• Merhaba, Kadınlar Kulübü'ne ÜCRETSİZ üye olarak yorumlar ile katkıda bulunabilir veya aklınıza takılan soruları sorabilirsiniz.

Köşe Yazıları-Köşe Yazarları

DatluCadu

5 dakkaya hazırım
tek ayak cezası
Kayıtlı Üye
12 Temmuz 2006
22.576
772
413
45
İhsan Dağı-Zaman

Parti programından seçim beyannamelerine demokrasi, özgürlük, çoğulculuk dedi, hizmet siyasetini öne çıkardı. Sonuçta da ‘milli görüş’ tabanının yanı sıra ‘merkez sağ’ seçmenin de desteğini aldı. Bunda elbette ‘merkez sağ’ siyasal aktörlerin 28 Şubat ve 27 Nisan süreçlerinde takındıkları ‘militarist’ tutum da etkili oldu.

Böylece ‘demokrasi’ ve ‘kalkınma’ diline yaslanarak siyaset yapan Menderes ve Özal’ın yanına Erdoğan’ın resmi de ilave edildi. Dikkat edin o resimde Erbakan yoktur, ama Erdoğan vardır. Neden? Çünkü Erdoğan’ın yeni partisinin lider kadrosu ‘milli görüş’ten de gelse tabanının büyük kısmı Menderes-Özal çizgisindeki insanlardan oluştu. Bu AK Parti’ye hem kitlesel bir destek hem de ‘sistemsel’ bir meşruiyet sağladı. Bugün gelinen noktada tabandaki ‘merkez sağ’ unsurlara duyarsızlık AK Parti için riskler taşıyor. İdeolojik ve çatışmacı bir siyaset anlayışı ile merkez sağ siyasal gelenek arasındaki uyuşmazlık sanırım gözden kaçırılıyor.

Bugün hem Başbakan’ın konuşmaları, hem bu konuşmalarda atılan sloganlar Menderes-Özal geleneğinden çok Erbakan çizgisine yakın. Üslup da içerik de ‘merkez’ değil ‘ideolojik’ bir partiyi andırıyor. Erdoğan on yıl önce meydanlarda böyle konuşsaydı yüzde 34’ü, 47’yi, 50’yi görebilir miydi?

Bu durum “AK Parti’de bir ‘eksen kayması’ mı yaşanıyor?” sorusunu gündeme getiriyor. Böyle bir algı oluşursa bu partinin tavandaki ve tabandaki koalisyonlarını nasıl etkiler? Demokrasi, özgürlükler, çoğulculuk, dünyaya açılma ve hizmet siyaseti ortak paydasında toplananlar nasıl bir karşılık verir? Siyaseten zor bir dönemden geçtiğini düşünen bir AK Parti’nin geçmişte olduğu gibi ‘merkez kimliği’ni öne çıkarmasını beklerdim. Tam tersi oluyor; daha çok ‘milli görüş’ çizgisinin siyasal söylemi ve tarzı canlanıyor. Bunun bir ‘savunma refleks’i olduğuna kuşku yok, ama yanlış.

Tabii ki hükümet bir anlamda rahat. Merkez sağ seçmeninin gidebileceği bir başka siyasal parti yok alternatifler arasında. Bunlar CHP’ye yönelmeyeceğine göre AK Parti ‘daha dini ve milliyetçi’ bir dille dayanışma ve kenetlenme havası yaratmaya çalışıyor. ‘Derin Anadolu’nun dini ve milliyetçi kimliğini öne çıkarıyor söylemlerinde. Böyle yapınca da 2002’den beri kitlelere verdiği ‘demokratikleşme ve sivilleşme’ mesajları artık işlevsiz görülüyor ve terk ediliyor. Ancak AK Partililerin yerinde ben olsam ‘demokrasi, özgürlük, çoğulculuk’ söyleminin ve talebinin siyasal bir karşılığının olmadığını düşünmezdim. Unutmasınlar, AK Parti’nin farklı toplumsal ve siyasal çevrelerle ‘koalisyonlar kurma’sını sağlayan ve ardından da onu iktidara taşıyan demokrasi, özgürlük ve çoğulculuk dili ve ortak paydasıydı. Bu terk edilip ceberrut, devletçi ve otoriter bir dil konuşulmaya başlandığında bunun siyaseten sonuçları olacaktır. Değişimi, demokrasiyi, özgürlüğü, çoğulculuğu AK Parti savunmazsa savunacaklar elbette çıkacaktır. Siyasette boşluk olmaz ve bu talepler de ‘boş şeyler’ değildir. Tecrübeyle sabit...

AK Parti bugün hâlâ güçlü. Bu güç ülkenin sivilleşmesi ve demokratikleşmesine yoğunlaşmalı. Ama aksi yönde bir sürü emare var maalesef. Taraf’ın dünkü haberine göre MİT ile yapılan bir protokol gereği MEB, THY ve Tapu İdareleri ve PTT, sistemlerindeki bütün işlemleri ve bilgileri MİT’e aktarıyormuş. Bu, fiilen bütün insanların MİT tarafından fişlenmesi anlamına gelir. Doğruysa bu dehşet verici. Bunun literatürdeki adı ‘muhebarat’, yani ‘istihbarat devleti’dir. Onca mücadeleden sonra varacağımız yer bu olamaz. AK Parti, böyle bir ‘rejim’e izin veren, göz yuman veya bundan medet uman bir parti haline gelemez. Hem Gezi krizden çıkışın hem istihbarat devletinden sakınmanın yolu AK Parti’nin ‘kuruluş felsefesi’ne dönmesidir.
 
Taha AKYOL-Hürriyet

Arınç, AK Parti hareketinin üç öncüsünden biridir. Erbakan’a mutlak itaatle bağlı gençlerin “İşte ordu, işte kumandan” diye yeri göğü inlettiği 14 Mayıs 2000 kongresinde kürsüye gelip parti içi demokrasiyi ve özgür bireyi savunarak hareketin önünü açmıştı.
Arınç “uyarılma, silkeleme” işini kimden bekliyor bilmiyorum. Ben bunu harkesten önce partide Arınç’ın yapması gerektiğini düşünüyorum.
Tarihten bir anekdotla anlatmak istiyorum konuyu.

MENDERES VE BAŞGİL

1960 yılının nisan ayı, merhum Menderes’e karşı darbeyle sonuçlanacak gösteriler İstanbul’da başlamış, Ankara’ya yayılmıştır.
Menderes, danışmalarda bulunmak üzere anayasa profesörü Ali Fuat Başgil’i Ankara’ya davet etmiştir. Merhum Başgil dünya görüşü itibariyle “muhafazakâr liberal”dir. CHP egemenliğindeki üniversite camiasında DP’ye sempatiyle bakan birkaç bilimadamından biridir.
29 Nisan 1960, cuma akşamı, Çankaya köşkü; Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Zorlu, Başgil’i dinliyorlar. O sıralarda anayasaya aykırılığı iddia edilen bir “Yetki Kanunu” meselesi vardır; muhalefet ayağa kalkmıştır. Başgil Komisyon’u anayasaya uygun, verilen yetkileri aykırı bulur, ayrı bir konu.

SERT TEDBİRLER

Menderes “Sayın Hocam” diyerek, Bayar “Sayın Profesör” diyerek Başgil’e tavsiyesini soruyorlar. Başgil uzun konuşmasında “Yetki Kanunu’nu Meclis’e geri gönderin, muhalefetle konuşun, seçim hükümeti kurun” gibi tavsiyelerde bulunuyor; aynen diyor ki:
“Bilhassa gençliğe karşı çok sert tedbirlere başvurmamalısınız...”
Menderes bunların hepsine hazır olduğunu söylüyor fakat Bayar müdahale ediyor:
“Ben hiçbir şekilde bu görüşe katılmıyorum. Bilakis son derece sert davranmak ve tahrikçileri ibret örneği olmak üzere cezalandırmak lazımdır!...”
Başgil, kitabında, büyük bir üzüntüyle Bayar’ın görüşünün ağır bastığını, bunun CHP’ye ve darbecilere yaradığını anlatır. Ayrıntılarını merhum Başgil’in “27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri” adlı kitabında okuyabilirsiniz.

