• Merhaba, Kadınlar Kulübü'ne ÜCRETSİZ üye olarak yorumlar ile katkıda bulunabilir veya aklınıza takılan soruları sorabilirsiniz.

Zülfü Livaneli

Yasas

Guru
Kayıtlı Üye
24 Temmuz 2010
626
65
323
$75674_178763455472386_171282479553817_726968_7414666_n.webp$74290_171298992885499_171282479553817_669668_2011244_n.webp
20 Haziran 1946 yılında Mustafa Sabri Livaneli ve Şükriye Livaneli’nin çocukları olarak Konya’da dünyaya geldi. Henüz küçük yaşlardayken müzikle ilgilenmeye başladı ve bağlama çalmayı öğrendi.
1964 yılında Ülker Tunçay ile evlenen Livaneli çiftinin 1966’da kızları Aylin Livaneli dünyaya geldi.

Politik duruşu sebebiyle, 1971’de yaşanan darbe sonrasında cezaevine giren sanatçı 1972 yılında İsveç’e yerleşti.

Stockholm’da bir yıl müzik eğitimi gördü. 1973’te ilk albümü Chants Revolutionnaires Turcs’ü Belçika’da yayınladı. 1975 yılında mezun olduktan sonra, çalışmalarını uzunçalar olarak kaydetti. Bağlama çalarak yaptığı geleneksel türkü formundaki müziğiyle batı enstrümanlarını bir arada kullanıyordu. Zengin ve farklı bir müzikal altyapı oluşturmaya başlamıştı.

1976’da Otobüs filminin müziklerini yazan sanatçı, daha sonraki yıllarda da filmler için beste yapmaya devam etti.

Nazım Hikmet'in şiirlerinden bestelediği şarkılarını, 1978 yılında yaptığı "Nazım Türküsü" albümünde bir araya getirdi. Müziği geniş kitlelere ulaşmaya başladığında, dünyaca ünlü pek çok müzisyenin de ilgisini çekmeye başladı. Maria Faranduri ve Mikis Theodorakis'le çeşitli ülkelerde konserler verdi, plaklar doldurdu.

Ekim 1986'da Cengiz Aytmatov'un daveti üzerine Federico Major, Yaşar Kemal, Arthur Miller ve diğer ünlü sanatçı ve düşünürlerin katıldığı Issyk - Kul Forumu'nda yer aldı.

1987’de senaryosunu da yazdığı ilk filmi “Yer Demir Gök Bakır” için kamera arkasına geçti. German Camera Award ve San Sebastián International Film Festival tarafından ödüle layık görülen ilk filmin başarısı büyük oldu.

1988’de çektiği ikinci uzun metrajlı filmi, “Sis ve Gece”te, ünlü aktör ve yönetmen Elia Kazan rol alıyordu. Kazan’ın aktör olarak rol aldığı son film olan Sis, Montpellier Mediterranean Film Festival ve Valencia Festival of Mediterranean Cinema gibi iki önemli festivalden de ödülle döndü.

1993’te sanatçı Şahmaran filmini çekti. Türkan Şoray ve Mehmet Balkiz’in başrollerinde oynadığı film, diğer iki filmine göre daha az ses getirdi. Şahmaran, 1976’dan itibaren yaklaşık 30 film bestelediği, aralarında, “Sürü”, “Yol” ve “Yılanı Öldürseler” gibi önemli yapımlar için yazdığı şarkılar da olan, film müziği çalışmalarının sonuncusuydu. Livaneli aynı yıl ilk kitabı olan "Diktatör İle Palyaço"yu yayınladı.

1994’te ikinci kitabı “Sosyalizm Öldü mü?” çıktı. Sanatçı aynı yıl, yerel seçimlerde İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığına aday oldu.

1996’da merkezi Paris’te bulunan UNESCO tarafından büyükelçi olarak seçildi.

1998'te,“Orta Zekalılar Cenneti", "Arafat'ta Bir Çocuk", "Livaneli Besteleri-Nota" kitaplarını yayınlayan sanatçı, 1999 yılında ikinci kez İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığına aday oldu.

2001 yılında "Bir Kedi Bir Adam Bir Ölüm", "Engereğin Gözündeki Kamaşma” kitaplarını yayınlayan Livaneli, 2002 genel seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul milletvekili seçildi.

2004 yılında partisinden istifa edip bağımsız milletvekili olan sanatçı, 2005’te, Mikis Theodorakis ve Kanada'da yaşayan bilim adamı Apostolos Papageorgio ile birlikte, antik dönemin en önemli hekimlerinden biri olan Efesli Soranos adına verilen 'Soranos Dostluk ve Bilim Ödülü'nü aldı.

18 Temmuz 2006’da, Yunanlı besteci ve yorumcu Mikis Theodorakis adına verilmeye başlayan, Türk-Yunan dostluğuna katkıda bulunanların ödüllendirildiği Theodorakis Ödülü’nün sahibi oldu.

Livaneli, halen Vatan Gazetesi'nde köşe yazarlığı yapmakta ve UNESCO kültür elçiliği görevine devam etmektedir.

