Özlü Hikayeler

Hizmet böyle olur

Arabistan'da çirkinliği meşhur bir adam vardı. Bunun ismi "Rahim"di. Hanımı da, Arabistanın en güzel kadınıydı. Kocası ne zaman eve gelse, kadın onu karşılar, tozlarını topraklarını temizler, yemeğini önüne getirirdi. Yemeği bitince, eline su dökerdi. Kadının bu hizmetlerinden dolayı yanıldı ve kendi kendine "Bu kadın bana aşıktır" dedi. Bir gün hanımına sordu:

- Dünyada benden daha çok sevdiğin birisi varsa bilmek isterim!

- Doğrusunu istersen, dünyada senden daha çok sevmediğim kimse yoktur. Ama şunu bil ki, ben aynaya baktım, kendi güzelliğimi gördüm. Bir de senin çirkin yüzünü!. Dedim ki, "Ben Allahü teâlânın bu adama nimetiyim ve bu adamda Allahü teâlânın bana mihnetidir, sıkıntısıdır. Kendi kendime: "Ey filan! Allahü teâlânın mihnetine sabır et ki, sabır edenlerin sevabına kavuşursun. O da, Allahü teâlânın nimetine şükür etsin ki, şükür edicilerin sevabına erişsin! Yarın kıyamette, o şükredenler zümresinde olarak Cennete gitsin. Ben de, sabır edenlerle beraber Cennete gideyim inşaallah! dedim.

Yâ Rabbi, bize nimetlerine şükür, bela ve mihnetlerine karşı sabır ihsan et' Hepimize şükredenler ve sabredenler sevabı ver!



Kaside-i Bürde

 
Hz. Ömer'in (R.A.) Namaz Hassasiyeti

Namaz kılmakta, devam olmak üzre olmakta zorlanan kardeşlerimiz bunu okuduktan sonra Namaz ibadetine biraz daha gayretle sarılacağı temennisiyle...

O büyük Ömer, ateşgede bir İranlının vurduğu hançer darbeleriyle yaralanmış ve koma halinde upuzun yatıyordu Yediği-içtiği tekrar dışarıya çıkıyor ; ne bir ses veriyor ne de seslere alâka duyuyordu.

Hizmetçisi gelip, yemek veya su isteyip istemediğini sorunca, ya cevapsız bırakıyor ya da sadece gözleriyle "hayır" deyip geçiştiriyordu.

Fakat "Ey mü'minlerin emiri! Namaz!" denince, "Ha işte kalkıyorum Namazı terk edenin İslâm'dan nasibi yoktur" deyip yaralarından kan aka aka namazını kılıyordu.

Böyle yapıyordu; zira, bütün bunları Efendisinden böyle görmüştü O'na iktidâ ve ittibâ edecek ve arkadan gelenlere de örnek olacaktı.

Kaside-i Bürde
 
Kabirdeki Mektup

Abdürrahmân bin Avf (r.a) buyurdu.

Hazret-i Ömer bir gece bir tulumu su ile doldurup, arkasına almış, Medîne-i Münevvere köylerine giderken yorulmuş.

Ben dedim ki,

-Ey emîr-el mü'minîn, yorulmuşsunuz! Bana ver, biraz da ben götüreyim.

Buyurdu ki,

-Eğer bugün sen benim tulumumun yükünü götürür isen, yarın benim günâhımın yükünü kim götürür.

Dedim,

-Senin ne yükün var ki, sen Resûlullahın (sav) yolu üzerine yürüyorsun.

Buyurdu ki,

-Ben Resûlullah hazretlerinin dostu o zemân olurum ki, bu hilâfetden başabaş kurtulayım.

Oğulları Abdüllah babasının vefâtlarından bir sene sonra onu rüyâda görmüş. Sabâhleyin başı açık dışarı gelip, Resûlullah (sav) hazretlerinin mescid-i şerîflerine vardı. Seslenip, dedi ki,

-Ey Sahâbîler, toplanın. Babamın selâmını size getirdim. Hepsi toplandılar.

