Deli Kızın Günlüğü

"NAMUS" insana ait bir kavramdır. Neden duyunca aklınıza direkt " KADIN " gelir..? Üstelik de çevremizde namusunu kaybetmiş onca "namussuz ADAM" varken...
 
Eğer Erkek olsaydım bir günlüğüne bile senden daha delikanlı olurdum ve sevdiğim insanı üzmenin ona ne kadar acı verdiğini bilirdim

Beyonce'un bi şarkısından alıntı ve çok hoşuma gidiyor nasıl biliyor erkeklerin odundan varlıklar olduğunu
 
Son günlerde yaşanan sevimsiz hepimize bu ülke nereye gidiyor, çocuklarımızı nasıl bir gelecek bekliyor diye düşündüren olaylar yüzünden; hepimiz biraz '' BAYRAM GELMİŞ NEYİME '' modundayız...

Unuttuğumuz şeyse, ALLAH ve dinin onların tekelinde olmadığı.... Bizler gibi inancını sadece ve mutlak ALLAH rızası için yaşayan insanlar değerlerimize sahip çıkmaz zorundayız... Dalgalanan Şanlı Hilal'de bizim, İstiklal Marşı'da bizim, bu Ezanlar'da, bu bayramlar da bizim...


Evet yaralıyız, ama direniş koltuk değneğimiz olacak...
Cumhuriyet tarihi boyunca koruduğumuz milli ve dini değerlerimizi gelecek nesillere taşımak için her gün bir daha doğacağız..

ve...

Dötlere katlanmak sandalyelerin işi, benim değil...
 
Kelimeler her şeyi anlatır ama her şeyi yaşatmaz.
Bazen ben bile yabancı olurken kendime, sana nasıl anlatırım ki beni!
Neşeliyim diyeceğim, belki suratsızlığıma denk geleceksin!
Espiriliyim diyeceğim, belki ağlamalarıma denk düşeceksin!
Özgürüm diyeceğim, belki tutsaklıklarımda yakalayacaksın beni!
Kendimi anlatıpta bir kalıba sığdırmak istemem düşüncelerimdeki beni.
Hani yaşamadan bilemeyeceğin şeyler vardır ya, onlardan biriyim belki.
Bazıları için herhangi biri,bazıları için vazgeçilmez biri!
Düşlediğim kadar insanım, İnsan olduğum kadar hatalı...
 
Annemi özledim ben..hani susamış da mutlaka su içeceğini bilen dudakları susuzluktan çatlayacak insanlar gibi..emaneten birine bırakılmış çocuğun 2. dakikadaki anne özlemi gibi, herkes içinde “anne” geçen cümleler kurduğunda belli etmeksizin sessiz hıçkırıklarla ağlamak gibi, biraz kıskanmak gibi, daha önce özlemek durumunda kalmadığınız biriyse annem gibi, hazırlıksız yakalanmak gibi. Hissedilen her duyguyu bastıran, yaşanılan en büyük mutlulukları bile buruk yaşatan bir özlemek bu, zamanla parabolik artan...sesini özledim, arasıra kulağıma geliyor tınısı.. arkama bile dönüp baktığım olmuştur. Kokusunu özledim, 9 ay beri dursun, 36 yıl az bir süre.


Mesela “keşke” li cümleler kurmak istemiyorum, bir saysam kaç sayfalık keşkem çıkar annem için bilmem ama ilk keşkem “torunlarının büyüdüğünü görebilseydi” olurdu herhalde..


Çarşambayı hiç sevmezdim zaten, pazartesi nefreti ayrıdır, salının da bir alışma gücü oluyor, perşembe desen cuma’nın müjdesi. çarşamba bir anlamsız, arafta kalmış bir gün gibi..


Temmuz desen, hoşuma gitmeyen bir ay, sıcak, bunaltıcı, oldum olası sevmezdim..matematik aşığı biri olarak sayılara da anlam yüklemeyi kendimi bildim bileli sevmişimdir. 1 tek bir sayıdır, daha da kötüsü asaldır ve benim sevdiğim tek asal sayı 2’dir çünkü çifttir! Temmuz'un 1’i de annemi yemiştir. Benim için bitmiştir.