ÖDÜLLERİ:

Theodorakis ödülü - Temmuz 2006

Soranos Dostluk Ödülü - Ekim 2005

En İyi Film Müziği - Sürü-1978 - Sinema Yazarları Derneği (SİYAD)

En İyi Film Müziği - Yılanı Öldürseler -1982- Ankara Sanat Evi

Yılın Plağı Ödülü, Yunanistan - Maria Faranduri Livaneli Söylüyor -1982

Cannes Film Festivali Altın Palmiye Ödülü - Film Müziği-Yol -1982

Alman Plak Eleştirmenleri Derneği Yılın Plağı Ödülü - Maria Faranduri Livaneli Söylüyor -1993

Edison Ödülü, Hollanda - Maria Faranduri Livaneli Söylüyor -1983

Altın Plak Ödülü - Livaneli-Theodorakis- Güneş Topla Benim İçin -1986

Yılın Müzisyeni, Türkiye - 1984 Nokta Dergisi- Doruktakiler

Cannes Film Festivali - 1987 Özgün Bir Bakış

En İyi Yabancı Film Ödülü-San Sebastian Film Festivali, İspanya - Yer Demir Gök Bakır -1987

'Hıristiyan Sinema Örgütü -OCIC'

Köln Foto Kino Fuarı, B. Almanya - 1987 'Altın Kamera' (Jurgen Jurges)

En İyi Film Yönetmeni, Türkiye - 1989 Nokta Dergisi- Doruktakiler

Montpellier Festivali Altın Antigone Birincilik Ödülü - 1989 Sis

Valencia Altın Palmiye Birincilik Ödülü - Sis- 1989 En İyi Yönetmen Ödülü

Avrupa Film Akademisi En İyi Film Adaylığı - 1989 Sis

Fransız Eleştirmenlerince Avrupa'nın En İyi On Filminden biri - 1989 Sis

En İyi İkinci Film Ödülü - 1989 Antalya Film Festivali-Sis

Abdi İpekçi Ödülü - 1996

Abdi İpekçi Ödülü - 1997

Balkan Edebiyat Ödülü, Türkiye, 1997 Engereğin Gözündeki Kamaşma

Premio Luigi Tenco Uluslararası Besteci Ödülü, San Remo, İtalya - 1999

37. Antalya Altın Portakal Film Festivali Yaşam Boyu Onur Ödülü - 1999

Yunus Nadi Roman Ödülü, Türkiye - 2001 Bir Kedi Bir Adam Bir Ölüm
 

Eklentiler

  • $67395_171285402886858_171282479553817_669544_559331_n.webp
    $67395_171285402886858_171282479553817_669544_559331_n.webp
    10,5 KB · Görüntüleme: 215
Son düzenleme:
doluştuk mısralara
açıldık hayatlara
adımlar öykü öykü
öyküler türkü türkü
kardeşlik ödünç aldık
kuşların kanadından
bir dolu sevda çaldık
göz kirpan yıldızlardan
ses olduk,hece olduk
susmayan sözcük olduk
barış özgürlük diye
yürekte çığlık olduk
bir sevdaya tutulduk
yarin güzel yüzünden
bin canlara kavuştuk
Zülfü'nün bir telinden
 
Kendisiyle 2 kez görüşüp sohbet etme fırsatım oldu,bu kadar mı mütevazi,bu kadar mı beyefendi,içten olunur albümlerini,kitaplarını hep almışımdır,çok severim..
 
Kendisiyle 2 kez görüşüp sohbet etme fırsatım oldu,bu kadar mı mütevazi,bu kadar mı beyefendi,içten olunur albümlerini,kitaplarını hep almışımdır,çok severim..

ne büyük şans..
ben de başlığı açarken hangi kategoriye açacağımı bilemedim. Edebiyat, Müzik, Sinema.. Çok yönlü bir insan.
Ben çocukken hep Zülfü Livaneliyle evlenmeyi hayal ederdim. büyüdüm; bu hayalim hala değişmedi :)
 
ne büyük şans..
ben de başlığı açarken hangi kategoriye açacağımı bilemedim. Edebiyat, Müzik, Sinema.. Çok yönlü bir insan.
Ben çocukken hep Zülfü Livaneliyle evlenmeyi hayal ederdim. büyüdüm; bu hayalim hala değişmedi :)

Benim de ablam hasta derecede fanatiğiydi
bi defter yapmıştı hergün köşe yazılarını keser yapıştırırdı,3-4 defter yaptığını hatırlıyorum,kitapları,konserleri,kasetleri
off bi ara kafayı yedi diye düşündük :1:
şaka bi yana bende ablam sayesinde çok sevdim kendisini

evlenmek hee,karizması da var yani evlenilir aslında :))zaten çok yönlü bi insan..
 
Haberleri izliyorum, tartışmalara kulak kabartıyorum, gazeteleri okuyorum. Canım sıkılıyor.

Keşke bu ülkede her şey daha derin, daha kapsamlı, daha gerçek düşünceye dönük olabilseydi.

Keşke her şey bu kadar ucuzlamasa, basmakalıp fikirler pazarcı esnafı gibi bağıra çağıra dile getirilmeseydi.

Keşke insanların birikimi daha büyük, egoları daha küçük olabilseydi.

Keşke herkes söylediğinden bu kadar emin olmasaydı.

