“Kalbiyle konuşan kadınları anlamak için beyniyle düşünebilen erkekler gerekir. Yoksa bu dünya dönmeye nasıl devam edebilir?”
"KALBİYLE KONUŞAN KADINLAR"
-BÖLÜM 13-
Mavi renk badanalı ufak bir odada cezalı çocuklar gibi dikiliyorduk. Türker Amca'dan yurdun olaysız geçmişi ve bizden beklenen davranışların uzun listesini yanımda duran rahibe Asiye ile birlikte sabırla ve sessizce dinledikten sonra bize olabildiğince dikkat çekmemizi söyledi sanki başarabilecekmişiz gibi. "Kız dediğin hanım hanımcık olur sizin gibi dikkat çekmek için uğraşmaz. Davranışlarına da kıyafetlerine de dikkat eder." Bu da ne demekti ve bu oda neden maviydi. Bence az önce uzun uzun anlattığı bu hanım hanımcık yurda pembe renk daha uygun giderdi. Pembe masumiyetti kırmızı ise benim gibi ahlaksız. Bu yüzden yanaklarım her daim kızarır ahlaksızlığımı gözler önüne sererdi. Anlattıklarından davranış kısmını anlamıştım ama oldukça sade olan kıyafetlerimin nesi vardı? Acaba önümde duran göğüslerimi kesip her iki cebime koysam bununla memnun olur muydu? Kadındım ve işte bu yüzden buradaki birçoklarına göre yine doğuştan engelliydim ben.
Olayın çok dallanıp budaklanmadan kapatılmasına bizim adımıza da karar verilmişti. Türker Amca ile mahkemelik olan cafe sahibi bunu bir komplo olarak görmüş olacaktı ki ikimizin de bir daha cafeye girmesi yasaklanmıştı. İyi ki başımıza ödül falan koymadı diye düşünüyordum. Aynı vahşi batı filmlerindeki gibi kalın kaşlı ve soluk benizli fotoğrafımın altındaki wanted yazısından sonra ne kadar meblağ yazardı acaba? Hoş bunu para için yapmayacaklarda vardı. Patlak gözlü Furby bunu seve seve yapardı. Onu son gördüğümde cafeden çıkarırlarken acı içinde döndürebildiği boynunun üzerinden bana ölümcül bir bakış atmıştı. Bir şey söylemesine gerek yoktu bedeni beni öldürmek istediğini dalga dalga yayıyordu. Ondan korkmuyordum ve o bunu biliyordu. Ben kendimden korkuyordum. Üzerinde tepindikçe içimde biten yeşilliklerden, ben ezdikçe inatla açan çiçeklerden. İnsan olmayacak bir şeye neden bu kadar derinden bağlanırdı ki?
Değişemiyordum bir türlü etrafımdaki herkes bir bir kılık değiştirirken ben hala on bir yaşımdaki eski benliğimi giyiyordum.
Yaşanan bu trajik komik olaydan sadece bir ay sonra Türker Amca muradına ermiş ve cafeyi devralmıştı. Konseptinde bir bardağın bile yeri değişmeyen bu cafe şimdi öğrencilerin hoş vakit geçirebileceği bir yer olarak ısıtılarak önümüze konmuş yemekten farksızdı. Peki ben aynı yemeği ikinci defa yer miydim? Tabi ki hayır. Durum da karşımdaki adam da aslında oldukça komikti ama içimden gülmek bile gelmiyordu.
Ayşegül ve Eren'le derse giderken önümüze çıkan Türker Amca akşamki açılışa hepimizi tek tek davet etmişti. "Cafemiz akşam açılıyor kızlar. Yurt öğrencilerine yarı fiyatına olacak" demişti bir de utanmadan elimize ufak davetiyeleri uzatırken. Diğerlerine fırsat vermeden atıldım. "Oldu Türker Amca. Hanım hanımcık giyinir geliriz." dedim. Adam bana öfkeyle bakarken kalbim çok daha fazlasını söylüyordu.
Çoğunu onunla karşılaşmamak için kampüste gördüğüm dersler dönemin sonuna doğru ağırlaşmaya başladıkça kendini hissettiren bahar ayı ile birlikte bizde havalanmaya başlamıştık. Sıkıcı geçen yurt akşamlarında tek eğlencemiz sezonun gözdesi ağalı beyli diziler olmuştu. Benim için en büyük eğlence ise akşam kendimle baş başa kaldığım zamanlarda okuduğum kitaplarımdı. Her zaman başkahramanlarına hayran olarak bitirdiğim kitaplar rüyalarımda kısa filmlere dönüşürdü. Ben dünyanın herhangi bir yerinde gizli bir kapının olduğuna inanan kalbi korkulu bir çocuğum ve çare bu değilse de hep öyle kalacağım. Yaşım alıp başını giderken özlediğim serin yaz akşamlarına, mahmur öğle uykularına ve kırmızıya çalan gökyüzüne hasret kala kala yok olacağım. Sonlardan en sonra aklımda kalan eski bir kaç kelime ile tam da kendimi bulmuşken, bu hayattan el çekip seçtiğim gölgeli dünyaya açılan bir kapıya varacağım. Kalbiyle konuşan kadınların olduğu bir dünyaya... Bulması zor yaşı hep çocuk kalanlara ait bir dünyaya...
