- 20 Aralık 2009
- 265
- 7
Kemal Sayar, şair-yazar, psikiyatri profesörü, Fatih Üniversitesi'nde öğretim üyesi .... Kendi ifadesiyle "elem doktoru". Son yıllarda şiire ara verse de psikiyatri alanında önemli eserlere imza atıyor.
Sayar, son kitabı "Terapi : Kültürel bir Eleştiri"de (Timaş Y.) bir şifa yönteminin kültürel çözümlemesini yapıyor. Bireyi iyileştirmeye çalışırken, kendi içindeki açmazlara bakmayı başaramayan terapi yöntemlerine içeriden bakıyor. Sayar'la terapi kültüründen Türk dizilerine pek çok şeyi konuştuk.
Terapi kitabı Rilke'den bir alıntıyla açılıyor: "Terapi mi? Ya şeytanlarımı kovayım derken, meleklerimi ürkütürsem?" Herhalde kitabın çekirdeği bu cümlede gizli?
Rilke'ye sıkıntılar içinde olduğu bir dönemde bir dostu, psikoterapi görmesini salık veriyor , bunun üzerine şair bu meşhur cümleyi söylüyor. Bu söz aslında günümüz psikoterapilerini çok güzel anlatıyor. Çünkü biz şeytanlarımızı kovalım derken melekleri de ürkütüyoruz. İnsanlar modern psikoterapide anlam arayışlarına pek cevap bulamıyor. Bu kitapta dile getirdiğim gibi, modern psikoterapi anlamı, değerleri, politikayı, hayatın ne için yaşanmaya değer bir şey olduğu sorusunu terapi odasından kovuyor. İnsanı çocukluk yaşantılarının basit bir kurbanı olarak resmediyor. Bu ise insanı acizleştiriyor, çocuksulaştırıyor. Terapi dilinde konuşmayı sökmüş insanların, bir bakıyorsunuz, mutsuzlukları yerinde duruyor.
Siz kitapta modern psikoterapi'ye ciddi eleştiriler yöneltiyorsunuz
Ben çok sayıda insan dinliyorum. Bu insanların bir kısmı terapi deneyimlerinden geçmiş olarak bana geliyorlar. Terapi adı altında insanlara zarar verildiğini, insanların hayal kırıklığının büyütüldüğünü görebiliyorsunuz. Bunun nedeni tamamen terapistin deneyimsizliği ile alakalı olabileceği gibi, kurama körü körüne bağlılık da olabilir. Bakıyorsunuz insanları anlamak çabası içinde olması gereken bir disiplinin mensupları, kuram misyonerliğine soyunabiliyor. Bir de tabii terapinin kötü icra edilmesinden kaynaklanan sorunlar var.
Bu kitabın ortaya çıkışında karşılaştığım en temel olaylardan biri şuydu: Eşi kendisini aldatmakta olan başörtülü bir hanım terapiste gidiyor. Bu terapist hanımefendiyi dinledikten sonra "olayı bu kadar büyütmeye gerek yok istersen rahatlamak için sen de onu aldat, böylece intikamını almış olursun, kendini iyi hissedersin" diyor. O hanım bunu bana hüngür hüngür ağlayarak anlattı. 'Doktor bey' diyordu, 'bu kişinin ahlak anlayışı değer yargıları o yönde olabilir. Ama benim başımdaki örtüyü de mi görmüyor?' Bunlar tahripkar şeyler işte. Terapi adına kendi hayat görüşünüzü danışanınıza telkin etmeye hakkınız yoktur. Bu kitapta eleştirmeye çalıştığım en temel şeylerden bir tanesi bu. Siz kendi kısıtlı dünya görüşünden devşirdiğiniz bilgileri insanlara terapi adı altında sunamazsınız. Onun dünya görüşü sizin bakışınızdan çok daha zengin olabilir.
Çok mu bu terapistlerden?
