- İlmihal Topic --

Life Garden

Araştırmacı Üye
Kayıtlı Üye
22 Aralık 2014
957
652

gul_ve_kitap_775215.jpg
Allah'ın Rahmet ve Bereketi üzerinize olsun hanımlar. Ne dersiniz bu topic bizim ilmihal topiğimiz olsun mu? Aklımıza takılan İslami mevzularda kaynak belirterek kişisel fetvada bulunmadan birbirimizi bilgilendirelim istedim. Umarım Hayır dolu bir başlık olur. :)
 
Lohusa Kadının Yanına Çocuk Yaklaşamaz mı?

Böyle bir şeyin doğru olduğu söylenemez. Lohusa olan anne bu süre içinde namaz, oruç ve kuran okuma gibi ibadetleri yapamamaktadır. Bunun haricinde bir kısıtlama ve sınırlamaya tabi değildir. Ancak olsa olsa bu dönemde annenin istirahate ihtiyacının olduğu açıktır. Bundan dolayı kalabalık ve çocuklar tarafından rahatsız edilmemesi için böyle bir iddia ortaya sürülmüş olsa gerekir.

Kaynak: Hanımlara Özel - Mehmed Paksu
 
Süslenme ve Estetik Müdahaleler

Allah, insanı ve insanı çevreleyen varlıkları hayranlıkla seyredilmeye
değer bir âhenk ve güzellik içinde yaratmış, insanı da estetik duygusuyla
donatarak onu güzel görünmeye, güzele ve güzelliğe meftun kılmıştır.
Kur’an’da Allah’ın dünyayı ve gökyüzünü çeşitli güzelliklerle süslediği, insanoğlu
için dünyada birçok güzelliğin yaratıldığı, cennetin de hayal ötesi
güzelliklerle dolu olduğu sıklıkla hatırlatılır (bk. Âl-i İmrân 3/14; el-Hicr
15/16; en-Nahl 16/8; el-Kehf 18/7; el-İnsân 76/11-22). Ancak Kur’an bütün
bu nimet ve güzelliklerin geçici olup Allah’ı tanımaya, O’na şükredip kulluk
etmeye vesile olduğu takdirde bir anlam kazanacağını, insanın dünya hayatının
güzellik ve nimetlerine dalıp Allah’ı unutmasının, O’na nankörlük etmesinin
de affedilmez bir yanlışlık olduğunu önemle vurgular (el-Kehf
18/46; el-Hadîd 57/20). İslâm bu çerçevede güzelliği, estetik değerleri, süsü
ve süslenmeyi, insanın bu konudaki temayülünü tabii karşılamakla birlikte,
gerek fert gerekse toplum açısından bazı kayıtlar getirmiş, bazan da yukarıda
sözü edilen bilincin ve dengenin korunmasını istemiştir.
Kur’an’da “Allah’ın kulları için yarattığı süsü ve güzel rızıkları kim haram
kıldı? De ki; onlar dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde müminlerindir”
(el-A‘râf 7/32) buyurulmuş, insanın temiz ve güzel olması istenmiş,
iyi ve güzel şeylerin helâl, kötü ve çirkin şeylerin ise haram kılındığı ifade
edilmiştir (el-Mâide 5/4-5; el-A‘râf 7/31, 160). Hz. Peygamber de, güzel giyinme
hakkında vârid olan bir soruya “Allah güzeldir, güzelliği sever” (Müslim,
“Îmân”, 147) buyurarak cevap vermiş, kendisi de şahsi hayatında daima
temiz ve düzenli olmuş, sade ve güzel giyinmeyi, güzel koku sürünmeyi
teşvik etmiştir. Buna karşılık, Kur’an’da kadınların yabancı erkeklere ziynetlerini
ve güzelliklerini göstermeleri, yolda bunu teşhir edecek hatta hissettirecek
şekilde yürümeleri kınanarak (en-Nûr 24/31), süslenme ve güzelliğin
yabancılara karşı cinsel çekicilik ve uyarı aracı olarak kullanılması yasaklanmıştır.
Hz. Peygamber de kadınları ev içinde kocalarına karşı güzel olmaya,
süslenmeye teşvik etmiş, fakat süslenmede ve ziynet eşyası kullanı-
mında aşırılığa, lüks ve israfa kaçmayı yasaklamıştır. Erkeklerin ipek ve
altını giyim, takı ve süs aracı olarak kullanmasını yasaklaması da benzeri
bir anlam taşır.
İnsanın fıtrat ve doğuştan taşıdığı tabiî güzellik ve yapıyı çeşitli duygu
ve akımların sonucu olarak değiştirmeye yönelmesinin ve bu amaçla yapacağı
her türlü estetik ve tıbbî müdahalenin, giyim kuşam ve süslenmenin de
slâm’da hoş karşılanmayışı, temelde insanların beden ve ruh sağlığını, ortak
tabii ve ahlâkî değerlerini korumayı amaçlar.
İslâm insana özel bir önem vermiş, ilk yaratılış amacından başlamak
üzere, dünya hayatından ölüm ve ölüm ötesine, bireysel yaşantısından sosyal
etkinliklerine, ruh ve duygu âleminden beden ve şekline kadar hayatının
her aşaması ve yönü ile ilgilenmiş, onu saygın ve şerefli mevkide görmek
istemiştir. Nitekim Kur’an’da insanın yeryüzünde halife olmak üzere yaratıldığı
(el-Bakara 2/30), çeşitli nimetler, imkânlar ve güzelliklerle donatıldığı,
en güzel sûret ve sîrette, ölçülü ve dengeli bir biçimde yaratıldığı (el-Beled
9/3-9; el-Mülk 65/23; el-İnfitâr 82/6-8; et-Tîn 95/4) bildirilmekte, çeşitli telkin
ve tedbirlerle insan hayatı, insanın aklî, ruhî ve bedenî güzellikleri korunmak
istenmektedir.
Allah insanları en güzel şekilde, dengeli, âhenkli bir surette yaratmakla
kalmamış, insanlara mâkul ve mutedil ölçüler içerisinde süslenmelerine,
güzelliklerini korumalarına, güzel görünmelerine de izin vermiş, hatta bunu
teşvik etmiştir. Kur’an’daki “Ey Âdem oğulları, her mescide gidişinizde ziynetlerinizi
takınız, yiyin için fakat israf etmeyin...” hitabı (el-A‘râf 7/31), Hz.
Peygamber’in de “Allah güzeldir, güzelliği sever” buyurması bu anlamdadır.
Buna karşılık, insanın yaratılıştan gelen özellik ve şeklini değiştirmeyi, fıtratı
bozmayı hedef alan tasarruf ve müdahaleleri yasaklamış, yaratılışı değiştirmenin
şeytanın emrine uyma olacağı bildirilmiştir (en-Nisâ 4/119).
Burada vücudun fıtrî yapısına müdahale ve onda bazı tasarruflarda bulunma
şeklinde tezahür eden davranışlar birkaç alt başlık altında incelendikten
sonra konuya ilişkin ortak ölçü ve kurallara işaret edilecektir.