*****
Etrafımda tek değişen Türker Amca değildi elbette. Onunla bir zamanlar aynı fikirleri paylaşan Havva'da oldukça değişmişti. Baskı altında kadınlara aldırılan kararların değişmeye başladığı o günlerde Havva başını açmış ve yurttan ayrılarak erkek arkadaşı ile ayrı eve çıkmıştı. "Sakın beni yargılamayın." demişti bize veda ederken. Bense o onun adına o kadar sevinmiştim ki. Herkesin yaşamak istediği hayatı yaşamaya hakkı vardı.
"Yolun açık olsun." dedim ona sarılırken.
"Bana söz verin haftaya bendesiniz." dedi. Sözümüzü tutmak için ertesi hafta hazırlandık bizde. Akşam yemeği için bizi davet eden Havva'ya iadeyi ziyaret yapacaktık. Zeynep herkesten önce hazırlanmış evin içinde volta atıyordu. "Bakın gitmeyelim gece gece başımıza iş çıkaracağız. Hem ne işimiz var milletin evinde."
"Sen gelme o zaman?" diye teklifte bulunan Eren'e pis pis baktı. Zeynep'te geçen zaman içinde çok değişmişti. O ilk günlerdeki coşkulu sevgi dolu kız gitmiş yerine her şeye tepkili ve isyankâr bir kız ortaya çıkmıştı. Her şeyden korkan ve sitem dolu hareketleri beni ürkütüyordu. "Evlerinin semtin ta bir ucunda olduğunun farkında mısınız? O ağaçlık yoldan asla geçmem ben."
"Yeter artık Zeynep durduk yere hepimizi korkutuyorsun. Sanki Belgrad ormanlarına piknik yapmaya gidiyoruz. En geç on birde yurttayız." dedim sinirle. Tepkimizden dolayı bir süre susmuştu. Herkes ayakkabılarını giyerken usulca mutfağa girdiğini gördüm. İçimden bir ses yine bir şeyler karıştırdığını söylüyordu. Mutfak kapısında ne yaptığına bakmak için kafamı uzattığımda onun bir meyve bıçağını çantasına soktuğunu gördüm. Ağzım bir karış açık yaptığı şeye bakarken bir an dönüp her şeyden habersiz kapının önünde hazırlanan kızlara göz atıp mutfağa daldım.
"Ne yapıyorsun sen?" dedim sesimi becerebildiğim kadar alçak tutarak.
"Karışma bana hiç bir güvenliğim olmadan geçemem ben oradan." Omzuna çapraz astığı çantasını önüne doğru çekiştirip mutfaktan çıktı. Duvara dayanıp içime ektiği şüphe tohumlarına kulak kabarttım. Her zaman kontrol manyağı olan ben bu seferde önlemimi almalıydım. Bir şeyler yapmalıydım. Hafif aralık kalmış çekmeceye gözlerimi kısarak bakarken kapıdan seslenen Ayşegül'ün sesini işittim. "Fındık kurdu hadiii!" Vakit yoktu hızla çekmeceyi açıp bulabildiğim en büyük boy ekmek bıçağını çantama attım. Çantamı koltuğumun altına alırken içim rahatlamıştı. Artık kontrol bendeydi ya da ben öyle sanıyordum.
*****
Daha kapıdan çıkar çıkmaz kendini hissettiren serin hava içimi ürpertmişti. Dört kafadar dağınık şekilde sokağın ortasında yürürken Zeynep usulca gelip koluma girdi. Bu hareketle bedenimin tamamına yayılmış olan ürperti sağ kolumun olduğu tarafta toplanmaya başladı. “Bak sakın kızlara söyleme Aslıhan. Hiç çekemem valla afra tafralarını. Hem ben sadece içimi rahatlatmak için aldım. Yoksa koşup birilerini bıçaklamayacağım.” Boğazdan akıntıda geçmeye çalışan küçük motorlardaki insanların yüzleri ne renge dönüşürdü bilir misiniz? İşte benim yüzümde şüphesiz o renge dönüşmüştü, bundan emindim. Tam da son bir dakikadır çantamdaki şeyi unutmayı başarmışken işte yine aklıma gelmişti. Bıçaklamak mı demişti? Yüzümü buruşturup okkalı bir cevap vermek istediğimde kendi yaptığım şeyin ondan ne kadar aşağı kaldığını düşündüm. Allah’ım ne aşağı kalması çantamda onunkinin en az üç katı büyük bir bıçak taşırken ona mantıklı ne söyleyebilirdim ki? Yapacağım en iyi şeyin kimsenin fark etmemesi için dua etmek ve bunu fark ettirmeden yapmak olurdu.
