aferin demiş Padişah ve emir vermiş: Vezirimin yemeğini bir tas artırın.
Aradan bir zaman geçtikten sonra Padişah’a muhteşem bir at hediye etmişler ki öve öve bitirememişler. Bu atı dünyada geçecek at olmadığını, şaha kalktı mı herkesi kendisine hayran bıraktığını, iki günlük mesafeyi birkaç saatte koştuğunu duyan Padişah büyük bir heyecanla hediyeyi kabul etmiş. Vezirini hemen çağırtıp muhteşem atını sormuş. Vezir beğenmediğini söyleyince padişah tekrar hiddetlenip bunda ne kusur bulduğunu sorunca Vezir daha önce olduğu gibi bunu Padişah’tan atı hediye edene sormasını ister. Tavus kuşu meselesinde haklı çıkan Vezir’ine güvenen Padişah atı hediye edeni çağırtır. Atın sahibi de aynı tavus kuşunun sahibi gibi kellenin gideceğini anlayınca başlar anlatmaya
— Bu atın anası, babası ataları hepsi soyludur amma velâkin bu at daha tayken anası öldü bunu bir inek emzirdi. Tek kusuru bu Efendi’miz.
Padişah Vezir’in cevabını çok merak ettiği için hemen adamı huzurundan kovmuş ve Vezir’i çağırtmış. Vezir huzura gelip sabırsızlıkla kendisini bekleyen Padişah’ı bekletmemek için cevabını verdi:
— Padişah’ım soylu at üzerine sinek konduğunda öyle bir silkinir ki sinekler üzerine bir daha konmaya çekinir. Fakat bu sizin at, inekler gibi kuyruğunu sallıyor.
Padişah, Vezirini tekrar takdir ediyor ve emir veriyor: Vezirimin yemeğini bir tas arttırın.
Vezir’in bunları nasıl tahmin ettiği Padişah’ın aklından bir türlü çıkmamaktadır. Veziri bir gün tekrar yanına çağırttırdı ve sordu:
— Söyle bakalım Vezir, ben nasıl bir Padişah’ım benim asil soyum sopum hakkında ne söyleyebilirsin? Vezir: ‘’ Efendim doğrusunu söylemek gerekirse siz soylu bir Padişah değilsiniz.’’ deyince, Padişah yerinden kalktı ve diğer vezirlerine, bu vezirin öldürmesini söyleyecekken merakı ağır bastı ve otururken neden böyle söylediğini sordu. Vezir padişah’tan validesi sultan hanım’la bu konuyu konuşmasını daha sonra kendisinin cevap vereceğini söyleyince Padişah hiç beklemeden valide Sultan’a gider ve kendisinin neden asil olmadığını sorar.
Valide Sultan oğluna: ‘’ Oğlum sen Beysin koca ülke senin iki dudağının arasında as dediğin asılır yaşa dediğin yaşar, sen istemezsen ülkede kuş bile uçamaz.’’
Annesinin kendisini kandırmaya çalıştığını anlayan Padişah kılıcını çeker ve annesinin üzerine yürür. Valide Sultan aman diyerek oğluna yalvarır ve gerçeği anlatır:
— Oğlum, baban sürekli savaşlardaydı ve benimle çok ilgilenmiyordu. Sarayda çok yakışıklı ve kuvvetli bir aşçıbaşı vardı, senin baban odur. Bu neyi değiştirir ki oğlum sen sonuçta Padişah’sın.
Padişah kendisini bekleyen Vezir’inin yanına gelir ve anlatmasını emreder kendisinin neden soylu olmadığını. Vezir başlar anlatmaya:
— Efendim Padişah dediğiniz ihsanda bulunurken kese kese altın verir gümüş verir fakat siz her defasında bir tas yemek veriyorsunuz. O yüzden sizde Padişahlık kumaşı yok.

Netice itibariyle katranı kaynat kaynat olmaz şeker cinsine tükürdüğüm cinsine çeker.

