Deli Kızın Günlüğü

- Bir Japon Karısına demiş ki;
"Tiki Taki"
- Karısı cevap vermiş;
"Kua Nini"
-Japon üzülerek yanıt vermiş;
"Taka anji radyumba yaku"
-Karısı ağlayarak cevap vermiş..
"Mimi takuni kakabında misa mihi.."

Sanki bişi anlıyonuz da hala okumaya devam ediyonuz, size ne milletin ailevi sorunlarından!
 
Günaydın, bugün sakın umudunu kaybetme, patlıcandan bile reçel oluyorken senden neler olmaz ki...
 
Ben sana; "Gel beraber mükemmel bir çift olalım, hiç ayrılmayalım, herkes bizi kıskansın." demiyorum ki. Gel diyorum beraber insanları boş vererek şarkı söyleyelim diyorum. Dört dörtlük söyleyelim de demiyorum ki. Bilmediğimiz yerleri sallarız Allah ne verdiyse.

Ben sana; Gel beraber yemek yapalım, mükemmel kekler pişirelim demiyorum ki. Mahvedelim edelim; yemeği de mutfağı da. Ama yiyelim yine de biz yaptık diye. Sonra gel harika bir hayatımız olsun demiyorum ki. Kavga edelim, ayrılalım. Aşkı kuvvetlendiren ayrılıklar değil midir zaten? İşte, olsun. Sıkıcı bir beraberlik olmasın. Kavga da olsun arada. Beraber kitap okuyalım, kültürlü iki çift olalım demiyorum ki ben sana. Gel diyorum, beğendiğimiz kitapları alalım kültürlü olmak mı? Boşver. Zevkimize uygun okuyalım. Sadece beraber okuyalım diyorum. Sonra ben sana numaradan korku filmi izleyelim böylece sana sarılabileyim, romantik olur demiyorum ki. Gel diyorum, ya komik bir film izleyelim kahkahalarla eğlenelim. Ya da hüzünlü bir filmle göz yaşlarına boğulalım. İçimizden nasıl geliyorsa yani...

Sonra ben sana romantik akşam yemekleri yiyelim, sen bana çiçekler al, öp beni demiyorum ki. Gel diyorum, söyleyelim bir çiğ köfte, yiyelim beraber. Sonra ben sana aç romantik bir müzik dans edelim beraber demiyorum ki.

Gel diyorum; açalım bir hip-hop kopalım beraber. Sonra ben sana gel sinemaya gidelim, güzel filmler izleyelim, gezelim beraber demiyorum ki.... Gel diyorum, al formaları maça gidelim, bağıralım avazımız çıktığı kadar. Sonra ben sana karda güzel fotoğraflar çektirelim, kıskandıralım insanları demiyorum ki. Gel diyorum al şu kar topunu fırlatalım beraber milletin kafasına. Sonra diyorum gezelim kaykayla, basketbol maçı yapalım beraber.

Ben demiyorum ki sana; Mükemmel bir çift olalım, kusursuz, harika anlaşalım. Benim istediğim gibi mükemmel bir adam ol. Ben diyorum ki sana; gel benimle hayatını yaşa....

Kimsen o ol, değiştirme kendini, doğal olalım. Ne istiyorsak onu yapalım. Gel diyorum bak, söylüyorum.
Gel; boşverelim insanları, keyfimize bakalım, MUTLU OLALIM...
 
Son günlerde meraklarım ayukka çıktı günlük, eskiden sürekli seyahat eder, keşiflerde bulunmaya çalışır nerede macera orada ben olurdum. Dizi seyretmem , seyredenleri de eleştirmem ama ben ciddi anlamda sıkılıyorum. Discovery aşığıyım, ev işlerinden nefret ediyorum. Eskiden ciddi bir kitap kurduydum ama iki çocuktan sonra kelebek moda geçtiğimden şimdi sadece internet araştırmaları yapabiliyorum :)


Eeeee bütün bunlardan size ne di mi? Sonuçta bu memlekette ağzı olan herkesin söyleycek bir sözü var ben de buradan yazıp kendi kendime eğleniyorum işte. İstiyorum ki çocuklarla ilgili tecrübeleri paylaşabileyim, yıldızları anlatalım, bir dünya vatandaşı olarak Obama’ya söveyim, memleketin hali çok iyi, ekonomi ne güzel diyenlere söveyim, herşey güllük gülistanlık diyenlere de “hadi yaa hangi gezegenden geldin sen” diyeyim… Çok şey istiyorum di mi günlük?