Kaynak: Diyanet İlmihal
 
Saçla İlgili Tasarruflar


Sahih hadis kitaplarının hepsi, Hz. Peygamber’in dökülen saçın yerine
saç eklemeyi ve ekletmeyi yasakladığını rivayet ederler. Nitekim Buhârî ve
Müslim’in rivayetine göre, ensardan bir câriye evlendikten sonra hastalanmış
ve saçı dökülmüştü. Ailesi ona takma saç bağlamak istediler ve bunu
Resûlullah’tan sordular. Hz. Peygamber bunun üzerine, “Allah, saç ekleyene
ve eklettirene lânet etsin” buyurarak bunu yasakladı (Buhârî, “Libâs”,
83; Müslim, “Libâs”, 117). Aynı şekilde, ensardan bir kadın oğlunun evlenmek
üzere olduğunu, saçının da bir hastalık sebebiyle döküldüğünü, düğün
öncesi başına saç ekletmek istediğini açıklayarak durumu Hz. Peygamber’e
arzetti. O da, “Allah (başına) saç ekleyene ve eklettirene lânet etsin” buyurdu
(Müslim, “Libâs”, 115). 80 İLMİHAL
Hadis kitaplarında sahâbe arasında benzeri olayların ve taleplerin olduğu,
fakat hepsinde de Resûlullah’ın, saça saç eklemeyi, dökülmüş saçın
yerine başkasının saçını takmayı yasakladığı rivayetleri vardır. Hadislerde
geçen lânetin, kuvvetli bir yasaklama üslûbu olduğunu belirten İslâm hukukçuları
da, erkek veya kadının ister hastalık ve saç dökülmesi sebebiyle,
isterse güzellik kastıyla saçına saç eklemesini, başına başkasının saçını (peruk)
takmasını câiz görmemişlerdir. Çünkü bunda hem tabii ve fıtrî şekli
değiştirme hem de karşısındaki insanlara genç ve farklı görünerek onları
yanıltma vardır. Bu sebeple insan saçı haricinde ipek, iplik, yün vb.den peruk
takmayı da, aynı şekilde fıtratı değiştirme ve insanları aldatma bulunduğu
için, câiz görmeyenler vardır. Çoğunluk ise bunu câiz görür. Ancak
dinen necis sayılan kıl ve tüylerden yapılan peruğun kullanılmasının ise câiz
olmadığı belirtilmiştir.
Hadislerdeki yasağı, insanın herhangi bir cüzünü kullanmanın insanoğ-
luna hürmeten câiz olmayışı illetiyle açıklayanların görüşünden ziyade, bu
yasağı, Allah’ın yarattığı şekli değiştirme ve insanları aldatma illetine dayandıranların
görüşü daha isabetli gözükmektedir. Böyle olunca kullanılan
malzeme ne olursa olsun, bir erkeğin veya kadının başına saçtan veya gö-
rünüş olarak saça benzeyen bir maddeden peruk takmasının Hz. Peygamber
tarafından hoş karşılanmadığı; ancak, saçı dökülen kimsenin tedavi ile bunu
önlemesinin veya yeniden saç bitmesini sağlamasının câiz görüldüğü söylenebilir.

İslâm öncesi dönemde kadınlar, kocalarının ölümü ve savaş gibi durumlarda
bir elem ve musibet ifadesi olarak saçlarını kazıtırlardı. İslâm bu
âdeti yasaklamış, Hz. Peygamber de kadınların saçlarını kısaltabileceklerini
fakat tıraş edip kazıtmalarının doğru olmadığını belirtmiştir.
Yine hadislerde, o dönemde daha çok hıristiyanlar arasında yaygın olan
bazı saç tıraşı şekilleri, muhtemelen İslâm ümmetinin kişilik zaafına uğramaması,
onur ve izzetini koruması gibi amaçlarla tasvip edilmemiştir (bk.
Müslim, “Libâs”, 113; Ebû Dâvûd, “Tereccül”, 14).
Saçta ağaran kılları yolmaya gelince, Hz. Peygamber bu konuda “Ak
saçlarınızı yolmayın, saç ve sakalını müslüman olarak ağartan kimse için o
saç ve sakal kıyamet gününde nur olacaktır” buyurmuşlardır (Ebû Dâvûd,
“Tereccül”, 17). Bu sebeple de İslâm bilginleri, bir kimsenin saçındaki ağaran
kılları yolmasını genelde mekruh saymışlar, evlenmek üzere olan bir kimsenin
ise bu şekilde daha genç görünmesinin haram derecesinde mekruh olduğu
belirtilmiştir. HARAMLAR VE HELÂLLER 81
Saç boyamaya gelince, Hz. Peygamber saçları bembeyaz olmuş bir
sahâbîyi görünce, “Şu beyaz saçların rengini bir şey ile (boyayıp) değiştiriniz.
Fakat siyaha boyamaktan kaçınınız” buyurmuştur (Müslim, “Libâs”, 79). O
dönemde yaşlı yahudi ve hıristiyanlar saç ve sakallarını boyamazlardı. Bunun
için de Hz. Peygamber, “Yahudi ve hıristiyanlar (saç ve sakallarını) boyamaz.
Onlara muhalefet ediniz (de boyatınız)” buyurmuştur (Müslim, “Libâs”, 80).
Ancak burada bir emirden ziyade ruhsat ve müsaade söz konusudur.
Konuyla ilgili hadisleri değerlendiren İslâm bilginleri saçın siyah dışındaki
renklerle boyanmasını, kına ile boyanmasını kural olarak câiz görmekle
birlikte, üçüncü şahısların yanlış anlamasına ve aldanmasına yol açacağı
için saçların siyahla boyanmasının cevazında mütereddit davranmışlardır.
Kadınların saçlarını siyaha boyatması ise umumiyetle câiz görülür.