Bereket ki değil. Kötü terapistler her zaman ve zeminde vardır diyelim. Deneyimsiz, yeterince denetim almamış, kendilerini yeterince olgunlaştırmamış, ciddi kişilik problemi olan kimi terapistler, maalesef kendi dünya görüşlerinden devşirdikleri bir hayat anlayışını, 'doğru hayat budur' diye dayatabiliyorlar.
Sıkça karşılaşılan bir durum mu bu?
Son zamanlarda evet. Ben buna pop psikoterapi diyorum. Pop psikoterapi insanlara sürekli olarak şunu söylüyor. Güç senin içinde, hadi zincirlerini kopar, bağımsızlaş, sadece kendini düşün, kendini sev, kendin için yaşa... Bu yaklaşım bencil, aşırı bireyci, narsistik bireyler üretiyor. Amerikan mahreçli bazı psikoterapi ekolleri 1970'li yıllardan beri insanları iyileştirmek yerine onların sıkıntı ve yabancılaşmasını tırmandırıyor. Maalesef deneyimsiz kimi terapistler öğrendikleri kuramları bir kültürel süzgeçten geçirmeden uyguluyor. İnsanları hiper bireyci, narsistik bireyler olarak yeniden üretmeyi terapi zannediyorlar. Oysa insan yalnız başına bir varlık değildir, o tarihin ve kültürün içine gömülüdür.
Son yıllarda terapi kültürünün yaygınlaştığını görüyoruz. İnsanlar giderek daha fazla terapi diliyle kendilerini ifade ediyorlar. Terapistlere müracaatta bir artış var. Bu bize ne söylüyor?
İnsanların birbirini dinleme vasatı kalmadı. İnsanlar giderek birbiriyle daha az konuşuyorlar. Birbirlerinin dert ve sıkıntılarına daha az ortak oluyorlar. Terapi odası bunun bir ücret mukabilinde yapıldığı bir yer haline geldi. İşin doğrusu Batı toplumunda insanların neredeyse işitildiği tek yer haline geldi. Bizim toplumumuzda hala insanlar toplanır birbirlerini dinler, yarenlik ederler. Yalnız büyük şehirlerde yalnızlaşma o kadar had safhaya vardı ki insanlar bir dertleri olduğunda dinleyecek bir kulak bulamıyorlar. Bu da terapistlerin üzerlerindeki yükü arttırıyor. Bunda bir gayrı tabiilik yok. Bu modernleşmenin doğal bir sonucu. Mesele, mesleğimizin samimiyet ve sahicilikle yapılabilmesinde.
İtiraf kültürü de yaygınlaşıyor. Televizyon, internet bunu açığa çıkardı...
'Kendinde olanı açığa vur, ifşa et, iyileşirsin' kültürü yaygınlaşıyor. Aslında bu terapi kültürünün özünü simgeliyor. Psikoterapi bir anlamda Hıristiyan itiraf geleneğinden köken alıyor. Günahlarını rahibe itiraf edersin ve o da senin bağışlanmanı diler. Burada enteresan bir yer değiştirmeyle, bu iş sekülerleşiyor. Eskiden Batı toplumunda ahlaki sorunlar için rahiplerden medet umulurken bugün bu iş bilim adamı olarak kabul edilen terapistlere tevdi edilmiş durumda. Rahip sayısındaki düşme ile terapist sayısındaki artış orantılı. Önceden rahiplerin çözdüğü moral sorunları psikoterapistler çözmeye çalışıyor.
Moral sorunlar derken?
Bizim uğraştığımız şeylerin önemli bir kısmı moral problemler. İnsanlar bize ahlaki problemlerle geliyor. 'Eşimi terk edeyim mi terk etmeyeyim mi? Veya işyerinde hiç mutlu değilim. Devam edeyim mi etmeyeyim mi? Hayatımdan hoşnut değilim, her şeyi bırakıp bir kenara çekileyim mi?' gibi seçim sorunları. Çoğu zaman ahlaki seçimlerle ilgili problemlerle geliyorlar... Dolayısıyla bizlerin moral rehberler olmamız isteniyor. O halde iş sadece psikoloji lisanıyla halledilemeyecek kadar çetrefilli. Ben de diyorum ki psikoterapi bir ahlak alanıdır. O halde psikoterapistin çok daha donanımlı olması gerekir. Mevcut moral çerçeve yeterli değilse, dahası hastalığı tırmandırıyorsa, terapistin alternatif moral çerçeveler önerebilmesi lazım.