Keşke görünen gerçekle derin gerçek arasındaki fark algılanabilseydi.

Keşke yazan-çizen-konuşanlar, böyle bir ayrımın varlığını sezebilseydi.

Keşke tartışanlar, o sırada cevap hazırlamak yerine karşısındakini dinlemeyi bilebilseydi.

Keşke iktidar çevrelerine yaranmak amaç haline gelmeseydi.

Keşke fikir tartışmalarında küfür edilmeseydi.

Keşke insanlar basit düşünceleri, büyük bir buluş gibi şehvetle savunmasaydı.

Keşke siyasetçiler meydanlara çıkınca kafamıza çivi çakar gibi bağırmasaydı.

Keşke halkın din, milliyetçilik, bayrak, vatan, ezan, Kuran duygularını gıdıklayan politik konuşmaların sahteliği anlaşılabilseydi.

Keşke aydınlar bu kadar lumpen hayranı olmasaydı.

Keşke zengin işadamları, bu dünyada paradan daha önemli bazı değerlerin varlığını sezebilseydi.

Keşke bu kadar vahşet olmasaydı.

Keşke bu kadar çok çocuğumuz ölmeseydi.

Keşke işkencelerde insanlar ölmeseydi.

Keşke çocuklara tecavüz edenler, bu kadar himaye görmeseydi.

Keşke bu kadar kutuplaşmasaydık, suçlulara “senden benden” muamelesi yapmasaydık.

Keşke yuvalarımızdaki çocuklara işkence edilmeseydi.

Keşke kitleler aklını sadece futbolla bozmasaydı.

Keşke eğlence programlarımız daha düzeyli olabilseydi.

Keşke yolsuzluk, siyasi sistemimizin bir parçası olarak hoşgörülmeseydi.

Keşke şehirlerimizi bu kadar çirkinleştirmeseydik.

Keşke bu kadar kabalaşmasaydık.

***


Bu “keşke”ler uzayıp gider ve bunları art arda sırlamak da bir çözüm getirmez.

Çünkü Ortega y Gasset ne demişti.

“Ben kendimin ve çevremin toplamıyım!”
18.07.2011 tarihli köşe yazısı
 
YAŞAM TARZI

Yıllar önce yolum Karayip adalarına düşmüştü.

Hemingway’in “İhtiyar Balıkçı” romanında harika bir şekilde anlattığı Karayip denizinin tuzlu rüzgârını içimize çekerek her gün başka bir adayı ziyaret ediyorduk.

(Bir yerde Karayip adının “garaip“ten geldiğini, Afrika’dan bu bölgelere kaçırılıp köle yapılan insanların yeni tanıştıkları bu gariplikler denizinden böyle söz ettiklerini okumuştum.)

Bu adaların hepsi Karayip bölgesinde bulunmasına rağmen aralarında büyük farklar göze çarpıyordu. Mesela Martinique adası, Barbados’tan çok farklıydı. Martinique’te azgelişmiş ülkelere özgü bir kargaşa hüküm sürerken, Barbados düzenli trafiği, temizliği, yolları, bahçeleri ve özenle yerleştirilmiş yol işaretleriyle, dikkat çekici bir medeniyet farkını yansıtıyordu.

Bu farkın nedenleri üzerinde düşünmüş ve sonunda adaların sömürge oldukları dönemdeki kültür ve yaşam biçimleri üzerinde durmuştum.

Martinique gibi adalar Fransız yaşam biçimini, Barbados gibileri ise İngiliz tarzını gelenek haline getirmişti.

İngilizlerin gittikleri yerlere kendi dillerini, edebiyatlarını, yaşam biçimlerini; polo, kriket gibi oyunlarını, beş çaylarını götürdüğü bilinir zaten.

Elbette Fransa da büyük bir kültür geleneğine sahip ama nedense İngiltere bunu daha da sistemleştirmiş ve katı kuralları olan bir yaşam tarzına dönüştürmüş.

Bu etkiyi Britanya İmparatorluğu’nun bir zamanlar bayrak açmış olduğu ama yıllar önce çekildiği bütün kıtalarda görebilirsiniz. Kendileri gitmiş ama kültürleri kalmış.

Elbette lafı nereye getireceğimi anladınız:

Bir büyük imparatorluk olarak bizim yaşam biçimimiz nedir?

Terk etmek zorunda kaldığımız Balkan, Orta Doğu, Kuzey Afrika, Kafkasya topraklarında bu yaşam tarzının etkileri sürüp gidiyor mu, yoksa tamamen silinmiş mi?

Ne yazık ki bu sorulara olumlu cevap veremiyorum.

Beş yüz yıl egemen olduğumuz topraklarda elbette bazı kelimeler, kahve, imam bayıldı gibi bazı yemekler kalmış ama bir “yaşam tarzı” bırakmamışız.

Bundan da acısı; kendimize anayurt edindiğimiz Türkiye’de bile bir yaşam tarzına sahip değiliz artık.

Ne kendimize özgü bir mimarimiz kalmış, ne musikimiz, ne mutfağımız, ne âdet ve alışkanlıklarımız.