Kaynak: Diyanet İlmihal
 
Kaş Alma-Kıl Yolma
Kadına nisbetle yüz, güzelliğin aynası ve odak noktasıdır. Yaratılışın gü-
zelliği de onda tezahür eder. Allah her şeyi olduğu gibi yüzü de cemalinin
bir tecellisi olarak âhenkli, dengeli ve mükemmel yaratmıştır. Gerek bu anlayışın
esas alınması, gerekse Hz. Peygamber’den rivayet edilen bazı hadisler
sebebiyle, yüzdeki kılları yolmanın, kaşları inceltme (aldırma) ve kirpikleri
uzatmanın şer‘î hükmü İslâm âlimlerini bir hayli meşgul etmiştir.
Hz. Peygamber bir hadislerinde, “Allah yüz tüylerini yolan ve yolduran kadına
lânet etsin...” buyurmuş olup (Buhârî, “Libâs”, 84; Müslim, “Libâs”, 120),
bu yasağın hangi nevi fiilleri kapsadığı İslâm hukukçuları arasında tartışma
konusu olmuştur.
Çoğunluğa göre kadının, kocası için ve onun izniyle yüzünde biten kılları
alması, makyaj yapması, hatta kaşını düzeltmesi/inceltmesi câiz olup
hadisteki yasak, kadının dışarı çıkmak için yüz kıllarını yolması ve kaş aldırması
ile ilgilidir. Mâlikîler de dahil bir grup âlim ise, bunu yaratılışı değiş-
tirme olarak değerlendirdiğinden her ne surette olursa olsun câiz görmemekte
veya mekruh görmektedir. Hadiste yasaklanan kıl koparmayı, yüzde
sonradan biten ve yüzü çirkinleştiren yüz kıllarını koparma değil de, kaşları
inceltmek veya yukarı kaldırmak için kaş kıllarını yolma olarak anlamak
daha doğru görünmektedir.
Hadiste gerek saç ekleme ve boyama, gerekse yüz kıllarını yolma hakkında
vârit olan yasak, yaratılışı değiştirme, insanları aldatma, farklı gö-
rünme gibi gayelerle yapılan sunî müdahalelerle ilgilidir. Yoksa saçları bitmeyen
veya anormal bir şekilde dökülen kimsenin, erken yaşta saçı ağaran, 82 İLMİHAL
yüzü/vücudu anormal bir şekilde kıllanan çocuğun tıbbî müdahale ile, ilâçla
veya ameliyatla tedavi olup normal bir yapıya kavuşturulmasında bir sakıncanın
olmadığı açıktır. Günümüzde yanlış ve bilinçsiz bir şekilde kullanılan
ilâçların, tabiat dengesindeki bozuklukların vücudun hormonal dengesini de
bozduğu ve bazan bu tür tedavi ve müdahaleleri kaçınılmaz kıldığı âşikârdır.

Kaynak: Diyanet İlmihal
 
Vücutta Kalıcı İz Bırakan Tasarruflar
Dövme (veşm) yaptırma, Hz. Peygamber’in hadislerinde şiddetle yasaklanıp
lânetlenmiş (Buhârî, “Libâs”, 85-87; Müslim, “Libâs”, 119), İslâm bilginleri
de bunu, Allah’ın yarattığı şekil ve surette kalıcı değişiklik meydana
getirdiği için câiz görmemişlerdir. Hatta başta Şâfiîler olmak üzere bir grup
âlim, dövme yapılan yerde biriken kanın necis, pis olduğunu, dövmeyi yok
etmenin vâcip olduğunu da ilâve ederler.
Dişlerin güzellik için törpülenerek seyrekleştirilmesi de (teflîc) hadiste
yasaklanmıştır (Buhârî, “Libâs”, 86; Müslim, “Libâs”, 119). Bu sebeple İslâm
âlimleri tedavi kastı olmaksızın sırf güzellik için dişlerin seyrekleştirilmesini
Allah’ın yaratışını değiştirme olarak tanımlayıp câiz görmezler. Çünkü dövme,
dağlama, dişleri seyrekleştirme gibi tasarruflarda tedaviden çok estetik
görünüm, yaratıldığı şekil ve sureti düzeltme/değiştirme maksadı hâkimdir.
Buna karşılık fakihler, dişlerin gümüşle, hatta altınla bağlanarak sağlamlaş-
tırılmasını tedavi ve ihtiyaç noktasından değerlendirdiği için câiz görmüşlerdir.
Ağız ve diş sağlığının korunması için yapılan tedaviler, diş dolgu ve
kaplamaları da böyledir.
Kızların kulaklarının küpe için delinmesi de, süslenme hakkının kapsamında
mütalaa edilerek câiz görülmüştür.