Hangi şartlarda terapiye gidilmeli? İnsan canı sıkılıyor diye terapiste gitmeli mi?
Canı sıkılan terapiste gitmemeli. Dostuna koşmalı. İnsanlar en küçük bir sorunda hemen terapistlere koşuyorlar. Çoğu zaman da kendilerini onaylayacak bir insan arıyorlar. Çok sayıda deneyimsiz terapist de "sen haklısın, sen doğru yoldasın, etrafındakiler haksız" diyor ve o kişinin nevrozunu besliyor, sürdürüyor. Etrafındakilerin haksız olduğu mesajını alan danışan, kendisini değiştirme zaruretini hissetmiyor. İnsan kendi içinde derinleşemediği, kendi hatalarıyla yüzleşemediği zaman iyiye doğru gitmez ve kalıcı bir itminan hissine ulaşamaz ki. Bütün dünyada, sürekli mutlu olmaya özendiren küresel bir mutluluk kültürü var. Mutluluk tiranlığı.Bu kültür bize hiçbir anımızın sıkıntıyla geçmemesini söylüyor. Oysa Ahmet Haşim onlarca yıl önce "Melali anlamayan nesne aşina değiliz" demişti. Melal, iç burkuntusu, içe doğru derinleşme günümüz küresel mutluluk kültüründe kıymet kaybediyor. Bu da bizi yaşantılarımızdan bir şeyler öğrenmekten alıkoyuyor.
Peki mutluluğu kovalamak, mutlu olmak için çabalamak yanlış mı?
Mutluluk araştırmaları hep şunu gösteriyor: Mutluluk öyle kovalanacak bir şey değil. O bir şeyler yaparken size gelen bir haldir zaten. Yaptığınız işi iyi yaparken, sevdiklerinizle vakit geçirirken... İnsanlar galiba küresel popüler kültürün çok fazla etkisi altına girdiler. Mutluluk dışarıdan alınan şeylerle elde edilmez. Mesela tüketicilik kültürü insanlara diyor ki, 'ne kadar çok şey alırsan o kadar mutlu olursun'. Halbuki "sahip olduğun şeyler gün gelir sana sahip olur." İnsana mutluluk veren şeyler parayla değiş tokuş edilemeyen değerler. Sevgi., yarenlik, bir ülküye, bir manaya sahip olmak gibi. Her kim ki kendi benliğini aşan bir ülkünün, bir anlamın, bir davanın peşinde koşuyor; o diğerlerine göre daha mutludur. Günümüz popüler terapi kültürü, insanların derinlerdeki sorularına cevap veremediği gibi, sadece pansuman yapıyor.
Din ve maneviyatın terapide yeri nedir?
Modern psikoterapiler hayatın çok önemli bir parçasını, manevi hayatı ıskalayabiliyor. Yalnız son yirmi otuz yılda manevi pratiklerin de terapi odasında konuşulması gerektiği söyleyenler çoğaldı. Terapi odasında insanların inanma ihtiyacının duyulması lazım. Bu hor görülmemeli. Bugüne kadar Freudyen terapistler bu arayışları ya görmezden geldiler ya da küçümsediler. Halbuki insanın asli taraflarından bir tanesi aşkınlıkla kurduğu irtibattır. Allah'la kurduğu ilişkidir. Eğer bu ilişkideki kırılmalar, neşe ve hüzün terapi odasına girmiyorsa; o insanın iç dünyasına dair çok önemli bir malzeme dışarıda bırakılıyor demektir.
Sanal iletişim ve sosyal ağlara rağbeti nasıl yorumluyorsunuz?