Bilirsiniz, eskiden, kargalar daha bozulmamışken, peşine takıldığınızda sizi götürecekleri yer belliydi. En fazla laciverti oluyordu ama nihayetinde aynı şeydi. Hepimiz bilirdik bunu. Zaman geçti, kargalar değişti. Biz de değiştik. Kargalar artık gri sever oldu. Peşlerine takılıp giderken yorulmayalım diye, her yanımıza tünediler, her yanımız grisinden doldu, grilere belendik, ıslandık, kovalandık, dövüldük, öldük. Güneşin renklerini merdivenlerde aradık.


İnsanlarımız "gezi bağlarında" dolanırken, bir "kırmızılı kadın"la tanıştılar, ıslak saçları geriye savrulan. Bir de baktık ki, memleket sirk çadırına dönmüş, "aaa bak kuş uçtu" derken bir palyaço, resmi gazete yaprak yaprak basıldı, haberimiz olmadan.


Dönme dolaplara bindirildik, biz dönerken nazlı nazlı, anayasal özgürlükler uçup gitti yanı başımızdan, güvercinler Suriye sınırında öldü, matbaa dişlilerinin arasına üç maymunun beyni kaçtı.


Besili çakallar türedi yavaştan, onlar semirirken biz bakakaldık.


Biz Kuran-ı Kerim'i belden aşağıya tutmanın günah olduğunu öğrenmişken, bir de baktık ki emperyalizmin akbabaları en ve de en kutsal mekanımıza tepeden bakıyor...


Soru şu; umut vardı da biz mi görmedik?
Basbayaa var işte, grilerin arasında, güneşin renklerinde..
 
Mesela herhangi bir gün müthiş bir iç sıkıntısı seni boğar. Hayat sana karanlık, manasız gelir. İnsan, biraz evvel senin zırvaladığın gibi felsefeler yapmaya başlar. Hatta yavaş yavaş onu da yapamaz ve canı ağzını açmayı bile istemez. Hiçbir insanın, hiçbir eğlencenin seni canlandıramayacağını sanırsın. Hava sıkıcı ve manasızdır. Ya fazla sıcak, ya fazla soğuk, ya fazla yağmurludur.

Gelip geçenler suratına salak salak bakarlar ve on para etmez işlerin peşinde, bir tutam otun arkasından koşan keçiler gibi dilleri bir karış dışarı fırlayarak dolaşırlar. Aklını başına derleyip bu pis ruh haletini tahlil etmek istersin. İnsan ruhunun çözülmez düğümleri bir muamma gibi önüne serilir. Kitaplarda okuduğun depresyon kelimesine bir cankurtaran simidi gibi sarılırsın. Çünkü nedense hepimizde, maddi olsun, manevi olsun, bütün dertlerimize bir isim takmak merakı vardır, bunu yapamazsak büsbütün çılgına döneriz. Mamafih insanlarda bu merak olmasa doktorlar açlıktan ölürlerdi.

Bu depresyon kelimesine yapışıp iç sıkıntısının uçsuz bucaksız denizinde bocalarken karşına uzun zamandan beri görmediğin bir ahbap çıkar. Kılık kıyafetinin düzgün olduğunu görür görmez derhal aklına kendi meteliksizliğin gelir ve gafil dostundan, talihin varsa bir iki lira borç alırsın… İşte ondan sonra mucize başlar. Şiddetli bir rüzgar ruhundan bir sis tabakasını sıyırıp götürmüş gibi içinin birdenbire aydınlandığını, bir hafiflik, bir genişlik duyduğunu görürsün. Eski sıkıntı pır deyip uçmuştur. gözlerin etrafa memnuniyetle bakar ve sen de gevezelik edecek bir arkadaş aramaya başlarsın.

