- 27 Temmuz 2010
- 601
- 5
-
- Konu Sahibi Ultraviyole
- #1
Basım Yılı 2007-11
"Tanrı’nın Kapısını Çalan Bilim" adlı eser, Carl Sagan’ın 1985 yılında ünlü Gifford Konferansları’nın yüzüncü yıldönümü nedeniyle aldığı davet üzerine İskoçya’da verdiği konferansın metinlerinden oluşmaktadır.
Sagan konferanslarda, diğer gezegenlerde akla dayalı yaşam olasılığından kendi gezegenimizdeki yaşamın karşı karşıya kaldığı nükleer tehlikeye, yaratılışçılık ve sözde akıllı tasarımdan bilimin ’bilgili tapma’ olduğuna dair yeni bir kavrama, manik depresyondan tutun da kendinden geçmenin (huşu) muhtemel kimyasal yapısına kadar uzanan konulara ve sorunlara değinmiş.
On yıl önce kaybettiğimiz büyük astronom ve astrofizikçi kozmoloji, fizik, felsefe, edebiyat, psikoloji, kültürel antropoloji, mitoloji ve ilahiyat gibi farklı pek çok alanda yaptığı konuşmalarla, konferanslara katılan herkeste hayranlık uyandırarak dehasıyla tüm insanlığı aydınlatmıştır.
Sagan’ın ölümünün onuncu yıldönümü vesilesiyle ilk kez yayınlanan "Tanrı’nın Kapısını Çalan Bilim" adlı kitabı eşi ve uzun süre onunla birlikte çalışmış olan Ann Druyan tarafından hazırlanarak günümüzün bilgileriyle tazelenmiştir.
Sagan bu kitapta din ve bilim arasındaki ilişki konusundaki fikirlerini ayrıntılı bir biçimde ortaya koyarken evrenin enginliğinde kutsalın ne demek olduğunu anlamak için sürdürdüğü kişisel arayışını ve yolculuğunu oldukça anlaşılır, mizahi, akılcı ve tamamen gözleme dayalı bir ifadeyle bizlere aktarıyor.
Editörün Takdimi
Carl Sagan bir bilim adamıydı, fakat öyle niteliklere sahipti ki ona sanki Tevrat sayfaları arasından çıkıp da gelmiş gözüyle bakıyorum.
Nasıl olur da, diye şaşkınlık duyuyordu: nasıl olur da İncil’in her şeyi bilen, ebedi, alimi-mutlak dediği Yaratan, Yaratılış hakkında bunca yanlış temel kavram sunabilir tereddütsüzce? Kutsal kitapların Tanrısı, neden doğa hakkında bizden daha az bilgili olabiliyor? Biz ki bu dünyaya yeni gelmişiz ve evreni inceleyip öğrenmeye henüz yeni başlamışız?
Carl için, yaşamın müthiş engin zaman dilimlerinde doğal ayıklama yoluyla evrimden geçtiğine dair Darwin’in derin görüşü sâdece Genesis (Yaratılış, Tekvin)’den daha iyi bilim olmakla kalmayıp insan ruhuna daha derin, daha tatmin edici bir duygu sağlıyordu.
Yeni edindiğimiz azıcık bilginin verdiği vizyon Dünya’yı yaratan Tanrı’yı ister istemez bölgesel kılmış, dar zaman hesapları içine almış, yanlış algılamalara ve eskimiş kavramlara düşürmüşe benziyor.
Onun sorunu Tanrı ile değildi, kutsal olanı anlama sürecinin tamamlanmış bulunduğuna inananlardandı.
Bilimsel metodu, sorunların en derin noktasına dek uygulamak gerektiği görüşüne ikide bir “Bilimcilik” damgası vuruluyor. Bu damgayı vuranlar, dinsel inançların, bilim taraması sınırları dışında tutulmasını ve inançların (kanıttan yoksun kanaatler) yeterli bilgilenme yolu olduğunu savunanlardır. Bu duyguyu Carl anlıyordu fakat Bertrand Russell ile birlikte ısrarı şuydu ki: “Önemli olan inanma isteği değildir fakat araştırılıp bulma isteğidir ve biri diğerinin tersidir.” Ve, her şeyde, hâttâ kendini bekleyen acımasız kaderiyle karşılaştığında bile-üç kez ilik nakli ameliyatı geçirdikten sonra 20 Aralık 1996’da zatürreden hayata gözlerini yumdu-Carl inanma taraftarı hiç değildi: o hep bilmek istiyordu.