Kaynak: Diyanet İlmihal
 
Estetik Ameliyat
Teknoloji ve cerrahî tıptaki gelişmelere paralel olarak günümüzde giderek
yaygınlık kazanan ve tedaviden ziyade vücudun dış görünüşünü güzelleştirmeyi
amaçlayan estetik ameliyatlar hakkında, klasik fıkıh literatüründe
özel bir açıklamanın bulunmayışı gayet doğaldır. Ancak vücuda yapılan
estetik veya tıbbî müdahalelerle ilgili yukarıdaki hadislere ilâve olarak sünnette
ve fıkıh kültüründe yer alan bazı açıklamalar bu konuya ışık tutacak
niteliktedir.
Hz. Peygamber döneminde Urfece adlı sahâbînin savaşta burnu kopmuş,
yerine gümüşten sunî bir burun yaptırmıştı. Ancak bu gümüş burnun
koku yapması üzerine Hz. Peygamber bu sahâbînin altından burun yaptır-HARAMLAR VE HELÂLLER 83
masına müsaade etti (Tirmizî, “Libâs”, 31). Burada Allah’ın yarattığı şekli
değiştirme değil ihtiyacın bulunması ve tedavi amacı söz konusudur.
Klasik dönem fakihlerinin muhtemel ve farazî olaylar üzerine yaptığı
açıklamalar dikkate alınırsa, onların vücut üzerinde yapılacak tasarruflarda
tedavi kastının, ihtiyaç veya zaruretin bulunmasını esas aldıkları görülür.
Nitekim doğuştan fazla bir uzvu, meselâ parmağı, dişi kestirmeyi, yaratıldığı
hal ve şekli (hilkat) değiştirme değil, hilkate, normale dönüş ve bir zararın
izâlesi olarak değerlendirdiklerinden câiz görürler. Bu nevi müsaadelerden
anlaşıldığına göre, bir kimsenin kendini toplum içerisinde aşağılık kompleksine
iten, mânen eziyet görmesine ve aşağılanmasına yol açan fazlalıkların
ve şekil bozukluklarının, yanıkların, şaşılığın vb.nin giderilmesi tedavi mahiyetinde
olup câizdir. Çünkü buna ihtiyaç vardır ve hilkati değiştirme yasa-
ğının kapsamına girmemektedir.
Halbuki günümüzde oldukça yaygın olan estetik cerrahî müdahalelerin
önemli bir kısmı; burun, çene, kulak, göğüs, bacak gibi uzuvların daha gü-
zel görünüp, sahibini daha genç göstermeyi sağlama gayesine mâtuftur.
Yaşlanma ile ciltte meydana gelen kırışıklıkların giderilmesi, yüz cildinin
gerilmesi; hareketsizliğin, aşırı beslenmenin, hormonal dengesizliğin,
ırsiyetin yol açtığı aşırı şişmanlığın giderilip vücut yağlarının ameliyatla
alınması gibi estetik ameliyatlarda, tedaviden ziyade estetik duygusu, insanlar
arasında daha genç, dinç ve güzel görünme gayesi hâkimdir. Bu da,
hadislerde belli örnekler üzerinde dile getirilen hilkati değiştirme, Allah’ın
yarattığı şekil ve sureti bozma ve değiştirme (tebdil ve tağyir), insanları aldatma
yasağı çerçevesine girmektedir.
Vücut üzerindeki tasarruflar, özellikle estetik cerrahî müdahalelerle ilgili
olarak şu kural ve ölçüler zikredilerek genel bir değerlendirme yapılabilir:
1. Vücut üzerinde tasarrufa, estetik cerrahî ve müdahaleye ancak bir tür
tedavi olarak tıbbî ihtiyaç ve zaruret halinde başvurulmalı, bu ölçünün dı-
şına çıkılmamalıdır.
2. Daha kolay ve basit başka bir yol ve usulün bulunmaması gerekir.
3. Gaye aslî hilkati değiştirmek olmamalı, doğuştan (genetik olarak) taşı-
dığı özellik ve şekli, yaşın ve tabiatın icabı vâki olan gelişmeleri değiştirme
kastı taşımamalıdır.
4. Hile, aldatma ve yanlış anlamaya yol açmamalı, böyle bir amaç taşı-
mamalıdır. 84 İLMİHAL
5. Karşı cinse benzeme kastının da bulunmaması gerekir.
6. Müdahalenin yapılmasının galip zanna dayanan bir yararı, yapılmamasının
da fiilî ve halen mevcut bir zararı bulunmalıdır.

Kaynak: Diyanet İlmihal
 
Ben gecen gün bir sey duydum, burun estetiği çok günahmış çünkü Allah bir insanda en son burnu yaratırmış ve insanın yüzüne ifade veren burunmus, en cok da burna şekil verirken uğrasırmıs. Dogru mudur acaba?
 
Ben gecen gün bir sey duydum, burun estetiği çok günahmış çünkü Allah bir insanda en son burnu yaratırmış ve insanın yüzüne ifade veren burunmus, en cok da burna şekil verirken uğrasırmıs. Dogru mudur acaba?


ALLAH BURNU YARATIRKEN NEDEN ZORLANSIN Kİ?

Allah bir şeyi yaratırken zorlanmaz. O zorlanmaktan münezzehtir. O’nun böyle bir ismi ve sıfatı yoktur. “O her türlü yaratmayı hakkıyla bilir.”4

Ne burun yaratırken, ne göz yaratırken, ne diş, ne tırnak, ne bir zerre yaratırken…

Her bir şeyi de örneksiz, ilk defa, tek olarak, orijinal, mükemmel, taklitsiz, kopyasız ve müstakil bir biçimde yaratır.

Zerrelerden kürelere kadar hiçbir şey bir diğer şeyin kopyası olmadığı gibi, aynı da değildir.

Öte yandan Allah kopya etmediği gibi, kopya da vermez. Yani tabir caizse yarattığı şeye öyle bir çip koyuyor ki, insan bu çipi, bu şifreyi kıramıyor; kıramadığı için de o şeyi aynıyla yapamıyor, kopya edemiyor. Meselâ Allah yaprak ve çiçek yaratıyor; insan da kalıplarla yaprak ve çiçek basıyor, yaprağı ve çiçeği taklit ediyor. Ama insanınki sadece kötü, kaba, soğuk ve ruhsuz bir taklitten ibaret kalıyor. Yaprağı ve çiçeği aynı tabiî malzemeden yapamıyor; plastik gibi tabiatın da dokusunu bozan maddelerden çok soğuk bir taklit yapıyor. Ve bu taklidini bir kopyacılık biçimi olan tıpkıbasımla çoğaltıyor.

Allah ise, birbirine benzeyen, ama birbirinin aynısı olmayan milyonlarca şeyin her birini müstakil yaratıyor.