İşte, iki gözüm, ciltlerle kitabın, saatlerce tefekkürün yapamadığı işi iki kirli kağıt başarır. Sen ruhumuzun bu kadar ucuz bir bedel mukabilinde takla atmasını haysiyetine yediremediğin için belki daha asil sebepler peşinde koşarsın, gökyüzünde birkaç yüz metre daha yükselen bir bulut, yahut ensene doğru esen serince bir rüzgar, yahut o esnada aklına gelen zekice bir fikir, sana bu değişmenin sebebi gibi görünmek ister. Fakat söz aramızda, iş bunun tamamıyla aksinedir, cebimize giren iki lira sayesindedir ki havanın biraz açıldığını görmek, rüzgarın serinliğini hissetmek, hatta akıllıca şeyler düşünmek mümkün olmuştur... Kalk, iki gözüm, iskeleye geldik.

Günün birinde ya çıldıracağız, ya dünyaya hâkim olacağız. Şimdilik bir rakı parası bulmaya çalışalım ve parlak istikbalimizin şerefine birkaç kadeh içelim....


Sabahattin Ali - İçimizdeki Şeytan
 
Herşey, bir tanıdığımın twitter hesabım olmadığını öğrendiği an bana 'pislikmişim' gibi bakıp 'peki olaylara tepkini nasıl gösteriyorsun?' diye sormasıyla başladı...


Gözlerimi kısıp, ufka doğru derin bir bakış fırlatarak "Bazen susmak en iyi cevaptır, dostum" diye kıvırmaya çalıştım fakat arkadaş haklıydı. Dünya zor zamanlardan geçiyordu ve benim olan bitenler karşısında göstereceğim tepkilere ihtiyacı vardı insanların. Üstelik dünyayı hep başkaları kurtarıyordu. Ben ise hazıra konuyormuşum gibi hissediyordum kendimi son zamanlarda. Neydim ben? İşe yaramaz bir asalak mı, kendi dertlerinden başını kaldırıp etrafına bakmayan aciz bir mahluk mu? Kısacası ayıp oluyordu. Artık toparlanmamın zamanı gelmişti.


Tabi bunun için önce bir adet akıllı telefon edinmem lazımdı. Eski telefonum fazla akıllı sayılmazdı. Aslında ders çalışsa zehir gibiydi fakat çalışmıyordu kerata. Ben de baktım okumaya niyeti yok, verdim tamircinin yanına çırak olarak, en azından bir meslek sahibi olur diye düşündüm. Kendime de süpersonik yeni bir cep telefonu aldım en afillisinden.


Telefon işi de tamamdı. Geriye twitter denilen meretin tam olarak ne olduğunu öğrenmek kalıyordu. Bu işlerde mahir bir dostumun kapısını çaldım. Elinde ayfonu, yüzünde 'twiti birkaç kez ritivit olmuşlara özgü aptal bir tebessüm'le karşıladı beni.
"Benim acilen twitter öğrenmem gerek, bana bütün bildiklerini öğret Rıza" dedim.
"O iş kolay, merak etme, diyeceklerimi uygula yeter" dedi en havalısından.
Ve başladı sıralamaya:

"İşe 'sofistike gibi' bir profil fotoğrafı çekerek başla, fotoğraf makinesini gözüne dayayarak verirsen pozunu, daha etkili olur" dedi.

Nedenini anlamasam da peki dedim. Ne de olsa karşımda bir sosyal medya gurusu vardı. Bir bildiği vardı elbet. "Müdürün, genel müdürün, patronunun ve de etrafta 'başarılıymış gibi' davranan kim varsa takipçisi ol ve twitlerini retweetle, ne yazdıklarına bakmana gerek yok" dedi.


"Gittiğin restoranları ve yiyip içtiklerini şurda burda kahvaltı keyfi, boğazda çay sefası filan yazıp paylaş. Mümkünse fotoğrafla birlikte ver.


"Kelime oyunları yap, zekiymiş gibi espriler üret, absürt olsun"
"Gündemi iyi takip et, tespit üstüne tespit şey yap"
"Metrobüs ve İstanbul trafiği hakkında yorum yap, terörü lanetle, cumhuriyeti koru, küçükleri sev büyükleri say, mevsimine göre havadan sudan muhabbet et"
"Ölen bir sanatçı varsa, kişisine göre şarkısını, filminden bir sahnesini ya da kitabından bir cümlesini paylaş. "Her ölüm erkendir ama seninki çok erken oldu be .... abi" filan yaz.
"Kütüphaneden kitap alıp yanına da bir bardak çay (ince belli olsun) koyup fotoğrafını çek ve çay eşliğinde .... okumanın tadı bir başka" yaz.
"Ve en önemlisi ne yazarsan yaz sonuna üç nokta koy"


Sonuncusundan gerçekten birşey anlamadım ama itiraf edeyim çok etkilendim.Çünkü kulağa çok hoş geliyordu. Kesin çok önemli bir ayrıntıydı.