Yaklaşık 500 yıl öncesine kadar bilim ve din arasında bir ayırıcı duvar yoktu. O tarihlere kadar ikisi, birbirinden ayrılmayan, yek vücuttular. Ne zaman ki bir grup dindar insan “Tanrı’nın zihnini okumak” istediler, bilimin, bunu yapmaya, bunun için gerekli şeyi yapmaya en muktedir araç olduğunu anladılar. Bu insanlar-aralarında Galileo, Kepler, Newton ve çok sonraları Darwin-bilimsel metodu kurmaya ve içselleştirmeye başladılar. Bilim yıldızlara doğru hareket etti ve Bilim’in vahiylerini inkar etme yolunu seçen kurumsallaşmış din, kendini çevreleyen koruyucu bir duvar örmekten daha fazlasını yapamadı.
Voyager 2 uzay aracının Neptün gezegenine vardığında geriye bakıp oradan bizim Yerküre’nin fotoğrafını çekmesi talimatıyla donatılması için NASA’da epey uğraş verdi. Ta Neptün’den çekilmiş fotoğrafımıza bakıp onun üzerinde düşünmemizi ve Dünya’mızın oradan nasıl göründüğünü, evrenin enginliğinde yüzen “açık mavi renk bir minik nokta” olarak algılamamızı istiyordu.
Gifford konferanslarından her birinin başlangıcında üniversite camiasının seçkin bir üyesi Carl’ı dinleyicilere takdim eder ve salondan taşan dinleyiciler için doğan ilave salon ihtiyacı karşısında şaşar kalırdı.
Okuyucudan şunu her an göz önünde tutmasını isterim ki, bu kitaptaki herhangi bir eksiklik benim sorumluluğuma dahildir, Carl’a değil. Carl’ın düzeltilmeden önceki konferans metinleri, irticalen yaptığı konuşmalarda, hemen hemen tamamen düzgün kurulmuş cümlelerle kendini ifâde eden bir kişiyi ortaya koyuyorsa da, konferans metinleri kitap yazmakla aynı şey değildir. Bu o kadar doğrudur ki Pulitzer Ödülü kazanan Carl, ne olur ne olmaz hata çıkar ya da düzenlemede tatsız bir bozukluk olabilir diye, her metni yirmi ya da yirmi beş defa okuduktan sonra basımevine gönderirdi.
Bu konferanslar sırasında kahkahalar atıldığı olurdu ama dinleyicilerle konuşmacının hep beraber tutuldukları fikrin cazibesinden kurtulamadıklarından yere iğne düşse gürültü olacak gibi sessizliğin egemenliği de hissedilirdi.
Ben her konferansında hazır bulundum ve yirmi yıl sonra bende ondan kalan şu izlenim oldu: ilkeli, kristal berraklığındaki anlatımı ve görüşlerini paylaşmayanlara karşı gösterdiği saygı ve beslediği “onu kırarsam” endişesi.
(Ann Druyan / Ithaca, New York/21 Mart 2006)
Yazarın Önsözü
Verdiğim bu konferanslarda, Gifford Trust Vakfı’nın kullandığı ifadenin izinden giderek, doğal teoloji üzerine görüşlerimi açıklamak istiyorum ve anladığım kadarıyla doğal teoloji adı altında ifâde bulan şey, dünya hakkındaki vahiy destekli olmayan her şeydir.
Şunu belirtmek isterim ki söyleyeceklerim bilim ve din arasındaki sınır alanına ait kişisel görüşlerimdir. Her iki konuyu da derinlemesine ve genişlemesine anlamadaki kişisel sınırlarımın bilincindeyim; bu nedenle anlayış talep ediyorum.
Bu konuları kesin ve nihai yargılara bağlamak mümkün olduğu halde konferanslarda bu yolu seçmedim. Benim hedefim çok daha mütevazı. Konuyla ilgili kendi düşüncemin ve anlayışımın çizgisini, başkalarını belki daha ileri gitmeye teşvik eder umuduyla, sunmak istedim, ve benim yanlışlarımdan-çok hata yapmamış olmayı isterdim, ama yapmamak kaçınılmazdı-yeni derin görüşlerin doğmasını istedim.