Akdeniz’deki oteller “Türk Geceleri” düzenledikleri zaman turistlere, gelenek olarak gösterdikleri şey göbek dansı.

Oysa bu dansın bizim kültürümüzde yeri yok. Musahipzade Celal “Eski Türk Yaşayışı” adlı kitabında göbek dansından “Araplardan ithal edilen, geleneğimizde bulunmayan acayip bir raks” diye söz eder.

Adına ister Türk deyin, ister Osmanlı, ister Anadolu; hepimizi kapsayan, bizi diğer kültürlerden ayırt eden, medeni bir “yaşam tarzı”mız yok.

Belki eskiden vardı ama şimdi yok.

Bugünlerde sık sık tartışılan içki içenlerle içmeyenler, başını örtenlerle örtmeyenler gibi sahte “yaşam tarzı farkılıkları”ndan değil, daha temel bir olgudan söz ediyorum.

Artık hepimiz çarpık bir mimariye, kulak tırmalayıcı bir müziğe, kötü bir şehirleşmeye, yoksul bir dile ve bencil, köksüz, geleneksiz bir yaşama mahkûm olduk.

Hiç olmazsa bu çarpılmayı “gelenek” yerine koymasalar, “Halkımız böyle yaşamak istiyor” diyerek medeniyete susayan düzgün insanları düşman ilan etmeseler, koskoca Selçuklu, Osmanlı geleneğini ve bunun Cumhuriyet’in ilk döneminde devam eden izlerini varoş hoyratlığına indirgemeseler.

Buna bile razı olacak noktadayız.

(09.08.2011, Vatan Gazetesi)
 
Son düzenleme:
KÜLTÜRSÜZLEŞME SÜRECİ

Almanya’da halkın kültür düzeyini ölçmek için bir anket düzenlemiş; sokaktaki insanlara “B harfi ile başlayan üç meşhur Alman’ın adını sayın!“ demişler.

Adamın biri üç futbolcuyu sıralamış: “Beckenbauer, Ballack, Bonhof!“

Anketçi demiş ki: “Peki Bach, Beethoven, Brecht, Böll, Brahms gibi isimler aklınıza gelmiyor mu?’’
“Kusura bakmayın!“ demiş adam, “İkinci lig oyuncularını tanımıyorum.“

***


Okuduğunuz hikâye bir şaka olmasına şaka ama gerçek payı da az değil. Çünkü bütün dünyada, kültürsüzleşme hatta kültür düşmanlığı süreci yaşanırken futbol ve eğlence sektörü giderek yükseliyor.

Bu noktada aşırı gidip, hayatın sadece bilgi, bilim, yüksek kültür ve yüksek sanattan ibaret olması gerektiğini ileri sürmüyorum. Böyle düşünenler ve kendilerini fildişi mahallelere kapatanlar da var ama ben onlardan değilim.

Hayatın içinde eğlence, şaka, gülme, spor, magazin, cinsellik, aşk hatta zaman zaman saçmalama, deli dolu davranma özgürlüğü de vardır ve olmalı da.

Mesela geçenlerde Ege’de bir lokantanın yaptığı şakacı düzenlemeye bayıldım: Erkekler tuvaletinin kapısına Bülent Ersoy’un erkek olarak, kadınlar tuvaletine ise kadın haliyle resmini asmışlar.

Bence harika bir buluş.

Televizyonlardaki spor, eğlence, müzik programları da -çıtayı belli bir düzeyin altına düşürmedikleri sürece- hoş olabilir.

Birçok kişinin düştüğü temel hata, hayatı sadece bunlardan ibaret saymak.

Kültürün önemli olduğu ülkelerde, toplumun en cahil kesimi bile belli bir kültür-bilim-felsefe-sanat dünyasının varlığını ve bunun toplumsal hiyerarşide en üstte yer aldığını bilir.

Onu küstahça aşağılamaya, aşağı çekmeye, ona hakaret etmeye çalışmaz.

Bizde ne yazık ki son zamanlarda böyle bir eğilim var.

Bunda “entel“ diye anılan çevrelerin yaratıcılık eksikliklerini, halka ters düşen bir yaşam biçimiyle kapatmaya çalışıyor olmalarının da etkisi var elbette ama gerçek sadece bundan ibaret değil.

İnsanlığın binlerce yıldır ideal edindiği, insan ruhunun güzel sanatlar yoluyla yücelmesi düşüncesini, öfkeyle ayaklar altına alıp parçalamak isteyenler belirdi.

Bunların bazıları o seviyeye gelemedikleri için duydukları nefreti yansıtıyor, bazıları ise şaşırtıcı biçimde -harika eğitimlerden geçtikleri halde- “pseudo demokrasi“ adına kendilerini bile bile alçaltıyorlar.

Zengin takımından ise -istisnalar hariç- hiç söz etmiyorum bile.

Çünkü değerler hiyerarşisinde kültür, sanat ve bilimin, paradan üstün olduğunu anlamaları için daha birkaç kuşak geçmesi gerekiyor.

Şimdilik sadece paralarını sayarak tatmin olmaya çalışıyorlar ve bu hayatın manasızlığını hissetmelerine rağmen, o boşluğu nasıl dolduracaklarını bilemiyorlar.

