- 13 Nisan 2007
- 15.555
- 36.072
- 1.123
Zambiowa
Sarı-beyaz, koparılmayan papatyalarla kaplı dağın eteklerinden başlayan ve denize doğru koşan deli bir nehirle serinleyen kasaba... Uzakta... Bulutların çağırılınca geldiği, yağmurun şarkılarla coştuğu, havanın hiç üşütmediği bir kasaba... Rivayete göre gökyüzü tanrısı Skysopolos ayarlıyormuş göğün renklerini; her sabah Zambiowada’ki insanların dileklerini dinler ve ona göre boyarmış gökyüzünü. Güneş dost... Yeşil istekli... Mavi de çılgınca yayıyor tonunu... Bırakılanların gerçekten bırakıldığı ve başlangıçların olmadığı bir yer... Zaman yok, başlangıç yok, bitiş yok. Belki azlıktan belki de “gerçek” olunmaktan kaynaklanan bir huzur var havada. Parantez içine alınan kelimeler yok, tüm parantezler açılmış... Gizli kalan hiçbir şey yok. Karşılığı iki potansiyel savaşla ödenen Marlboro da satılmıyor, üç mutsuzlukla alınan parfüm de yok... Satılan hiçbir şey yok... Alınan hiçbir şey yok... Bırakılmışlık, tebessüm ve dinginlik var ceplerde... Yürek yorgunluğu bırakılmış dağın ardında, yürekler hafif... Bilgiler süzülmüş anılardan. Döküntü anılar verilmiş ve Zambiowa’ ya bir bilet alınmış... Son alış veriş... Gerçek bilincin ülkesi Zambiowa için yapılan son alış veriş... Anılar satılmış ve biletler alınmış...
Kasaba halkı...
Sayıları az... Anısız ve başlangıçsız insanlar... Ve bavulsuz... İşte belki de bu yüzden perdesiz pencereler. Belki de bu yüzden sadece güneş kızartıyor yanakları, belki de bu yüzden kahkaha bu kadar çok. Bırakılan her eşya, dudaklarda bir tebessüme dönüşmüş. Plansız ve hedefsiz gülüşmeler bunlar. Sahip çıktıkları tek şey de kendileri. Kendilerini havalandırıyorlar, kendilerini büyütüyorlar gübreli topraklarda... Bireysel gizler yok. Doğru-yanlışların, toplumsal ödül ve cezalarla bastırılması veya şahlandırılması yüzünden oluşan bireysel gizler yok... Bireysel gizler olmadığından toplumsal yorganları da yok... Çıplak ve özgürler...
Kulübeler...
Sayıları az... Geceleri yıldızlara bakılarak söylenen bir şarkıyla, gündüz maviye boyanan kulübeler bunlar. Hani o masmavi denilen maviden. Hani o tüm siyahlardan çığlık çığlığa kopan “özgürlük” mavisinden. Hani o hiç karışımsız, hiçbir palette başka bir renge dokunmadan tek başına olan maviden. Kulübeler, “Bir gün bahçemle uğraşacağım...” diyen insanların bahçeleriyle çevrili. Renk renk çiçekler ve canlı sebzelerle dolu bahçeler. İlk günler ıslak ümitler asılmış bahçe kenarlarına ve güneş hepsini kurutmuş. Artık ümit yok bahçelerde. Sadece bugün kokuyor zambaklar. Ümit yok... Hayal kırıklığı yok...
Kasaba dağı...
Bir tane... Zirvesinde kar barındırmayan bir dağ. Öyle yüksek, öyle korumacı ve öyle sınırcı. Gelmek için son bir kez daha düşünüyor yabancılar ve çoğu da vazgeçiyor. Orada unutulmuş, aslında dolu aslında boş bavullar görünüyor arada sırada... Dağın etekleri papatyalara boğulmuş. Papatyalar nefesi havadan değil de adeta dağdan alıyorlar. Papatya etekli, uçurtma desenli bir dağ.
Bir kadın yaşıyor nehir yatağında...
Uyanıyor... Hiçbir şeyin değişmediği bu yerdeki sabahla merhabalaşıyor. Bahçesinin nemli topraklarında yürüyor çıplak ayaklarıyla... Nehre gidiyor ve oltasını bırakıyor suya... Günlük uçurtmasını yapıyor, çiçeklerle boyuyor uçurtmanın kanatlarını. Ve şimdi dağ zamanı. Uçurtma ile koşuyor kadın... Ve sonra armağan ediyor gökyüzüne uçurtmayı. Skysopolos özenle biriktiriyor gökyüzündeki evinde hediye uçurtmalarını...Dönüşte oltaya bakıyor kadın. İki tane balık... Onlar pişerken kadının yapacağı bir iş var...
Bir erkek yaşıyor dağın eteğinde...
Uyanıyor... Buraya gelmemiş adeta sürüklenmiş olduğunu düşünerek uyanıyor. Bir çanta ile ve gizlice getirdiği kitaplarına sarılıyor. Kitaplar öğretiyor, kitaplar vermek için önce alıyor, kitaplar her gün odanın şeklini bile değiştiriyor. Olanca çıplaklığıyla uzanıyor bahçesine ve okuyor, okuyor, okuyor... Gözleri her yandığında kadının ne yaptığına bakıyor. Kadın nehirde, kadın dağda, kadın uçurtmaya binmiş gökyüzünde...
Kadın erkeğe gidiyor. Balıklar pişene kadar yapacakları bir iş var. Nehir yatağını takip ediyorlar denize dek. Konuşmuyorlar... ve nehrin denize kavuştuğu, denizle öpüştüğü noktada kadınla erkek de öpüşüyor. Kadın deniz... Erkek nehir... Dudaklar tuzlu ve arınmış... Sevmiyorlar birbirlerini, aşık da değiller... “Bitiş” i olan hiçbir başlangıç yok aralarında... Denizi seyrediyorlar. Mavi denizin mavi gizlerini biliyor kadın ve erkek. Her yaşadıkları onlara bir kulaç daha attırmış, biraz daha açılmışlar... Denizin derinliğinde ne olduğunu biliyorlar artık. Zaten tanışmaları da böyle olmuş. Deniz diplerinde cevaplanmamış soruları ile yüzerken ve belki de son nefesleriyle ve hala ümit varken görmüşler birbirlerini. Önce adam uzatmış elini, sonra kadın gözlerini bırakmış... Derinlerde dolaşırken inandıkları tek şey varmış... Zambiowa...
Güneşin gittiği an... Karanlık yavaşça inmeye hazırlanırken onlar da kadının kulübesine gidiyorlar. Balıklar pişmiş. Nehre teşekkür ediyor adam. Biliyor ki istemeyi bilirlerse doğa doyurmaya devam edecek. Balıklarını yiyorlar. Adam kitaptan harfler çalmış, cebine atmış. Onları yayıyor masanın üzerine ve yeniden, birlikte yazıyorlar hayatı...
“Böyle gitmeli” diyor kadın...
“Böyle gidecek” diyor adam...
“Böyle gidecek” diyor adam...
Bu hikayenin bir sonu yok... Son hikayenin içinde, yukarıda bir yerlerde... Eğer bazı şeyler son bulmasaydı; Zambiowa olmazdı....
Bahar Özdemir