(Carl Sagan / Glasgow, İskoçya/14 Ekim 1985)
Doğa Karşısında Hayranlık: Tanrı’nın Konutuna Bir Keşif Yolculuğu
Ne demektir tanrısızlık? “Tanrısızlık uçurumu”na düşmekten kaçınmak zâten tartışacağımız asıl konunun kendisini içermiyor mu? Öte yandan, körü körüne inancın tam olarak anlamı nedir? Sakın, bazılarının dediği gibi başkalarının din olarak kabul ettiği şeyleri körü körüne inanç diye nitelemeyelim? Ya da körü körüne inancın ne olduğunu belirleyebileceğimiz bâzı standartlar var mı?
Bana kalırsa, ben derim ki, körü körüne inancın özelliği, birtakım bilgilere sâhip olunduğu iddiasında yatmıyor fakat gerçeğe ulaşmak için başvurduğu metodda yatıyor. Ve batıl itikat dediğimiz körü körüne inancı açıklamanın karmaşık olmadığını söylemek isterim: Batıl itikat, kanıtsız inanmaktan ibarettir.
Din Latince “religion” sözcüğünden geliyor olup “bir arada bağlı tutmak” anlamını taşıyor: ayrı parçalar halinde olan şeyleri bir arada bağlı tutmak. Çok ilginç bir kavram.
Thomas Carlyle, tapmanın temelinde hayranlık yatar diyor.
Einstein, “Kozmik alanın yarattığı dinsel duyguların bilimsel araştırma için en güçlü ve en soylu motivasyon oluşturduğu kanısındayım,” diyor.
Böylece eğer hem Carlyle ve hem Einstein bir şey üzerinde anlaşıyorlarsa bunun doğru olduğu bile söylenebilir mütevazı bir ihtimâl çerçevesinde.
Karanlıkla aydınlık arasında tereddütsüz ışıktan yanayım. Fakat unutmamalıyız ki evren hemen hemen tamamen ve delinemez bir karanlıktır ve serpiştirilmiş ışık kaynakları olan yıldız yaratmak ya da denetimimize almak bugünkü becerilerimizin çok ötesindedir.
Karanlık, yıldızların var olmayışı demek değildir; sâdece arkadaki yıldızları görmenize engel olan karanlık malzemenin var olduğu bir bölge demektir. Yıldızlararası mevcut bu karanlık malzemenin yoğun olduğu bölgelerdedir ki yeni yıldızların doğum süreci başlamaktadır ve biz de yeni gezegen sistemlerinin doğuşunu böylece görebilmekteyiz.
5, 6 ya da 7 milyar yıl sonra Güneş kızıl renk bir dev yıldız olacak ve Merkür gezegeninin, Venüs gezegeninin ve muhtemelen Yerküre’mizin yörüngesini istila edecektir. Böyle bir durumda Yerküre Güneş’in içine dâhil olacak ve bu özel günde karşılaştığımız sorunlardan bazıları o duruma kıyasla hiç mesabesindedirler.
Büyük İskender dünya haritasını incelerken Aristo’ya Makedon kentinin yerini sorduğunda, filozofun Büyük İskender’e, “aradığı yerin haritada yer almayacak kadar küçük olduğunu ve haritada yer almamasının haksız bir nedene dayanmadığını söylediği anlatılır.”
Wright bunları söyledikten sonra devamında şunu ekliyor: “Güneş sistemi gözle görülebilen yaratılışın küçücük bir bölümüyle evrenin bilinen bölümünün öylesine küçük bir parçasını oluşturuyor ki uzay enginliğini sınırlı bir çerçeve içine alınca Yerküre’nin yerinin pek az önem taşıdığı hükmüne vardım.”
Bu perspektif, bizim nerede bulunduğumuza bir mukayese cetveli oluşturur. Fazla cesaret kırıcı olması gerektiğini sanmıyorum. İçinde yaşadığımız evrenin gerçeği bu.
Dinlerin birçoğu, tanrılarının heykellerini çok kocaman yapmaya teşebbüs etmişlerdir ve bu teşebbüsün ardındaki fikir, sanırım, biz insanlara, kendimizi küçük hissettirmektir. Eğer hedefleri buysa değersiz ikonolar onların olsun. Kendimizi küçük hissetmek için başımızı kaldırıp gökyüzüne bakmaktan başka bir şeye gerek yok.