Bana yanlışlıkla ablamın adıyla seslenmesini bile özledim biliyor musunuz..Oysa ne kadar çok kızardım annem bile bizi karıştırıyor diye... Dondurma erir, çiçek solar, insan ölür. Neden istemediğim şeyleri kabul etmekte direten biriyim ki ben. Bu yazıyı seni özlediğim için değil, kendim için yazıyorum anne.


Bir görsen şimdi beni, bi öğrenci, bi ev hanımı, bi anne, bi eş, bi müdür... Hayata ne de sıkı tutunuyorum hiç gitmeyecekmiş gibi! ölüm neymiş öğrendim ben. Nasıl acıtıyormuş canını insanın öğrendim. Çok düştüm çocukken, dizlerim yaradan bereden hiç kurtulmazdı hani, yara kabuklarım iyileşemeden tekrar tekrar düşerdi. O zamanlar ne de çok canım yanardı, çok ağlardım, keşke canımı acıtan şeyler hep o zamanlardaki gibi olsa.. Bazı şeyleri ilk sana anlatmak istiyorum bazen, bana sorular soruyormuşsun gibi onları cevaplıyorum. Mesela daha çok kendimle konuşmaya başladım.


Son zamanlarda, yemek yaparken senin o yemeği nasıl yaptığını gözümün önüne getirmeye başladığımı farkettim. Mercimek çorbam, köftem aynı seninki gibi oluyor.


Bir sütlacını özlüyorum, bir de irmik helvanı! İkisini de senin gibi kimse yapamıyor. Benim için artık her gün anneler günü!


Hem her şeyimiz eksik kaldı, hem de boğazımda hiç geçmeyeceğini bildiğim bir düğüm...

Daha şimdiden o kadar çok uktem var ki sana dair, bi yerlerde bi şekilde hep beni gördüğünü, bildiğini hayal ediyorum.hala gittiğine inanamıyorum, kabul edemiyorum, hala sesin kulaklarımda, hala bir şey olduğunda hep sana haber verecekmişim gibi, anlatacakmışım gibi günün özetini, kokun burnumda, şalın vardı ya hani siyah senin ördüğün, onu yıkamıyorum, sen kokuyor, annem kokuyor..
 
Geçen yıllara, yaşanan dramlara, söylenen sözlere, kırılan kalplere, dökülen gözyaşlarına rağmen hala yanındaysa ve hala yanındaysan vardır bunda bir iş.

Gece ayakları ayaklarına değmezse uyuyamıyorsan, kalabalık içinde göz göze gelince çocuk gibi seviniyorsan, bir dokunuşu ile günler süren baş ağrılarını geçirebiliyorsa vardır bunda bir iş.

Onunla aynı havayı soluduğunu bilmek bile güven veriyorsa, her doğum gününde eve buket buket sevdiğin kırmızı güllerden getiriyorsa vardır bunda bir iş.

En ümitsiz anlarınızda, ilişkinin en çıkmazda olduğu günlerde bile aynı yatağa girip sırf bunun için bile şükredip gülümseyebiliyorsan vardır bunda bir iş.

vardır işte...
slingomom
 
Evimde misafir odası yok, evin her yerinde ben ve kızlarım yaşıyoruz. Misafir için ayırdığım yemek takımlarım, çakal kaşık takımlarım da yok. En iyileriyle biz yiyoruz. Misafir gelirse onlara da çıkarıyoruz bizimkilerin aynısından. Biri evime geldiğinde evim dağınıksa panik de olmuyorum ben. Evimi değil beni görmeye geliyor benim sevdiklerim, sevenlerim... Bu yüzden ev dağıldı diye kızmam kızlarımla beraber dağıtıyor beraber topluyoruz. Şimdiye kadar çıkmayan tek bir leke olmadı yaptığımız faaliyetlerde.