BUGÜNKÜ DURUM

Bugün bırakın darbeyi, askerin herhangi bir müdahalesinden bahsetmek ancak deli olmakla mümkündür. Böyle bir şey, ebediyyen tarih olmuştur ve bu sivilleşmede AKP’nin hizmeti büyüktür.
Bugün sokaklarda iktidara karşı “ayaklanma” yoktur, erken seçime bile gerek yoktur; “Türk Baharı” lafı zırvadır. Bugün sokaklarda olanlar, “ayaklanma” değil, “protesto”dur.
Korkulan da müdahale değildir! Sokaklardaki gerilimin tırmanması ve ülkenin, Allah korusun, “yönetilemezlik” vehametine sürüklenmesi ihtimalidir. Ekonomiye olumsuz etkileri de görülüyor zaten.

İKİ SEÇENEK

İktidarın önünde iki seçenek var: Mitingler düzenleyip öfkeli konuşmalarla muhalif kitlelerdeki tepkiyi daha da körüklemek, aynı zamanda AK Parti tabanındaki karşıt duyguları bilemek!...
Yahut, sakin konuşmalarla, diyalog kurarak, gerektiğinde geri adım atma erdemini sergileyerek gerilimi düşürmek... Vandalları ve illegal örgütçüleri kitlelerden tecrit etmenin yolu budur.
Anekdotumuza dönersek; Menderes’in ve demokrasinin hakiki dostları kimmiş? Ali Fuat Başgil ve DP içindeki Sıtkı Yırcalı, Rıfkı Salim Burçak gibi “yumuşama”yı savunanlar mı?... Yoksa mesela Bahadır Dülger gibi muhalefete karşı İstiklal Mahkemeleri’nin kurulmasını isteyen “şahin”ler mi?!
Bugün de Erdoğan’ın ve demokrasinin hakiki dostları, öfkeli konuşmalarına alkış tutanlar değil, onu böyle olaylarda Batılı liderler nasıl davranmışsa öyle davranmaya, itidale ve uzlaşmaya davet edenlerdir.
 
Son düzenleme:
Merve Kavakçı İslam / Yeni Akit

Bugün biraz demokrasi 101 yapalım. Yani demokrasiye giriş de denebilecek bazı temel esasları hatırlayalım. Demokrasi halkın yönetimi anlamına gelen demos ve kratia olan iki yunanca kelimeden gelir malum. Halk kendini yönetecektir de bu reel dünyada nasıl gerçekleşebilir? İki şekilde tezahür edebilir. Birincisine direct demokrasi denir ikincisine indirect yani dolaylı demokrasi. Dolaysız demokratik uygulamada yönetim işlerinin her biri halka sorulur. Bu, bugün ancak çok küçük yerleşim bölgelerinden uygulanabilir, yani o bölgenin sakinleri hayatlarına şekil verecek konularda fikir beyan ederler ve onların isteği doğrultusunda da yönetilirler. Bugünün büyük ve kalabalık dünyasında direkt demokrasi yani dolaysız olarak halkın kendi katılımı ile yönetim ancak köy, belki köyde bile değil de mahalle de uygulanabilir. Ülke bazında ise referandum dediğimiz ‘halka sorma’ prosedüründe görülür direkt demokrasi. Bu da ancak çok önemli konularda yapılır zira, referandumlar da her seçim gibi pahalı ve zaman alıcıdır. Sonuç itibariyle de direkt demokrasi ülke bazında referandum dışında uygulanmaz, çünkü pratik değildir bu. Bunun içindir ki indirekt yani dolaylı demokrasi uygulaması vardır bütün ulus-devletlerde. Yani seçersiniz, Meclis’e yollarsınız, seçtikleriniz de siz işinize gücünüze bakıp hayatınıza devam ederken sizin adınıza kararlar alırlar ve uygularlar. Günün sonunda onları siz seçmişsinizdir, onlar da sizin vekil ve temsilciniz olarak hem hayatınıza hem de hayat alanlarınıza dair kararlar alır ve size bildirirler. Memnun kalmazsanız bu seçtiklerinizi değiştirirsiniz, bunu da ulu orta, istediğiniz zaman değil ancak seçim zamanı yaparsınız. Biz buna siyaset biliminde, kısaca ‘beğenirsiniz tutarsınız, beğenmezseniz atarsınız’ diyoruz. Bu atma, müteakip seçimde olur.
Şimdi gelelim Gezi’ye. Daha doğrusu Gezi olaylarının en başlangıçtaki, birçoklarınca ‘samimi’ kabul edilen taleplerine. Zira sonrası apayrı bir konu… Siyasi bir ekibi iş başına getirmişsiniz. Öyle veya böyle çoğunluğun seçimi ile bu kadro iktidara gelmiş. Halktan aldıkları teveccüh oranının yansıması olarak Meclis denen yere gitmişler. Ne yapmaya? Sizden aldıkları yetki ile size verilecek hizmetler konusunda karar almaya. Gezi Parkı ile alakalı proje de 2011 yılında Sayın Erdoğan’ın Çılgın Proje dediği projeler kapsamında gündeme gelmiş. Parti temsilcileri enine boyuna konuyu tartışmışlar, bir karara bağlamışlar. CHP ve AK Parti müsbet oy kullanmış velhasıl meclisten geçirmişler restorasyon teklifini. Demokrasi hep işlemiş bu süreçte. Sürecin kendisi demokrasi bir başka deyişle.
Şimdi kalkmış bir grup insan biz alınan karara karşıyız diyor. Peki, öyle olsun. Olsun da bundan çıkarılabilecek tek sonuç önümüzdeki seçimde verirsiniz oyunuzu, Gezi parkına sizin istediğiniz yönde sahip çıkacak birilerini temsilci seçersiniz. Bunu başaramazsanız, işte o zaman da yine demokrasi gereği susarsınız. Çünkü demokrasinin gereği budur. Talebiniz yeterince halkta karşılık bulamamıştır ki sizin görüşünüze karşı görüşte hareket eden bir karar çıkmıştır demokratik siyaset makinasından. Bunu anlamak neden bu kadar zor…. Ben biliyorum da öylesine soruyorum.
 
Yılmaz ÖZDİL-Hürriyet


Tahrir meydanındaki deveyi bile naklen yayınlayan bizim arkadaşlar ise, memleket mahşer yerine dönmüşken, penguen yayınladı.

*

Aslında, kutup ayısı yayınlansaydı, başbakanımızın “bahtsız bedevi” vizyonuna daha uygun olurdu.

*

İğneyi kendimize, çuvaldızı başkasına batıralım. İstanbul’da basılan gazetelerin, bırak Diyarbakır’ı, Bursa’daki bayiye bile anca ertesi gün ulaştığı, Ankara’yla İzmir arasında alo demek için altı saat beklediğimiz, Samsun cigarasından odun çıktığı, Anadol’un inekler tarafından yendiğine inandığımız, filmlerde n’ayır n’olamaz diye konuşulurken, siyah-beyaz TRT’de necefli maşrapayı bile büyülenmiş gibi seyrettiğimiz günlerde, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Sansürün bi manası olabilirdi.

*

İlkokul çocuklarının cep telefonundan NBA maçlarını takip ettiği dönemde, iktidarın basını terbiye etmeye kalkışması... “Günümüz gerçekleri”nin algılanamadığının kanıtıdır.

*

Her höt zöt kendi kahramanını yaratır.
Saddam başaramadı.
Körfez savaşını CNN International’dan seyrettik.
Bush başaramadı.
11 Eylül’ün olan bitenini El Cezire’den seyrettik.
Başaramazsınız...
Halk TV’den seyrediyoruz.