Edward Young on sekizinci yüzyılda, “İnançsız bir astronom delidir,” demiş. Bu sözden hareketle deli sayılmak riskine karşı ibadet etmeliyiz. Ama “ne”ye ibadet?
Şair Tennyson’dan şu dizeler geliyor insanın aklına: “Onu yıldızların parlayışında buldum, Onun tarlalarının çiçek açısında işaretlerini gördüm.” Buraya kadar her şey iyi. “Fakat,” diye devam ediyor Tennyson, “İş insanlara gelince onu bulamıyorum...Neden etrafımızda, sanki düşük karatta bir tanrının yarattığı / ve istediği gibi şekil verme gücüne sâhip olmadığı bir dünyadayız?...”
Ann Druyan’ın dediği gibi, tanımlamak gerekirse, ölümsüz bir Yaratan zalim bir tanrıdır çünkü, o, ölüm korkusu bilmeden, ölümle karşılaşan sayısız yaratıklar yaratıyor. Bunu neden yapıyor? Eğer her şeyi bilen alimimutlak ise zulmetmez ve ölüm tehlikesinden uzak ölümsüzler yaratır. Bir evren yaratmaya girişiyor ki en azından birçok kısmı ve belki de topyekün olarak ölüyor.
Ve birçok efsanelerde tanrıların en çok heyecan duydukları şey insanların, ölümsüzlüğün bâzı sırlarını keşfedecekleri ya da hâttâ Babil Kulesi efsanesinde olduğu gibi, örneğin, gökyüzüne tırmanış teşebbüsünde bulunacakların bile olacağı.
Batı dininde açık-seçik olarak emredilen, insanların küçük ve ölümlü yaratıklar olarak kalacaklardır. Neden? Bu birazcık şuna benziyor: zenginin fakir kişiye fakirliği kabul ettirip sonra da bundan ötürü sevilmeyi beklemesi gibi. Sizlere sunduğum türdeki evrene rasgele bir bakış bile, bildiğimiz dinlere tehditler oluşturur.
Batı’nın tanrıbilimi bana göre şöyle bir genel sorunla karşı karşıyadır: Batı ilahiyatının sunduğu Tanrı portresi çok küçüktür: minicik bir dünyanın tanrısıdır, bir galaksi tanrısı değildir, hele evrenin tanrısı hiç değil.
Şimdi denebilir ki, “İyi ama ilk kutsal kitaplar, Musevi, Hıristiyan ya da İslam kutsal kitapları yazılırken o tarihlerde uygun sözcükler henüz sözlükte yoktu.” Açıkça söylemek gerekirse sorun bundan doğmuyor; bu kitaplardaki güzel mecazlarla galaksi gibi bir şeyi ya da evreni tasvir etmek muhakkak mümkündür. Ama, söz konusu olan küçücük bir dünyanın tanrısıdır: bu sorunu ilahiyatçılar, sanırım, yeterince dile getirmemişlerdir.
Eğer Yaratan bir Tanrı varsa, erkek olsun, kadın olsun ya da hangi zamirle anılıyor olursa olsun, hiçbir şey bilmeden ve anlamadan tapan kalın kafalı birini tercih eder mi? Yoksa, taraftarlarının gerçek evrene bütün giriftliğiyle hayranlık duyanını mı tercih eder?
Bence bilim, hiç olmazsa kısmen, bilgiye dayalı tapmadır. Benim derin inancım şu ki geleneksel anlamda bir Tanrı varsa, o takdirde bizdeki merak ve zekâ bu Tanrı tarafından bahşedilmiştir. Evreni ve kendimizi keşfetme tutkusunu bastırırsak bahşedilen bu armağanları takdir etmekten aciz duruma düşeriz. Öte yandan, eğer geleneksel türde bir Tanrı mevcut değilse, o takdirde, merakımız ve zekamız son derece tehlikeli olan bir dönemde hayatta kalmamızı sağlayan araç-gereçler olacaktır. Her iki durumda da öğrenme müteşebbisliği bilimle uyum içindedir; dinle de uyum içinde olmalıdır ve bu insan türünün gelişip iyileşmesi için şarttır.