Orada Abdüllah hazretleri buyurdu.

-Dün gece babamı rü'yâda gördüm. Dün geceye kadar, babamın âhırete göç edişi bir sene oldu. Resûlullah (sav) hazretlerine babamı rüyâda göreyim niyyeti ile salevât getirirdim. Fekat, göremezdim. Tâ dün gece gördüm. Babamın yüzü değişmiş.

Dedim,

-Ey baba! Bu ne hâldir. Senin yüzünün rengi kırmızı idi.

Dedi,

-Ey oğul, şimdi kurtuldum. Şimdiye kadar muhâsebede idim.

Dedim.

-Ey baba nasıl hesâb olundun.

-Hesâbın biri bitmeden biri başlıyordu. Hâl bir yere erişdi ki, beyt-ül-mâla âid sadaka develerinin bir yuları var idi. Birçok yerden bağlamışdım. Artık deveye takacak yeri kalmamışdı. Dışarı atmışdım. Cenâb-ı Rabbil âlemînden azarlayıcı hitâb geldi ki, niçin o yuları atdın. Müslimânların malını zâyi etdin.

-Ey baba, bu itâbdan ne sebeble kurtuldun.

Dedi ki,

-Ey oğul! O mektûb sebebi ile ki, sana demişdim. Bu mektûbu benim kefenim arasına koy.
O mektûb şu idi.

Bir gün Hasen ve Hüseyn (r.anhüma) hazretleri babamın yanına geldiler. Selâm verdiler. Oturdular. Babam, müslimânların işi ile meşgûl idi. Selâmlarını işitmedi. Sonra işi bitdi.

-Buraya gelin.

Onlar dediler,

-Biz selâm verdik.

Babam dedi,

-İşitmedim.

Babam kalkdı. Onların yanına vardı. Onların ikisi de ayağa kalkdılar. Babam ikisinin de elini öpdü. Hazîne ile meşgûl olan hizmetkâra buyurdu ki,

-İki kaftan getir.

Her birini birine giydir. Onlardan sonra özr dileyip, dedi ki,

-Bizden râzı olun ki, bilmedik, kusûr etdik.

Hasen ve Hüseyn (r.anhüma), babalarının huzûrlarına vardılar.

Dediler ki,

-Emîr-ül mü'minîn Ömer bize elbise verdi.

Hazret-i Alî (k.v) çok memnûn oldu ve buyurdu ki,

-Geri Emîr-ül mü'minîn huzûruna gidiniz. Söyleyin ki, bizim babamız der ki, Resûlullah (sav) hazretlerinden işitdim. Resûlullah buyurdu ki, (Ömer hayâtda iken, İslâmın nûrudur. Dünyâdan gidince de Cennet ehlinin çirâğıdır.)

Hasen ve Hüseyn (r.anhüma) geldiler, haber verdiler.

Hazret-i Ömer (r.a) dedi ki,

-Siz ikiniz de onu babanızdan işitdiniz mi?

Dediler,

-Evet.

Hazret-i Ömer oğluna dedi ki,

-Yâ Abdüllah! Divit ve kalem ve kâğıd getir. Hasen ve Hüseynin (r.anhüma) babaları Alîden (ra) işitdikleri ve onun Resûlullahdan (sav) (Ömer hayâtda iken islâmın nûru, dünyâdan gidince de Cennet ehlinin çirâğıdır) buyurduğunu ve üçünün şehâdetlerini yaz.

Üçünün de şehâdetlerini yazdılar.