*

Sadece 24 kişi onlar...
TRT’de 7 bin kişi var.
Halk TV’de 24 kişi...
Genel yayın yönetmeni Hakan Aygün, maaş almıyor, gönüllü çalışıyor, dolayısıyla işten atılma riski yok! İstanbul’daki haber merkezi, bildiğin apartman dairesi, 3 oda 1 salon, 80 metrekare, salon stüdyo, oturma odası reji... Canlı yayın aracı tamircide, yaptırmak için paraları yok. 3’ü Ankara’da, 3’ü İstanbul’da sadece 6 kameraları var. Hepsi stüdyo kamerası, sabit yani. Aktüel kameraları yok. Mecbur kalınca, söküp, sırtlayarak röportaja gidiyorlar. Helikopterleri var! Bir vatandaşın maket helikopteri var, her sabah motosikletine atlıyor, Taksim’e gidiyor, kameralı helikopterini uçuruyor, en çarpıcı görüntüleri topluyor, sonra geliyor, kasedi Halk TV’ye veriyor; ücretsiz. 81 şehrimizde binlerce muhabirleri var. Hepsi vatandaş. Çekip, internetten gönderiyorlar; bedava. Gazeteci olmayan bilmez, haber tanrısı vardır, haberi habercinin ayağına getirir... Habere gitme imkânları olmadığı için, ahali Halk TV’nin ayağına geliyor. Taksim’e ve Kızılay’a çıkan yol, tam önlerinden geçiyor, pencereden yayınlıyorlar. Başlarına bi kötülük gelmesin diye, apartmanın kapısında nöbet tutan gaziler var. Kadınlar kek getiriyor, börek getiriyor. Neredeyse bütün gazetelerde, televizyonlarda destekçileri var. Mesaisi bitince, Halk TV’de gönüllü kameramanlık yapan var. Gece yarısı gelip, montaja yardım eden var. Telefonla bilgi veren var. Türk Basını’nın “imece”si Halk TV... Gençler kuyrukta, stajyer yağıyor. Nihat Genç orada. Yorumcu kılıklıların alayını topla, tırnağı etmez. Sen trilyonlar döküp, dizi yayınlıyorsun, ahali Gezi Parkı’ndaki dizi oyuncularını, Halk TV’den seyrediyor. Reklamlar başlayınca fırsat bu fırsat tuvalete gidiliyor, bunlar tüy dökücü krem, hortum, horlama cihazı filan yayınlıyor, ahali gözünü bile kırpmıyor, zaplamıyor.

*

Yandaşlar “zurnanın son deliği”yken...
“Düdüklü tencerenin düdüğü”dür Halk TV.
O ıslık sesi olmasa, tencere basınçtan patlar.

*

Medyaya rağmen geldiğini unutuyor iktidar...
Medyaya rağmen giderken, belki hatırlar.
 
Serdar Arseven / Yeni Akit

Ankara Kuğulu Park’taki eylemcilerden beş-on kişilik bir grupla sohbet ettik.
“İstediklerinin tam olarak ne olduğunu” biliyorlar mı?
Sorduk…
“AKP’den kurtulma arzusu” dile getirildi.
Birilerinin AK Parti’den kurtulmak istemesi tabii bir durum.
AK Parti, vatandaştan aldığı destekle çoğu alanda “doğru olanı” uygulamaya koyuyor.
Bana göre doğru olan, onlara göre yanlış.
Mesela…
Günün her saatinde “içki” satın alabilmek istiyorlarmış.
Ben de onlara…
“Günün bırakın herhangi bir saatinde, hiçbir anında yasal olarak uyuşturucu almanız mümkün değil. Buna da kızıyor musunuz?” diye sordum.
“Aynı şey değil!” dediler.
Benim inancıma göre aynı şey!
Meseleye “kişisel hayata müdahale” çerçevesinden bakarsanız da aynı şey!
“Kimseye zarar vermedikten sonra, istediği saatte içkisini alıp içsin sana ne?” derseniz, ben de, “Kimseye zarar vermedikten sonra, istediği saatte uyuşturucusunu alıp kullansın, sana ne?” derim.
Mesele inanç meselesi, bu tartışma bitmez!..
Hem Kuğulu Park’takilerle hem de bizim İT’tihatçı kalıntısı bazı aile fertleri ile konuştuğumuzda, “AKP’den kurtulma” arzusunun sınır tanımaz olduğunu görüyoruz…
Peki bu şartlarda nasıl olacak bu?..
Her iki tarafa da sorduğunuzda, “Darbe peşinde değiliz!” karşılığını alıyorsunuz.
Darbe olmayacak…
Peki…
Nasıl olacak?..
Seçimle mi?..
Bu vatandaş, cami halılarını kirli ayakkabılarıyla ezen, camilerde içki içen, metrolarda ‘çatır çatır sevişme’ eylemleri gerçekleştiren zihniyete oy verir mi?..
¥
Bunlardan bahsettiğinizde, eylemcilerden de yanlış yapanlar olduğunu filan söylüyorlar…
Ya bu kaçıncı yanlış; kandil gecesi bile çatır çatır içen (x*!*!!)ler!..
Neyse, kızdık yine toparlayalım…
Durum değerlendirmesi…
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul, Adana, Mersin ve Ankara’da iyi esti…
Bu memleketin has evlatlarının sokaklara biriktirilenleri tükürükle boğmaya muktedir olduğu ortada ama bu onlara yakışmaz…
Hesaplaşma, Erdoğan’ın işaret ettiği yerde gerçekleşecek…
Sandıkta!..
¥
Hani, fırsatçılık gibi görülmesin ama…
Benim ruhum “erken seçim” istiyor, bir baskın seçim!..
“Öyle bir şey yok, mok” deniyor ama…
Bu işler belli olmaz!..
AK Parti, rüzgârı yine arkasına aldı.
Dün, Karabük, Kastamonu turu attım…
Millet, “Aman ha” diyor;
“Camilerde içki içen, sokaklarda polis katleden bu kirli zihniyet bir iktidara gelirse yandığımızın resmidir!.”
“Varsa yoksa Recep Tayyip Erdoğan!..”
¥
Kastamonu taraflarında hemşehrilikten dolayı “Numan Kurtulmuş” ismi de geçiyor ama…
Neresinden bakarsan bak, Recep Tayyip Erdoğan.
¥
Erdoğan, millet tarafından kendisine yüz yılda bir bahşedilen bir “nimet” olarak görülüyor.
Cumhuriyet tarihinin en karizmatik Millet ve Devlet Adamı.
¥
İşte yine, iç ve dış şer odaklarının hep birlikte yüklendiği bir anda, rüzgârın yönünü değiştirdi.
Bugün artık ezici üstünlüğü oluşturan AK Partililer, “Allah Recep Tayyip Erdoğan’a uzun ömürler versin, Allah onu başımızdan eksik etmesin.” diyor.
¥
Söylenenler, söylenmek istenenler hep bir noktaya varıyor…
“Erdoğan’sız olmaz!..”
¥
Partili bir Cumhurbaşkanı olmayacaksa, Erdoğan’ın Köşk’e çıkmasının büyük bir hata olacağını söylüyor hangi AK Partili ile konuşsam.
“Partisiz bir Cumhurbaşkanı’nın Merhum Özal’ın durumuna düşmesi kaçınılmaz!” diyorlar, “O Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olsa bile!..”
¥
Şu üç dönem meselesi…
Konuştuğum AK Partililer, “Ayet hükmü değil ya!” diyor hep bir ağızdan.
Şu cümlelerde not defterimde kayıtlı:
“Öyle demişti, böyle demişti işin teferruat tarafı…
Düşman ülkeye girmiş, onu demişti bunu demişti tarafı mı konuşulacak!..”
¥
“Durun bakalım” dedim kalkarken:
“Anayasa Mahkemesi, oda ve borsalarda 2 dönem başkanlık yapanların 2 dönem ara vermedikçe yeniden seçilemeyeceğine ilişkin düzenlemeyi iptal etmişti. Hukuk devletinde çareler tükenmez!..”
 