"Tanrı’nın Kapısını Çalan Bilim" adlı eser, Carl Sagan’ın 1985 yılında ünlü Gifford Konferansları’nın yüzüncü yıldönümü nedeniyle aldığı davet üzerine İskoçya’da verdiği konferansın metinlerinden oluşmaktadır.
Sagan konferanslarda, diğer gezegenlerde akla dayalı yaşam olasılığından kendi gezegenimizdeki yaşamın karşı karşıya kaldığı nükleer tehlikeye, yaratılışçılık ve sözde akıllı tasarımdan bilimin ’bilgili tapma’ olduğuna dair yeni bir kavrama, manik depresyondan tutun da kendinden geçmenin (huşu) muhtemel kimyasal yapısına kadar uzanan konulara ve sorunlara değinmiş.
On yıl önce kaybettiğimiz büyük astronom ve astrofizikçi kozmoloji, fizik, felsefe, edebiyat, psikoloji, kültürel antropoloji, mitoloji ve ilahiyat gibi farklı pek çok alanda yaptığı konuşmalarla, konferanslara katılan herkeste hayranlık uyandırarak dehasıyla tüm insanlığı aydınlatmıştır.
Sagan’ın ölümünün onuncu yıldönümü vesilesiyle ilk kez yayınlanan "Tanrı’nın Kapısını Çalan Bilim" adlı kitabı eşi ve uzun süre onunla birlikte çalışmış olan Ann Druyan tarafından hazırlanarak günümüzün bilgileriyle tazelenmiştir.
Sagan bu kitapta din ve bilim arasındaki ilişki konusundaki fikirlerini ayrıntılı bir biçimde ortaya koyarken evrenin enginliğinde kutsalın ne demek olduğunu anlamak için sürdürdüğü kişisel arayışını ve yolculuğunu oldukça anlaşılır, mizahi, akılcı ve tamamen gözleme dayalı bir ifadeyle bizlere aktarıyor.
Editörün Takdimi
Carl Sagan bir bilim adamıydı, fakat öyle niteliklere sahipti ki ona sanki Tevrat sayfaları arasından çıkıp da gelmiş gözüyle bakıyorum.
Nasıl olur da, diye şaşkınlık duyuyordu: nasıl olur da İncil’in her şeyi bilen, ebedi, alimi-mutlak dediği Yaratan, Yaratılış hakkında bunca yanlış temel kavram sunabilir tereddütsüzce? Kutsal kitapların Tanrısı, neden doğa hakkında bizden daha az bilgili olabiliyor? Biz ki bu dünyaya yeni gelmişiz ve evreni inceleyip öğrenmeye henüz yeni başlamışız?
Carl için, yaşamın müthiş engin zaman dilimlerinde doğal ayıklama yoluyla evrimden geçtiğine dair Darwin’in derin görüşü sâdece Genesis (Yaratılış, Tekvin)’den daha iyi bilim olmakla kalmayıp insan ruhuna daha derin, daha tatmin edici bir duygu sağlıyordu.
Yeni edindiğimiz azıcık bilginin verdiği vizyon Dünya’yı yaratan Tanrı’yı ister istemez bölgesel kılmış, dar zaman hesapları içine almış, yanlış algılamalara ve eskimiş kavramlara düşürmüşe benziyor.
Onun sorunu Tanrı ile değildi, kutsal olanı anlama sürecinin tamamlanmış bulunduğuna inananlardandı.
Bilimsel metodu, sorunların en derin noktasına dek uygulamak gerektiği görüşüne ikide bir “Bilimcilik” damgası vuruluyor. Bu damgayı vuranlar, dinsel inançların, bilim taraması sınırları dışında tutulmasını ve inançların (kanıttan yoksun kanaatler) yeterli bilgilenme yolu olduğunu savunanlardır. Bu duyguyu Carl anlıyordu fakat Bertrand Russell ile birlikte ısrarı şuydu ki: “Önemli olan inanma isteği değildir fakat araştırılıp bulma isteğidir ve biri diğerinin tersidir.” Ve, her şeyde, hâttâ kendini bekleyen acımasız kaderiyle karşılaştığında bile-üç kez ilik nakli ameliyatı geçirdikten sonra 20 Aralık 1996’da zatürreden hayata gözlerini yumdu-Carl inanma taraftarı hiç değildi: o hep bilmek istiyordu.