Hiç bir ev işi "anneee" diye seslenen kızlarımdan daha önemli olmadı benim için. Hiç bir zaman kızmadım büyükler sohbet ederken araya girip fikrini söyledi diye. Dinlemeyen büyükleri ikaz ettim aksine "kızım size bir şey söylüyor" diye.

Evimde mutluluktan daha fazla önemsediğim hiç bir şey yok benim. Bu yüzden beni mutsuz etmeye çalışan insanların ne söyledikleriyle de ilgilenmiyorum. Hayatıma kattığım insanları da böyle insanlardan seçmeye çalışıyorum. Ailemin meraklı komşumun evimle ya da kızlarımla ilgili ne düşündüğünden çok daha önemli.

Bu kadar üzüp kasmayın kendinizi insanlar için. Şu ne der bu ne der diye düşünmeyin, ev kirlenir, üzeri kirlenir diye engellemeyin çocuklarınızı ne olur. GERİ GETİREMEYECEĞİNİZ TEK ŞEY ONLARIN BU YAŞLARI))
 

işteee buuu.!!!!
Klavyene sağlık bodycm
 

ne güzel yazmışsın. benimde hep çocuklarım olunca asla yapmayacağım dediklerim bunlar. bazı şeyleri çocuk yokkende yapmıyorum ama. mesela misafir odam yok, her şeyimi ben kullanıyorum, smaimi arkadaşlarımsa evi önemsemiyorum ki zaten samimi olmayan evime gelmez. yeğenlerim gelince aksine ablam durun pislenecek, dokunmayayın kırılacak diyor çocuklara bense aman boşvern diyorum.. çok hoş yüreğine sağlık.
 


İnşallah allah sana da hayırlı evlatlar versin, benim misafir odam oturma odam ve bir odam boşboş! sadece çocuklarıma özeldir, istedikleri gibi girer boya yapar, oynar çıkarlar ortada bir yer sofrası var üzerinde istedikleri gibi çizerler, özgürler... bir de halı :))
 
Arkadaşlık hep hayatımdaki en önemli olgulardan biriydi. Hayatımda hep yakın arkadaş dediğim insanlara verdim önceliği. Ve istisnasız ağzıma edildi...

Arkadaş dediğin arar sorar bir kere. Bir derdin olduğunda arar, yanına gelir en kötü mesaj atar. kendi derdi gibi benimser senin derdini, oturur çözüm bulmaya çalışır. "Bosver kanka yaa kendi kaybeder" tadında abuk cümleler kurmaz. moralin durduk yere de bozuk olsa dinler seni.

Herkesin kendi hayatı vardır eyvallah, zaman zaman birbirini ihmal edersin ama bunu telafi etmek için bir yol arar gerçek arkadaşsa, sana değer veriyorsa.10 dk.da olsa zaman yaratır yüzünü görür.

Açık olur sana. Dürüst olur. Herkes hata yapar, hatalar konuşulur çözüme kavuşturulur ama o cok iyi bir arkadaş olduğu için kırılsanda bazı hatalarını göz ardı edebilirsin. Tolere edilmeyi "hak eder".

Diğer bir çok konuda olmamasına rağmen arkadaşlık konusunda prensiplerim var. İronik.

Son 7-8 aydır 'arkadaş' diye tanımladığım iğrenç insanlarlayım. Beklentim yüksek belkide. Ama bana göre, bu dediklerim olmadıktan sonra o insan zaten yakın arkadaş, dost, kardeş olmaz. Olmaz olsun. Ne biçim insan o be. Mis gibi oldu kurtulduğum bundan sonra da emin olmadan kimseyi "yakin" statusüne sokmayacağım.



Yaşayabilmek için off'a getirmem gerektiğine inanıyorum!
 