YARATILIŞ EŞSİZ BİR TECELLÎDİR

Meselâ bir baharda her bir ağaçta, her bir bitkide milyonlarca yaprak ve çiçek yaratılır; hiçbiri bir diğerinin taklidi, kopyası, tıpkı baskısı olmadığı gibi; her biri müstakil, ilk, orijinal, kopyasız ve tek bir fert olarak bizzat yaratılır.

İşte bu tecellî, Allah’ın tek oluşunun en bariz, en açık, en görünen mühürlerinden sadece biridir.

Burun da böyledir, göz de böyledir, kaş da böyledir, saç da böyledir. Tepeden tırnağa insan böyle yaratılır; zerreden küreye kâinat böyle benzersiz biçimde halk edilir.

Şüphesiz insanın her bir aza ve organında sayısız hikmetler, faydalar, olmazsa olmaz maslahatlar vardır. İnsanı kâinatın bir mikro-modeli olarak yaratmak elbette eşsiz bir tecellidir.

Fakat Allah’ın kendi zatının da, esmasının da, sıfatlarının da eşi, benzeri, emsâli, dengi yoktur! Ve hiç şüphesiz Allah’ın yarattığı her bir şey bir burun kadar orijinal, maslahatlarla dolu ve mükemmeldir.

Allah insanı kendi yaratılışı üzerinde doğru düşünmeye dâvet ediyor: “Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert Rabbine karşı seni aldatan nedir?”5

4- Yasin Sûresi: 79.
5- İnfitar Sûresi: 6-8.


burun estetiğinin günah olması konusuna gelince amaca bağlıdır. Bundan bir önceki msjda burun estetiği üzerine konu ile ilgili örnek verilmiştir.Estetikteki amaçlarda madde olarak yazılmıştır. Kaynağı diyanettir. Sevgiyle kalın... :)
 
Büyücülük

Gaybdan haber verme iddiası, falcılık ve cincilik türü faaliyetlerin belki
de en ağırı büyücülüktür. Arapça’da sihir kelimesiyle ifade edilen büyü,
gözbağcılık ve hile yoluyla insanları manyetize ederek tabiat kanunlarına
aykırı olaylar ortaya koyma ve insanları yanıltma sanatının adı ise de Türk-
çe’deki büyü kelimesi başta sihir, muskacılık ve cincilik olmak üzere kişilerin
maddî-mânevî araçları kötüye kullanarak bazı gayeleri gerçekleştirme
çabasını da içine alır.
Kur’an’da sihir kavramına değişik vesilelerle sıklıkla temas edilmiş ve bu
âyetlerde özetle Allah’ın diğer peygamberlere ve Hz. Muhammed’e indirdiği
vahyin ve bu peygamberlerin hak olduğu, sihir ve sihirbaz olmadığı bildirilmiş,
geçmiş peygamberlere karşı sihirbazların yürüttüğü muhalefet ve iftira
kampanyasına değinilmiş, sihirbazların felâh bulmaz yalancı ve düzenbazlar
olduğu ifade edilmiştir (bk. el-A‘râf 7/116; Yûnus 10/76-77; Tâhâ 20/69; ezZuhruf
43/30; ez-Zâriyât 51/52). Hadislerde de sihir yapma yedi büyük gü-
nah arasında sayılmıştır (Buhârî, “Vesâyâ”, 23; Müslim, “Îmân”, 144).
Büyücülüğün, kökü ilk dönem toplumlarına kadar uzanan uzun bir
geçmişi vardır. Büyü, temelinde menfaat olan bir davranış olduğundan din
ve kutsal tanımaz. Büyüde Tanrı’nın irade ve kudreti üstünde işler başarabilme
iddiası vardır. İslâm dini büyü yapma ve yaptırmayı büyük günahlardan
saymış ve ona şiddetle karşı çıkmıştır. Büyünün gerçeklik ve etki derecesinin
ne olduğu tartışması bir tarafa, İslâm âlimleri Allah’ın dilemesi dı-
şında büyünün kimseye bir zararının dokunmayacağını, müslümanın bü-
yüyle uğraşması ve büyü yaptırmasının haram olduğunu ifade etmişlerdir.
Büyü yapılmış kimselerin bunun etkisinden kurtulmak için bu işi (büyü
yapmayı) meslek edinmiş kimselere başvurmaları sakıncalıdır. Öncelikle
yapılacak şey Allah’a sığınmak, ibadet ve dua etmek, yoksullara sadaka
vermektir. Âlim, takvâ sahibi ve güvenilir bir kimse büyü mağdurlarına
yardımcı oluyorsa ondan yararlanmak da mümkündür.