Bu yüzden en tepedekilere sormak istyorum: Acaba sadece sizin değil, Türkiye’nin bütün parası bir tek E=mc2 formülünü yaratmaya ya da satın almaya yeter mi?
Buna cevap vermek dünyayı doğru anlamak için bir başlangıç olabilir.

(Vatan Gazetesi, 12.08.2011)
 
EDEBİYAT NOTLARI
Yıllardan beri edebiyat meraklısı okurlardan, özelikle de yazar olmak isteyen gençlerden mektuplar, mesajlar alırım. Bunların çoğu “Ne okumalı?”, “Nasıl yazmalı?”, “Yazdıklarımı nasıl bastırmalı?” gibi sorular içerir, bazıları da yazmış olduğu roman, hikâye, senaryo, şiir denemelerini gönderir.

Bu mesajlara elden geldiğince cevap yetiştirmeye çalışırım ama bunca yoğunluk arasında bu işi hakkıyla yapamıyor olmanın tedirginliğini de bir türlü atamam içimden.

Her yazar adayı heyecanlıdır, yüreğini kanatlandıran sözlere sevdalanmıştır, yazdıklarına vurgundur; onca emek vererek meydana getirdiği işin, yine emek verilerek değerlendirilmesini ister ama parmaklarımızın arasından kum gibi akıp giden zaman, bu işi doğru dürüst yapmama, her çalışmanın üstünde hak ettiği kadar durmama izin vermez. Genç yazarlara ve okurlara mahcup olur dururum.

Bunları düşüne düşüne bir karara vardım. Dedim ki: “Niçin pazar yazılarımı edebiyata, kurguya, yazının sorunlarına ayırmayayım. Böylece hem ben çok zevk aldığım, hayatımı adadığım bir konuda görüşlerimi paylaşmış olurum hem de bakarsın bazı gençlerin kafalarındaki soru işaretlerini gidermekte, karınca kadar bir faydam olur.”

Böylece kararımı açıklamış oldum. Evet, pazar günleri bu köşede edebiyat konusunu tartışacağız. Ben size görüşlerimi aktaracağım. (Subjektif dememe gerek yok herhalde. Çünkü her görüş böyledir. Katılıp katılmamak okurun elinde.)

***


Aslında kurmaca konusu çok karışık çünkü kitaplar eskiden, mesela 19. yüzyılda olduğu gibi, sadece yazmadan yaşayamayan bir avuç insanın elinden çıkmıyor. Herşey gibi kitap denilen nesne de metalaştı, kapitalizmin “ürün”lerinden birisi haline geldi. Özellikle Amerika ve bazı Batı ülkelerinde, edebiyat çok büyük şirketlerin üzerinde uğraştığı, stratejiler geliştirdiği, “proje”ler yaptığı dev bir sektöre dönüştü.

Yüz milyarlarca doların döndüğü bu sektör, diğer dallar gibi kapitalizmin şaşmaz kurallarını uygulamaya başladı.

Amerika’da her yıl 275.000 ayrı kitap yayınlanıyor. Bu sayı Türkiye’de de azımsanmayacak boyutlara geldi: Günde 150 ayrı kitap.

Bu sayılar sadece edebiyatı değil, bütün alanları kapsıyor ama yayın dünyasının zenginliği hakkında bir fikir veriyor sanıyorum.

Yayınlanan her kitap, kitabevlerinde yer bulamıyor. Bulanlar da içeri giren okuru öyle bir afallatıyor ki, zavallı okur gözalıcı kapaklar ve çarpıcı başlıklarla karşısına dikilip “Beni al! Beni al!” diyen onca kitap arasında şaşırıp kalıyor.

Bu durum edebiyatı da etkiliyor elbette. Medyanın bütün satış mekanizmalarını etkilediği bu dönemde, gazete yazarları, TV programcıları durmadan “Şunu okuyun! Bunu okuyun!” diyorlar.

Bu konuda hiç kimsenin objektif bir ölçüye sahip olmasına imkan yok. Bu tavsiyeler genellikle eş dost, aynı gruba mensup olmak, hatta ideoloji bazında yapılıyor.

İşte günümüz edebiyatının önündeki en büyük tehlike bu. Çünkü tarih boyunca büyük yazarları ortaya çıkaran “halk jürisi” etki altına alınmaya çalışılıyor.

Bilmem bu gözlemimin, ciddi anlamda edebiyat eleştirisiyle bir ilgisi olmadığını söylemeye gerek var mı? Eleştiri her zaman, gerçek edebiyatın dostudur, yardımcısıdır.

Mesela eleştirmen Belinski’nin, büyük Rus edebiyatının gelişmesine yaptığı katkılar tartışılmaz bile. Burada kastettiğim şey eleştiri kurumu değil, metalaşma olgusudur.

Gerçi John Steinbeck “Eleştirmenler gereklidir ama hep geç kalırlar” demiştir ama bu şaka, özlemini çektiğimiz edebiyat eleştirisinin önemini azaltmaz.