Son düzenleme:
Bazen bir mucize dokunur hayatımıza...Kimi zaman hiç beklemediğimiz bir anda, kimi zamanda öyle çok, ölesiye isterken gerçek olmasını. Bu mucize bana iki kere dokundu! Evim iki elmas tanesi ile şenlendi. Canım kızlarım benim...

Ardı ardına doğum yapmaktan korkmadım hiç, acaba birinizin sevgisinden çalar diğerine eksik verir miyim düşüncelerim de olmadı benim, tıkadım kulaklarımı sevgiyle, özenle, gözlerimde ışıkla izledim her gün büyümenizi. "Anne" diyeceğiniz günleri beklerken, şimdi oturup üçlü sohbetler kuruyoruz.

Nasıl davranacağımı, neler yapmam gerektiğini bilmiyorum. Hiç öğretilmedi annelik bana, açıkçası becerip beceremediğimi de bilmiyorum ama tek bildiğim ve uygulamayı başardığım bir gerçek var ki "sizi çok ama çok seviyorum"

Bir çok şeyi birlikte öğrendik ama en çok ben öğrendim, "anne" olmayı öğrendim, anneliğin sonsuz bir sabır gerektirdiğini, bir gülüşünüzle dünyaları değiştirebilecek güce sahip olabileceğimi, bir ağlamanızla dünyayı yerle bir edebileceğimi, ateşlendiğinizde cayır cayır yanabileceğimi, geceleri her uyanışınızda sabahlara kadar sizi kucağımda gezdirebileceğimi, o saatleri dünyalara değiştirmeyeceğimi, bir "anne" sözünüzle dünyanın en mutlu insanı olabileceğimi, çizdiğiniz bir resimle taklalar atabileceğimi, bana ilk çiçek verişinizde gözyaşlarına boğulabileceğimi, evi her dağıttığınızda nasıl beraber toplayabileceğimiz ve bunun sadece bir oyun olabileceğini, babanızı sırf size sahip olmama sebep olduğu için bile sevebileceğimi, sırf odada bir şeylere çarpıp düşmeyin diye alelacele tuvalletten çıkmayı yani sizinle birlikte acele etmeyi, sizi veren Yaradana şükretmeyi, birlikte konuşmayı, şarkı söylemeyi, çığlık atmayı, yüzmeyi, gülmeyi, gıdıklamayı, ağlamayı ve daha bir çok şeyi....

Kokunuzu içime çekiyorum her gece uykunuzda, iyi ki varsınız, iyi ki benim kızlarım oldunuz..


 
Hayatımızda bir sürü güzel ve kötü şey olup bitiyor. Kimini koşuşturmaca arasında unutuyoruz, kimini hatırlamak istesek bile zamanla hafızamızda kayboluyor.


Yaşlandıkça geriye baktığınızda elinizde hatıralardan başka ne kalabilir ki?


Ben ilerde, iyi veya kötü, her yaşadığımı hatırlamak istiyorum. Beni değiştiren hiç bişeyin kaybolmamasını istiyorum.


Bir günlük alıp yazmak istemiyorum, bulunabilcek bir şey olmasını istemiyorum. hiç bir tanıdığımın bunu bilmesinide.


İnsanlara kendinizle ilgili her yeni bir şey söylediğinizde onlara özgürlüğünüzden bir parça verirsiniz.


Biz yaşadıklarımıza çevremizdeki insanlar tarafından nasıl görüleceğini çok umursayan insanlarız. Bunu aşmam lazım ama şimdilik sadece anılarımın kaybolmasını istemiyorum.
 
Susan Sachs Lipman, yazdığı kitapta ebeveynliği giderek altından kalkılmaz bir yüke dönüştüren aşırı programlı ve yüklü pedagojik anlayışı eleştiriyor. Time Dergisi’nden Bonnie Rochman’ın Lipman’la yaptığı söyleşiyi yayınlamak istedim.