Küçük meydandan geçip üniversitenin önüne çıktık. Oldukça ıssız gözüken okul ve arkasındaki tren istasyonu bizi birbirimize yaklaştırmıştı. Şimdi ayak seslerimizden başka ses duyulmuyordu. Geldiğimiz onca yol üzerinde taş çatlasa beş altı kişi görmüştük. Bu ufak yerde akşam sekizden sonra yerli halktan pek kimseye rastlamak mümkün değildi. Aslında bu içimi rahatlatmıştı. Onlar evlerindeyse biz dışarıda güvendeydik.
Ağaçlı uzun yola giren son dönemeçte sıkıcı bir şarkının aynı nakaratı tekrarlanır gibiydi. "Ay dönsek mi acaba?" Akşamın sessizliğinde üç farklı ağızdan çıkan tiz ses aynı şeyi ciyakladı. "Sus Zeynep" Bizi akşamdan beri yok yere korkutması yetmezmiş gibi birde yeni girdiğimiz sokaktaki lambaların yanmadığını söylemesi bardağı taşıran son damla olmuştu. İki yanımda yürüyen Eren öfkeyle dönüp sağ koluma yapışmış kıza "Tek kelime daha edersen buradan bir başına yurda dönersin" diye tısladı. Bu ikazla koluma daha da sarılan Zeynep biraz daha sıkarsa çantadaki bıçağı bir tarafına saplayacaktı. Ağaçlı yolun girişine yaklaştığımızda “L” şeklindeki son dönemecin ucunda Zeynep bağırarak karşımızdaki küçük ağaçların sardığı kuytu bir duvarı eliyle işaret etti. "Orada bir ışık var. Orada duvarın üstünde." Hepimiz aynı yöne hızla kafamızı çevirip gösterdiği yönde ışık görmeye çalıştık. "Işık falan yok orada korkma Zeynep." dedim.
"Ben akşam dışarı hiç çıkmam, işte bu yüzden hiç çıkmam. Hiç tekin değil." Kolumdaki kız tir tir titrerken elimi elinin üzerine koydum.Eren kurduğumuz ufak çemberi genişletip köşedeki karanlık kuytuya doğru yürüdü. Gözleri ile karanlıkta ışık seçmeye çalışırken üçümüz olduğumuz yerde nefeslerimizi tutmuş onun baktığı yöne dikkatle bakıyorduk.
"Bir insan niye böyle bir yerde ev tutar ki?" Zeynep'in bu en sorulmaması gereken sorusu çileden çıkmış Eren'in bize doğru dönerek çıldırmış gibi bakmasına sebep oldu.
"Sen o paranoyak fikirlerini kendine sakla. Işıkmış sana ışık göstereyim mi?" İlerideki evlerin pencerelerinden süzülen solgun ışıkları göstererek "İşte ışık orada. Bak şu evden de ışık geliyor hatta başını gökyüzüne kaldırırsan ay ışığını da görebilirsin belki. Ama bak kızım burada ışık falan yok." Normal şartlarda asla yanılmayan Eren ve her zaman anlattığı hikâyelere sadece kendisini inandıran Zeynep için durum bu sefer tersine dönmüştü. Eren ellerini belinin iki yanına dayamış öfkeyle bakarken biz görmemiz gereken ışığı görmüştük. Hemen arkasında yanan ufak bir ışık ve bir tane daha. Bir tane daha ve işte Allah'ım bir tane daha.
Eren ne olduğunu sormaya fırsat bulamadan arkasındaki karanlık duvardan yere atlayan ayak sesleri ortamda çivilenmiş gibi duran herkesi çil yavrusu gibi dağıtmıştı. Oldukça yüksek bir çığlık atarak kolumdan çıkan Zeynep Eren'le birlikte az önce girdiğimiz çıkış yoluna doğru koşarken ben Ayşegül'le birlikte hayatımızın hatasını yaparak ters yöne doğru koşmaya başlamıştık.
Ağaçlı yola...Karanlığa...
Biliyordum yön duygum hiç bir zaman olmamıştı. Aslında karınca yuvalarının yön bulmaya yardımcı olduğunu bilirdim bir de kısmen mezar taşlarının. Ah birde kutup yıldızı vardı ki şimdi hiç sırası değildi. Daha elimdeki adresle İstanbul sokaklarında rahatça kaybolan ben şimdi hiç bilmediğim kısmen ormana benzeyen bir yolda soluksuz koşuyordum. Yanımdan yarışı kazanmaya giden bir at gibi geçen Ayşegül'ün çıldırmış yüzünü hayal meyal gördüm. Seslendim ona hayır belki de seslenmemiştim sesimin çıkıp çıkmadığından bile emin değilken kız karanlıkta kayboldu.
Yerdeki ağaç parçalarına ve dökülen yapraklara bastıkça çıkan ses bana nerede olduğumu hatırlatıyordu. Karanlık bir ormanda deli gibi koşuyordum. Bu sefer sesli söylediğime hatta bağırdığıma emindim. "Bir insan niye böyle bir yerde ev tutar ki?" Ağzımdan çıkan nefesin dumanından ürkmüştüm. Tıpkı korku filmleri gibiydi işte seri katil onu bıçakla kovalarken koca memeli aptal sarışın hep ters tarafa koşardı. Arkamı döndüğümde karanlığın içinden yaklaşan ayak seslerini duydum ve kısmen seçilen silueti.