Yaklaşık 500 yıl öncesine kadar bilim ve din arasında bir ayırıcı duvar yoktu. O tarihlere kadar ikisi, birbirinden ayrılmayan, yek vücuttular. Ne zaman ki bir grup dindar insan “Tanrı’nın zihnini okumak” istediler, bilimin, bunu yapmaya, bunun için gerekli şeyi yapmaya en muktedir araç olduğunu anladılar. Bu insanlar-aralarında Galileo, Kepler, Newton ve çok sonraları Darwin-bilimsel metodu kurmaya ve içselleştirmeye başladılar. Bilim yıldızlara doğru hareket etti ve Bilim’in vahiylerini inkar etme yolunu seçen kurumsallaşmış din, kendini çevreleyen koruyucu bir duvar örmekten daha fazlasını yapamadı.
Voyager 2 uzay aracının Neptün gezegenine vardığında geriye bakıp oradan bizim Yerküre’nin fotoğrafını çekmesi talimatıyla donatılması için NASA’da epey uğraş verdi. Ta Neptün’den çekilmiş fotoğrafımıza bakıp onun üzerinde düşünmemizi ve Dünya’mızın oradan nasıl göründüğünü, evrenin enginliğinde yüzen “açık mavi renk bir minik nokta” olarak algılamamızı istiyordu.
Gifford konferanslarından her birinin başlangıcında üniversite camiasının seçkin bir üyesi Carl’ı dinleyicilere takdim eder ve salondan taşan dinleyiciler için doğan ilave salon ihtiyacı karşısında şaşar kalırdı.
Okuyucudan şunu her an göz önünde tutmasını isterim ki, bu kitaptaki herhangi bir eksiklik benim sorumluluğuma dahildir, Carl’a değil. Carl’ın düzeltilmeden önceki konferans metinleri, irticalen yaptığı konuşmalarda, hemen hemen tamamen düzgün kurulmuş cümlelerle kendini ifâde eden bir kişiyi ortaya koyuyorsa da, konferans metinleri kitap yazmakla aynı şey değildir. Bu o kadar doğrudur ki Pulitzer Ödülü kazanan Carl, ne olur ne olmaz hata çıkar ya da düzenlemede tatsız bir bozukluk olabilir diye, her metni yirmi ya da yirmi beş defa okuduktan sonra basımevine gönderirdi.
Bu konferanslar sırasında kahkahalar atıldığı olurdu ama dinleyicilerle konuşmacının hep beraber tutuldukları fikrin cazibesinden kurtulamadıklarından yere iğne düşse gürültü olacak gibi sessizliğin egemenliği de hissedilirdi.
Ben her konferansında hazır bulundum ve yirmi yıl sonra bende ondan kalan şu izlenim oldu: ilkeli, kristal berraklığındaki anlatımı ve görüşlerini paylaşmayanlara karşı gösterdiği saygı ve beslediği “onu kırarsam” endişesi.
(Ann Druyan / Ithaca, New York/21 Mart 2006)
Yazarın Önsözü
Verdiğim bu konferanslarda, Gifford Trust Vakfı’nın kullandığı ifadenin izinden giderek, doğal teoloji üzerine görüşlerimi açıklamak istiyorum ve anladığım kadarıyla doğal teoloji adı altında ifâde bulan şey, dünya hakkındaki vahiy destekli olmayan her şeydir.
Şunu belirtmek isterim ki söyleyeceklerim bilim ve din arasındaki sınır alanına ait kişisel görüşlerimdir. Her iki konuyu da derinlemesine ve genişlemesine anlamadaki kişisel sınırlarımın bilincindeyim; bu nedenle anlayış talep ediyorum.
Bu konuları kesin ve nihai yargılara bağlamak mümkün olduğu halde konferanslarda bu yolu seçmedim. Benim hedefim çok daha mütevazı. Konuyla ilgili kendi düşüncemin ve anlayışımın çizgisini, başkalarını belki daha ileri gitmeye teşvik eder umuduyla, sunmak istedim, ve benim yanlışlarımdan-çok hata yapmamış olmayı isterdim, ama yapmamak kaçınılmazdı-yeni derin görüşlerin doğmasını istedim.