 
Vakti zamanında Allah erenlerinden birinin bir gün oğlu vefat eder. Daha o gece rüyasında oğlunu Cehennemde azap çekerken bitmiş tükenmiş bir halde gören ermiş, derin bir üzüntüye boğulur. Ertesi akşam yine görür. Fakat bu defa oğlu Cennet köşklerinden birine kurulmuş neşe içinde yüzmektedir.


Merak içinde kalarak sorar.

"Ey oğlum, seni dün akşam Cehennemde, bu akşam da Cennette gördüm. Bu nasıl iş, bunun sebebi ne?

Babasının bu sorusunu oğlu, şu sözlerle cevaplandırır.

"Bugün mezarlığımıza muhterem bir mümin uğradı. Üç defa ihlâs sûresi'ni okuduktan sonra sevabını bütün yeryüzü ölülerinin, ruhlarına bağışladı. Benim payıma düşen sevapla işte gördüğün gibi Allah (c.c.) beni Cennetine koydu."

Yüce Allah (c.c.) cümlemizi İhlâs Suresi'ni okuyarak hem bu dünyanın, hem de öbür dünyanın çile ve sıkıntılarından uzak kalan kullarından eylesin, âmin.
 
Bir gün yaşlı bir mecûsî İbrahim (a.s)'ın kapısın çalarak Ona misafir geldiğini söyledi. İbrahim (a.s) de, "Sen ateşe tapıyorsun, dininden dönmedikçe ben seni nasıl olur da misafirliğe kabul ederim" diye çıkıştı.

Mecûsi misafir de üzgün üzgün çekip gitti. Ardından Allah (c.c.), "Ey İbrahim!" dedi. "O mecûsîyi dininden dönmeden niye misafirliğe kabul etmedin? Bir gece misafir etseydin sana ne zararı dokunabilirdi? O kâfir olduğu halde biz onu tam yetmiş yıl suladık doyurduk."

İbrahim (a.s) ters bir iş yapmanın verdiği acıyla o gece zor sabahladı. Şafak söker sökmez de hemen yola koyularak yaşlı mecûsîyi aramaya başladı, nihayet bir yerde buldu. Yakasına yapışarak ille de seni evimde bu akşam misafir edeceğim diye and verdi. Akşamki İbrahim'le sabahki İbrahim'i değişmiş gören mecûsî dayanamayıp, "Ben sana şaşıyorum, ey İbrahim!" dedi. "Dün beni evinden kovdun, bugün ise evine davet ediyorsun? Bunun hikmeti ne ola?"

Allah katından gelen vahyi bir bir dile getiren İbrahim (a.s)ın sözleri bittikten sonra mecûsî, "Demek ki, ben kâfir olduğum halde Rabbinin bana karşı davranışı bu kadar iyi ha!" diyerek elini İbrahim (a.s)'e uzattı ve "Allah'tan başka ilâh yoktur, sen de O'nun kulu ve elçisisin" dedikten sonra gözlerinden akıttığı sevgi gözyaşları içinde imana geldi.
 
Yermük harbinde, eshab-ı kiram birçok şehit verdi ve birçoğu da gazi oldu. Şehadet şerbeti içerken bile birbirlerine ne kadar bağlı olduklarını, birbirlerini ne kadar sevdiklerini gösterdiler.

Eshab-ı kiramın ileri gelenlerinden Hazret-i Huzeyfe anlatıyor:
Yermük muharebesinde idi. Çarpışmanın şiddeti geçmişti ve mızrak darbeleri ile yaralanan müslümanlar düştükleri kızgın kumların üzerinde can veriyorlardı. Bu arada ben de, güç bela kendimi toparlayarak, amcamın oğlunu aramaya başladım. Son anlarını yaşayan yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihayet aradığımı buldum. Fakat ne çare!.. Bir kan seli içinde yatan amcamın oğlu, göz işaretleri ile bile zor konuşabiliyordu. Dudakları hararetten adeta kavrulmuştu.

Daha evvel hazırladığım su kırbasının ağzını açtım suyu kendisine doğru uzatırken, biraz ötedeki yaralıların arasından İkrime'nin sesi duyuldu, (Su! su!...)