Bu hikâye de yanlış olan bir şeyler vardı. Öncelikle ben sarışın değildim ve koşarken sağa sola savrulan koca memelerimde yoktu ve üzgünüm katil bey ama bıçak bu sefer benim elimdeydi. Kolumun altında sıkı sıkı tuttuğum çantamın fermuarını titreyen ellerimle beceriksizce açıp içindeki tek savunma aracımın sapını kavradım ve ardından hızla çektim. Ah! lanet olsun çıkmıyordu ki. Küçücük dar ağızlı çantadan çıkmıyordu işte. Sıkışmıştı üstelik Zeynep'in koluma baskıları yüzünden bıçak çantanın en dibine boydan boya oturmuştu. Sahi Zeynep neredeydi acaba? Muhtemelen kötü adamlar ona ulaşamadan bir duvar dibinde kalp krizinden gitmişti. Böylesi daha iyiydi aslında en azından benim çektiğim açıları o hiç yaşamayacaktı.
Arkamdakine teslim olmadan önce son bir gayretle elimi bıçağın keskin yerine uzatıp çantanın derisine batmış ucunu acıyla çıkardım. Bıçak havalanırken arkamı katilin gözlerine son kez pardon ilk kez bakmak için döndüğümde ayaklarımın yerin altından kaydığını hissettim. Elimi havada tek hamlede yakalayan güçlü el bıçağı yine tek hamlede yere düşürüp beni kendine çekti. Yere düşen bıçağın çıkardığı sesten sonra ilk sesi kendisi çıkardı. Nefes nefese kalmış yüzünü yüzüme yaklaştırıp öfkesini kustu.
"Tanrım nasıl bir kaçıksın sen? Beni öldürecektin." dedi.
Sesim çıkmıyordu sadece kalbimden konuşabiliyordum. Az önce yere düşen bir bıçak mıydı? Elimi tutan elimde neden kan vardı? Niye yüzüme bu kadar yaklaşmıştı? Ardından bir şeyler söylemesi için yüzüne baktım. İçinde artık katil, kaçık, bıçak geçmeyen sözler.
Bu kalbiyle konuşan bir kadının karşısındaki kısmen beyinsiz bir erkeğe içten yakarışıydı. Bilirdim kalbiyle konuşan kadınları anlamak için beyniyle düşünebilen erkekler gerekirdi. Yoksa dünya dönmeye nasıl devam edebilirdi?
Tüm bedenim şiddetle titrerken tek bir söz etmeden karanlıkta kaybolan adamın arkasından dudaklarımdan tek bir kelime dökebilmiştim. Oda kekeleyerek.
"Me-mert?"
*****
Hemen ardından yolun başından savaşa katılmış bir edayla dörtnala gelen tanıdık bir yüz gördüm.
"Ay Aslıhan iyi misin? Eline ne oldu senin?" Zeynep başımda bağırıp dururken eğilip yerden çantamı aldım.
"Yok bir şey koşarken düştüm." dedim omuz silkerek. Hala olayın etkisinden çıkamamış ben tüm bunları başımıza açan kızın boğazını sıkmayı akıl edemiyordum. Ben bıçağı fark etmemesine sevinirken o bağırarak konuşmaya devam etti. “Ayşegül nerede?” dedi. “Bilmem çoktan Havva’lara varmıştır belki?” Yerinde zıplayıp durmasından anlamıştım asıl mevzuya henüz gelinmemişti. O gün fark etmediği o bıçağı yerden alıp neden kalbine saplamamıştım ya da belki yerinde bir harakiri ile bunu kendime yapmalıydım.
"Biliyor musun o duvardakiler bizim okuldan öğrencilermiş. Işık sandığımda ellerindeki sigaralarıymış meğer." Başını mahcup şekilde eğip yüzünü buruştururken hafifçe sağa sola sallanıyordu. "Özür dilediler az önce. Hele içlerinde bir yakışıklı vardı ki hiç sorma. Hee! bu arada sen haklıymışsın. İyi ki aptallık yapıp da o bıçağı çıkarmadım. Düşünsene içlerinde tanıdık biri olsaydı beni deli zannedebilir hatta bununla kalsa iyi bunu bütün okula yayabilirdi?”
“Hayır canım yapmazdı?” dedim boş bulunarak. Sizce de yapmazdı değil mi?
Pişmanlığım ertesi gün okul koridorlarında ellerinde kalemlerle birbirini kovalayan çığlık maskeli aptal öğrencileri gördüğümde içimden dolup taşmışken oturduğum sırada yemin ettim.
Ben kalbiyle konuşan kadın, ben senin sandığın o çaresiz fındık kurdu sana bu dünyayı dar edecektim...