Çocuğun bütün gününün programlanmış olduğu ebeveynlik giderek yaygınlaşmaya başladı. Öğünler hazırlanmalı, dişler fırçalanmalı, oda düzenli, temiz tutulmalı, ne giyeceğine karar vermeli, ailenin bütün üyelerinin programları çocuğa göre ayarlanmalı ve bütün bunlar için olabildiğince erken kalkmalı, hatta mümkünse hiç uyumamalı…

Susan Sachs Lipman, şimdi 16 yaşında olan kızı Anna’yı büyütürken ne kadar zorlandığını, özellikle okul öncesi dönemde yaşadıklarını hatırlıyor. “Ansızın hayatımız içinden çıkılmaz zorlukta bir hal aldı ve böyle olmaması gerektiğini düşünüyordum” diye anlatıyor bu dönemi Lipman. Şimdi ise Children and Nature Network adlı bir sivil toplum kuruluşunda sosyal-medya direktörlüğü yapıyor.

Bir gün kızını arabayla okula bırakırken böyle olmaması gerektiğine karar vermiş. Arabayı bırakıp, kızıyla okula yürümüş ve biraz daha yavaşlamasında hiçbir mahzur olmayacağını düşünmeye başlamış. Birkaç hafta önce yayınladığı Fed Up with Frenzy: Slow Parenting in a Fast-Moving World (Bir Anne Nasıl Çıldırır: Hızlı Bir Dünyada Yavaş Ebeveynlik) adlı kitabında hem deneyimini paylaşıyor hem de yaptığı araştırma ve gözlemleri anlatıyor.

Nasıl yavaşlayabileceğimiz konusunda bir tavsiyeniz var mı?

Hepimizin çocuklarımızın gelecekleriyle ilgili binlerce endişesi var. Ne zaman iyi bir üniversiteye gidecekler? Üniversitede nasıl bir öğrenci olacaklar? Sonra ne olacak… Eğer bugüne odaklanmayı biraz daha becerebilsek, hem kendi hayatlarımızdan hem de ailemizle geçirdiğimiz zamandan daha çok keyif alabiliriz.

Fakat bu endişeler biraz da dünyanın bildiğimiz koşullarının değişmesinden kaynaklanmıyor mu?

30 yıl önce çocuklar bugünden çok daha fazla boş vakte sahiplerdi, bugünse hep meşguller. Amerikalıların yarısı düzenli olarak eve iş getiriyor, çalışan anneler zamanlarının yüzde 40′ını birçok işi aynı anda yapmak için kullanıyorlar. Dünya değişiyor, benim çocukluğumdaki dünyaya hiç benzemiyor. Bu değişimin büyük bir bölümü de teknolojiden kaynaklanıyor. Teknoloji kötü bir şey değil. Fakat teknolojiden bir miktar uzak durabilmek de çok önemli ve benim asıl bahsettiğim de bu. Sürekli e-postaları kontrol etmek yerine, çocuklarla geçirebileceğimiz zaman, onların kendi başlarına yapabilecekleri şeyler ayarlayarak, kendimize ayırabileceğimiz zaman ve özgürlük duygusu çok önemli.

Fakat okul dışı ilave eğitim programlarından uzak durmak da imkânsız gibi görünüyor.

Aileler çocuklarına ellerindeki bütün imkânlarla iyi bir gelecek hazırlamak istiyorlar. Ama bununla birlikte oyuna, boş vakte ve birlikte zaman geçirmeye yeterince değer vermemeye başladık. Şimdi yavaş yavaş bütün bu etkinlikleri yapmanın çok da faydası olmayabileceğini duymaya başladık. Aslında çocuğun kendi başının çaresine bakabileceği durumlar yaratmak sanki daha iyi bir şey gibi görünmeye başladı. Çünkü bu şekilde çocuk sürekli başkaları tarafından yönlendirilmek yerine, kendi yolunu bulmayı öğreniyor.

Önerdiğiniz ebeveynlik tarzı bir hayli devrimci. Eğitimlerine bu kadar odaklanarak aslında çocuklara iyilik yapmış olmuyor muyuz?