Dilerseniz haftaya devam edelim.
(Vatan Gazetesi, 13.08.2011)
 
EDEBİYAT NOTLARI (2)
Edebiyat çok geniş bir kavram. İçine Sadi’nin Hafız’ın, Shakespeare’in şiiri de girer, Homeros’un destanları, Binbir Gece Masalları, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi de. Tiyatro oyunları, eskilerin tecrübe-i kalemiye dedikleri denemeler, düzyazı şiirler hepsi o geniş edebiyat kavramının içinde.

Ama konuyu biraz daha ayrıntılı incelemek için modern roman türünü ele alıp, biraz daraltmakta fayda var.

Modern romanın temel eseri olarak Cervantes’in Don Quixote eseri gösterilir. Ondan önce de ‘hikâye anlatan’, ele aldığı konuları derli toplu biçimde aktaran eserler vardı elbette. Kaldı ki Cervantes bile o dönemin İspanyası‘nda, bizim halk hikâyeleri gibi anlatılıp duran şövalye masallarından yararlanmıştı. Ama o, şövalyeler çağı geçtikten sonra hâlâ eski değerlerle yaşamaya ve dünyayı kurtarmaya, sevgilisi Dulcinea’ya kavuşmaya çalışan Manchalı ihtiyar tiplemesiyle, karakter yaratmanın, psikolojik derinliklere inmenin ve traji komik ögelerin doruğuna ulaşmıştı.

Eski Yunan trajedileri de insanın kadere karşı mücadelesini işliyordu ama form başkaydı. Cervantes’ten sonra modern roman hızla gelişti. Birçok ülkede, edebiyat meraklısının okuması şart olan muazzam romanlar yazıldı.

Bu romanları yazanlar, yarattıkları unutulmaz karakterlerle, içinde yaşadıkları toplumu bilim adamlarından, sosyologlardan, ekonomistlerden, tarihçilerden çok daha derin bir biçimde anlatmayı başardılar.

Herkesten daha akıllı ve bilgili oldukları için değil, sezgileri çok gelişmiş olduğu için.

Her büyük romancı, içinde bulunduğu toplum denizinde yüzen bir balık gibi akıntıları, eğilimleri sezebiliyordu.

19. yüzyıl Fransası‘nı anlayabilmek için en önemli kaynağın Balzac’ın eserleri olduğuna inanılır ki bence de doğrudur.

Ama Honore de Balzac, siyasi olarak toplumu okuyamıyor, anlayamıyor, devrim Fransası‘nda kralcılıkta ısrar ediyordu. Yani bir siyaset acemisiydi.

Ama bu eksiklik onun büyük sezgisiyle toplumu doğru aktarmasını engelleyemedi.

Bu durum birçok büyük yazar için geçerlidir: Dostoyevski ‘gerici’ sayılabilecek fikirlere sahipti, Tolstoy Hristiyanlık yoluyla toplumu kurtarmayı amaçlıyordu, Knut Hamsun ülkesini işgal eden Nazilere sempati duymuştu; aynen Ezra Pound, Celine ya da Pinochet’yi seven Borghes gibi.

Elbette ki her yazar siyasi açıdan yanlış mevzilerde yer almaz. Bu örnekleri verişim, büyük yazarların kendi bilinçlerini de aşan bir sezgi ve kavrama gücüne sahip olduklarını anlatabilmek için.

Büyük romanlara baktığımız zaman bazı ortak özellikler görüyoruz.

Bunları başında sağlam bir konu geliyor. Bir ara Türkiye’de ‘hikâyenin önemli olmadığı’, edebiyatın sadece üslup demek olduğu tartışıldı ama bütün tartışmalarda olduğu gibi insanların birbirini aşırı noktalara ittiği, anlamsız bir ağız dalaşıydı bu.

Sanki insan iyi bir hikâyeyi, güzel bir üslupla anlatamazmış gibi.

Şöyle bir kurala inanıyorum: Eğer bir masa başında oturduğunda arkadaşlarına anlattığın zaman ilgilerini çekecek, seni en azından yarım saat dinlemelerini sağlayacak kadar ilginç bir konun yoksa, hiç yazmamak daha iyi. Çünkü o yüzlerce sayfayı da kimse okumaz (James Joyce’un Ulysses’i gibi deneysel edebiyatı bu genellemenin dışında tutuyorum. Bu yazılar çerçevesinde o tarza da sıra gelecek).

Tartışma denilince 70’ler Türkiyesi‘ni kasıp kavuran köy romanı-kent romanı tartışmasının da saçmalığını vurgulamakta yarar var. Ülkenin şehirleri hızla köyleşirken ve kent (hatta Alman kentleri) köylere girerken, bu büyük altüst oluşu yazmak yerine kategorik ayrımlar yapan kişiler çıkmıştı.

İzninizle devamı gelecek haftaya.

Vatan Gazetesi, 21.08.2011
 
Son düzenleme:
KADDAFİ'LER

Libya diktatörü Kaddafi’nin devrileceği belli oldu ya; ekranlarda onun resimlerini yırtanlar, ayaklar altında parçalayanlar arz-ı endam etmeye başladı. Sanki zalim diktatörün iç yüzünü bugün anlamışlar, sırrına bugün varmışlar gibi.

Oysa dün meydanlarda Kaddafi’yi çılgınca alkışlayanlar da onlardı.