Yavuz Bahadıroğlu-Yeni Akit

Şimdi size tarihten bir tablo sunacağım, günümüzle bağlantı kurarsınız, ya da kurmazsınız, o sizin bileceğiniz…
Osmanlı tarihinin 1718-1730 yılları arasındaki dönemin, Meşrutiyet’ten sonra “Lale Devri” olarak anılmaya başlandığını biliyorsunuz...
Biz bu dönemi “Zevk-u safa” ile ziyan edilmiş olarak hatırlasak da, aslında bu kanaat gerçeklerle pek örtüşmüyor.
Neden derseniz, bu dönem sadece çeşitli lalelerin üretildiği, helva gecelerinin tertiplendiği, Sadabad eğlencelerinde zevk-u safa ile vakit geçirildiği bir dönem değil, aynı zamanda her çeşit kültür faaliyetlerinin arttığı, matbaanın tam olarak hizmet vermeye başladığı bir sulh ve sükûn dönemidir.
Osmanlı tahtında Sultan III. Ahmed (1703-1730), Sadaret (Başbakanlık) makamında ise meşhur Nevşehirli Damat İbrahim Paşa oturmaktadır.
Osmanlı Devleti, Rusya, Venedik Cumhuriyeti ve Avusturya ile iki önemli barış antlaşması (Prut ve Pasarofça) imzalamış, böylece bir sulh ve sükûn dönemi başlamıştır. Tabiatıyla uzun savaşlarda yorulan halk nefes alacak, yılların ihmali yüzünden harabeye dönen şehirler onarılacak ve güzelleştirilecektir.
Bu mantıkla yola çıkan Osmanlı yönetimi, İstanbul başta olmak üzere, bütün memleketi imar etmeye başlamış, şehirler bu devirde parklar, bahçeler ve meydanlarla süslenmiş, çeşmelerle, sebillerle, imaretlerle (fukaranın bedavaya karın doyurduğu yerler) medreselerle, (üniversite) kütüphanelerle ve camilerle donatılmış, pek çok tarihi miras onarıma alınmıştır.
Bir taraftan bunlar yapılırken, tercümeye de ağırlık verilmiş, tercüme büroları kurulmuştur. Bir sürü Arapça, Ermenice, İbranice, Rumca kitap bu devirde Türkçeye kazandırılmıştır. Ayrıca matbaa resmen çalışmaya başlamıştır. Matbaanın ve hattatların kâğıt ihtiyacını karşılamak için de Yalova’da bir kâğıt fabrikası kurulmuştur.
Meydanlara dikilen ağaçlar ve oluşturulan lale bahçeleri sayesinde İstanbul öyle güzelleşmiştir ki, devrin en büyük şairi Nedim dayanamamış, “Bu şehr-i Sitanbûl ki, bî-misl ü behâdır (paha biçilmezdir)/ Bir sengine (taşına) yekpâre (tüm) Acem mülkü (İran) fedâdır” mısralarını kâğıda dökmüştür. Olmak üzere Osmanlı Devleti’ni param parça etmek isteyenler tarafından halka yanlış yansıtılmış, yapılan bazı hatalar abartılarak sunulmuş, “Politikacılar keyfe düştü, halkın dertleri unutuldu” şeklinde propagandalara İran mağlubiyeti de eklenince, halkın bir kısmı ayaklanarak sokağa döküldü.
Lale bahçeleri ve eğlence mekânları tahrip edildi, dikilen ağaçlar kökünden söküldü, inşa edilen kasırlar yağmalanıp yerle bir edildi.
Muhteris bazı siyasetçilerin kışkırtmaları da işin içine girince, iş çığırından çıktı. Bazı Yeniçeri bölükleri de ayaklanmaya katıldı.
Derler ya, “her isyan kendi liderini çıkarır”. Nitekim bu isyan da içinden bir “lider” çıkardı: Patrona Halil (boş vakitlerinde ikinci iş olarak Bayezid hamamında tellâklık yapan bir deniz askeri)…
Halil, temelde dindar bir insandı. Devlet büyüklerinin eğlenceden başka bir şey düşünmediklerine samimiyetle inanmıştı. Onları yıkacak, lale bahçelerini ve tüm eğlence mekânlarını yakacak, böylece hem vatanı, hem de İslâmı kurtaracaktı!
İsyancıların önüne düştü. Böylece tarihin en plânsız, en kötü, en derbeder isyanı başlamış oldu. İsyanı bastırması gerekenler ise asilerle pazarlığa oturdular. Taviz tavizi getirdi, ama tavizler hiçbir işe yaramadı. Çünkü kimin ne istediği belirsizdi. İsyan büyüdü. En başta Sadrazam İbrahim Paşa olmak üzere, pek çok devlet adamı, şair, yazar, edip ve ilim adamı katledildi.
Ancak bununla da yetinmediler: Sultan III. Ahmed’i tahttan indirip Sultân Mahmûd’u padişah yaptılar.
Sonunda can verme sırası isyancılara geldi. Patrona Halil ve arkadaşlarının (Muslu Paşa, Ali Usta, Kara Yılan, Emir Ali, Çınar Ahmed, Oduncu Mehmed, Laz Mustafa, Turşucu İsmail, Gavur Ali, Ciğerci Ramazan gibi tipler) başları vuruldu.
İhtilâl bir kez daha kendi çocuklarını yedi.
 
İskender Pala-Zaman

Gönül bu, sabır ve sebat istemez. Peki hiç sorduk mu hangisini istemeli? Sabır mı iyidir, sebat mı?

Doğrusu kalıp halinde (sabr u sebat) kullanılırken her iki kelime de sanki anlamdaş veya yakın anlamlı gibi duruyor. Sabrın, “katlanılması zor olan olumsuz haller (sıkıntı, acı, hastalık vb.) için gösterilen tahammül gücü”nü anlattığını ve tasavvufta önemli bir düstur olduğunu biliriz. Hani gönüller sultanı Cüneyd der ya; “Sabır, yüzünü ekşitmeden acıyı yudum yudum içine sindirmektir cancağızım.”

Sebat, sabır gibi değildir. Onun muhtevasında olumsuz bir şeye tahammülden ziyade salt ısrar hali öndedir ve bu yüzden çoğunlukla sebatkârlık anlamıyla dilimizde kullanılır. İlk bakışta sebat ile sebatkârlık arasında fazla bir anlam farkı yokmuş gibi düşünülse de insanların sebat ettikleri şeyler ile sebatkârlık gösterdikleri şeylere bakıldığında aslında iki kavramın birbirinden çok ayrı ve farklı sonuçlar verdiği görülür. Nitekim sözlükler de sebatı, “Bir işte azim ve kararlılık göstermek” olarak karşılarken sebatkârlık için “anlaşmaya, sözleşmeye, verdiği söze sadakat gösterme” anlamını verirler. Bu durumda sebat kavramının içinde gizli bir inat hali seziliyor ve kötü alışkanlıkların da bir tür sebat haliyle izahı mümkün oluyor. Yani insanın sebat ettiği husus iyiden de, kötüden de olabiliyor. Aklımıza taktığımız şeyde sebat göstermemiz belki de yanlışta ısrar ettiğimizin bir delilidir. O halde yanlış mı, doğru mu olduğu konusunda zihnimizde netlik bulunmayan bir işte ısrar etmek (sebat göstermek), aklımızı yanıltıp bizi adaletten saptırabilir. Dilimizdeki “Sebatsızın ne dostluğunu iste, ne düşmanlığından kork” atasözünde bu iki keskin uç birlikte yer almıştır. Buradaki adalet kavramı, sebat ile sebatkârlık arasındaki ayrımın da nirengi noktasıdır. Çünkü sebatkârlık olumsuz anlamı dışlar ve salt adalet için uygulanır. Nitekim ıstılah sözlükleri bu kelimeyi “Doğru olan bir şeyi devam ettirmek, yanlışlığı ortaya çıktığı zaman ise derhal vazgeçmek” diye karşılamışlardır. Hani anlaşmalara yahut verilen sözlere sadakat gibi. Kulun, daha ezelde “Elestü bi Rabbikum?” sorusuna karşı “Kalu: Bela!” mukabelesindeki anlaşma ve ahit gibi. Kul bu anlaşmada mutlak bir sebatkârlık içinde olmak durumundadır ki bu hal, sebatkârlığın baştan sona takdir edilesi bir tavrın adı olduğuna delildir. Ama bu hususta sebat gösterdiğini (sebatkâr davrandığını değil) söyleyen pek çok kişi zaman zaman kararsızlık ve tereddüt içinde bocalayabilir.

İmdi, insanlar sebat ettikleri hususlarda kendilerini değerlendirmeli, eğer yanlışlık üzerinde sebat ettiklerine dair şüpheleri var ise kendilerini gözden geçirmeli, adaletten sapma söz konusu olursa da sebattan vaz geçmelidirler. Değerlendirme sonucu doğru çıkarsa, sebatın sebatkârlığa tahvili mahza hayırdan yana bir tavır olacaktır. Ancak o zaman “Sebât u sa’y ile âsân olur dünyâda her düşvâr (Dünyanın bütün zorlukları sebat ve gayret ile kolaylaşıverir)”.

Bütün bu izahtan kafanız karıştı ise meseleye tersinden bakın ve sebatı ve sebatkârlığı terk etmek halini düşünün. Sebatın zıddı sebatsızlık (kararsızlık, tereddüt) olarak görünür ama sebatkârlığın bir zıddı yoktur, o ancak adaleti yolundan saptırır. Yani sebatı terk eden kişi belki zararından dönecektir ama sebatkârlığı terk eden kişi behemehal hayrı yarıda bırakmış olacaktır.