"Eee tamam çok kolaymış" deyip Rıza'nın evinden ayrıldım ve ertesi günü beklemeye koyuldum. İçim içime sığmıyordu. Sabahı zor ettim. Kalkar kalkmaz ilk işim profil fotoğrafı çektirmeye girişmek oldu. Fakat evde herhangi bir insan evladını sofistike gösterecek bir fotoğraf makinesi yoktu. Üst katımızda oturan Zekai amcanın büyük oğlu Durmuşcan'ın çok havalı bir makinesi olduğu aklıma geldi. Hemen yukarı çıktım. Kapıyı Sabahat Hanım Teyze açtı.


"Sabahat Teyze annem varsa bir bardak profesyonel fotoğraf makinesi istiyor" dedim.


"Ay oğlanın vardı ama o da arkadaşlarıyla çıktı yavrum kusura bakma. Karbonat vereyim o da aynı işi görür" dedi.
Büyük bir hayalkırıklığıyla eve döndüm ve annemin yorgan dolabının altındaki ayakkabı kutularının içinde sakladığı 90'lı yıllardan kalma kodak marka filmli ince uzun dikdörtgen şeklindeki fotoğraf makinesini alıp babamın eline de ayfonu tutuşturarak fotoğrafımı çekmesini istedim. Babam tipik bir Türk babasıydı, yani fotoğraf çekmeyi bilmiyordu. Koca karede beni koyacak bir yer bulamamıştı. Çenemin hemen yukarısından kadraja alınan kafam, fotoğrafın sağ alt köşesinde küçücük bir yer bulabilmişti, gerisi ise kocaman bir boşluktu. Yapacak birşey yoktu.

Fotoğraf işi çok uzamıştı. Vakit öğleyi geçmişti bile. Türkiye'de neler olmuş bitmiş diye internete girdim. Şansıma o gün gündem hiç olmadığı kadar sakindi. Ne başbakan bir dizi hakkında görüş bildirmiş ne de bir tiyatrocu başörtüsünden rahatsız olduğunu ifade etmişti. Ortada kınanacak bir terör saldırısı neyim de yoktu. Çaresiz ben de Fransa'daki banliyö olaylarından bahsettim. "Fransız göçmenleri ayaklanmaya iten en önemli unsur, aslında göçmenlerin Fransa’daki yaşam koşullarında aranmalıdır..." diye tweet attım. Twitim anında ritivit olmuştu. İçim içime sığmıyordu.

Sonra Rıza'nın üzerinde önemle durduğu 'patronu takip işi'ne giriştim. Arama çıbığına 'Fahri Cebişişkin' yazıp çıkan ilk kişiyi takip etmeye başladım ve ne yazarsa yazsın retweetleyip arada sırada da 'haklısın abi' diye yorum yaptım.

Geriye bir restorana gidip yediğim içtiğimin fotoğrafını çekme işi kalmıştı. Ancak pahalı ve şık bir restorana gidemeyeceğim kadar ay sonuydu. Ben de mecbur köşedeki Kardeşler Pide Salonu'na gidip soğanlı kıymalı kır pidesinin fotoğraflarını çekip "Ne kadar şık bir restorana gidersem gideyim, gittiğim her yerde Kardeşler Pide Salonu'nun kır pidesini arıyorum..." yazıp tweet attım.

Sonra patronum olacak adamın bir kaç tweetini daha retweet ettim. 'çok haklısınız, müthiş bir tespit...' filan yazmayı da ihmal etmedim. Planım saat gibi işliyordu.

Kitap-çay ikilisinin fotoğrafını da çekersem işim bitiyordu. Kütüphaneden rastgele aldığım kitabı çay bardağının yanına koyup ayfonumla bu anı ölümsüzleştirdim.

Yorgun düşmüştüm. Kafamı koyduğum yerde uyumuşum. Rıza'nın telefonu ile uyandım.