Amcamın oğlu Hâris, bu feryadı duyar duymaz göz ve kaş işaretiyle suyu hemen İkrime'ye götürmemi istedi. Kızgın kumların üzerinde yatan şehitlerin aralarından koşa koşa İkrime'ye yetiştim ve hemen kırbamı kendisine uzattım. İkrime elini kırbaya uzatırken Iyaş'ın iniltisi duyuldu: (Allah rızası için bir damla su!)

Bu feryadı duyan İkrime, elini hemen geri çekerek suyu Iyaş'a götürmemi işaret etti. Suyu o da içmedi. Ben kırbayı alarak şehitlerin arasından dolaşa dolaşa Iyaş'a yetiştiğim zaman kendisinin son nefesinde kelime-i şehadeti söylediğini duydum.

Benim getirdiğim suyu gördü. Fakat vakit kalmamıştı... Başladığı kelime-i şehadeti ancak bitirebildi. Derhal geri döndüm, koşa koşa İkrime'nin yanına geldim. Kırbayı uzatırken bir de ne göreyim! Onun da şehit olduğunu müşahede ettim. Bari dedim, amcamın oğlu Hâris'e yetiştireyim. Koşa koşa ona geldim. Ne çare ki o da ateş gibi kumların üzerinde kavrula kavrula ruhunu teslim edip, şehit olmuştu.

Allahü teâlâ Eshab-ı kiramı çeşitli vesilelerle övmektedir. Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki:
(Onlar birbirlerinin dostlarıdır.) [Enfal 72]

(Onlar kâfirlere karşı şiddetli, çetin, fakat, birbirlerine karşı merhametlidir.)
[Feth 29]

(Hepsi için Hüsnayı
[Cenneti] söz veriyorum.) [Hadid 10]

(Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan Cennetler hazırlamıştır.)
[Tevbe 100]
 
Bayezid-i Bistami hazretlerine sevenlerinden birkaçı, (Filan şehirde âlim evliya bir zat var, ziyaret edelim) diye ısrar ettiler. Sonunda bunları kırmamak için razı oldu, o zatı görmek için yola çıktılar. Nihayet o zatın bulunduğu şehre geldiler. Camiyi sorup, o yöne doğru yürüdüler. Tam camiye 200-300 metre kalmıştı ki o zatı caminin önünde gördüler. Hemen, İşte efendim, o mübarek zat, şu gördüğümüz kimse diye söylediler.

O zat o anda yere tükürdü. Bunun üzerine Bayezid-i Bistami hazretleri Geri dönüyoruz, görüşmeye lüzum kalmadı dedi. Sevenleri ısrar etti, Efendim bunca yolu kat ettik, o mübarek zat da şu, görüşmeden nasıl geri döneriz, dediler. Fakat ısrarları fayda vermedi. Sevenleri yine Âlim ve evliya zattır, bir görüşsek diye ısrar edince, Bistami hazretleri buyurdu ki:

O kimse, evliya ve âlim olamaz. Kıble tarafına tükürdü. Bu adam Resulullaha karşı lazım olan edeplerden birini gözetmedi. Veli olmak için lazım olan edepleri de gözetemez. Hiçbir bi edeb, vasılı ilallah olmamıştır. Yani hiçbir edepsiz Allahü teâlânın veli kulu, sevgili kulu olamamıştır.

 
Cüneyd-i Bağdadi hazretlerinin talebelerinden biri, gördüğü rüyalar üzerine, "Artık ben kemâle geldim. Sohbete lüzum kalmadı" vesvesesine kapılıp, bir kenara çekildi.

Bundan sonra gördüğü güzel rüyalar daha da arttı. Rüyasında kâh uçuyor, kâh insanlara vaaz ediyor, kâh bağlık bahçelik içinde güzel nehirler ve çok lezzetli yemekler yediğini görüyordu. Kendisini bulup, sohbetlere niye katılmadığını soran arkadaşlarına bu hâlini anlattı, artık ilmi tamamladığına inandığını, bundan sonra da irşatla uğraşacağına dair karar verdiğini söyledi.