İmdi, bir yöneticinin kendisine emanet edilen insanlara karşı muamelelerinde sebat mı yoksa sebatkârlık mı göstereceğine iyi karar vermesi ve bu ayrımı çok ince hesaplar içinde yapması gerekir. Topluma hükmeden kimseler kendilerini inciten sıkıntılardan dolayı sebat yahut sebatkârlık kararını verirken ahiret hayatında pişman olup olmayacaklarının da hesabını görmek zorundalar. İçimizi kavuran öfkelerin, irademizi çökerten zilletlerin, nefsimizi kabartan övgülerin sebatımıza mı yoksa sebatkârlığımıza mı kapı açacağı mutlaka hesabın içinde tutulmalıdır. Çünkü bunlar ateş gibidir, onunla ısınmak isteriz ama içine düşersek yanarız.

Hayırlı işler sebatkârlık gerektirir. Şüpheli işlerde sebattan dönülebilir. Sabır ise bir husustaki sebatın zaruri sonucu olan sınav halidir.

Berceste

Dergâh-ı nifak arı kovanı gibi işler

Sayyâd-ı duhan nâzır-ı dîvân-ı sadakat

Kanî
 
Melih Aşık -Açık Pencere -Milliyet

Bülent Arınç birilerinin bizi silkelemesi lazım, diyor...
Evet hem bu kâbustan uyanmak hem tutulan yolun ülkeyi iç çatışmaya hatta iç savaşa doğru sürüklediğini anlatmak için birilerinin silkelemesi lazım... Hoş, bunun faydasının olacağı da kuşkulu...
İktidarlar oy kaybedebilir... Liderler sıkıştıkları noktadan bir çıkış yolu arayabilir... Ancak böyle bir sıkıntıyı aşmak için halkın bir yarısını öbür yarısına karşı kışkırtmanın çare olduğu hiç görülmüş ve duyulmuş mudur?
PKK zaman zaman ülkeyi bölecek taleplerde bulundu. Bütün ulusun canını acıtan saldırılar düzenledi. Asla böyle mitinglere gidilmedi. Bu defa bu kadar öfke nedir?
Son olarak pazar günü dile getirilen şu taleplerde anti demokratik veya kabulü imkansız ne var:
- Gezi Parkı’nın tek bir ağacına dokunulmadan park olarak kalması ve işlevi ne olursa olsun hiçbir yapılaşma planlanmaması. Taksim’de yeni bir dalış tüneli yapılmaması.
- Hukuk çiğneyen inşaat şirketi ve hukuk dışı davranan polisler hakkında soruşturma açılması.
Önümüzdeki cumartesi-pazar günleri üniversite sınavları var... Aynı günlerde AKP mitingleri.. Muhtemelen aynı saatlerde Ankara ve İstanbul’da Gezi Parkı mitingleri...
Sınırsız öfke yerini sağduyuya bırakmazsa ülkenin işi çok zor...

CHP ve muhalefet
BDP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan, açık açık dedi ki geçen hafta:
- Eğer Meclis’teki muhalefet partileri Beşiktaş’ın Çarşı Grubu kadar muhalefet yapabilseydi AKP on yıldır iktidarda olamazdı...
Bugün Türkiye’nin sıkıntılarının başında iktidarı devralacak güçte bir muhalefetin bulunmaması geliyor. AKP’nin en büyük güvencesi de budur...
Kemal Kılıçdaroğlu liderliği ele alalı üç yıl oluyor... Partinin ne bir iktidar programı var, ne kaza ile iktidarı ele alırsa ülkeyi yönetecek kadroları...
Tabloya bakalım... Gezi Parkı’nda direnen gençliğin hiçbir partiye yakın olmaması, CHP’nin gençliği temsil etmemesi, parti adına üzülecek bir durum değil mi? Ayrıca nedir bu sessizlik... Türkiye olaylarla sarsılırken CHP her gün çiğnenen hukuk ve demokrasi adına söyleyecek söz bulamıyor mu?
CHP köklü bir partidir... Eğer ararsa yeni bir lider bulabilir... Deniz Baykal ununu eledi eleği astı... Son bir görev düşüyor kendisine...
Yeniden genel başkanlığa aday olmadığını açıklaması ve yeni bir lidere yolu açması...
Bunu yapmadıkça Kemal Kılıçdaroğlu’nun en güçlü destekçisi konumunda kalacaktır.

İmralı
BDP, Gezi Parkı direnişine (Sırrı Süreyya’nın şahsi çabaları hariç) ilk günlerde soğuk bakıyordu... Derken bir heyet İmralı’ya gidip döndü. Tavır değişti. Kamuoyuna Öcalan’ın şu mesajı açıklandı:
“Direnişi selamlıyorum... Ancak hiç kimse ulusalcı, milliyetçi, darbeci çevrelere kendini kullandırmamalı...”
Öcalan böylece İmralı’dan taraftarlarına ulusalcılarla itişme sinyali veriyordu. Şimdilerde Gezi Parkı’nda PKK’lilerin zaman zaman pankart açtıkları, tartışma çıktığı ancak eylemin başarısızlığa uğramaması için tartışmaların büyütülmediği bildiriliyor. CHP Mv. Dilek A. Yılmaz diyor ki:
- Türk Halkı’nın haklı mücadelesini tek başına bastıramayacağını anlayan AKP’nin imdadına yine terörist Öcalan, PKK ve BDP koşmuştur.

Erdoğan çok sinirliymiş!
Nasıl sinirlenmesin?
Koskoca orduyu birkaç savcıyla dize getirmişken, 3-5 çapulcu genci binlerce polisle dize getiremiyor...
***
Taksim Gezi... Diktatörlükten önce son çıkış!
Akif Kökçe

AKM
CHP İstanbul İl Genel Meclis Üyesi Ali Cemal Kimverdi yazılı önerge hazırlamış... Soruyor... Atatürk Kültür Merkezi AKM’nin önündeki tabelada onarım ve güçlendirme inşaatının 69.478.000.00 TL + KDV bedelle sürdüğü belirtiliyor. İstanbul Valisi Sayın Hüseyin Avni Mutlu 5 Nisan 2013 günü yani 2 ay önce AKM’deki güçlendirme çalışmalarını yerinde incelemiş, İstanbul Valiliği sitesine konulan “AKM’DEN İYİ HABER” başlıklı haberde çalışmaların çok iyi gittiği belirtilmiştir.
AKM depreme karşı güçlendirilirken, milyonlar harcanmışken, depreme dayanmayacak yerine yeni bir opera yapalım diyerek yıkılması hangi gerekçeye dayanıyor? Kimse bilmiyor.

Yeni doğacak bebeklere isim önerileri:
Erkek: Tomali... Kız: Biberin
Laçin Ceylan
 
Son düzenleme:
Can Dündar-Milliyet


Gece yarısı...Taksim’e Gümüşsuyu’ndan giriyoruz. Yorgun polisler Gezi Pastanesi’nin önüne doğru, yolun iki yanında serilmiş dinleniyor.
Kolilerle yeni gaz bombası taşıyorlar meydana...
Ancak savaşlarda gözlenebilecek bir gerginlik...
Gözün, genzin dayanamayacağı bir gaz kokusu...
Taksim ağır muhasara altında...
AKM’nin önünde, polis koridorunu yararak ve yanımdaki kazağı burnuma bastırarak meydana ilerliyorum.
Taşlardan ve fişeklerden bir zemin... Meydanda yanan araçların dumanı... Uzaktan öfkeli isyan sloganları...

Gezi Parkı’nda
Az ötede Gezi Parkı’na girince “savaş”ın karşı cephesiyle buluşuyoruz.
15 gündür burada direnen gençler, hep endişeyle bekledikleri anın geldiği inancıyla seferber...
Panik yok. Ama tedirginlik, havada asılı...
Bu kez sloganlar yakın; patlama sesleri uzaktan geliyor.
Yorgun bir genç kızın sesi, kitleye dışarıda olup bitenleri haber veriyor:
“CNN International buradan yayında... Bütün dünyanın gözü Taksim’in üzerinde...”
Alkışlar...
“İşte Taksim, işte direniş” sloganları...
Taksim komününde bir devrim havası...
Biz, Derya Sazak, Tunca Bengin, Pınar Aktaş, Yurttaş Tümer, Bünyamin Aygün, Ozan Güzelce -ve günlerdir burada sabahlayan Milliyet ekipleri- kendi ülkemizde olanları Atlanta üzerinden izlemenin utancını yaşayanlardan değiliz.
Günlerdir olduğu gibi dün gece de Taksim’deyiz.

