Benim yazlık sinemalarım........
Kentten haberler veren bir dergi "Eski bahçe sinemaları geri geldi" diye bir başlık atmış, birkaç görüntü ile süslemişti yazıyı. Rahat koltuklar, modern bir perde, süslü bir bahçe, açıkça görülüyordu fotoğrafta. Belli ki hizmet de kusursuzdu bu güzel ortamda. Tüm bu güzelliklere karşın düş kırıklığı ile isyan ettim kendi kendime. Bu değildi benim yazlık bahçe sinemalarım.
Yaşlı birisine makyaj yapmışlardı, güzelleşsin diye ama unutmuşlardı yaşlılığın da bir güzellik
olduğunu. Keşke anılarda, eski fotoğraflarda bıraksalardı bir zamanların kuru yüzlü, iskemleli,
buruşuk perdeli eski dostunu... Bilgisayarsız, televizyonsuz o yılların tek seçeneği ve düş
makinesiydi sinema. "Gezmeye gitmek" kavramı dışında yaşayan canlı bir yanı, bir kişiliği vardı
sanki sinemanın. Tüm İstanbul'un milli bir park gibi olduğu, pırıl pırıl denizi, yemyeşil gezi
yerleri, az nüfusu ile tadına doyulmadığı devirlerde çoğu kez, tramvayla, vapurla yapılan sakin
çevre gezilerinden tatlı bir yorgunlukla dönülürdü evlere.
Ancak keyifle yenen bir akşam yemeğinden sonra, ailenin bir büyüğünden gelen "Alın minderlerinizi
sinemaya gidiyoruz!" tümcesi sihirli bir değnekle silerdi gün boyu yapılan gezinin yorgunluğunu.
Telefonun her evde olmadığı bu yılların yakın haberleşmesini çocuklar sağladı evlerde.
Kestirmelerden geçen, duvarlardan atlayan küçük ayaklar akşam yaşayacakları keyfin heyecanıyla
haber taşırlardı çevre komşulara telaşla. Sonuçta bir evin, bir bahçenin önünde toplanan büyüklü
küçüklü kalabalık minderlerini, hırkalarını yüklenip yollara düşerlerdi gidecekleri bahçe sinemalarına doğru.
Kış boyunca kapalı salonlarda gösterilen filmler, yazın gelmesi ile bahçe sinemalarına taşınır,
burada başlardı oynamaya. 50'li yıllarda gözde olan yazlık sinemalar 60'lı yıllarda fazlalaşarak
hemen hemen her semtte görülmeye başlamış, ancak 70'li yıllarda televizyon denen büyülü oyuncağın
evlerimize girmesiyle kaybolup gitmiştir. Kentin dokusundaki değişim de hızlandırmıştır bu kaybolmayı.
Bir zamanlar geniş alanlar ve bahçeler kenti olan İstanbul zamanla yapılaşmaya ve otoparklara kurban
giderken bahçe sinemaları için de nefes alacak yer kalmamıştı artık.Babamın kucağında seyrettiğim "Avare"
isimli müzikal Hint filmi o yaza damgasını vurmuştu müziği ile. Radyoda, gazinoda, sinemada, sokakta hep o
söylenip çalınıyordu coşkuyla. O yılların elit tabakasının toplandığı Caddebostan semtindeki bu bahçe sinemasına,
arka yollardaki bahçeli evlerin ve köşklerin arasından kestirmeden çıkılarak, biraz da erken gidilirdi aceleyle.
Büyük çınarın altındaki tahta iskemlelere yerleşilip, film başlayana dek çevreyi izlemek büyükler
için ayrı bir sinema öncesi zevkiydi. Semtte oturan devrin meşhur bir artisti ya da şarkıcısının
sinemaya gelişi çevrede fısıltı rüzgarı estirirdi kısa bir süre. Gong sesi ile birlikte uğultu ve
kıpırdanmalar durur, caddeden geçen tramvayların, çınara tünemiş kırlangıçların sesinden başka
birşey duyulmazdı.
Zaman zaman izlenen filmdeki, o zamanki çocukluk deyimimizle "esas oğlan" yani filmin kahramanı
kötü adama dersini verdiği zaman şaka ile karışık bir alkış, ıslık kıyamet tüm sinemayı kaplardı.
Kimi korku filmlerinde gerilim doruktayken sırf bu anı bekleyen arka sıralardaki muziplerin çıkardığı
bir garip ses, yine sinemayı dalgalandırır, sinirler boşanır, gülenler, kızanlar birbirlerine karışır,
komediye dönerdi seyredilen korku filmi.
Alıntı