Bizim ülkemize demokrasi, 2013 yılında, hafif bulutlu bir sonbahar günü, saat tam 11.00de geldi.
Ölülerimizi yeni gömmüştük.
Polislerimiz delirdi delirecekti.
Faili meçhuller hâlâ meçhuldüler.
Hukuk denen şey, adaletin temelini oyuyordu.
Cezaevleri muhalif gazeteciler ve siyasilerle dolup taşıyordu.
Solcularla sağcılar, tıpkı eski günlerdeki gibi, sokaklarda çatışmaya başladı başlayacaklardı.
Mahkeme sanatçıyı Halkın bir kesiminin dini inançlarına hakaretten on ay hapse mahkûm edeli daha birkaç hafta olmuştu.
Bakan, sakatlardan Onları insan yerine koyduk diye bahsediyordu.
Başbakan beğenmediği heykele ucube, beğenmediği gence marjinal diyordu.
Artık kimse açık havada içki içemiyordu.
Kadınların nerede nasıl giyinmesi gerektiği ağızlarda sakızdı.
Kaç çocuk yapacakları, hamileyken ortalıkta dolaşıp dolaşamayacakları tartışılıyordu.
Eğitim ve sağlığın farklı kaliteleri vardı ve parası olan daha iyisini satın alabiliyordu.
Görece kaliteli bir okulun yıllık ücreti 20 bin lira, asgari maaş alan birinin yıllık kazancı sadece 9.636 liraydı.
Ki, o sonbahar sabahı, o meşum demokrasi paketi açıldı.
Başbakan, usta bir pazarlamacı edasıyla, muhalefete muhalefet ederek lafa girdi.
O an demokrasinin neden bize paketlenip sunulduğunu anladık.
Öncelikle ülkesini, hayatında demokrasi nedir hiç görmemiş bir ülke sanıyordu.
Sanki dünyada demokrasi adına olup bitenden bihaber insanlara ilk kez kendisi demokrasi bahşediyordu.
Bunu da tıpkı kurnaz bir esnaf gibi, iyi malla kötü malı bir arada paketleyip müşteriye yutturmaya çalışarak yapıyordu.
Oradan bakıldığında, kim bilir bu halk gözüne ne kadar da aptal görünüyordu.
Paketteki maddeleri uzun uzun anlattı.
Ama ben ilk cümlelerinden birine takılıp kaldım.
İnsanı yaşat ki, devlet de yaşasın dedi.
Son birkaç ay içinde devletin polisi kaç tane protestocu silahsız genci öldürmüş, sakat bırakmışken
Yaşatmak kelimesi argoda aynı zamanda usulsüz bir şekilde zenginleştirmek, ihya etmek anlamına da gelirken
Devletin insana hizmet etmekle yükümlü bir yapı olduğundan bihaber bir başbakan, İşte bunlar hep demokrasi diyerek demokrasi paketi adı altında bize yarım yamalak düzenlemeler vaat etti.
Bu arada Kürt, Ermeni, Süryani, Alevi, Çingene olmayan, kilise, cami ya da cem evine gitmeyen, başörtüsü takmayan, farklı cinsel ve felsefi tercihleri olan ya da kendini inançsız olarak tanımlayanların anadilleri ve yaşam biçimleri hakkında tek kelime etmedi.
Evet, nefret suçlarından bahsetti; ama bu suçu son zamanlarda en çok işleyen zaten bizzat hükümetti.
Neticede ortada karanlık bir sürü nokta kaldı.
En karanlığı da gösteri haklarıyla ilgili olandı.
Bu demokratikleşme sürecinde, eylemlerimizi güneş batana kadar yapıp bitirmek, güneş batınca evlerimize dağılmak zorunda olacağımızı öğrendik.
Eylem zamanını günbatımıyla sınırlandırmak, zaman algısında ilkelliğin göstergesi mi; yoksa bunda bir art niyet mi var, tam anlayamadım.
Bu iktidar ya karanlıktan korkuyor, ya da bizi karanlıkla tehdit ediyor..
Mine Söğüt Cumhuriyet