Sana kalbinle konuşmayı hatta bülbül gibi şakımayı öğretecektim...
"KALBİYLE KONUŞAN KADINLAR"
-BÖLÜM 13-
Mavi renk badanalı ufak bir odada cezalı çocuklar gibi dikiliyorduk. Türker Amca'dan yurdun olaysız geçmişi ve bizden beklenen davranışların uzun listesini yanımda duran rahibe Asiye ile birlikte sabırla ve sessizce dinledikten sonra bize olabildiğince dikkat çekmemizi söyledi sanki başarabilecekmişiz gibi. "Kız dediğin hanım hanımcık olur sizin gibi dikkat çekmek için uğraşmaz. Davranışlarına da kıyafetlerine de dikkat eder." Bu da ne demekti ve bu oda neden maviydi. Bence az önce uzun uzun anlattığı bu hanım hanımcık yurda pembe renk daha uygun giderdi. Pembe masumiyetti kırmızı ise benim gibi ahlaksız. Bu yüzden yanaklarım her daim kızarır ahlaksızlığımı gözler önüne sererdi. Anlattıklarından davranış kısmını anlamıştım ama oldukça sade olan kıyafetlerimin nesi vardı? Acaba önümde duran göğüslerimi kesip her iki cebime koysam bununla memnun olur muydu? Kadındım ve işte bu yüzden buradaki birçoklarına göre yine doğuştan engelliydim ben.
Olayın çok dallanıp budaklanmadan kapatılmasına bizim adımıza da karar verilmişti. Türker Amca ile mahkemelik olan cafe sahibi bunu bir komplo olarak görmüş olacaktı ki ikimizin de bir daha cafeye girmesi yasaklanmıştı. İyi ki başımıza ödül falan koymadı diye düşünüyordum. Aynı vahşi batı filmlerindeki gibi kalın kaşlı ve soluk benizli fotoğrafımın altındaki wanted yazısından sonra ne kadar meblağ yazardı acaba? Hoş bunu para için yapmayacaklarda vardı. Patlak gözlü Furby bunu seve seve yapardı. Onu son gördüğümde cafeden çıkarırlarken acı içinde döndürebildiği boynunun üzerinden bana ölümcül bir bakış atmıştı. Bir şey söylemesine gerek yoktu bedeni beni öldürmek istediğini dalga dalga yayıyordu. Ondan korkmuyordum ve o bunu biliyordu. Ben kendimden korkuyordum. Üzerinde tepindikçe içimde biten yeşilliklerden, ben ezdikçe inatla açan çiçeklerden. İnsan olmayacak bir şeye neden bu kadar derinden bağlanırdı ki?
Değişemiyordum bir türlü etrafımdaki herkes bir bir kılık değiştirirken ben hala on bir yaşımdaki eski benliğimi giyiyordum.
Yaşanan bu trajik komik olaydan sadece bir ay sonra Türker Amca muradına ermiş ve cafeyi devralmıştı. Konseptinde bir bardağın bile yeri değişmeyen bu cafe şimdi öğrencilerin hoş vakit geçirebileceği bir yer olarak ısıtılarak önümüze konmuş yemekten farksızdı. Peki ben aynı yemeği ikinci defa yer miydim? Tabi ki hayır. Durum da karşımdaki adam da aslında oldukça komikti ama içimden gülmek bile gelmiyordu.
Ayşegül ve Eren'le derse giderken önümüze çıkan Türker Amca akşamki açılışa hepimizi tek tek davet etmişti. "Cafemiz akşam açılıyor kızlar. Yurt öğrencilerine yarı fiyatına olacak" demişti bir de utanmadan elimize ufak davetiyeleri uzatırken. Diğerlerine fırsat vermeden atıldım. "Oldu Türker Amca. Hanım hanımcık giyinir geliriz." dedim. Adam bana öfkeyle bakarken kalbim çok daha fazlasını söylüyordu.
Çoğunu onunla karşılaşmamak için kampüste gördüğüm dersler dönemin sonuna doğru ağırlaşmaya başladıkça kendini hissettiren bahar ayı ile birlikte bizde havalanmaya başlamıştık. Sıkıcı geçen yurt akşamlarında tek eğlencemiz sezonun gözdesi ağalı beyli diziler olmuştu. Benim için en büyük eğlence ise akşam kendimle baş başa kaldığım zamanlarda okuduğum kitaplarımdı. Her zaman başkahramanlarına hayran olarak bitirdiğim kitaplar rüyalarımda kısa filmlere dönüşürdü. Ben dünyanın herhangi bir yerinde gizli bir kapının olduğuna inanan kalbi korkulu bir çocuğum ve çare bu değilse de hep öyle kalacağım. Yaşım alıp başını giderken özlediğim serin yaz akşamlarına, mahmur öğle uykularına ve kırmızıya çalan gökyüzüne hasret kala kala yok olacağım. Sonlardan en sonra aklımda kalan eski bir kaç kelime ile tam da kendimi bulmuşken, bu hayattan el çekip seçtiğim gölgeli dünyaya açılan bir kapıya varacağım. Kalbiyle konuşan kadınların olduğu bir dünyaya... Bulması zor yaşı hep çocuk kalanlara ait bir dünyaya...