Bütün gücümüzle çocuklarımızı eğitmeye ve onları hayata hazırlamaya çalışıyoruz. Ama yaptığımız her şey onlar için iyi olmayabiliyor. Söylediğim tek şey biraz yavaşlamak, her şeyi hızla yapmak yerine sindire sindire yapmak gerektiği aslında. Hızla davrandığımız için birçok şeyi olması gerektiğinden önce yapmış oluyoruz, fakat özellikle okul öncesinde çocukların boş zamana, kendi başlarına oynamaya ve dünyayı kendi gözleriyle keşfetmeye ihtiyaçları var. Kızım 3-4 yaşındayken futbol oynamaya merak sardı. Bunun için haftada birkaç kez antrenmana gitmesi gerekiyordu ve bu onun için de benim için de bir dolu zaman demekti. Bu yaşta bir çocuk için bu kadar ciddi bir çalışma düzeninin gereksiz olduğunu düşünüyordum. Sonunda futboldan sıkıldı ve biz de antrenmanları bıraktık. Cumartesi sabahları diğer çocuklar futbol oynarken, onun boş zamanı oldu, bazen parkta, bazen mutfakta geçirdi bu zamanı. Birlikteydik aynı zamanda. Liseye başladığında ciddi bir atlet olmuştu, şu anda üç ayrı takımda birden oynuyor, su polosu, dağ bisikleti ve lacrosse (hokey benzeri bir oyun). Biraz daha büyüdüğünde sporla ilgisi başka türlü devam etmeye başladı. Şimdi bana bu daha doğal görünüyor, çünkü kendisi seçti. Ve bunun yanında daha küçükken bütün o vakti birlikte geçirebildik.

Diyelim ki bir anne ya da baba yavaşlamaya karar verdi… Ne olacak sonra, o zaman nasıl doldurulacak? Ya da doldurulacak mı?

Sürekli ne yapacağımızı düşünerek endişeleniyoruz. Bazen hiçbir şey de yapmayabiliriz. Bu bir zihinsel durum. Komşu edinin, film izleyin. Bütün bunlar çok demode gibi görünebilir ama aynı zamanda size kendinizi iyi hissettirir, çünkü basit ve sıradandırlar. Her yaz açık hava sinemasına gidiyoruz birkaç kez komşularımızla birlikte. Bir parça battaniyenin üzerine uzanıp filmimizi seyrediyoruz. Başka bir gün gazete kâğıdından gemiler yapıyoruz ve eğleniyoruz kendi aramızda. Tek başıma öylece oturup müzik dinliyorum, bu esnada çocuklar da bahçede oynuyor.

Yavaş ebeveynliği birkaç cümleyle tanımlasanız…

Bazıları bizlerin yaptığı etkinlikleri görüp “ama siz de yavaş değilsiniz ki” diye dalga geçiyor. Yavaşlık olduğun yerde durmak değil ama yaptığın şeylere hakkını vermek, onlara gerektiği kadar zaman harcamak diyebiliriz. Bazen bir hafta sonu olsun tembellik edeyim dersiniz, üstlendiğiniz bütün o sorumlulukları unutmak istersiniz, canınız partiye gitmek, eğlenmek falan da istemez. O zaman suçluluk duymadan tembellik etmelisiniz. Böyle yapmazsanız o hızın bedeli size de ailenize de çok yüksek olabilir…

Geçmişe özlemin her zamankinden fazla olduğunu görüyoruz…

Pek çok insan hatırladıkları dünyaya dönmek istiyor. Hayatımı sosyal medyadan kazanıyorum. Ama işimi bitirdiğim anda ekrandan uzaklaşıp gerçek dünyaya dönüyorum. Basit, sıradan, eski moda etkinliklerden hoşlanıyorum. Evimde zaman geçiriyorum. Mutfağımda canımın istediği yemeği yapıyorum. Aslında yavaş ebeveynlik dediğim şey şu: Kendimi unutmadan yaşamaya devam ediyorum…
 
Son düzenleme:
Ben bu ülkenin, durmadan ötekileştirdiğiniz fertlerindenim. Bu ülkede; size rağmen insanca yaşayacağımıza olan inancı kaybetmeyenlerdenim. Ben geleceğine sahip çıkan ve bunu gasp etmeye çalışanlara hesap soran biriyim.