(Carl Sagan / Glasgow, İskoçya/14 Ekim 1985)
Doğa Karşısında Hayranlık: Tanrı’nın Konutuna Bir Keşif Yolculuğu
Ne demektir tanrısızlık? “Tanrısızlık uçurumu”na düşmekten kaçınmak zâten tartışacağımız asıl konunun kendisini içermiyor mu? Öte yandan, körü körüne inancın tam olarak anlamı nedir? Sakın, bazılarının dediği gibi başkalarının din olarak kabul ettiği şeyleri körü körüne inanç diye nitelemeyelim? Ya da körü körüne inancın ne olduğunu belirleyebileceğimiz bâzı standartlar var mı?
Bana kalırsa, ben derim ki, körü körüne inancın özelliği, birtakım bilgilere sâhip olunduğu iddiasında yatmıyor fakat gerçeğe ulaşmak için başvurduğu metodda yatıyor. Ve batıl itikat dediğimiz körü körüne inancı açıklamanın karmaşık olmadığını söylemek isterim: Batıl itikat, kanıtsız inanmaktan ibarettir.
Din Latince “religion” sözcüğünden geliyor olup “bir arada bağlı tutmak” anlamını taşıyor: ayrı parçalar halinde olan şeyleri bir arada bağlı tutmak. Çok ilginç bir kavram.
Thomas Carlyle, tapmanın temelinde hayranlık yatar diyor.
Einstein, “Kozmik alanın yarattığı dinsel duyguların bilimsel araştırma için en güçlü ve en soylu motivasyon oluşturduğu kanısındayım,” diyor.
Böylece eğer hem Carlyle ve hem Einstein bir şey üzerinde anlaşıyorlarsa bunun doğru olduğu bile söylenebilir mütevazı bir ihtimâl çerçevesinde.
Karanlıkla aydınlık arasında tereddütsüz ışıktan yanayım. Fakat unutmamalıyız ki evren hemen hemen tamamen ve delinemez bir karanlıktır ve serpiştirilmiş ışık kaynakları olan yıldız yaratmak ya da denetimimize almak bugünkü becerilerimizin çok ötesindedir.
Karanlık, yıldızların var olmayışı demek değildir; sâdece arkadaki yıldızları görmenize engel olan karanlık malzemenin var olduğu bir bölge demektir. Yıldızlararası mevcut bu karanlık malzemenin yoğun olduğu bölgelerdedir ki yeni yıldızların doğum süreci başlamaktadır ve biz de yeni gezegen sistemlerinin doğuşunu böylece görebilmekteyiz.
5, 6 ya da 7 milyar yıl sonra Güneş kızıl renk bir dev yıldız olacak ve Merkür gezegeninin, Venüs gezegeninin ve muhtemelen Yerküre’mizin yörüngesini istila edecektir. Böyle bir durumda Yerküre Güneş’in içine dâhil olacak ve bu özel günde karşılaştığımız sorunlardan bazıları o duruma kıyasla hiç mesabesindedirler.
Büyük İskender dünya haritasını incelerken Aristo’ya Makedon kentinin yerini sorduğunda, filozofun Büyük İskender’e, “aradığı yerin haritada yer almayacak kadar küçük olduğunu ve haritada yer almamasının haksız bir nedene dayanmadığını söylediği anlatılır.”
Wright bunları söyledikten sonra devamında şunu ekliyor: “Güneş sistemi gözle görülebilen yaratılışın küçücük bir bölümüyle evrenin bilinen bölümünün öylesine küçük bir parçasını oluşturuyor ki uzay enginliğini sınırlı bir çerçeve içine alınca Yerküre’nin yerinin pek az önem taşıdığı hükmüne vardım.”
Bu perspektif, bizim nerede bulunduğumuza bir mukayese cetveli oluşturur. Fazla cesaret kırıcı olması gerektiğini sanmıyorum. İçinde yaşadığımız evrenin gerçeği bu.
Dinlerin birçoğu, tanrılarının heykellerini çok kocaman yapmaya teşebbüs etmişlerdir ve bu teşebbüsün ardındaki fikir, sanırım, biz insanlara, kendimizi küçük hissettirmektir. Eğer hedefleri buysa değersiz ikonolar onların olsun. Kendimizi küçük hissetmek için başımızı kaldırıp gökyüzüne bakmaktan başka bir şeye gerek yok.