Ne yazık ki yurttaş olamamış kitleler böyledir. Zalimin zulmü karşısında susar, yeni efendilerini ise çılgınca alkışlarlar.

***


Muammer Kaddafi ilkel ve zalim bir diktatördü.

1978 yılında gittiğim Libya’da öyle bir manzara vardı ki onu hep “ilkel“ olarak düşündüm.

Bir tarih konferansı için Trablusgarp’a davet edilmiştim. Bindiğim Libya uçağının her yeri Arapça yazılarla doluydu. Bunlar Kaddafi’nin “Yeşil Kitap“ından alıntılarmış.

Kargaşa içindeki havaalanında da bu yazılardan vardı. Kimse nereye gideceğini bilemiyordu. Çünkü onların deyimiyle “Cemahiriye“de Arapçadan başka bir dil kullanılmıyordu.

Birileri gelip bizleri aldı. Şehrin yollarına Kaddafi’nin dev resimleri asılmıştı. Kiminde şaha kalkmış bir at üzerinde elinde tüfekle görünüyor, kiminde geleneksel bedevi kıyafeti içinde sizi süzüyordu.

Götürdükleri otelde de durum aynıydı. Odada televizyonu açtığımda Kaddafi yine karşımdaydı. Sürekli olarak onun kahramanlıkları anlatılıyor, konuşmaları veriliyor, başka hiçbir şey gösterilmiyordu.

Oraya varışımızdan bir hafta önce içinde bulunduğumuz otel de devletleştirilmiş olduğu için herkesin kafası karışıktı. Çalışanlar nereden maaş alacaklarını bilemiyorlardı. Artık bir işverenleri yoktu.

Ama buna rağmen, herkes müthiş bir gururla kendi ülkesinden “Cemahiriye“ olarak söz ediyordu. Başkentlerine de Tripoli denmesine ses çıkarmıyorlar ama bizim Trablusgarp dememize kızıyorlardı. Zaten Libya’yı bir dönem işgal etmiş olan İtalyanlara hayranlıklarını saklamıyorlar, Osmanlı’ya ve Türkiye’ye ise pek sempati duymuyorlardı.

Yollar ve binalar ilkeldi. Caddelerde otomobiller deli gibi, hiçbir düzen olmadan oradan oraya savruluyordu. Sanki lunaparkta, çarpışan arabalar arasındaydık. Libyalılar otomobil denilen icadı, birbirine çarparak sürülen bir araç olarak görüyorlardı.

Konferans başlarken, bizim heyetle diğerleri arasındaki fark, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ortadaydı.

Sadece görüntü olarak bile sanki iki ayrı uygarlığı yansıtıyorduk. Türk heyetinin giyimi, duruşu, bakışı farklıydı, aramızda bir de hanım profesör bulunuyordu.

Daha sonra bizi Bingazi’ye götürdüler, gezdiğimiz yerler arasında, çöldeki bir din okulu vardı. Karanlık hücrelerden avluya çıkan 10-12 yaşlarındaki, beyaz entarili, zayıf ve gözleri kaymış oğlan çocuklar, grupta bulunan bir İtalyan gazeteci kıza, hayretle, dehşetle, uzaylı görmüş gibi bakıyorlardı.

Bu ülkeye geldiğiniz zaman; o toprakları iyi tanımış olan Mustafa Kemal’in, Enver’in ve diğer genç Osmanlı subaylarının niye yakıcı bir “değişim“ arzusuna kapılmış olduklarını anlamak kolaylaşıyordu.

Gezinin ertesi günü, daha toplantı bitmeden bu boğucu ülkeden ayrıldım. Bir daha da adımımı atmadım.

Şimdi Kaddafi devriliyor ama ne olacak? Ülke değişecek mi?

Hiç sanmam.

Olsa olsa tek bir diktatör yerine, bir sürü küçük diktatör çıkacak ve birbirleriyle kavga edecekler.

Arap ülkeleri; kadınla erkeğin beraber oluşturduğu bir uygarlık anlayışına, laik ve demokratik bir sisteme kavuşuncaya, temel yurttaşlık haklarına saygı gösterene kadar bu kör dövüşü sürüp gidecek.


Vatan Gazetesi, 23 .08.2011
 
19 Mayıs 1997 tarihinde, Ankara Hipodrom meydanında verdiği konsere 500.000 kişinin katılmasıyla Türkiye'nin en büyük konserini gerçekleştirme ünvanını kazanmıştır. Bu yüzden de bende yeri çok büyüktür. Çünkü kendisi 500.000 yeni yürek demek, umut demek, can demek...
 
Zülfü Livaneli’yle konser öncesi heyecanını, Mevlana’yı ve konuya dolaylı yoldan temas eden Brad Pitt’i kısaca konuştuk.

Ne kadar zamanda hayata geçen bir proje oldu? Bu projeden beklentiniz nedir?