"Abi sen twitter'a bulaşma istersen" dedi.
"Hayırdır, ne oldu?" dedim.
"Fransa'daki banliyö olaylarından bahsetmişsin. 3 sene önceki olay o. Bütün internet siteleri 'Fransa'da banliyö olayları yeniden patlak verdi" diye son dakika geçmiş. Sosyal medya karıştı abi. Bir de patronun diye başka bir Fahri Cebişişkin'i takip etmişsin. O da ünlü playboy. "Elinden uçanla kaçan kurtuluyor" diye nam salmış. Çayın yanına koyduğun kitap da Ana Britannica abi. Absürt espri yap dedim Temel fıkrası anlatmışsın. Üstelik 140 karaktere de sığmamış. Pide salonuna ise hiç değinmiyorum"

Çok moralim bozulmuştu. Buralardan sessizce çekip gitme vakti gelmişti. Feysbuk neyime yetmiyordu. Bir daha dönmemek üzere Twitter'den sayn aut yapıp, feysbuk'a sayn in yaptım. Feyste beni kırmızı kırmızı yanan bir adet arkadaşlık isteği bekliyordu. Heyecanla tıkladım arkadaşlık isteğinin üzerine. Çıkan mesaj: "Fahri Cebişişkin arkadaşın olmak istiyor"du

Nur topu gibi bir sapığım olmuştu...

Yazan: Öz Hakiki Günlük
 
Bugün çok kötü başladım güne... Aldığım bir haberle soğuk duş etkisi yaşadım desem yeridir, henüz küçücük bir beden, daha küçücük bir çocuk büyük kızımdan sadece 1 yaş daha büyük... 7 yaşında. Hayat bazen çok uzakta değil, hemen yanı başımızda. Konduramadığımız şeylerse nedense gelip buluyor bu küçücük bedenleri Arkadaşımın yavrusu, bir tanecik kuzusu. Çok zor bir sınavdan geçiyorlar şimdi, birlikte yenecekler bu illeti ama ben bu hastalığın adını bile yazarken zorlanıyorum. Kelimelerim bitiyor, tükeniyor...

Allah yardımcın olsun, bu yolculukta gücünüz, sabrınız hiç bitmesin..
Sakın vazgeçmeyin nolur..
 
Sahip olmadığın bir şeyi, yaşamadığın bir olayı, aklında canlandırmaktır hayal kurmak. Bir film sahnesi gibi romantiktir bazen, renkli canlı bir kadrajdadır ya da bardaktan boşanırcasına bir yağmurda, bir köprüde, çok sevdiğin bir kafede belki ya da kimsenin bilmediği bir kasaba.

İnsan aklının sınırları yok, hayal kurarken de bu konuda oldukça bonkör davranıyoruz.

yerdeyizdir. Bu açıdan hayal kurduğumuz süre boyunca mutlu oluruz, özgüvenimiz artar. Hayattan çok bunaldığımız zamanlarda da kafa boşaltmaya ve biraz rahatlamaya da yarar ayrıca. Kişiye göre insanın hayattan beklentileri algılamasını sağlar ya da hayal ettiği şeye ulaşmak için daha hırslı olmasını.

Bu işin dozunu ayarlayabilenler için hayal kurmak gayet olumlu ve yapıcı bir eylem. Ama bunu abartanlar için ki bende bu grubun ele başı olabilirim, hayaller üzücü olmaktan başka bir sıfata sahip olamıyorlar.

Vakit kaybı yaratıyor en başta. Bazen bir saat boyunca yatıp, vakti fark etmeden onula barışmayı hayal ediyorsun mesela. Senaryoyu yazıyorsun, oyuncuların kostümlerini ayarlıyorsun, çekimi yapıp, yönetiyorsun.

Beklentileri arttırıyor sonra. Sonuçta hayal kırıklığı oluyor haliyle. Bir sürü hayal kuruyorsun, kafanda o insanı bir yere oturtuyorsun bazı özellikler yüklüyorsun bol keseden. Ya da kendine gerçekte alabileceğinden çok daha pahalı kıyafetler, gerçekte olabileceğinden çok daha kültürlü bir karakter seçiyorsun.

Ama gerçek hayatına döndüğünde bunların gerçek olamadığını ve hatta gerçek olma şanslarının düşüklüğünü fark ediyorsun. İste bu noktada hayal kırıklığı, özgüvenini yıkıp geçiyor, üzüntü yaratıyor.