Diyanet İlmihal
 
Ruh Çağırma

İslâm akaidine göre ruh sonradan yaratılmış olduğu için zatı gereği yok
olabilir. Fakat Allah onu yok olmaktan korumuş, ilâhî irade onun ebedîliği
yönünde gerçekleşmiştir. Bu sebeple insan ölünce ruhu yok olmaz, bir baş-
ka âleme yükselir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah, ölüm vaktinde canları alır;
ölmeyenin de uyku zamanında canını alır. Eceli gelen canı tutar; gelmeyeni,
eceli gelinceye kadar salıverir. Bunda düşünen insanlar için ibretler vardır”
(ez-Zümer 39/42) buyurulmuştur. Hz. Peygamber de, kabzedilen ruhun göklere
çıkarıldığını, meleklerin iyi ruhları selâmladıklarını, âlemlerin rabbinin
huzuruna getirildiklerini, sonra da dünyaya döndürüldüklerini; kâfirin ruhunun
ise şiddetle zindana atılmakta olduğunu haber vermiştir.
Ruhların tekrar bedenle ilişkisinin kabirde mi yoksa kıyamette mi başlayacağı
konusu ihtilâflıdır. Ancak, kabir azabının ruh ve beden birlikte oldu-
ğu görüşü -âhâd haberlere dayanmasına rağmen- akaid kitaplarında itikadın
bir parçası olarak yer almaktadır. Bunun karşısında ruhun bedene dönüşü-
nün kabirde değil, kıyamette olacağı kanaatine sahip bilginler de vardır. Ruh
bedenden ayrı olduğu anlarını ayrı bir âlemde (âlem-i ervâh) geçirir. Kur’ân-ı
Kerîm’de, “Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı
ve onları kendilerine şahit tutarak ‘Ben sizin rabbiniz değil miyim?’ dedi.
(Onlar da) ‘Evet buna şahidiz’ dediler” (el-A‘râf 7/172) buyurulmaktadır ki,
bu âyet insan ruhlarının (insan zürriyeti, insanın devam eden unsuru) bedenlere
girmeden önce ruhlar âleminde bulunduğunu ifade etmektedir. İslâm
bilginlerinden bir kısmı şahsiyet halinde ruhun, insan bedenine girdikten
sonra başladığını söyleyerek, “ruhlar âlemi” tabirini öldükten sonra bedenlerden
ayrılan ruhların vardıkları yer anlamında ele almaktadırlar.
Ölen kişilerin ruhlarının, arkalarından yapılan hayır ve hasenattan haberdar
edileceğine dair haberler var ise de, bu ruhların yaşayan insanlarla
irtibatta bulunacağına dair herhangi bir âyet ve hadis veya kabul görmüş bir
inanç yoktur. İnsanların gayb âlemi ile irtibatı doğrudan doğruya Cenâb-ı
Hakk’ın vahyi, meleklerin aracılığı, şeytan ve cinlerin bilgilendirmesi vası-
talarıyla olabilmektedir. İnsanların ölmüş kişilerle, rüya gibi hayal veya ilham
âlemi hariç, buluşması mümkün görülmemiştir. Melekle görüşüp ondan
haber alma peygamberlere has bir özellik olmakla birlikte, cin ve şeytanların
insanlardan kendilerine yakın kabul ettikleri kişilere haber ilettiklerine dair
bazı naslar da vardır (el-Hicr 15/18; eş-Şuarâ 26/223; es-Sâffât 37/10; Buhârî,
“Tefsîr”, 31; Müslim, “Selâm”, 35; Tirmizî, “Tefsîr”, 36).
Bu ve benzeri bilgilerden anlaşıldığına göre, insanların duyular ötesiyle
irtibat vasıtalarından birisi cinlerdir. Onların bilgileri sınırlı, gayb onlar için
de kapalı olmakla birlikte cinlerin insanlar için nisbî gayb sayılan bazı olayları
bildiği veya müşahede edebildiği sanılmaktadır. Fakat onlar bildikleri ve
müşahede ettikleri olayları yalanlarla karıştırıp insanlara aktarırlar. Bu yüzden,
insanlara aktardıkları bazan doğru, bazan da yalan çıkar. Cinler insanları
etkilemek için bazı büyücü ve kâhinleri seçtikleri gibi bazı spiristleri yani
ruh çağırıcıları da seçerler. İşte ruhçuların ruh çağırma seanslarında kendilerine
geldiklerini söyledikleri varlıkların bu cinler olması kuvvetle muhtemeldir.
Bunlar kendilerini medyumlara ruh diye tanıtıp, söylediklerinin doğru
çıkmasıyla da onları kendilerine bağlarlar. Nitekim Hz. Peygamber şeytanın
çeşitli şekillere bürünerek insanlara görüneceğine ve onları aldatacağına
dikkat çekmiştir.
İslâm dini duyular ötesi âleme ilişkin araştırma yapmayı yasaklamaz,
üstelik teşvik eder. Zaten insanın böyle bir araştırma isteği ve merakı doğasında
vardır. Ancak bu alanda elde edilen bilgilerin kötü amaçla, dünyevî
menfaat sağlama maksadıyla kullanılmasını, İslâm inancına uymayan inanış
ve telakkilerin benimsenmesini kabul etmez.
Ruh çağırma olaylarına parapsikoloji ve modern bilimin diğer ilgili dallarının
da belli açıklamalar getirdiği görülür. Onların izah tarzı ile din bilginlerinin
açıklamaları şöyle bağdaştırılabilir: Parapsikologların “ruh” diye isimlendirdiği
varlık fizik yapısı olmayan bir varlıktır. Dinî verilere göre, cinleri
böyle bir varlık anlayışı kapsamında düşünmek mümkündür. Oysa dinde
ruh kavramı daha dar anlamlıdır. Bu duruma göre, dinde “cinlerle haberleşme”
diye kabul edilen görüş ile spiristlerin “ruh çağırma seansları” arasında
paralellik kurulabilir. Ruh çağırma iddia ve olaylarının izahı bakımından
böyle bir sonuca varılabilirse de, bu yoldan elde edilecek bilgilerin bir
hüküm ve davranışa dayanak sağlamayacağını, aksi halde kişiyi pişmanlıkla
sonuçlanacak büyük bir günaha katabileceğini ifade etmek gerekir. Öte
yandan böyle bir yöntemin, inanç yönünden de önemli sakıncalar taşıdığı,
insanları Allah’tan başka varlıklardan medet umma eğilimine yönelteceği,
bunun da İslâm’ın tevhid akîdesine aykırı olduğu açıktır. Oysa İslâmî öğretilere
göre insanın görevi, kendi gücü alanında yapabileceği her türlü gayreti
sarfetmek, bunun ötesinde yardımı hiçbir araç olmaksızın yalnız Allah Teâ-
lâ’dan beklemektir. Buna göre, gerek inanç gerekse davranış bakımından
büyük sakıncalarla yüklü olmasının yanı sıra, çıkar ve istismar aracı olarak
kullanılmaya çok elverişli olan ruh çağırma faaliyetlerinin İslâm dinince câiz
sayılabileceğini söylemek mümkün değildir.

Diyanet İlmihal
 
Evlenmenin Gizlenmemesi

Bu şart sadece Mâlikîler tarafından ileri sürülmüştür. Onlara göre şahitlerle
anlaşarak yapılan evlenmenin gizlenmesi ve etrafa duyurulmaması
sıhhat şartlarına aykırıdır; dolayısıyla böyle olan nikâhlar geçersizdir. Ne var
ki diğer üç mezhep bunu bir sıhhat şartı olarak kabul etmez, şahitlerin duyduğu
nikâh artık gizlilik sınırını aşmıştır derler. Ne var ki günümüzde resmî
şekil ve kayıt bulunmadığı sürece iki şahidin, özellikle büyük yerleşim merkezlerinde
alenîliği sağlamaya yetmeyeceği ortadadır. Fakihlerin çoğunluğunun
iki şahidi yeterli görmesi dönemlerinin toplumsal telakkileriyle yakından
ilgili olup böyle bir gizliliği tasvip ettikleri şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu
itibarla, ülkemizde iki şahitle fakat gizlilik içinde kıyılan nikâhların taşıdığı
sakıncalar göz önüne alındığında Mâlikîler’in bu görüşünün de tamamen
yabana atılmaması gerektiği ortaya çıkmaktadır.