*****
Etrafımda tek değişen Türker Amca değildi elbette. Onunla bir zamanlar aynı fikirleri paylaşan Havva'da oldukça değişmişti. Baskı altında kadınlara aldırılan kararların değişmeye başladığı o günlerde Havva başını açmış ve yurttan ayrılarak erkek arkadaşı ile ayrı eve çıkmıştı. "Sakın beni yargılamayın." demişti bize veda ederken. Bense o onun adına o kadar sevinmiştim ki. Herkesin yaşamak istediği hayatı yaşamaya hakkı vardı.
"Yolun açık olsun." dedim ona sarılırken.
"Bana söz verin haftaya bendesiniz." dedi. Sözümüzü tutmak için ertesi hafta hazırlandık bizde. Akşam yemeği için bizi davet eden Havva'ya iadeyi ziyaret yapacaktık. Zeynep herkesten önce hazırlanmış evin içinde volta atıyordu. "Bakın gitmeyelim gece gece başımıza iş çıkaracağız. Hem ne işimiz var milletin evinde."
"Sen gelme o zaman?" diye teklifte bulunan Eren'e pis pis baktı. Zeynep'te geçen zaman içinde çok değişmişti. O ilk günlerdeki coşkulu sevgi dolu kız gitmiş yerine her şeye tepkili ve isyankâr bir kız ortaya çıkmıştı. Her şeyden korkan ve sitem dolu hareketleri beni ürkütüyordu. "Evlerinin semtin ta bir ucunda olduğunun farkında mısınız? O ağaçlık yoldan asla geçmem ben."
"Yeter artık Zeynep durduk yere hepimizi korkutuyorsun. Sanki Belgrad ormanlarına piknik yapmaya gidiyoruz. En geç on birde yurttayız." dedim sinirle. Tepkimizden dolayı bir süre susmuştu. Herkes ayakkabılarını giyerken usulca mutfağa girdiğini gördüm. İçimden bir ses yine bir şeyler karıştırdığını söylüyordu. Mutfak kapısında ne yaptığına bakmak için kafamı uzattığımda onun bir meyve bıçağını çantasına soktuğunu gördüm. Ağzım bir karış açık yaptığı şeye bakarken bir an dönüp her şeyden habersiz kapının önünde hazırlanan kızlara göz atıp mutfağa daldım.
"Ne yapıyorsun sen?" dedim sesimi becerebildiğim kadar alçak tutarak.
"Karışma bana hiç bir güvenliğim olmadan geçemem ben oradan." Omzuna çapraz astığı çantasını önüne doğru çekiştirip mutfaktan çıktı. Duvara dayanıp içime ektiği şüphe tohumlarına kulak kabarttım. Her zaman kontrol manyağı olan ben bu seferde önlemimi almalıydım. Bir şeyler yapmalıydım. Hafif aralık kalmış çekmeceye gözlerimi kısarak bakarken kapıdan seslenen Ayşegül'ün sesini işittim. "Fındık kurdu hadiii!" Vakit yoktu hızla çekmeceyi açıp bulabildiğim en büyük boy ekmek bıçağını çantama attım. Çantamı koltuğumun altına alırken içim rahatlamıştı. Artık kontrol bendeydi ya da ben öyle sanıyordum.
*****
Daha kapıdan çıkar çıkmaz kendini hissettiren serin hava içimi ürpertmişti. Dört kafadar dağınık şekilde sokağın ortasında yürürken Zeynep usulca gelip koluma girdi. Bu hareketle bedenimin tamamına yayılmış olan ürperti sağ kolumun olduğu tarafta toplanmaya başladı. “Bak sakın kızlara söyleme Aslıhan. Hiç çekemem valla afra tafralarını. Hem ben sadece içimi rahatlatmak için aldım. Yoksa koşup birilerini bıçaklamayacağım.” Boğazdan akıntıda geçmeye çalışan küçük motorlardaki insanların yüzleri ne renge dönüşürdü bilir misiniz? İşte benim yüzümde şüphesiz o renge dönüşmüştü, bundan emindim. Tam da son bir dakikadır çantamdaki şeyi unutmayı başarmışken işte yine aklıma gelmişti. Bıçaklamak mı demişti? Yüzümü buruşturup okkalı bir cevap vermek istediğimde kendi yaptığım şeyin ondan ne kadar aşağı kaldığını düşündüm. Allah’ım ne aşağı kalması çantamda onunkinin en az üç katı büyük bir bıçak taşırken ona mantıklı ne söyleyebilirdim ki? Yapacağım en iyi şeyin kimsenin fark etmemesi için dua etmek ve bunu fark ettirmeden yapmak olurdu.