Mevlana şiirlerini İngilizce çevirilerinden okuyunca bambaşka bir tat alıyordum. 700 yıl öncesinden gelmesine rağmen son derece çağdaş, lirik, etkileyici şiirlerdi bunlar. Olağanüstü bir evren-insan kucaklaşmasını anlatıyorlardı. Duyguya değil düşünceye dayanıyorlardı; ki benim en sevdiğim şiir türü, daha doğrusu tek şiir budur. Felsefe ve şiir; ayrılmaz ikili. Sonra bu şiirlerin İngilizcelerini bestelemeye başladım. Mevlana denilince akla gelebilecek müzik çağrışımlarının ötesinde modern bir anlayışla besteledim. Çünkü şiirlerin hiç eskimeyen çağdaşlığına bu yakışıyordu. Bu çalışma benim besteciliğime de bir özgürlük getirdi. Çünkü yıllar içinde oluşmuş dinleyici kitlesi, haklı olarak benim başka denizlere yelken açmamı istemiyor. Alıştıkları tarzda eserler vermemi talep ediyorlar. Oysa bu süitte tamamen özgür davrandım. Hem dili İngilizce hem de yabancı sanatçılar icra ediyor. Bu yüzden kendimi özgür bıraktım, uçabildiğim kadar uçtum. Herhalde Mevlana da böylesini severdi. Ayrıca İstanbullular sahnede olağanüstü bir yorumcu olan Romy Camerun’u ve müthiş müzisyenleri dinleyecek. Heyecanlıyım doğrusu.

Mevlana’nın ‘Bir yer var doğrunun ve yanlışın ötesinde. Seninle orada buluşacağız’ dizeleri Brad Pitt’in koluna yaptırdığı dövme olarak ayrı bir ilgiye mazhar oldu. Bunun yarattığı farkındalık hakkında ne düşünüyorsunuz? İyi mi kötü mü?

Sadece bir rastlantı. İki yılda hazırlanmış, geçen yıl dünya prömiyerini yapmış bir eserin İstanbul açılışı öncesine denk gelen bir rastlantı. Brad Pitt adına da çok hoş bir şey bu. Demek ki Rumi’nin derinliğinin farkında. Ama böyle şeyler esere duyulan ilgiyi arttırmaz. Eser iyiyse iyidir kötüyse kötü (Bestemden söz ediyorum; yoksa Mevlana elbette iyi; hem de çağlar üstü bir dâhi.)

Mevlana şiirleri üzerine bestelediğiniz eserler, bir anlamda ‘muhafazakâr’ kesime de bir sesleniş mi? Bu eserleri kimlerin dinlemesini bekliyorsunuz?

Bu eserin muhafazakâr kesime bir sesleniş olduğunu düşünmüyorum. Sanatı ve dünyayı Türkiye’nin kutuplaşmasına tutsak edemeyiz. Bu günler geçer, sanat eseri kalır. Düşünsenize Mevlana bu şiirleri, Moğol istilası sırasında yazdı. Ama aradan geçen yüzyıllar herkesi silip süpürürken bu şiirleri büyüttü. Halkımız da Farsça yazıldığı için orijinallerini okuyamadığı şiirlerden dolayı, bu şairi yüceltti, evliya yerine koydu. Oysa Mevlana evliya değil, bir şair. İngilizler Shakespeare’i nasıl başının üstünde taşıdıysa bizim halkımız da Mevlana’yı, Yunus’u öyle baş tacı etti. Ne güzel bir şey değil mi? Ayrıca geçen yıl kaybettiğim rahmetli babam bir Mevlana hayranıydı. Bize küçük yaşta Mesnevi dersleri verirdi. Desenini kendi çizdiği kıymetli bir duvar halısı dokutmuştu. Mevlana makamı çocukluktan beri hep gözümün önündeydi. Bu eser bir bakıma, babamın anısına bir saygı duruşu.

Şu anki hükümetin ve bu düşüncenin, toplumda ‘kültür sanat’ konusunda eser ortaya koyamadığı, haliyle sözünün geçemediği çeşitli makalelerde anlatılıyor ve son dönemde tartışılıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Hiçbir zaman ve hiçbir yerde ‘hükümete yakın’ nitelikli sanat oluşamamıştır, oluşamaz. Çünkü sanatın özünde itiraz vardır, sorgulama, hatta isyan vardır. Siyasal ya da toplumsal klişelerin emrine girmiş bir sanat olsa olsa propaganda olur, daha ötesi değil. Bakın Mevlana, doğrunun ve yanlışın ötesindeki bir yerden söz ediyor. Bu, felsefedir ve hiçbir dinin, hiçbir siyasi iktidarın kurallarıyla açıklanamaz. Ondan yüzyıllar sonra Nietzsche ‘İyiliğin ve Kötülüğün Ötesinde’yi yazarken aynı biçimde düşünüyordu. Mevlana bağımsız bir şair ve düşünür.

Mevlana’dan yola çıkarak şunu da sorayım: Bu derece ayrışmış bir topluma Mevlana’nın seslenmesi bir fayda getirir mi?

Mevlana gibi en geniş anlamıyla hümanist bir şairi 7 yüzyıl yaşatan halkta derin kökler olduğuna inanıyorum ben. Bu derin kökler 5-10 yıllık bozulmalarla yok olmaz. Evet Mevlana birleştiricidir ama ‘’Gel ne olursan ol yine gel’’ şiiri ona ait değildir. Bu yüzden o şiiri kullanmadım.


Zülfü Livaneli'nin Bugünkü Hürriyet Kelebek ekine verdiği röportaj
 
Back
X