Kaynak: Diyanet İlmihal
 
Hayızlı Kadınla Cinsî Münasebet Kefâreti

Kur’an’da hayız halinin kadın için rahatsızlık ve mazeret hali olduğu,
hayız süresince kocalarının onlarla cinsî temastan uzak durması gerektiği
bildirilmiştir (el-Bakara 2/222). Bu yasaklama ve Hz. Peygamber’in de bu
yöndeki hadisleri sebebiyle, hayızlı kadınla cinsî münasebette bulunmanın
haram olduğunda görüş birliği hâsıl olmuştur. Zaten böyle bir münasebet
insanın selim zevkine aykırı olduğu gibi iki tarafın, özellikle de kadının ruh
ve beden sağlığı açısından son derece zararlı ve tehlikeli bulunmaktadır.
Buna rağmen böyle bir davranışta bulunan kimseye ne gerekeceği konusu
fakihler arasında tartışma konusu olmuştur.
Ebû Hanîfe de dahil İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre, karısı ile hayızlı
iken cinsî münasebette bulunan kimse günah işlemiştir. Allah’a bol tövbe
ve istiğfar etmekten başka yapabileceği bir şey yoktur. İbn Abbas, Katâde,
Evzâî, Ahmed b. Hanbel gibi İslâm âlimlerine göre ise hayızlı kadınla ilk
günlerde kurulan cinsî münasebet için bir dinar (4,25 gr. altın) kanamanın
iyice azaldığı bir dönemde yapılan cinsî münasebet içinse yarım dinar kefâret
ödenmesi gerekir. Bu kefâret kocanın zorlamasıyla olmuşsa sadece ona, iki
tarafın isteğiyle olmuşsa ayrı ayrı ikisine de gerekir. Cinsî temasın kasten,
unutarak, haram olduğunu bilmeden veya hayız durumunu farketmeden
yapılmış olması sonucu etkilemez.
Görüldüğü üzere kefâretler, kasten veya bilmeden yanlış bir davranışta
bulunan, hata eden ve günah işleyen müslümana, tövbe ve istiğfar kapısı-
nın kapanmadığını öğretmekte fakat tekrar aynı yanlışı yapmaması için de
onu sosyal içerikli bir ibadeti ifaya veya etkili bir nefis terbiyesine mecbur
bırakmaktadır. Köle âzat etme gibi, fakirleri yedirip giydirme gibi üçüncü
şahısların yararına sosyal amaçlı ibadetlerin, ferdî hata ve günahlara kefâret
sayılması da İslâm’ın hayata bakış açısını yansıtması yönüyle manidardır.

Diyanet İlmihal
 
Kadının kocası üzerindeki hakları nelerdir?


Kur’an-ı Kerim erkeklerin kadınlarla iyilik ve güzelliğe dayalı bir ilişki içerisinde olmalarını emretmektedir (Nisa, 4/19). Bu da ailede meselelerin iyilik, güzellik, istişare ve karşılıklı anlayış esasına göre yürütülmesi gerektiğine işaret eder. İslam’ın öngördüğü ve kurulmasını arzu ettiği aile, bireyleri birbiriyle çekişen, her biri diğerinin açığını arayan, birbirlerine karşı yetki ve üstünlük çekişmesine giren bir aile değildir. Tam tersine karşılıklı anlayış, fedakarlık, sevgi ve saygı esasına dayanan bir ailedir.

Koca, eşine karşı yumuşak davranmalı, kaba hareketlerden sakınmalıdır. Peygamberimiz (s.a.s.), “Sizin en hayırlınız ailesine en hayırlı olanınızdır. Ben aileme karşı sizin en hayırlınızım.” (İbn Mace, Nikah, 50) buyurmuştur.

Her şeyde olduğu gibi aile hayatında da örnek aldığımız Peygamberimiz, eşleri ile iyi geçinmiş, onların sıkıntı veren bazı davranışlarına tahammül etmiş ve “İman eden bir erkek, iman etmiş bir kadına (onda hoşlanmayacağı bir huydan dolayı) kızmasın. Çünkü onun bir huyundan hoşlanmıyorsa diğer huyundan hoşlanabilir.” (Müslim, Rada, 61) buyurmuştur.

Evlenme, karı-koca arasında birlikte yaşamaya ve karşılıklı yardımlaşmaya imkan veren ve taraflara karşılıklı hak ve ödevler yükleyen bir sözleşmedir. Evlilikte eşlerin birbirlerine karşılıklı sevgi, saygı ve sadakat borcunun olduğu muhakkaktır. Eşlerin, karşılıklı haklarını Kur’an-ı Kerim: “Kadınların sorumlulukları kadar meşru hakları da vardır.” (Bakara, 2/228) ayetiyle belirtir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de Veda Hutbesinde: “Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi, onların da sizin üzerinizde hakları vardır.” buyurarak İslam’ın kadına tanıdığı hakları ifade eder. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), kadınların üzerimizdeki hakları nelerdir, sorusuna şöyle cevap vermiştir:

“Yediğinizden yedirin. Giydiğinizden giydirin. Sakın onları dövmeyin ve onlara incitici söz söylemeyin.” (Ebu Davud, Nikah, 41)

Koca, eşini ve ailesini her türlü olumsuzluğa karşı korumalı, ailenin şeref ve haysiyetini koruyucu tedbirleri almalıdır. Yüce Allah, “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” buyurmaktadır. (Tahrim, 66/ 6)

Koca eşinin sırlarını ifşa etmemelidir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) şu hadislerinde sırrın gizlenmeyip ifşa edilmesini şer olarak nitelemiştir:

“Şüphesiz ki Kıyamet günü, Allah’ın en çok ehemmiyet vereceği emanet, kadın-koca arasındaki emanettir. Kadınla koca birbiriyle içli dışlı olduktan sonra, erkeğin, hanımının sırlarını etrafa yayması o gün en büyük ihanettir.” (Müslim, Nikah, 123, 124; Ebu Davud, Edeb, 32)


Kaynak : Diyanet
 
Ben gecen gün bir sey duydum, burun estetiği çok günahmış çünkü Allah bir insanda en son burnu yaratırmış ve insanın yüzüne ifade veren burunmus, en cok da burna şekil verirken uğrasırmıs. Dogru mudur acaba?
ALLAH Bİ RŞEY İÇİN UĞRAŞMAZ OL DER VE OLUR...
ORASI ÇOK YANLIŞ ..
AMA ESTETİK YAPTIRMAK ZARURİ DEĞİLSE TABİ Kİ YANLIŞ OLUR...RABB İMİZİN YARATTIĞINI DEĞİŞTRİMEK NE DEMEK..BEĞENMEMEK Mİ..
TÖVBE ...
 
Kadın hangi durumlarda mehir alamaz?


Nikah akdi yapıldıktan sonra eşler arasında cinsel birleşme veya sahih halvet (eşlerin cinsel ilişkide bulunmalarına mani olacak bir engel olmadan yalnız kalmaları) olunca erkek, kadına mehrinin tamamını vermekle yükümlüdür (İbnü’l- Hümam, Fethü’l-Kadir, Beyrut 2003, III, 211). Bu itibarla, fiili birleşme (zifaf) gerçekleşmişse evlilik, kadından kaynaklanan nedenlerden dolayı sonlandırılsa bile, erkek mehrin tamamını ödemekle mükelleftir. Kur’an-ı Kerim’de, evlenen erkeğin kadına mehir vermek zorunda olduğu ve bunu zorla geri almasının caiz olmadığı bildirilmektedir (Bakara 2/237; Nisa 4/4, 20-21, 24-25; Maide 5/5).

Evlenme akdi sahih olur fakat ilişki veya sahih halvetten önce kadının sebep olmasıyla ayrılık vaki olursa, kadının mehir hakkı da düşer (İbn Kudame, el-Muğni, VII, 211; Şirbini, Muğni’l-Muhtac, IV, 388; el-Fetava’l-Hindiyye, I, 304).

Kaynak: Diyanet
 
Kayıp olup da hayatta olup olmadığı bilinmeyen bir kişinin eşi başkasıyla evlenebilir mi?



Kaybolup dakendisinden haber alınamayan dolayısıyla yeri ve hayatta olup olmadığı bilinmeyen kişiye “mefkud” denilir.

Fakihler, mefkudün eşinin boşanma hakkı konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Hanefiler “hükmen ölüm kararı” için, “akranlarının vefatına veya ortalama olarak yaşayabileceği azami süreye (ki bu süre farklı görüşlere göre 62 ila 120 yıldır) kadar beklemek gerekeceği” görüşünü benimsemişler; ayrıca bu durumu, eşinin müracaatı üzerine mahkeme tarafından “evlilik bağına son verilebilmesine imkan sağlayan bir gerekçe” saymamışlardır (Serahsi, el-Mebsut, XI, 34 vd. ).

Hanbeli mezhebinde, “mefkud/kayıp” kişinin ortalama olarak yaşayabileceği süre dolunca (Huraşi, Şerhu Muhtasarı Halil, Beyrut, IV, 149 vd. ); Şafıi mezhebindeki yaygın görüşe göre de “daha fazla yaşamayacağına kanaat getirildiğinde” ölü sayılmasına karar verilebilecektir (Şafıi, el-Ümm, V, 346; Şirbini, Müğni’l-muhtac, V, 97-98). .

Malikilere göre ise eşinin müracaatı üzerine hakim gerekli araştırmayı yapar. Bilgi edinilmesinden ümit kesilmesi halinde “dört yıl” beklenir; bu süre bitince hakim ayırma kararı verir ve kadın vefat iddetini bekleyip sonra başkasıyla evlenebilir (Sahnun, el-Müdevvene, III, 742-743; Vehbe Zuhayli, el-Fıkhu’l-İslami, V, 784-785; VII, 532-534; 643-644). 1917 tarihli Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde de konu bu görüşe göre düzenlenmiştir. Bu ictihat maslahata daha uygundur. Buna göre kocasından dört yıl veya daha fazla haber alamayan kadın, bu son görüşe göre boşanmak üzere mahkemeye başvurabilir. Mahkemenin boşaması halinde vefat iddeti bekledikten sonra başka biriyle evlenebilir.

Kaynak: Diyanet
 
Mazeretsiz olarak cuma namazına üst üste üç defa gitmeyenin nikahı düşer mi?


Özürsüz olarak Cuma namazını terk eden bir Müslüman büyük günah işlemiş olur. Fakat farziyetini inkar etmedikçe ve hafife almadıkça; cumayı üç kez terk etmekle nikahı düşmez.

Cuma namazını terk edenlere yönelik ağır ifadeler taşıyan hadisler, Cumanın önemini vurgulamak ve mazeretsiz terk edenlerin cezayı hak edeceklerini bildirmek amacını taşırlar. Bu hadislerden bir kısmında Rasülüllah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Birtakım insanlar ya Cuma namazını terk etmeyi bırakırlar, yahut ta Allah onların kalplerini mühürler, artık gafillerden olurlar.” (Müslim, Cuma, 40); “Her kim önemsemediği için üç Cumayı terk ederse, Allah onun kalbini mühürler.” (Ebu Davud, Salat, 212).

Bilindiği gibi Cuma namazı, akıllı, ergenlik çağına erişmiş, sağlıklı, hür ve misafir olmayan Müslüman erkeklere farz kılınmıştır. Kadınlar, hürriyeti kısıtlı olanlar, yolcular ve cemaate gelemeyecek kadar mazereti olanlar Cuma namazı kılmakla yükümlü değildirler.

Kaynak: Diyanet
 
X