Arkadaşları dönüp, hocaları Cüneyd-i Bağdâdi hazretlerine durumu arz ettiklerinde, Madem öyle, gidin ona söyleyin, onu bu gece Cennete götürürlerse, Cennete vardığında üç defa Lâ havle… okusun, buyurdu.

Talebeler gidip, o arkadaşa bunu söylediler. O da, hay hay, öyle olursa okurum dedi.

Hakikaten o kimseyi rüyasında Cennete götürdüler. O kimse Cennete vardığında üç defa Lâ havle okudu. Gördüklerini ve kendisinde hasıl olan şeytani hâllerin hepsini unuttu. Bir anda kendisinin pislik ve çöplük içerisinde olduğunu gördü. Uyandığında içine düştüğü hatayı anladı. Çok pişman olup tevbe etti ve gelip hocasının elini öptü. Sohbetlere devam edip, talebeler arasındaki yerini aldı.

Cüneyd-i Bağdadi hazretleri ilk sohbetinde onlara buyurdu ki:
"Rüyalara güvenilmez. Rüyadaki padişahlığın ne kıymeti var? Uyanıkken ele geçene bakmak lazım. Herkese bir rehber, mürşid-i kâmil lazımdır. Aksi halde şeytan gelip kendisine musallat olur ve insan maazallah ona tâbi olur. Sadık olan, ihlaslı olan her aradığını mürşidinde arar ve bulur. Bu din edep dinidir, ahde vefa dinidir. Hocam hayatta iken tam 30 sene din hakkında konuşmadım. Sonunda emirle konuştum, yani konuşmamı emrettiler, ancak ondan sonra hocamdan öğrendiklerimi nakletmeye başladım. Yine kendiliğimden bir şey söylemedim. Hocamdan naklettiklerimi, kendi bilgim gibiymiş gibi anlatsaydım, hırsızlık etmiş olurdum. Büyükler evden bir şey getirmezler, hırsızlık etmezler, kendilerine mal etmezler. Kimse kendini bir şey zannetmesin, bu yolda olmak yoktur, yok olmak vardır. Aynaya bakıp da kendinden tiksinmeyen, kendi yüzüne tükürmeyen, bu büyüklerin kemalatından mahrumdur yani istifade edememiştir."
 
Mahşer meydanında bir günahkârın hesabı görüldü. Amel defteri, eline sol taraftan verildi. Dünyada kulun iyiliği için kollayan melekler, burada ite kaka cehenneme doğru sürüklemeye başladılar.

Bu günahkâr kul, her yol başında bir ümide kapılarak dönüp dönüp arkasına bakıyordu. Elinden bir şey gelmediğinden, sonbahar yağmuru gibi göz yaşı döküyordu. Bir yandan da geriye dönüp, yüzünü Hak’tan tarafa çeviriyordu.

Cenâb-ı Hak’tan emir geldi:
”Ey kötülüklerin kaynağı günahkâr kul! Yaptıklarınla beni incittin.
Günahlarla dolu defterini aldın, yaptıklarının karşılığı cehennem olduğuna göre, daha ne diye emekleyerek gidiyorsun, dönüp dönüp arkana bakıyorsun?
Ne geceleri yalvarıp namaz kıldın, ne gündüzleri haramdan sakınıp oruç tuttun. Diline sahip olmadın.
Yaptığın zulümlere tövbe de etmedin. Sende kötülükten başka ne var?
Daha neyi ümit ediyorsun?”

Günahkâr kul der ki:
”Ey Allahım, hakkımda söylediklerinden yüz kat daha kötüyüm. Arkama dönüp baktığımda; kendi yaptığım işlere, doğruluğuma, isyanıma, günahlarıma, inatçılığıma bakmıyorum. Bana varlık elbisesini bağışlayan Rabbimin karşılık beklemeden, sebepsiz affına, lutfuna ve keremine bakıyorum. Bütün ümidim, güvenim o lutuf sahibinedir.”

Cenâb-ı Hak buyurdu:
”Ey melekler! Onu tekrar benim huzuruma getirin. Bu kulumun gönül gözü, recâ ve niyazdadır. Suçlarına bakmadan onu bağışlayayım.” ***
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…