İnsanlar sanal alem üzerinden iletişim kurduklarını zannediyorlar ama bir başkasının yüzünü görmeden, sesini duymadan kurduğunuz ilişki insani bir öz taşımaktan uzaktır. .Sanal alem insanın yabancılık ve yalnızlığını artırıyor. Gerçek bir iletişim ses tonunu, yüz ifadelerini yakalamadan mümkün değil. . İnternetin yaygınlaşmasıyla artık dünyayı bilme biçimimiz değişiyor. Yakınlığın ve uzaklığın ne olduğuna dair bilgimiz değişiyor. Üç sokak ötesine gidemeyen bir kişi, birdenbire bütün aleme sanal ağlardan açılıyor. Hayat kültürü yeterince gelişmemiş kişiler, sanal alemdeki kötü niyetli kişiler tarafından istismar edilebiliyor.
Kitapta mutluluğun romantik evlilikten geçtiği yanılgısından söz ediyorsunuz? Niçin yanılgı?
Romantik evlilik bir efsanedir. Batılı kültürel bir inşadır. Modern hayat özel ve kamusal alan arasına keskin bir çizgi çekiyor ve özel alanda yakınlığı mutluluk için vazgeçilmez bir unsur olarak vaz ediyor. Kitabımda bunu eleştiriyorum. Gözlemlerime göre kadınlarımızın bir kısmı Türk televizyon dizilerini izledikten sonra çok mutsuz oluyor. Çünkü bu diziler romantik aşk mefhumunu adeta gözümüzün içine sokuyor. Kimi kadınlar hayatta aradıkları prensi bulamamış olduklarını fark ediyor, kendilerini kötü hissediyor. Dizilerin etkisinde kalarak prenslerini aramaya başlıyor. Erkekler de çok güzel, çıtı pıtı kadınlar istiyor. Gerçek bir aşkı yaşayamamış olmanın yazıklanmasıyla gözlerini evin dışına çevirebiliyor. Çılgınca aşk beklentisi, olgun ve saygı eksenli beraberliklerin önünü alabiliyor ve böylesi aşklar da çok çabuk tüketilebiliyor.
Türk dizileri mutsuzluk mu üretiyor?
Romantik aşk beklentisi aileleri zehirliyor. Bu beklenti günümüzde diziler üzerinden veriliyor. İnsanlar o dizileri seyrettikçe kendi kocasından veya kendi karısından memnun olmamaya başlıyor. Mutsuzluk sökün ediyor. Bizim toplumumuz ilginç bir şekilde kurguya kurgu muamelesi yapmıyor. Basınımız dizi film karakterlerinden kanlı canlı insanlarmışcasına söz ediyor. İnsanımız da buna inanıyor.
Aşk, tutku yalan mı?
Aşk tutku dediğimiz şeylerin zaman içerisinde solduğunu, bunun yerini karşılıklı beraberlikten duyulan itminana, tahammüle, saygıya, yoldaşlık hissine bırakması gerektiğini biliyoruz . Bir evliliği sürdürebilmenin en önemli ölçütlerinden birisi, eşlerin ev içinde yoldaşlığı ve dostluğu. Olgun sevgi, tahammül duygusunu içinde taşır.
Yukarda romantik evliğin bir efsane olduğunu söylediniz. İçindeki Çocuk da mı bir efsane?
Büyük bir modern psikoloji efsanesi. Bugün artık bununla dalga geçiliyor. İçimizde bir çocuk filan yok. Hepimiz büyümek, hepimiz olgunlaşmak istiyoruz. Eğer içimizde bir çocuk varsa içimizdeki olgunlaşamamış taraflarımızı temsil eder ve iyi bir şey değildir. Çocuk sonuçta sorumsuzluğu, hayatta elini taşın altına koyamamayı temsil eder. İçimizdeki çocuk lafıyla saflığı kastedenler var. Oysa içimizde büyümemiş taraflarımız varsa eğer, onlar düşmanlığı, bencilliği, saldırganlığı da barındırabilir. Ama artık büyüyelim. İçimizdeki çocuktan kurtulup içimizdeki büyükle karşılaşalım. Hayatımızın kurbanı değil, yazarı olalım.
kemalsayar.com
Sayar, son kitabı "Terapi : Kültürel bir Eleştiri"de (Timaş Y.) bir şifa yönteminin kültürel çözümlemesini yapıyor. Bireyi iyileştirmeye çalışırken, kendi içindeki açmazlara bakmayı başaramayan terapi yöntemlerine içeriden bakıyor. Sayar'la terapi kültüründen Türk dizilerine pek çok şeyi konuştuk.