Uzun zamandır bu yazıyı yazsam mı yazmasam mı diye düşünüyorum. Şimdiye kadar karar verememem; sizden çekindiğimden değil, bir vatandaş olarak bana yaşattıklarınızın yarattığı hissi, insanlığımdan çıkmadan ve şu ana kadar taşımaktan gurur duyduğum insan yanımı yok etmeden nasıl yazabilirim diye düşünmektendi. Hala bilmiyorum ama deneyeceğim, çünkü artık dayanamıyorum.

2002′de, ilk geldiğiniz günü hatırlıyorum. Henüz neler olabileceği konusunda ayrıntılı bir değerlendirme yapma fırsatı bulamamıştım. Geçtiğimiz on yılda; yaşadığım ve sevdiğim bu ülkeyi, gün be gün, an be an biraz daha batağa saplayışınızı ve bundan aldığınız garip hazzı gördüm.

Ben bir oyuncuyum. Doğal olarak işim; karakter yaratmak, yarattığım karakterin psikolojisini anlamak ve duruma uygun bir alt metin oluşturmak. Ne yazık ki bu on yılda, başta başbakanınız olmak üzere hiçbirinizin nasıl bir psikoloji içerisinde olduğunuzu anlayabilmiş değilim. Sizlere hangi açıdan bakarsam bakayım, fantastik, sürreal, ve inanılması güç karakterler çıkıyor karşıma. Bu durumu sadece benim hayal gücümün eksikliği olarak tanımlayabilmeyi ve çözüme ulaşmayı çok isterdim fakat öyle değil. Bu olsa olsa; sizlerin, hayal bile edilemeyecek şeyler yapan ve bundan zerre kadar pişmanlık ya da rahatsızlık duymayan, psikoz yaşayan insanlar olduğunuzu gösterir. Çünkü hiçbir insan, bu kadar yanlışı ve zulmü ardarda yapıp, bunu normalmiş gibi anlatıp, bundan bir başarıymış gibi söz edip, zevk alamaz.

Bu ülkenin insanları; geçtiğimiz yıllar boyunca sefalet içerisinde bırakılarak, köleleştirilerek, dilendirilerek, korkutularak yönetildi. Açıkçası farklı yöntemler kullanmadınız. Bu yüzden sizi ayrı bir yere koyamayız. Sadece; idol edindiğiniz büyüklerinizin yöntemlerini geliştirip, manipülasyon araçlarını çok etkili kullandığınızı söyleyebiliriz. Tabi bu yükselişinizde; zayıf muhalefetin ve ağzınızdan hiç düşürmediğiniz, “stockholm sendromu” vakası olmayı çoktan geride bırakıp başka bir boyuta geçmiş olan %50′lik kesimin koşulsuz, sorgusuz-sualsiz biat etmesinin etkisini unutmamak gerekir. Fakat bir noktayı kaçıyorsunuz. Ben sizin %50′nizin içinde değilim. Beni görmezden gelebileceğinizi sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. Dersim’i ağzınıza sakız edip, Maraş’ı, Çorum’u da görmezden gelemezsiniz. Sivas sanıklarını aklayamazsınız. Hula’da ölenlere üzülüp savaş çığlıkları atarken, Roboski’de çocukları bombalayanları saklayamazsınız. Askeri vesayeti bitirdik deyip, 12 Eylül katillerini yargılıyormuş gibi yapamazsınız. Erdal Eren’in mektubunu okurken timsah gözyaşları döküp, Çayan Birben’i gazla öldüremezsiniz. Metin Lokumcu’ya bir rahmet eylemeyi çok görüp, fetüs haklarını koruyamazsınız. Siz kadınları bir eşya gibi görüp yaşamlarını yok sayamaz, bedenleri ve tercihleri hakkında ahkam kesemezsiniz. Çocuklarımız, canımız çocuklarımız deyip, tecavüzcülerini kollayamazsınız. Kızınız rahat rahat sakız çiğneyemedi diye, tiyatrolara el uzatamazsınız. Gazetecileri içeri atıp, “onlar gazeteci değil” diye yaftalayamazsınız. Dışarıdaki gazetecileri abluka altına alıp, boğazlarını sıkıp, sizin istedikleriniz dışında tek kelime bile yazmamalarına rağmen “tasmalarınızdan biz kurtardık” diyemez, gerçekleri yazanları hedef gösteremezsiniz. Demokrasi diye zılgıt çekip, emekçilerin grev haklarını gasp edemezsiniz. Vatan, millet, sakarya nidalarıyla bas bas bağırırken, fetihi hayatınızın en önemli günüymüş gibi kutlarken, ülkeyi önüne gelen yabancıya parça parça satamazsınız. “Batarız” diye korku salarak memura üç kuruş zam yapıp, soygunculara “Deniz Feneri” gibi yol gösteremez, kendinize %60 zam yapıp, başbakanlık sarayları inşaa edemezsiniz. Bayramları yasaklayıp, Hitlervari kongreler düzenleyemezsiniz. Orman arazilerini yedi ceddinize peşkeş çekemez, doğayı HES çöplüğüne çeviremezsiniz.