Yani hayaller kısa vadede mutluluk kaynağı olabilirken uzun vadede insanda büyük özgüven kaybına neden oluyor. Dozunu kaçırmadıkça, oturup saatlerce detaylarıyla bir sahne canlandırmadıkça hedeflerini hayal etmek insana güç ve moral kaynağı olabiliyor.

Tabi bu dozunu ayarlama olayı benim gibi baya hayalperest bir insansanız zor oluyor. Ben bir ara hayal kurduğumu fark ettiğimde kendimi çimdiklerdim :) Faydalı oldu mu derseniz, oldu. Bir sure sonra dikkat etmeye şartlanıyorsunuz çünkü. İllaki fiziki hasara da gerek yok tabi iradeli olmak yetecektir.

Bütün hayalperestlere ve bundan kurtulmak isteyenlere gelsin…

Teoman - Hayalperest - YouTube
 
Son düzenleme:
artık başka türlü yaşamak gerek, başka türlü yaşamak için başka türlü düşünebilmek...
 
Çocuklarınıza aldığınız masal kitaplarını önce siz okuyor musunuz? Bence okumalısınız, içerisinde yer alanları mutlaka incelemeli ve gerekirse değiştirerek okumalısınız ya da o kitabı anında yok etmelisiniz..

Neden mi? Buyrun size kirpi yayınlarının bir masal kitabı 7 günde 7 masal..




Masallar sonuçta çocuklara verilmesi gereken mesajları uygun dille anlatmak için vardır, en azından ben bu amaçla kullanıyorum hatta kendi uydurduğum çok masallar vardır.. Peki bu masaldaki mesaj nedir? Cimrilik yaparsan sonuç intihar!? Kelimeler ürkütücü! Çocuklarımızı korumaya çalıştığımız anlayış ve yaşam tarzı bir şekilde evimize sokulmaya çalışıyor! Beyin yıkama dedikleri de sanırım tam da bu. Neyse ki çocuklarımız henüz okumayı bilmiyorlarda öncesinde masalları okuyup gözden geçirip aktarma şansımız var..

Hoş bu tarz masalları savunan örümcek kafalılar yok mu? Çooook...
 
Tam demokratikleşicem, töbe bismillah bi gülme geliyo....
 

şok şok şok. ipi bedavaye getirmenin mutluluğu mu? gözlerime inanamadım masala bak
birde boş mezar varmış. cimriya hemen içine atlayıvermiş, yazsalarmış tam olacakmış
 
Türk’üm demek, ayıp bundan böyle.

Çalışkanım… Asla çalışkan olmayacaksın, yatacaksın aşağı; kömür, makarna ne verirlerse alıp idare edeceksin.

Yasam… Yasa filan yok artık, halife sultanımız başımızdayken, yasaya, tüzüğe, yönetmeliğe, toptan hukuka ne gerek.

Küçüklerimi korumak… Küçükleri korumayacaksın, sopayla dövecek, palayla kesecek, polis kurşunu ile öldüreceksin. Geriye kalanları da bir suç uydurup hapse atacaksın.

Büyüklerimi saymak… İşte bu, demokratikleşme paketi kapsamında. Devlet büyüklerimizi övecek, yağlayacak, bulduğun yerde öpeceksin. Hatta, kılı olmaktan övünç duyacaksın.

Yurdumu, özümden çok sevmek…

Yurdu niye seveceksin ki? Yurt dediğin şey sevilmez, parsel parsel satılır ya da bölük bölük bölünür.

Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir…

Yükselmeyecek, tam tersine aşağılanacaksın ki, kul olma durumun perçinlensin.

İleri demokraside yaşıyorsun zaten, daha nereye gideceksin ki?

Varlığım Türk varlığına armağan olsun…

Armağan edilmiş zaten. İhaleler, özelleştirmeler, peşkeşler, satışlar, yandaşlar, kandaşlar; haydi gitti gidiyor, batan geminin malları bunlar

Işık KANSU
 
Bizim ülkemize demokrasi, 2013 yılında, hafif bulutlu bir sonbahar günü, saat tam 11.00’de geldi.