Facianın arifesinde
Parkın yürüme yolları boyunca koridor oluşturulmuş, çevrede yaralananları Gezi Parkı içinde oluşturulan revirlere sevk için hazırlık yapılıyor.
Haksız değiller; çünkü gece yarısına doğru İstanbul Valisi, gençlerin ailelerine “Çocuklarınızı alın“ çağrısı yapıyor.
Akıl alır gibi değil. Çünkü alana giriş kapalı... Aileler panikte...
Bu meydan 1 Mayıs faciasını yaşadı.
Bu ülke Sivas katliamını yaşadı.
Polisin bir huruç harekâtı ile bu sıkışık alanda benzer bir facianın yaşanması an meselesi...
Ve ne yazık ki ülkede bu korkunç gidişata engel olabilecek hiçbir kudret görünmüyor.

Boş sözler
Ne yazık ki tersine...
Başbakan, tek bir cümleyle bitirebileceği krizi, her konuşmasıyla inadına tırmandırarak, bu sonucu hazırladı adeta...
Oysa önceki gece saat 02’ye kadar yine buradaydık.
Bir grup sanatçıyla, Taksim Dayanışma’nın sözcüsü Mücella Yapıcı ve direnişi sürdüren gençlerle toplantı yaptık.
Taksim’den barikatları, bayrakları kaldırtmaya çalıştıklarını öğrendik.
Öğleden önce de İstanbul Valisi ile görüşüp “Gezi’ye kesinlikle müdahale olmayacak” sözünü almıştık.
Ancak anlaşılan o ki, Vali bize o sözü verdikten sonra Taksim’e müdahale toplantısına girmiş.
Başbakan da eylemcilerin temsilcileriyle konuşacağına, kendi “seçtiği isimler“i davet ederek diyalog arar gibi yapmayı tercih etmiş.
Barış için PKK ile temas kurabilen Başbakan, bu barışçıl sese kapı aralamalıydı, oysa hem de tam müzakere arifesinde “Bize güven olmaz“ dedirtecek bir müdahale yaptı.
Barışçıl bir itiraz karşısında “Gelin dinleyeyim“ diyeceğine üstlerine polis sürdü.
Gerilimi düşüreceği yerde, “Bizimkileri sokağa dökerim”, “Anlayacağınız dilden konuşurum” dedi.
Eylemcilere destek oldu diye isim vererek, adres göstererek şirketleri, sanatçıları hedef gösterdi.
Akıl alır gibi değil...

Durun artık!
Bu satırları yazarken gazdan gözlerim yaşarıyor.
Gaz bombalarının sesi, sloganlara, alkışlara karışıyor. Arada sirenlerin sesinin ardından kasklarıyla gençler, “Yolu açın“ çağlıkları içinde yaralıları revire taşıyor.
Gezi Parkı bir katliam olur mu kaygısıyla en uzun gecesine hazırlanıyor.
Taksim, iç savaşta bir ülkenin meydanı manzarası arz ediyor.
Bütün dünya izliyor.
Ve Başbakan hafta sonu kendi tabanını meydana sürmeye hazırlanıyor.
Bizse bu çılgınlığa dur diyecek, tansiyonu düşürecek bir aklıselim sahibini kaygıyla, giderek azalan bir umutla bekliyoruz hâlâ...
 
Taha Akyol-Hürriyet


Bir salı günü daha geçti; liderler yine parti gruplarında müzakere değil, miting yaptılar. Bütün partilerde milletvekilleri liderlerini alkışladı, tribünlerdeki taraftarlar tezahüratla yeri göğü inlet...
Devamı.... Gnlerden sal - Taha AKYOL - Hrriyet
 
Son düzenleme:
Yavuz Bahadıroğlu / Yeni Akit

Bizim medya, son günlerde iki tabiri çok seviyor:
1. “Orantısız gü甅
2. “Savaş alanına döndü”…
Kanal muhabiri, Suriye’deki iç savaşı anlatırken bile “savaş alanına döndü” diyor…
“Savaş alanı” başka ne alanına dönecekti, “barış alanı”na mı?
Taksim Gezi Parkı için de medya günlerdir aynı ifadeyi kullanıyor: “Savaş alanı!” Muhabirlerini meydana salmadan önce, keşke birkaç yeni kelime öğretseler…
Gelelim “orantısız güç” konusuna… Orantı, yani denk… Polis kendine saldıranlara aynı saldırı araçlarıyla karşılık verecek ki, “orantılı güç” olsun…
Yani; molotofkokteyli atanlara molotofkokteyli atacak… Taş atanlara taş atacak… Sapanla bilye fırlatanlara bilye fırlatacak… Havai fişek savuranlara havai fişekle mukabele edecek.
Cop yok, gaz yok, panzer yok, kalkan yok, silah yok, su sıkmak yok… Geriye ne kalıyor o zaman? Saldırgan teröristlere yalvarmak kalıyor:
“Taş atmayın çocuklar!..”
“Molotof atmayın çocuklar!..”
Ne çocuğu? Bunlar kamu malına zarar veren, mağazaları yağmalayan, araçları yakan, dükkânları kundaklayan ve kamusal alanı işgal altında tutan teröristlerdir. Teröre merhamet olmaz. İsteyen istediği yeri işgal edecek ve devlet de buna göz yumacaktı ise otuz beş yılda PKK terörüne kırk bin can neden verdik? Oldu olacak, yakaladıkları teröristlere sarılıp yanaklarından öpsünler bari: Çünkü bir bu eksik!
15 gündür Taksim Meydanı işgal altında. Kültür Merkezi ve anıt da işgalden nasibini almış, envai çeşit yasadışı pankartın panosu haline getirilmişler…
Duvarlara Başbakana ve hükümete söven yazılar yazılmış…
Sözde “sanatçı”larımız da sık sık bunları yapanları ziyaret edip “yardım ve yataklık” yapmışlar.
Yahu siz milletin sanatçısı mısınız, bir avuç sergerdenin sözcüsü mü?..
Bir de işgale destek vermeyen gerçek sanatçılara utanmadan “mahalle baskısı” uyguluyorlar.
Çünkü “kendini ifade etme hakkı” filan bahane, asıl istenen kargaşa! Bir ülkenin sanatçısı kargaşa ister mi, demeyin, ideolojik saplantıları varsa, ister. Askeri darbelere ivedilikle arka çıkan bu “sanatçı”lar değil miydi?
Bunlara karşı etkili bir silahımız var aslında, ama bilinçsizlik yüzünden kullanamıyoruz: Bu silahın adı, “İzlememe ve alkışlamama silahı”dır: Tiyatrolarını, filmlerini, dizilerini, şarkılarını boykot eder ve alkışı kesersek, öyle bir yola gelirler ki, muma dönerler. Anladıkları dil budur.
Borsadan, faizden, alkol ve sigara ithalatından beslenen işadamları, sigara/alkol sınırlamasıyla ve faizlerin düşmesiyle uğradıkları zararın intikamını almak için meydanlarda boy göstermişler…
Başbakanı çileden çıkaran tablo işte bu tablodur…
Çünkü Başbakan, ülkeyi yekpare tutmak zorundadır…
“Sert” olarak yorumlanan tavrı bundandır. Sırtında yumurta küfesi var. Bu yüzden ne Kılıçdaroğlu, ne de “sanatçı”lar gibi rahat olması mümkün değil.
Taviz tavizi doğurur ve yol olur. Bir bahane bulan herkes “sosyal medya”da örgütlenir ve kafasına taktığı meydanı işgal eder.
Yapılacak iş belli: Gerçekten “ağaç nöbeti” tuttuğuna inanan tüm Gezi Parkı eylemcileri, istismar edildiklerini bizzat gördükten sonra, artık evlerine dönmeli.
Böylece polis, olayı kendi amaçları doğrultusunda istismar eden teröristlerle baş başa kalacak ve işlerini bitirecek.
Bunu yapmazlarsa kurunun yanında yaşın yanması kaçınılmaz olur. O zaman da “orantısız güç”ten yakınma hakları kalmaz.
 