Terapi kitabı Rilke'den bir alıntıyla açılıyor: "Terapi mi? Ya şeytanlarımı kovayım derken, meleklerimi ürkütürsem?" Herhalde kitabın çekirdeği bu cümlede gizli?
Rilke'ye sıkıntılar içinde olduğu bir dönemde bir dostu, psikoterapi görmesini salık veriyor , bunun üzerine şair bu meşhur cümleyi söylüyor. Bu söz aslında günümüz psikoterapilerini çok güzel anlatıyor. Çünkü biz şeytanlarımızı kovalım derken melekleri de ürkütüyoruz. İnsanlar modern psikoterapide anlam arayışlarına pek cevap bulamıyor. Bu kitapta dile getirdiğim gibi, modern psikoterapi anlamı, değerleri, politikayı, hayatın ne için yaşanmaya değer bir şey olduğu sorusunu terapi odasından kovuyor. İnsanı çocukluk yaşantılarının basit bir kurbanı olarak resmediyor. Bu ise insanı acizleştiriyor, çocuksulaştırıyor. Terapi dilinde konuşmayı sökmüş insanların, bir bakıyorsunuz, mutsuzlukları yerinde duruyor.
Siz kitapta modern psikoterapi'ye ciddi eleştiriler yöneltiyorsunuz
Ben çok sayıda insan dinliyorum. Bu insanların bir kısmı terapi deneyimlerinden geçmiş olarak bana geliyorlar. Terapi adı altında insanlara zarar verildiğini, insanların hayal kırıklığının büyütüldüğünü görebiliyorsunuz. Bunun nedeni tamamen terapistin deneyimsizliği ile alakalı olabileceği gibi, kurama körü körüne bağlılık da olabilir. Bakıyorsunuz insanları anlamak çabası içinde olması gereken bir disiplinin mensupları, kuram misyonerliğine soyunabiliyor. Bir de tabii terapinin kötü icra edilmesinden kaynaklanan sorunlar var.
Bu kitabın ortaya çıkışında karşılaştığım en temel olaylardan biri şuydu: Eşi kendisini aldatmakta olan başörtülü bir hanım terapiste gidiyor. Bu terapist hanımefendiyi dinledikten sonra "olayı bu kadar büyütmeye gerek yok istersen rahatlamak için sen de onu aldat, böylece intikamını almış olursun, kendini iyi hissedersin" diyor. O hanım bunu bana hüngür hüngür ağlayarak anlattı. 'Doktor bey' diyordu, 'bu kişinin ahlak anlayışı değer yargıları o yönde olabilir. Ama benim başımdaki örtüyü de mi görmüyor?' Bunlar tahripkar şeyler işte. Terapi adına kendi hayat görüşünüzü danışanınıza telkin etmeye hakkınız yoktur. Bu kitapta eleştirmeye çalıştığım en temel şeylerden bir tanesi bu. Siz kendi kısıtlı dünya görüşünden devşirdiğiniz bilgileri insanlara terapi adı altında sunamazsınız. Onun dünya görüşü sizin bakışınızdan çok daha zengin olabilir.
Çok mu bu terapistlerden?
Bereket ki değil. Kötü terapistler her zaman ve zeminde vardır diyelim. Deneyimsiz, yeterince denetim almamış, kendilerini yeterince olgunlaştırmamış, ciddi kişilik problemi olan kimi terapistler, maalesef kendi dünya görüşlerinden devşirdikleri bir hayat anlayışını, 'doğru hayat budur' diye dayatabiliyorlar.
