Gittiğim kafenin bahçesi çok çekiciydi.
Hele poğaça parçasını didiklemek için üşüşen kuşları heyecanla izleyen kedilerin hali!
Kalp çarpıntısından ölecek gibiydiler. Bir yandan sürekli yutkunurken bir yandan da bir bana, bir de kuşlara bakıyorlardı.
Acaba dışarda mı otursam, dedim önce.
Ama güneşe rağmen hava denizden esen rüzgârla öylesine soğuktu ki, kafeden içeri girdim.
Kahvemi söyledim. Yanına tek bir kurabiye...
Gazetemi açtım.
Ve o anda etrafımdaki masaların 60 yaş üstü kadın ve erkeklerle dolu olduğunu; hepsinin kâh yüksek sesle kâh fısır fısır, durmaksızın konuştuğunu fark ettim.
İster istemez kulak verdim.
Konuları, dertleri ortaya çıkmaya başladı.
Yok, siyasetten değil, hatta televizyon dizilerinden bile değil...
Daha çok orada olmayan eşlerinden dostlarından, akrabalarından, tanıdıklarından söz açmışlardı.
Ama... Sanki hepsi korkuyordu... Sanki değil, gerçekten korkuyorlardı.
Laf bir noktaya gelir de birini överim diye korkuyorlardı. Övdükleri birinin hemen şımaracağından korkuyorlardı. Güvendikleri dağlara er ya da geç kar yağacağından korkuyorlardı.
Birini severler ve sevgilerini açık ederlerse mutlaka ihanete uğrayacaklarından korkuyorlardı.
İlgimi asıl çeken iki nokta şu oldu...
Birincisi... Hal ve tavırlarındaki zarafete, sözcük dağarcıklarının zenginliğine ve söyleyişlerini dedikoducu kıkırdamalarla süslüyor olmalarına rağmen konuşmalarının içeriği kaba, hoyrat, daha doğrusu alabildiğine kötücüldü...
İkincisi... Başkalarına yönelik eleştiriler ve olumsuz yorumlarda hep ittifak ediyor fakat orada olmayan birisi hakkında edilecek tek bir olumlu söz için bile uzlaşmaz bir tavır takınıyorlardı...
Ve besbelli ki ömürleri boyunca yaşadıkları onca düş kırıklığı ve acıya rağmen hiç değilse hali vakti yerinde bir hayat sürdürmüşlerdi.
Anlattıklarına bakılırsa çocuklarının mürüvvetini görmüşler, torunlarınca sevilmişlerdi.
Şehrin mutena semtlerinden birinde yaşıyorlardı.
Talihli insanlar sınıfından sayılmalıydılar.
Yine de zaman öylesine katı, derin ve huysuz izler bırakmıştı ki yüzlerinde!
Ara ara dönüp baktım onlara...
Yüzlerindeki izlerle dillerindeki sözcükler nasıl birbirine benziyordu.
Sıkılı bir yumruk gibiydiler.
Elbette birine vurmak için değil!
Ama vermemek için...
Açmamak, sunmamak, bir başkasının elini tutmamak, asla merhamet etmemek için sıkılmış yumruk gibiydiler.
Geçen zaman ve edindikleri hayat tecrübesi bir parça olsun bilgece bir ferahlık ve feraset sahibi olmalarına yetmemişti.
Kimseye muhtaç olmadan, yoksullaşmadan yaşlanmış olmanın şükürlü tadını çıkarmak akıllarına bile gelmiyordu sanki.
Tersine, içleri ve dilleri kaygı ve sevgisizlikle doluydu.
Dahası, konuşmalarına kulak verdikçe beni şaşırtan şu oldu: Hâlâ hırslıydılar; hâlâ haset ve hınçla doluydular.
Yorulmamışlardı bundan!
Hüzünlendim birden, içim sıkıldı!
Garsona bir kahve daha söylemeyi planlıyordum, vazgeçtim.
Kalktım.
Kafenin kapısına doğru söylene söylene yürüdüm: “Ne yapıyoruz biz bu insanlara? Birbirimize ne yapıyoruz? Bu yaşta bile ‘Kalamış’a bir tatlı huzur almaya’ gelinmeyecekse, sohbetlerimiz tek bir sahici duygu ve kendisinden başkası için tek bir sevgi sözcüğü içermeden sürecekse?..”
Lafımı içimden bile bitirmedim. Bitirmek istemedim.
Yüzümü buz gibi esen rüzgâra bıraktım.