Ne acı bir dönemden geçiyoruz: İslam’ın "akil adamı", "aksiyoner fedaisi" gibi övgü sözleriyle yüceltilenler, bugün karşımıza "tecavüz sanığı" olarak çıkıyor.

"Calvinist Müslüman" işadamlığına örnek gösterilenler, bugün dört eşi savunmalarıyla gazetelere manşet oluyor. Günlerdir konuşulan bu olaylar-isimler gerçekte İslam’ı temsil ediyor mu? Utanmayı, mahcubiyeti unuttuk mu? Hayır! Ama ne yazık ki Müslümanlığı varoş kültürüne, avamın iktidarına indirgeyenlere karşı çıkacak, cesur İslamcı düşünürleri bugün mumla arıyoruz! Oysa dün vardılar... Ve bunlardan biri de "isyan ahlakı"nın sembol ismi Nurettin Topçu’ydu.

NURETTİN Topçu, Türkiye düşünce tarihinin kendine özgü, ilgi çekici, cesur ve omurgalı bir aydınıydı. Ömrü boyunca yazdı ve yazdığı gibi yaşadı.

İslamcılarda yaygın olan dış dünyayı suçlama tavırlarına karşılık hep içe yönelik özeleştiriler yaptı. Milliyetçilik, İslamcılık ve muhafazakárlığa en sert eleştirileri yöneltti.

Anadolu Müslüman Sosyalizmi’ne inanmış bir entelektüeldi. İslamcıların "güler yüzlü Mehmet Ali Aybar"ıydı...

Felsefeciydi; Fransa’da okudu; Paris Sorbonne’da doktora yaptı.

Ahlak kuramcısıydı. Doktora tezi; "İsyan Ahlakı"ydı.

Nurettin Topçu’ya göre, İslam dünyasının içinde bulunduğu kötü durumun sebebi; ne siyasi ne iktisadi ne ilmi ne de fikriydi. Asıl sebep Kuran’ın özü olan ahlakın kaybedilmesiydi. Müslümanlar birtakım geleneksel hareketleri titizlikle yerine getirmekte, fakat düşünmekten kaçınmaktaydı.

"Kuran harikası olan ilahi ahlak, İslam diyarında çoktan gömülmüştür" diyen Topçu, bunun temel sebebini felsefenin İslam topraklarından kovulmasında buldu.

Ona göre, "Din bilgi kaynağı değil, kuvvet kaynağıydı. Dindar adam başkalarından çok şey bilen değil, daha çok kuvvetli olan insan" idi sadece.

Gelenekçi İslamcıların, "Kuran’ın varlığı káfidir; felsefe insanın inançlarına zarar verir; çünkü sorduğu sorularla insanı şüphe ve inkárın çukuruna düşürebilir" sözlerine ağır karşı çıktı:

"Felsefe olmazsa Büyük Kitabı hakkıyla anlayamazsınız, sadece ezberlersiniz. Kuran Allah’ın kitabı, felsefe ise bizim onu anlayacak olan şahsiyetimizin örgüsüdür."

Nurettin Topçu Osmanlı’da, İbn Rüşdcü Hocazade ile Gazalici Molla Zeyrek arasında yapılan tartışmayı; felsefenin tutarsızlığını iddia eden Gazalici Molla Zeyrek’in kazanmasını, Müslüman yozlaşmasının miladı gördü.

Ona göre, felsefesiz bir İslam’da; sorumluluk yerini vazifeye bıraktı; ruh dünyasının akil adamlarının yerini ise gözlerini kapayıp vazifelerini yapan görev adamları aldı.

"Toplumsal yaşamdaki gelenekler, örfler, ádetler, kurallar insan hürriyetinin önündeki en büyük engellerdir. Gelenekçi/muhafazakár; güvenliği özgürlüğe tercih etmiş, yaratıcı fikirlerden/hareketlerden vazgeçmiş bir cemiyet adamıdır. Bunlar asırlarca aynı alışkanlığı tekrarlamaktan huzur duyarlar. Örflerini değiştirmek, onların bir uzvunu kesmek gibidir."

Nurettin Topçu, isyan ahlakı teorisini açıklarken ideal tip olarak, "Ben Hakkım" dediği için işkenceyle öldürülen tasavvufun meşhur şehidi Hallacı Mansur’u örnek aldı.

İslam’ın geleneksel ve resmi yorumlarıyla sürekli hesaplaşan Topçu’ya göre, tasavvuf düşüncesinin temeli vahdet-i vücud, ahlaklığın en yüce mertebesiydi.

Bu anlayışı onu, "kentli" Gümüşhanevi Dergáhı’na götürdü. Dergáhın "rahle-i tedrisatından" geçti. Bu "sınav" onu Doğu-Batı kültürü sentezine ulaştırdı.

Burada bir parantez açayım:

Nakşibendilik, Türkiye’de bir bütün/tüm olarak ele alınmaktadır. Yanlıştır. Bu nedenle "kentli" sözcüğünü sosyolojik anlamda; Türkiye’deki Nakşibendiliğin, "köylü-Kürt Halidiye" kolu ile "kentli-Türk Gümüşhanevi ekolü" arasında farklar olduğunu göstermek için kullandım. (Ayrıntısı "Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı: EFENDİ 2" kitabında.) Bu nedenledir ki; "Kentli" Abdülaziz Bekkine, kadınların siyah çarşafı atıp manto giyebileceğini söyleyebilmiştir.

Anadolu sosyalizmi

Ahlak felsefesi Nurettin Topçu’yu aynı zamanda sosyalizmle buluşturdu.

Nurettin Topçu’nun yolu; bugün sağlıksız atölyelerde sigortasız, aç susuz, 18 saat köle gibi çalıştırılan binlerce başörtülü kızımızın mağduriyetini görmeyip, meseleyi hep üniversite-türban ikileminde tartışan günümüz İslamcılarıyla aynı değildi kuşkusuz.

Nurettin Topçu anti-kapitalistti.

Yeşil sermayeye de "bizdendir" diye övgüler sıralamadı.

"İnsanların bir kısmının diğer kısmına köle gibi yaşaması ruhi hürriyeti ortadan kaldırıcıdır. Bir zümreyi esir, öbürünü zalim yapan eşitsizlikten kurtulmak istiyoruz. Eşitlik ahlaki bir idealdir. Eşitlik merhamet davasıdır.

Bugünkü Müslümanlar büyük sanayi medeniyetinin insanı makineleştiren ve makineye esir yapan zulmüyle el ele vermiş bulunuyor. İnsanlığın beş bin yıllık ruh ve vicdan eserini inkár ederek düşünmeyi günah sayan, sefaleti din diye tanıtan gerilikle taassup, bu zulme sığınmış bulunmaktadır."

Sosyalizmin tek biçiminin Marksizm olmadığını vurgulayan Nurettin Topçu,

"Ne İçin Sosyalizm?" sorusunu şöyle yanıtlıyordu:

"Yürekler acısı bir cemiyet düzeni karşısında duygusuz gönüllerde paslı vicdanların durup durup ’Ne İçin Sosyalizm’ dediklerini duyuyoruz. Her mahalleden bir milyoner çıktı ve bu zillet ilerledi. Şimdi her beldede binlerce sefalet barınırken, her köşe başında bir tanesi türeyerek kendi duygusuz ve arsız saadetleri ile övünen, Batı’nın binlerce lüksüne hayran vicdansız milyonerlerin arsızlığından nefreti insanlara öğretmek için!..

İş ahlakının ve çalışma duygusunun değerini kazanç hüneriyle mübadele ettik. Çalışmayı aşk ve ibadet sayan İslam ahlakı, kolaylıkla Amerikan pragmatizminin tilki zihniyetine feda edildi."

Topçu’ya göre sosyalizm; çiğnenmesi halinde Allah’ın da affedemeyeceğini bildirdiği kul hakkının müdafaasıydı. "Bizim sosyalizmimiz İslam’ın ta kendisidir" diyordu.

Cesurdu. İçinde bulunduğu milliyetçi-muhafazakár cemaatin/grubun anti-komünist olduğu soğuk savaş döneminde bir İslamcıdan beklenmeyecek kadar sosyalizm üzerine odaklandı.

Sosyalist kavramından duyulan tiksintiyi, iktisat ve sosyoloji cehaleti ile vicdan ve kalp terbiyesinin yokluğu olarak nitelendirdi.