Sıkça karşılaşılan bir durum mu bu?
Son zamanlarda evet. Ben buna pop psikoterapi diyorum. Pop psikoterapi insanlara sürekli olarak şunu söylüyor. Güç senin içinde, hadi zincirlerini kopar, bağımsızlaş, sadece kendini düşün, kendini sev, kendin için yaşa... Bu yaklaşım bencil, aşırı bireyci, narsistik bireyler üretiyor. Amerikan mahreçli bazı psikoterapi ekolleri 1970'li yıllardan beri insanları iyileştirmek yerine onların sıkıntı ve yabancılaşmasını tırmandırıyor. Maalesef deneyimsiz kimi terapistler öğrendikleri kuramları bir kültürel süzgeçten geçirmeden uyguluyor. İnsanları hiper bireyci, narsistik bireyler olarak yeniden üretmeyi terapi zannediyorlar. Oysa insan yalnız başına bir varlık değildir, o tarihin ve kültürün içine gömülüdür.
Son yıllarda terapi kültürünün yaygınlaştığını görüyoruz. İnsanlar giderek daha fazla terapi diliyle kendilerini ifade ediyorlar. Terapistlere müracaatta bir artış var. Bu bize ne söylüyor?
İnsanların birbirini dinleme vasatı kalmadı. İnsanlar giderek birbiriyle daha az konuşuyorlar. Birbirlerinin dert ve sıkıntılarına daha az ortak oluyorlar. Terapi odası bunun bir ücret mukabilinde yapıldığı bir yer haline geldi. İşin doğrusu Batı toplumunda insanların neredeyse işitildiği tek yer haline geldi. Bizim toplumumuzda hala insanlar toplanır birbirlerini dinler, yarenlik ederler. Yalnız büyük şehirlerde yalnızlaşma o kadar had safhaya vardı ki insanlar bir dertleri olduğunda dinleyecek bir kulak bulamıyorlar. Bu da terapistlerin üzerlerindeki yükü arttırıyor. Bunda bir gayrı tabiilik yok. Bu modernleşmenin doğal bir sonucu. Mesele, mesleğimizin samimiyet ve sahicilikle yapılabilmesinde.
İtiraf kültürü de yaygınlaşıyor. Televizyon, internet bunu açığa çıkardı...
'Kendinde olanı açığa vur, ifşa et, iyileşirsin' kültürü yaygınlaşıyor. Aslında bu terapi kültürünün özünü simgeliyor. Psikoterapi bir anlamda Hıristiyan itiraf geleneğinden köken alıyor. Günahlarını rahibe itiraf edersin ve o da senin bağışlanmanı diler. Burada enteresan bir yer değiştirmeyle, bu iş sekülerleşiyor. Eskiden Batı toplumunda ahlaki sorunlar için rahiplerden medet umulurken bugün bu iş bilim adamı olarak kabul edilen terapistlere tevdi edilmiş durumda. Rahip sayısındaki düşme ile terapist sayısındaki artış orantılı. Önceden rahiplerin çözdüğü moral sorunları psikoterapistler çözmeye çalışıyor.
Moral sorunlar derken?
Bizim uğraştığımız şeylerin önemli bir kısmı moral problemler. İnsanlar bize ahlaki problemlerle geliyor. 'Eşimi terk edeyim mi terk etmeyeyim mi? Veya işyerinde hiç mutlu değilim. Devam edeyim mi etmeyeyim mi? Hayatımdan hoşnut değilim, her şeyi bırakıp bir kenara çekileyim mi?' gibi seçim sorunları. Çoğu zaman ahlaki seçimlerle ilgili problemlerle geliyorlar... Dolayısıyla bizlerin moral rehberler olmamız isteniyor. O halde iş sadece psikoloji lisanıyla halledilemeyecek kadar çetrefilli. Ben de diyorum ki psikoterapi bir ahlak alanıdır. O halde psikoterapistin çok daha donanımlı olması gerekir. Mevcut moral çerçeve yeterli değilse, dahası hastalığı tırmandırıyorsa, terapistin alternatif moral çerçeveler önerebilmesi lazım.