Küçük meydandan geçip üniversitenin önüne çıktık. Oldukça ıssız gözüken okul ve arkasındaki tren istasyonu bizi birbirimize yaklaştırmıştı. Şimdi ayak seslerimizden başka ses duyulmuyordu. Geldiğimiz onca yol üzerinde taş çatlasa beş altı kişi görmüştük. Bu ufak yerde akşam sekizden sonra yerli halktan pek kimseye rastlamak mümkün değildi. Aslında bu içimi rahatlatmıştı. Onlar evlerindeyse biz dışarıda güvendeydik.
Ağaçlı uzun yola giren son dönemeçte sıkıcı bir şarkının aynı nakaratı tekrarlanır gibiydi. "Ay dönsek mi acaba?" Akşamın sessizliğinde üç farklı ağızdan çıkan tiz ses aynı şeyi ciyakladı. "Sus Zeynep" Bizi akşamdan beri yok yere korkutması yetmezmiş gibi birde yeni girdiğimiz sokaktaki lambaların yanmadığını söylemesi bardağı taşıran son damla olmuştu. İki yanımda yürüyen Eren öfkeyle dönüp sağ koluma yapışmış kıza "Tek kelime daha edersen buradan bir başına yurda dönersin" diye tısladı. Bu ikazla koluma daha da sarılan Zeynep biraz daha sıkarsa çantadaki bıçağı bir tarafına saplayacaktı. Ağaçlı yolun girişine yaklaştığımızda “L” şeklindeki son dönemecin ucunda Zeynep bağırarak karşımızdaki küçük ağaçların sardığı kuytu bir duvarı eliyle işaret etti. "Orada bir ışık var. Orada duvarın üstünde." Hepimiz aynı yöne hızla kafamızı çevirip gösterdiği yönde ışık görmeye çalıştık. "Işık falan yok orada korkma Zeynep." dedim.
"Ben akşam dışarı hiç çıkmam, işte bu yüzden hiç çıkmam. Hiç tekin değil." Kolumdaki kız tir tir titrerken elimi elinin üzerine koydum.Eren kurduğumuz ufak çemberi genişletip köşedeki karanlık kuytuya doğru yürüdü. Gözleri ile karanlıkta ışık seçmeye çalışırken üçümüz olduğumuz yerde nefeslerimizi tutmuş onun baktığı yöne dikkatle bakıyorduk.
"Bir insan niye böyle bir yerde ev tutar ki?" Zeynep'in bu en sorulmaması gereken sorusu çileden çıkmış Eren'in bize doğru dönerek çıldırmış gibi bakmasına sebep oldu.
"Sen o paranoyak fikirlerini kendine sakla. Işıkmış sana ışık göstereyim mi?" İlerideki evlerin pencerelerinden süzülen solgun ışıkları göstererek "İşte ışık orada. Bak şu evden de ışık geliyor hatta başını gökyüzüne kaldırırsan ay ışığını da görebilirsin belki. Ama bak kızım burada ışık falan yok." Normal şartlarda asla yanılmayan Eren ve her zaman anlattığı hikâyelere sadece kendisini inandıran Zeynep için durum bu sefer tersine dönmüştü. Eren ellerini belinin iki yanına dayamış öfkeyle bakarken biz görmemiz gereken ışığı görmüştük. Hemen arkasında yanan ufak bir ışık ve bir tane daha. Bir tane daha ve işte Allah'ım bir tane daha.
Eren ne olduğunu sormaya fırsat bulamadan arkasındaki karanlık duvardan yere atlayan ayak sesleri ortamda çivilenmiş gibi duran herkesi çil yavrusu gibi dağıtmıştı. Oldukça yüksek bir çığlık atarak kolumdan çıkan Zeynep Eren'le birlikte az önce girdiğimiz çıkış yoluna doğru koşarken ben Ayşegül'le birlikte hayatımızın hatasını yaparak ters yöne doğru koşmaya başlamıştık.
Ağaçlı yola...Karanlığa...
Biliyordum yön duygum hiç bir zaman olmamıştı. Aslında karınca yuvalarının yön bulmaya yardımcı olduğunu bilirdim bir de kısmen mezar taşlarının. Ah birde kutup yıldızı vardı ki şimdi hiç sırası değildi. Daha elimdeki adresle İstanbul sokaklarında rahatça kaybolan ben şimdi hiç bilmediğim kısmen ormana benzeyen bir yolda soluksuz koşuyordum. Yanımdan yarışı kazanmaya giden bir at gibi geçen Ayşegül'ün çıldırmış yüzünü hayal meyal gördüm. Seslendim ona hayır belki de seslenmemiştim sesimin çıkıp çıkmadığından bile emin değilken kız karanlıkta kayboldu.
Yerdeki ağaç parçalarına ve dökülen yapraklara bastıkça çıkan ses bana nerede olduğumu hatırlatıyordu. Karanlık bir ormanda deli gibi koşuyordum. Bu sefer sesli söylediğime hatta bağırdığıma emindim. "Bir insan niye böyle bir yerde ev tutar ki?" Ağzımdan çıkan nefesin dumanından ürkmüştüm. Tıpkı korku filmleri gibiydi işte seri katil onu bıçakla kovalarken koca memeli aptal sarışın hep ters tarafa koşardı. Arkamı döndüğümde karanlığın içinden yaklaşan ayak seslerini duydum ve kısmen seçilen silueti.