Haşmet Babaoğlu
Hele poğaça parçasını didiklemek için üşüşen kuşları heyecanla izleyen kedilerin hali!
Kalp çarpıntısından ölecek gibiydiler. Bir yandan sürekli yutkunurken bir yandan da bir bana, bir de kuşlara bakıyorlardı.
Acaba dışarda mı otursam, dedim önce.
Ama güneşe rağmen hava denizden esen rüzgârla öylesine soğuktu ki, kafeden içeri girdim.
Kahvemi söyledim. Yanına tek bir kurabiye...
Gazetemi açtım.
Ve o anda etrafımdaki masaların 60 yaş üstü kadın ve erkeklerle dolu olduğunu; hepsinin kâh yüksek sesle kâh fısır fısır, durmaksızın konuştuğunu fark ettim.
İster istemez kulak verdim.
Konuları, dertleri ortaya çıkmaya başladı.
Yok, siyasetten değil, hatta televizyon dizilerinden bile değil...
Daha çok orada olmayan eşlerinden dostlarından, akrabalarından, tanıdıklarından söz açmışlardı.
Ama... Sanki hepsi korkuyordu... Sanki değil, gerçekten korkuyorlardı.
Laf bir noktaya gelir de birini överim diye korkuyorlardı. Övdükleri birinin hemen şımaracağından korkuyorlardı. Güvendikleri dağlara er ya da geç kar yağacağından korkuyorlardı.
Birini severler ve sevgilerini açık ederlerse mutlaka ihanete uğrayacaklarından korkuyorlardı.
İlgimi asıl çeken iki nokta şu oldu...
Birincisi... Hal ve tavırlarındaki zarafete, sözcük dağarcıklarının zenginliğine ve söyleyişlerini dedikoducu kıkırdamalarla süslüyor olmalarına rağmen konuşmalarının içeriği kaba, hoyrat, daha doğrusu alabildiğine kötücüldü...
İkincisi... Başkalarına yönelik eleştiriler ve olumsuz yorumlarda hep ittifak ediyor fakat orada olmayan birisi hakkında edilecek tek bir olumlu söz için bile uzlaşmaz bir tavır takınıyorlardı...
Ve besbelli ki ömürleri boyunca yaşadıkları onca düş kırıklığı ve acıya rağmen hiç değilse hali vakti yerinde bir hayat sürdürmüşlerdi.
Anlattıklarına bakılırsa çocuklarının mürüvvetini görmüşler, torunlarınca sevilmişlerdi.
Şehrin mutena semtlerinden birinde yaşıyorlardı.
Talihli insanlar sınıfından sayılmalıydılar.
Yine de zaman öylesine katı, derin ve huysuz izler bırakmıştı ki yüzlerinde!
Ara ara dönüp baktım onlara...
Yüzlerindeki izlerle dillerindeki sözcükler nasıl birbirine benziyordu.
Sıkılı bir yumruk gibiydiler.
Elbette birine vurmak için değil!
Ama vermemek için...
Açmamak, sunmamak, bir başkasının elini tutmamak, asla merhamet etmemek için sıkılmış yumruk gibiydiler.
Geçen zaman ve edindikleri hayat tecrübesi bir parça olsun bilgece bir ferahlık ve feraset sahibi olmalarına yetmemişti.
Kimseye muhtaç olmadan, yoksullaşmadan yaşlanmış olmanın şükürlü tadını çıkarmak akıllarına bile gelmiyordu sanki.
Tersine, içleri ve dilleri kaygı ve sevgisizlikle doluydu.
Dahası, konuşmalarına kulak verdikçe beni şaşırtan şu oldu: Hâlâ hırslıydılar; hâlâ haset ve hınçla doluydular.
Yorulmamışlardı bundan!
Hüzünlendim birden, içim sıkıldı!
Garsona bir kahve daha söylemeyi planlıyordum, vazgeçtim.
Kalktım.
Kafenin kapısına doğru söylene söylene yürüdüm: “Ne yapıyoruz biz bu insanlara? Birbirimize ne yapıyoruz? Bu yaşta bile ‘Kalamış’a bir tatlı huzur almaya’ gelinmeyecekse, sohbetlerimiz tek bir sahici duygu ve kendisinden başkası için tek bir sevgi sözcüğü içermeden sürecekse?..”
Lafımı içimden bile bitirmedim. Bitirmek istemedim.
Yüzümü buz gibi esen rüzgâra bıraktım.
Haşmet Babaoğlu