Hangi şartlarda terapiye gidilmeli? İnsan canı sıkılıyor diye terapiste gitmeli mi?
Canı sıkılan terapiste gitmemeli. Dostuna koşmalı. İnsanlar en küçük bir sorunda hemen terapistlere koşuyorlar. Çoğu zaman da kendilerini onaylayacak bir insan arıyorlar. Çok sayıda deneyimsiz terapist de "sen haklısın, sen doğru yoldasın, etrafındakiler haksız" diyor ve o kişinin nevrozunu besliyor, sürdürüyor. Etrafındakilerin haksız olduğu mesajını alan danışan, kendisini değiştirme zaruretini hissetmiyor. İnsan kendi içinde derinleşemediği, kendi hatalarıyla yüzleşemediği zaman iyiye doğru gitmez ve kalıcı bir itminan hissine ulaşamaz ki. Bütün dünyada, sürekli mutlu olmaya özendiren küresel bir mutluluk kültürü var. Mutluluk tiranlığı.Bu kültür bize hiçbir anımızın sıkıntıyla geçmemesini söylüyor. Oysa Ahmet Haşim onlarca yıl önce "Melali anlamayan nesne aşina değiliz" demişti. Melal, iç burkuntusu, içe doğru derinleşme günümüz küresel mutluluk kültüründe kıymet kaybediyor. Bu da bizi yaşantılarımızdan bir şeyler öğrenmekten alıkoyuyor.
Peki mutluluğu kovalamak, mutlu olmak için çabalamak yanlış mı?
Mutluluk araştırmaları hep şunu gösteriyor: Mutluluk öyle kovalanacak bir şey değil. O bir şeyler yaparken size gelen bir haldir zaten. Yaptığınız işi iyi yaparken, sevdiklerinizle vakit geçirirken... İnsanlar galiba küresel popüler kültürün çok fazla etkisi altına girdiler. Mutluluk dışarıdan alınan şeylerle elde edilmez. Mesela tüketicilik kültürü insanlara diyor ki, 'ne kadar çok şey alırsan o kadar mutlu olursun'. Halbuki "sahip olduğun şeyler gün gelir sana sahip olur." İnsana mutluluk veren şeyler parayla değiş tokuş edilemeyen değerler. Sevgi., yarenlik, bir ülküye, bir manaya sahip olmak gibi. Her kim ki kendi benliğini aşan bir ülkünün, bir anlamın, bir davanın peşinde koşuyor; o diğerlerine göre daha mutludur. Günümüz popüler terapi kültürü, insanların derinlerdeki sorularına cevap veremediği gibi, sadece pansuman yapıyor.
Din ve maneviyatın terapide yeri nedir?
Modern psikoterapiler hayatın çok önemli bir parçasını, manevi hayatı ıskalayabiliyor. Yalnız son yirmi otuz yılda manevi pratiklerin de terapi odasında konuşulması gerektiği söyleyenler çoğaldı. Terapi odasında insanların inanma ihtiyacının duyulması lazım. Bu hor görülmemeli. Bugüne kadar Freudyen terapistler bu arayışları ya görmezden geldiler ya da küçümsediler. Halbuki insanın asli taraflarından bir tanesi aşkınlıkla kurduğu irtibattır. Allah'la kurduğu ilişkidir. Eğer bu ilişkideki kırılmalar, neşe ve hüzün terapi odasına girmiyorsa; o insanın iç dünyasına dair çok önemli bir malzeme dışarıda bırakılıyor demektir.
Sanal iletişim ve sosyal ağlara rağbeti nasıl yorumluyorsunuz?