Şimdi bunları okuyup “yaptık ya” diyebilirsiniz. Şu kadarını söyleyeyim. Böyle devam etmez, hiçbir dikta sonsuza kadar sürmez. Çünkü hiçbir toplum; sizin sandığınız ve buna güvendiğiniz kadar aymaz değildir. Şimdi soracaksınız. “Sen kimsin de bunları söylüyorsun?” diye. Ben bu ülkenin, durmadan ötekileştirdiğiniz fertlerindenim. Bu ülkede; size rağmen insanca yaşayacağımıza olan inancı kaybetmeyenlerdenim. Ben geleceğine sahip çıkan ve bunu gasp etmeye çalışanlara hesap soran biriyim. Ben beğenseniz de beğenmeseniz de üreten, okuyan, eleştiren, sorgulayan ve cevap isteyen bir bireyim. Yani anlayacağınız ben; siz değilim!


Peki; asıl siz kimisiniz ?
BARIŞ ATAY
 
Bir ses arıyorum
Yeni bir şiire başlamak için
Bir doğum çığlığı gibi kaçınılmaz
Çocuğun ilk ağlayışınca güzel
Bir ses.


Çünkü yüreklerimiz
Acılarla şişe şişe nasırlaştı
Kızgın demirlere değen ellerimiz
Su toplayıp kabarır, nasırlaşır
Ateşe ve demire dayanır
Yüreklerimiz acıyla dövüle dövüle
Çelikleşti.


Yalnız orda, ta dipte küçük bir çekirdek
Gözyaşı gibi titriyor mavisiyle havanın.
Kız çocuklarının perçemleriyle oğlanların afacanlığı
Kaynatıveriyor o damlayı.


Bir ses arıyorum
Yeni bir şarkı için
Çocukların ilk sözcüğü gibi umutla,
Sevinçle duyulacak bir ses,
Çünkü umutsuzluk yasaktır
Don vuran ağaç sürgün verecek,
Kaya çatlayacak, tohum yeşerecektir.
Ama susmaktan sesimi yitirdim
Nasırlaştı dilim.


Elim ateşten korkmuyor,
Ülkemin bütün kadınları gibi tırnaklarım küt
Ateşten sıcak bir tencereyi yanmadan alabilirim
Köz basarım yüreğime.
Yüreğim nasırlarıyla umudu koruyor,
Bir küçük ışıltıyla baharı bekleyen
Çekirdek ateşten korkmuyor.

Şennur Sezer
Dünyalılar​
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…