Bir baba; çocuğunu çok seviyor. Kızını.
Ama sevebildiği kadar seviyor. Eskiden kendisinin sevilmiş olduğu kadar. Hâlâ sevilmekte olduğu kadar.
Sevmeyi ne kadar biliyorsa o kadar seviyor. En çok seviyor.
Sabahları yaprağına çiğ düşen balkondaki çiçeği sevdiği kadar. Yaz sıcağında çağıl çağıl akan dereden aldığı ferahlık kadar. Sabahları pencereye konan kuş kadar.
İşe giderken her gün aşağıki sokakta gördüğü ürkek kedi kadar. Dünyanın ucundaki karnı aç, bakışı fersiz bir esmer çocuğu ne kadar sevebiliyorsa, o kadar seviyor kızını. Durup dururken kalbi kırılan bir insan kadar.
Kendi canı, kendi ruhu, kendi yüreği kadar seviyor. Hatta daha çok.
Korumak istiyor, hiçbir şeye kıyamayacağı kızını. Sevebildiği kadar, korumak istiyor.
Kızı güzel yaşasın istiyor elbette. Gezsin, eğlensin, hep sevinsin.
Ah, şu el âlem meselesi olmasa. Keşke yaşadığı ortamlarda, geçmişte o kadar bol keseden konuşmamış olsaydı. Şimdi, fidan gibi gelişip büyüyen kızına bir tür hapis hayatı yaşatmaya kendisini mahkum edecek görüşleri dile getirmeseydi.
Olsun, çok da önemli değil konu komşu. Onların gözünde değerli biri olmak için, kızının tek bir mutlu gülüşünü feda eder mi?
İyi ki kendi çocukluğunun geçtiği koşullarda, o ortamda yaşamıyorlar şimdi. İçinde büyüdüğü aileye, o insanlara karşı kızına göstereceği hoşgörüyü savunamazdı. Üstelik ne kızı anlardı kendisini ne de karısı. Bu memleketteki hiçbir kadının kendisini bu konuda anlayamayacağını biliyor. Benzer hayatların erkeklerinden başka.
Hısım akraba içindeki erkeğin düşünceleri üzerindeki baskıyı nereden bilsin bir kadın. Zaten anlatılacak bir konu değil. Kimseye söylenmez, diye düşünüyor.
Hatta bazen insan kendisine bile söyleyemiyor. Üzerindeki baskının, düşüncelerini ve kişiliğini dönüştürdüğünü, kendisi bile göremeyebiliyor. “Herkes”in doğrusu, nasıl da günbegün kendi doğrusu oluyor.
Kızı günden güne büyürken, aile büyükleriyle, memleketteki akrabalarla, ara sıra görüşmek bile yeterince zor oluyor, bazen.
Olsun, bunlar çok da önemli değil. Asıl konu, kendi yaşadıkları çevrede kızını koruma gereği duyması.
Hani hep denir ya; kızına güvenmemekten değil de etrafa, dünyaya güvenmemekten. Elbette erkeklere güvenmemekten. Öyle işte. Kızı için, onun üzülmemesi için.
Biricik kızına uyguladığı her kısıtlama, onun kaldıramayacağı yüklerle karşılaşmasından korktuğu için.
Evet, bazen üzüyor. Kızının kendisine kızdığını da biliyor. Hatta eskisi gibi sevmediğini de. Olsun. Sevmesin. Daha büyük üzüntüler yaşamaması için kızını biraz üzmeyi de onun tarafından sevilmemeyi de kabul ediyor.
Peki, dünya o kadar kötü mü?
Değil mi? Bu çevrede, bu koşullarda yaşarken, bu kadar korumaya gerek yok diye düşünülebilir mi? Yoksa yeterince denetlemiyor mu? Daha da mı fazla kontrol altında tutmalı?
Peki, aynı şehirde, aynı sokakta yaşayan babalar arasında, bu yaklaşım farkı nasıl oluşuyor?
Çevre, aynı çevre; dünya, aynı dünya! Tutumlardaki bu fark, “iyi baba”, “kötü baba” olmaktan da kaynaklanmıyordur herhalde.
Bu, dünyayı farklı algılamakla ilgili bir şey olsa gerek. Adı üstünde “görüş” bu. Görme işiyle fikir arasındaki bağlantı…
Peki, aynı dünyayı, aynı mahalleyi, aynı ortamı neden herkes aynı görmüyor? Neden “bir kız” için ne kadar “uygun” olduğu konusunda farklı “görüş”ler var? Ve kendisinin görüşü, nasıl oluşmuş acaba?
Geçmişte, gençliğinde yaşadıklarından mı? Son zamanlarda tanık olduklarından mı?
Ya erkeklerin kötü niyetli ve tehlikeli olduğunu düşünmek? Kişinin başkaları hakkındaki görüşü, onun iç dünyasını ele vermez mi?
Aslında kızını korumak gereği duyduğu anlayış, kendi geçmişindeki erkeklik anlayışı değil mi? Şimdiye kadar karşı çıkmadığı…
Bilmiyor. Bunları bilmiyor, ama sevdiğini biliyor. Ta yüreğinin içinden seviyor.
Sevebildiği kadar aslında.....