İnsanlar sanal alem üzerinden iletişim kurduklarını zannediyorlar ama bir başkasının yüzünü görmeden, sesini duymadan kurduğunuz ilişki insani bir öz taşımaktan uzaktır. .Sanal alem insanın yabancılık ve yalnızlığını artırıyor. Gerçek bir iletişim ses tonunu, yüz ifadelerini yakalamadan mümkün değil. . İnternetin yaygınlaşmasıyla artık dünyayı bilme biçimimiz değişiyor. Yakınlığın ve uzaklığın ne olduğuna dair bilgimiz değişiyor. Üç sokak ötesine gidemeyen bir kişi, birdenbire bütün aleme sanal ağlardan açılıyor. Hayat kültürü yeterince gelişmemiş kişiler, sanal alemdeki kötü niyetli kişiler tarafından istismar edilebiliyor.
Kitapta mutluluğun romantik evlilikten geçtiği yanılgısından söz ediyorsunuz? Niçin yanılgı?
Romantik evlilik bir efsanedir. Batılı kültürel bir inşadır. Modern hayat özel ve kamusal alan arasına keskin bir çizgi çekiyor ve özel alanda yakınlığı mutluluk için vazgeçilmez bir unsur olarak vaz ediyor. Kitabımda bunu eleştiriyorum. Gözlemlerime göre kadınlarımızın bir kısmı Türk televizyon dizilerini izledikten sonra çok mutsuz oluyor. Çünkü bu diziler romantik aşk mefhumunu adeta gözümüzün içine sokuyor. Kimi kadınlar hayatta aradıkları prensi bulamamış olduklarını fark ediyor, kendilerini kötü hissediyor. Dizilerin etkisinde kalarak prenslerini aramaya başlıyor. Erkekler de çok güzel, çıtı pıtı kadınlar istiyor. Gerçek bir aşkı yaşayamamış olmanın yazıklanmasıyla gözlerini evin dışına çevirebiliyor. Çılgınca aşk beklentisi, olgun ve saygı eksenli beraberliklerin önünü alabiliyor ve böylesi aşklar da çok çabuk tüketilebiliyor.
Türk dizileri mutsuzluk mu üretiyor?
Romantik aşk beklentisi aileleri zehirliyor. Bu beklenti günümüzde diziler üzerinden veriliyor. İnsanlar o dizileri seyrettikçe kendi kocasından veya kendi karısından memnun olmamaya başlıyor. Mutsuzluk sökün ediyor. Bizim toplumumuz ilginç bir şekilde kurguya kurgu muamelesi yapmıyor. Basınımız dizi film karakterlerinden kanlı canlı insanlarmışcasına söz ediyor. İnsanımız da buna inanıyor.
Aşk, tutku yalan mı?
Aşk tutku dediğimiz şeylerin zaman içerisinde solduğunu, bunun yerini karşılıklı beraberlikten duyulan itminana, tahammüle, saygıya, yoldaşlık hissine bırakması gerektiğini biliyoruz . Bir evliliği sürdürebilmenin en önemli ölçütlerinden birisi, eşlerin ev içinde yoldaşlığı ve dostluğu. Olgun sevgi, tahammül duygusunu içinde taşır.
Yukarda romantik evliğin bir efsane olduğunu söylediniz. İçindeki Çocuk da mı bir efsane?
Büyük bir modern psikoloji efsanesi. Bugün artık bununla dalga geçiliyor. İçimizde bir çocuk filan yok. Hepimiz büyümek, hepimiz olgunlaşmak istiyoruz. Eğer içimizde bir çocuk varsa içimizdeki olgunlaşamamış taraflarımızı temsil eder ve iyi bir şey değildir. Çocuk sonuçta sorumsuzluğu, hayatta elini taşın altına koyamamayı temsil eder. İçimizdeki çocuk lafıyla saflığı kastedenler var. Oysa içimizde büyümemiş taraflarımız varsa eğer, onlar düşmanlığı, bencilliği, saldırganlığı da barındırabilir. Ama artık büyüyelim. İçimizdeki çocuktan kurtulup içimizdeki büyükle karşılaşalım. Hayatımızın kurbanı değil, yazarı olalım.
kemalsayar.com