Ölülerimizi yeni gömmüştük.
Polislerimiz delirdi delirecekti.
Faili meçhuller hâlâ meçhuldüler.
Hukuk denen şey, adaletin temelini oyuyordu.
Cezaevleri muhalif gazeteciler ve siyasilerle dolup taşıyordu.
Solcularla sağcılar, tıpkı eski günlerdeki gibi, sokaklarda çatışmaya başladı başlayacaklardı.
Mahkeme sanatçıyı “Halkın bir kesiminin dini inançlarına hakaretten” on ay hapse mahkûm edeli daha birkaç hafta olmuştu.
Bakan, sakatlardan “Onları insan yerine koyduk” diye bahsediyordu.
Başbakan beğenmediği heykele ucube, beğenmediği gence marjinal diyordu.
Artık kimse açık havada içki içemiyordu.
Kadınların nerede nasıl giyinmesi gerektiği ağızlarda sakızdı.
Kaç çocuk yapacakları, hamileyken ortalıkta dolaşıp dolaşamayacakları tartışılıyordu.
Eğitim ve sağlığın farklı kaliteleri vardı ve parası olan daha iyisini satın alabiliyordu.
Görece kaliteli bir okulun yıllık ücreti 20 bin lira, asgari maaş alan birinin yıllık kazancı sadece 9.636 liraydı.
Ki, o sonbahar sabahı, o meşum demokrasi paketi açıldı.
Başbakan, usta bir pazarlamacı edasıyla, muhalefete muhalefet ederek lafa girdi.
O an demokrasinin neden bize paketlenip sunulduğunu anladık.
Öncelikle ülkesini, hayatında demokrasi nedir hiç görmemiş bir ülke sanıyordu.
Sanki dünyada demokrasi adına olup bitenden bihaber insanlara ilk kez kendisi demokrasi bahşediyordu.
Bunu da tıpkı kurnaz bir esnaf gibi, iyi malla kötü malı bir arada paketleyip müşteriye yutturmaya çalışarak yapıyordu.
Oradan bakıldığında, kim bilir bu halk gözüne ne kadar da aptal görünüyordu.
Paketteki maddeleri uzun uzun anlattı.
Ama ben ilk cümlelerinden birine takılıp kaldım.
“İnsanı yaşat ki, devlet de yaşasın” dedi.
Son birkaç ay içinde devletin polisi kaç tane protestocu silahsız genci öldürmüş, sakat bırakmışken…
Yaşatmak kelimesi argoda aynı zamanda “usulsüz bir şekilde zenginleştirmek, ihya etmek” anlamına da gelirken…
Devletin insana hizmet etmekle yükümlü bir yapı olduğundan bihaber bir başbakan, “İşte bunlar hep demokrasi” diyerek demokrasi paketi adı altında bize yarım yamalak düzenlemeler vaat etti.
Bu arada Kürt, Ermeni, Süryani, Alevi, Çingene olmayan, kilise, cami ya da cem evine gitmeyen, başörtüsü takmayan, farklı cinsel ve felsefi tercihleri olan ya da kendini inançsız olarak tanımlayanların “anadilleri” ve “yaşam biçimleri” hakkında tek kelime etmedi.
Evet, nefret suçlarından bahsetti; ama bu suçu son zamanlarda en çok işleyen zaten bizzat hükümetti.
Neticede ortada karanlık bir sürü nokta kaldı.
En karanlığı da gösteri haklarıyla ilgili olandı.
Bu demokratikleşme sürecinde, eylemlerimizi güneş batana kadar yapıp bitirmek, güneş batınca evlerimize dağılmak zorunda olacağımızı öğrendik.
Eylem zamanını günbatımıyla sınırlandırmak, zaman algısında ilkelliğin göstergesi mi; yoksa bunda bir art niyet mi var, tam anlayamadım.
Bu iktidar ya karanlıktan korkuyor, ya da bizi karanlıkla tehdit ediyor..
Mine Söğüt – Cumhuriyet
 
Kalabalıklar içinde yalnızsındır aslında. Nefes alırsın sen, yaşamazsın. Kimse bilmez. Sen iyi rol yaparsın. Güçsüz değilim dersin.Çığlıklar atmak istersin, bağırmak, haykırmak istersin. Kendini suçlarsın. Ne çok dilersin ölmeyi, biliyorum, ah ne içten istersin bunu..

Herkes hayata daha sıkı sarılman gerektiğini söylerken sen bırakırsın yaşamı. Gittiği yere kadar dersin. Sen de onlardan olursun. Yediği yemeğin tadını alamayan, duyduğu bir şarkıda hüzünlenen, yüzüne her gün sahte bir gülümseme takanlardan..!!!
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…