Bu hikâye de yanlış olan bir şeyler vardı. Öncelikle ben sarışın değildim ve koşarken sağa sola savrulan koca memelerimde yoktu ve üzgünüm katil bey ama bıçak bu sefer benim elimdeydi. Kolumun altında sıkı sıkı tuttuğum çantamın fermuarını titreyen ellerimle beceriksizce açıp içindeki tek savunma aracımın sapını kavradım ve ardından hızla çektim. Ah! lanet olsun çıkmıyordu ki. Küçücük dar ağızlı çantadan çıkmıyordu işte. Sıkışmıştı üstelik Zeynep'in koluma baskıları yüzünden bıçak çantanın en dibine boydan boya oturmuştu. Sahi Zeynep neredeydi acaba? Muhtemelen kötü adamlar ona ulaşamadan bir duvar dibinde kalp krizinden gitmişti. Böylesi daha iyiydi aslında en azından benim çektiğim açıları o hiç yaşamayacaktı.
Arkamdakine teslim olmadan önce son bir gayretle elimi bıçağın keskin yerine uzatıp çantanın derisine batmış ucunu acıyla çıkardım. Bıçak havalanırken arkamı katilin gözlerine son kez pardon ilk kez bakmak için döndüğümde ayaklarımın yerin altından kaydığını hissettim. Elimi havada tek hamlede yakalayan güçlü el bıçağı yine tek hamlede yere düşürüp beni kendine çekti. Yere düşen bıçağın çıkardığı sesten sonra ilk sesi kendisi çıkardı. Nefes nefese kalmış yüzünü yüzüme yaklaştırıp öfkesini kustu.
"Tanrım nasıl bir kaçıksın sen? Beni öldürecektin." dedi.
Sesim çıkmıyordu sadece kalbimden konuşabiliyordum. Az önce yere düşen bir bıçak mıydı? Elimi tutan elimde neden kan vardı? Niye yüzüme bu kadar yaklaşmıştı? Ardından bir şeyler söylemesi için yüzüne baktım. İçinde artık katil, kaçık, bıçak geçmeyen sözler.
Bu kalbiyle konuşan bir kadının karşısındaki kısmen beyinsiz bir erkeğe içten yakarışıydı. Bilirdim kalbiyle konuşan kadınları anlamak için beyniyle düşünebilen erkekler gerekirdi. Yoksa dünya dönmeye nasıl devam edebilirdi?
Tüm bedenim şiddetle titrerken tek bir söz etmeden karanlıkta kaybolan adamın arkasından dudaklarımdan tek bir kelime dökebilmiştim. Oda kekeleyerek.
"Me-mert?"
*****
Hemen ardından yolun başından savaşa katılmış bir edayla dörtnala gelen tanıdık bir yüz gördüm.
"Ay Aslıhan iyi misin? Eline ne oldu senin?" Zeynep başımda bağırıp dururken eğilip yerden çantamı aldım.
"Yok bir şey koşarken düştüm." dedim omuz silkerek. Hala olayın etkisinden çıkamamış ben tüm bunları başımıza açan kızın boğazını sıkmayı akıl edemiyordum. Ben bıçağı fark etmemesine sevinirken o bağırarak konuşmaya devam etti. “Ayşegül nerede?” dedi. “Bilmem çoktan Havva’lara varmıştır belki?” Yerinde zıplayıp durmasından anlamıştım asıl mevzuya henüz gelinmemişti. O gün fark etmediği o bıçağı yerden alıp neden kalbine saplamamıştım ya da belki yerinde bir harakiri ile bunu kendime yapmalıydım.
"Biliyor musun o duvardakiler bizim okuldan öğrencilermiş. Işık sandığımda ellerindeki sigaralarıymış meğer." Başını mahcup şekilde eğip yüzünü buruştururken hafifçe sağa sola sallanıyordu. "Özür dilediler az önce. Hele içlerinde bir yakışıklı vardı ki hiç sorma. Hee! bu arada sen haklıymışsın. İyi ki aptallık yapıp da o bıçağı çıkarmadım. Düşünsene içlerinde tanıdık biri olsaydı beni deli zannedebilir hatta bununla kalsa iyi bunu bütün okula yayabilirdi?”
“Hayır canım yapmazdı?” dedim boş bulunarak. Sizce de yapmazdı değil mi?
Pişmanlığım ertesi gün okul koridorlarında ellerinde kalemlerle birbirini kovalayan çığlık maskeli aptal öğrencileri gördüğümde içimden dolup taşmışken oturduğum sırada yemin ettim.
Ben kalbiyle konuşan kadın, ben senin sandığın o çaresiz fındık kurdu sana bu dünyayı dar edecektim...
Sana kalbinle konuşmayı hatta bülbül gibi şakımayı öğretecektim...