Edward Young on sekizinci yüzyılda, “İnançsız bir astronom delidir,” demiş. Bu sözden hareketle deli sayılmak riskine karşı ibadet etmeliyiz. Ama “ne”ye ibadet?
Şair Tennyson’dan şu dizeler geliyor insanın aklına: “Onu yıldızların parlayışında buldum, Onun tarlalarının çiçek açısında işaretlerini gördüm.” Buraya kadar her şey iyi. “Fakat,” diye devam ediyor Tennyson, “İş insanlara gelince onu bulamıyorum...Neden etrafımızda, sanki düşük karatta bir tanrının yarattığı / ve istediği gibi şekil verme gücüne sâhip olmadığı bir dünyadayız?...”
Ann Druyan’ın dediği gibi, tanımlamak gerekirse, ölümsüz bir Yaratan zalim bir tanrıdır çünkü, o, ölüm korkusu bilmeden, ölümle karşılaşan sayısız yaratıklar yaratıyor. Bunu neden yapıyor? Eğer her şeyi bilen alimimutlak ise zulmetmez ve ölüm tehlikesinden uzak ölümsüzler yaratır. Bir evren yaratmaya girişiyor ki en azından birçok kısmı ve belki de topyekün olarak ölüyor.
Ve birçok efsanelerde tanrıların en çok heyecan duydukları şey insanların, ölümsüzlüğün bâzı sırlarını keşfedecekleri ya da hâttâ Babil Kulesi efsanesinde olduğu gibi, örneğin, gökyüzüne tırmanış teşebbüsünde bulunacakların bile olacağı.
Batı dininde açık-seçik olarak emredilen, insanların küçük ve ölümlü yaratıklar olarak kalacaklardır. Neden? Bu birazcık şuna benziyor: zenginin fakir kişiye fakirliği kabul ettirip sonra da bundan ötürü sevilmeyi beklemesi gibi. Sizlere sunduğum türdeki evrene rasgele bir bakış bile, bildiğimiz dinlere tehditler oluşturur.
Batı’nın tanrıbilimi bana göre şöyle bir genel sorunla karşı karşıyadır: Batı ilahiyatının sunduğu Tanrı portresi çok küçüktür: minicik bir dünyanın tanrısıdır, bir galaksi tanrısı değildir, hele evrenin tanrısı hiç değil.
Şimdi denebilir ki, “İyi ama ilk kutsal kitaplar, Musevi, Hıristiyan ya da İslam kutsal kitapları yazılırken o tarihlerde uygun sözcükler henüz sözlükte yoktu.” Açıkça söylemek gerekirse sorun bundan doğmuyor; bu kitaplardaki güzel mecazlarla galaksi gibi bir şeyi ya da evreni tasvir etmek muhakkak mümkündür. Ama, söz konusu olan küçücük bir dünyanın tanrısıdır: bu sorunu ilahiyatçılar, sanırım, yeterince dile getirmemişlerdir.
Eğer Yaratan bir Tanrı varsa, erkek olsun, kadın olsun ya da hangi zamirle anılıyor olursa olsun, hiçbir şey bilmeden ve anlamadan tapan kalın kafalı birini tercih eder mi? Yoksa, taraftarlarının gerçek evrene bütün giriftliğiyle hayranlık duyanını mı tercih eder?
Bence bilim, hiç olmazsa kısmen, bilgiye dayalı tapmadır. Benim derin inancım şu ki geleneksel anlamda bir Tanrı varsa, o takdirde bizdeki merak ve zekâ bu Tanrı tarafından bahşedilmiştir. Evreni ve kendimizi keşfetme tutkusunu bastırırsak bahşedilen bu armağanları takdir etmekten aciz duruma düşeriz. Öte yandan, eğer geleneksel türde bir Tanrı mevcut değilse, o takdirde, merakımız ve zekamız son derece tehlikeli olan bir dönemde hayatta kalmamızı sağlayan araç-gereçler olacaktır. Her iki durumda da öğrenme müteşebbisliği bilimle uyum içindedir; dinle de uyum içinde olmalıdır ve bu insan türünün gelişip iyileşmesi için şarttır.