"Amerika komünizme düşmandır; komünizm de Müslümanlığa düşman olduğu için Amerika’yı desteklemek her Müslüman üzerine vaciptir. Pek güzel mantık doğrusu. Aristo işitmiş olsaydı hayran olurdu!"

Nurettin Topçu’nun İslamcı basına da söyleyecek sözü vardı:

"Şimdi son yıllarda dini neşriyat serbest olunca ortaya öyle bozuk, öyle çürümüş bir maya çıktı ki. Bu neşriyatın cehalet, ticaret ve düşüklükten berbat bir eser verdiğini hiç çekinmeden söyleyeceğim. Bunlar yirminci asrın buhranlı hayatının, halli fikir ve felsefe meziyetlerine şiddetli muhtaç olan meselelerinin karşısına, ilkçağların insanlarını bile güldürecek bir iptidailikle çıktılar. Kimi küçük çocuklar için masal olacak meseleler bunların sermayesidir. Lakin esas meseleleri ticaret yapmaktır."

Yazımızı "çağdaş derviş" Nurettin Topçu’nun bir yazısıyla bitirelim:

"Bunlar cam arkasından sakal öperek hırka takdis etmede dindarlık var sandılar. İnsanın nefesinden şifa umdular. Medeni nikáhı eksik bulup imam nikáhında keramet aradılar. Tespih sayısında hikmet buldular. Günahları rakamlarla ölçtüler. Duaları sesli yaptılar. Merasimle ruhlarını tatmin ettiler. Böylelikle eşyanın hayatına sayıları tatbik etmekle muazzam bir dini matematik sistemi meydana çıktı. Bu matematiğe sadakat imamın şartı oldu. Dinden bütün ruh sıyrılarak kendisiyle hiç alakası kalmayan bir iskelete iman adı verildi."

Bugün içinde yaşadığımız ahlaki yozlaşmayı bu sözlerden başka ne anlatabilir?..

Doçentlik tezi Bergson’du

BABA tarafı Erzurumluydu. Dedesi Osman Efendi, Erzurum’un Ruslar tarafından işgali sırasında Türk ordusunda topçuluk etmiş; "Topçuzade" lakabını almıştı.

Babası Topçuzade Ahmet Efendi tahıl alım satımı yapıyordu. Sonra canlı hayvan ticaretiyle işini büyütüp İstanbul’a yerleşti.

İlk evleri Süleymaniye’de bir ahşap binaydı.

Annesi, Eğinli Kasap Hasan Ağa’nın kızı Fatma Hanım, Nurettin Topçu’yu bu evde 7 Kasım 1909’da doğurdu.

Harp yılları Ahmet Efendi’nin işleri bozuldu. Çemberlitaş’ta, bir ahşap eve taşındılar. Ahmet Efendi kasap dükkánı işletmeye başladı.

Nurettin Topçu, altı yaşında Bezmiálem Valide Sultan Mektebi’nin ana kısmına yazdırıldı. Sonra Büyük Reşit Paşa Numune Mektebi’ne (şimdiki İstanbul Lisesi civarında) verildi. Mektebi birincilikle bitirdi.

Aynı başarıyı Vefa Lisesi’nde de gösterdi. Sınıfları hep birincilikle bitirdi.

Bu arada babasını kaybetti.

Baba kaybı onu biraz daha içe dönük biri yaptı.

Felsefeye ve bir sandık içinde kitap, gazete toplamaya o yıllarda eğilim gösterdi.

Mustafa Kemal’in Milli Eğitim Bakanlığı’na verdiği direktifle başarılı öğrencilerin yurtdışına gönderilme uygulamasından yararlandı, 1928’de Fransa’ya gitti. Bordeux Lisesi’ne nakledildi. İlk yazı denemelerini burada kaleme aldı ve üye olduğu Sosyoloji Cemiyeti’ne gönderdi.

İki yıllık eğitim sonucunda psikoloji sertifikası alıp Strasbourg’a geçti. Üniversitede felsefe eğitimi gördü. Sanat tarihi lisansı yaptı.

Bu arada tasavvuf tarihçisi Luis Massignon ile tanıştı.

Strasbourg’da doktorasını hazırlayan Topçu, Paris Sorbonne’a gitti; doktorasını verdi. Bu üniversitede felsefe doktorası veren ilk Türk öğrencisi oldu.

1934’te yurda döndü. Galatasaray Lisesi’nde felsefe öğretmeni olarak görev aldı.

TBMM’nin Birinci Dönem muhalif milletvekillerinden Hüseyin Avni Ulaş, ailenin baba dostuydu. Çemberlitaş’taki eve sık sık gelip gidiyordu. Topçu küçük yaştan beri bu zatın tesiri altında kalmıştı.

Yurda döndükten sonra Hüseyin Avni Ulaş’ın kızı Fethiye Hanım’la evlendi.

Düğün gününün akşamı İzmir Atatürk Lisesi’ne tayin emri geldi.

Ve Hareket Dergisi’ni İzmir’de bulunduğu yıllarda yayımlamaya başladı.

Müslüman Anadolu Sosyalizmi’ni savunuyordu.

Nurettin Topçu’nun ideolojik kökü Osmanlı’da da yok değildi:

Nüzhet Sabit, II. Meşrutiyet’ten sonra çıkardığı "Vazife Dergisi" yurtseverlikle sosyalizmi birleştirmişti.

Raşit Hatipoğlu ise 1930’larda çıkardığı "Dönüm Dergisi"nde kooperatifçilik ve yerli sosyalizmi savundu.

"Çalgıcılar yine toplandı" isimli yazıdan dolayı açılan soruşturma üzerine Denizli’ye sürgün edildi. Denizli’de bulunduğu yıllarda Said-i Nursi ile tanıştı; o sırada yapılan mahkemelerini takip etti.

Daha sonra Haydarpaşa Lisesi’ne tayin edildi ve bir müddet sonra da Vefa Lisesi’ne geçti.

Bu arada eşinden ayrıldı.

Çocukluk arkadaşı Sırrı Tüzeer vasıtasıyla, Nakşibendi Gümüşhanevi Dergáhı’nın şeyhleri Serezli Hasip Yardımcı ve Kazanlı Abdülaziz Bekkine ile tanıştı. Tekkeye bağlandı.

Celal Ökten Hoca’dan da İslámi ilimler, kelam ve İslam felsefesi konularında faydalandı. Daha sonra imam-hatip okullarının kuruluşu sırasında Celal Ökten ile mesai arkadaşlığı yaptı.

Son olarak İstanbul Lisesi’ne tayin olan Nurettin Topçu buradaki görevinden 1974 yılında emekli oldu.

Bir süre Edebiyat Fakültesi’nde Hilmi Ziya Ülken’in kürsüsünde eylemsiz-doçentlik yaptı. "Bergson" konusunda doçentlik tezi hazırladı. Fakat kendisine kadro verilmedi.

27 Mayıs 1960’a kadar uzun yıllar Robert Kolej’de felsefe ve sosyoloji okuttu. 27 Mayıs’tan sonra devrim aleyhtarı bulunarak buradaki görevine son verildi.

Fikri faaliyetlerini; Türk Kültür Ocağı, Türk Milliyetçiler Cemiyeti, Milliyetçiler Derneği ve Türkiye Milliyetçiler Derneği’nde sürdürdü. Ancak sosyalist olduğu gerekçesiyle sürekli ağır tehditlere maruz kalması sonucu bu derneklerle ilişkisini kesti. 1967’de Ezel Elverdi, Mehmet Doğan, Davut Özer gibi arkadaşlarıyla Milliyetçi Toplumcu Anadolucular Derneği’ni kurdu.

30’u aşkın kitap ve broşür yazdı. 1939’dan 1975 yılına kadar sayısız makaleye imza attı.

1975’in Nisan ayında hastalandı. Hastalığının teşhisinde güçlük çekildi. Pankreas kanserine yakalandığı ameliyatta belli oldu.

10 Temmuz 1975’te vefat etti. Fatih Camii’nde kılınan namazdan sonra Topkapı’da Kozlu Mezarlığı’na defnedildi.

Nurettin Topçu inanmış bir adamdı. Sosyalistti. İyi bir Müslüman’dı.

Onun gibi kişilik abidesi idealistleri bugün mumla arıyoruz.
 
Back