Sonra, oğluna:

-Ey Abdüllah! Bunu, ben vefât edince, kefenim arasına, göğsüm üzerine koy ki, zor durumda kalınca imdâdıma yetişsin, buyurdu.
La Edri
 
Ağızdaki Taşın Hikmeti

Birgün Hazret-i Ebû Bekr (r.a), hazret-i Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i mükerremin (s.a.v.) huzûr-ı şerîflerinde, se'âdetle otururlarken; Bir bedbaht kötü huylu kimse; bir edebsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, yakışıksız sözler söyledi. Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz, Ebû Bekre edebsizlik etdikce; birşey söylemez, ba'zan da tebessüm eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip, birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se'âdetle ve devletle yerinden kalkıp, gitdi. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Sultân-ı Enbiyânın ardına düşüp, yetişdi ve dedi ki:

- Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edebsizlik edip, gönül incitirken, susu, birşey söylemediniz. Şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, gitdiniz; sebebi nedir.

Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 's.a.v.' buyurdu ki:

- Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa başladığı zemân, Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen gadaba geldin; söylemeğe başladın. O melek gidip, yerine iblîs geldi. İblîs-i la'înin olduğu yerde, ben durmam.

Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a) ondan sonra, vaktli vaktsiz söz söylememek için, mubârek ağzına bir taş koyar idi. Ne zemân söz söylemek lâzım gelse, evvelâ fikr ederdi. Bir söz söyliyeceği zemân, o sözü kendi kendine nice zemân düşünür, tefekkürden sonra, mubârek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz söyliyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mubârek ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye, hayrdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez, eğer kat'î lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl idi.
La Edri
 
‎4 SORUYA 4 MÜKEMMEL CEVAP...

Bir adam Hz. Ali’ye geldi ve “Sana sormak istediğim dört sorum var” dedi.
İlim Şehrinin Kapısı “Buyur, sor” dedi. Adam sordu.
“Vacip nedir? Vacipten evvel vacip nedir?...”
Hz. Ali cevap verdi. “Tövbe etmek vaciptir günahları terk ise ondan önce vaciptir.”
.Adam sordu.“Yakın nedir? Yakından yakın nedir?”
Hz. Ali cevap verdi. “Kıyamet yakındır ölüm ondan daha yakındır.”
Adam sordu.“Acayip nedir? Acayipten daha acayip nedir?”
Hz. Ali cevap verdi.“Dünya acayiptir dünyayı sevmek ise ondan daha acayiptir.”
Ve adam son olarak, şu soruyu sordu.
“Zor nedir? Zordan daha zor nedir?”
Ve Hz. Ali, bu son soruya da, şöyle cevap verdi.“
Kabir zordur; azıksız, amelsiz kabre girmek ondan daha zordur.”.
 
Altın Tas

Efendimiz (sav): "Altın tasla kevser suyunun başında ümmetimi bekleyeceğim. Oraya gelenlere ikram edeceğim. " der.
Ahir zaman gençlerini görünce elindeki tası bırakır.
Bunu görenler; "Ya Rasulullah! Onlara vermeyecek misin?" deyince Rasulullah onlara: "Ahir zamanda alnını secdeye koyan gençlerle arama altın tası koymak istemiyorum onlara elimle ikram edeceğim." der..
 
Yandım Ya Resulullah

Hendek Savaşı öncesi hendekler kazılırken, Peygamber Efendimiz de dahil sahabeler günlerce aç kalmışlardı.. Öyle dayanılmaz hale gelmişti ki karınlarına taş bağlamışlardı...
Resulullah sahabeleri kontrol ediyordu.. Hz. Ömer'in yanına geldiğinde,
Nasıl gidiyor ya Ömer! diye sordu.. Hz. Ömer de:
Yandım Ya Resulullah! cevabını verdi..
Resulullah'ın gözleri doldu.. O'nun sıcaktan ve açlıktan böyle söylediğini düşündü..
Ya Ömer! Sana böyle dedirten sebep nedir? diye sordu..
Hz. Ömer batmaya yakın olan güneşe bakarak,
İkindi namazım geçiyor, yandım ya Resulullah! dedi..
Ve hemen namaza durdular...
Peki ya biz..! Güneşin altında günlerce aç susuz iken namaz aklımıza gelir mi acaba...?
 
Cebrail (a.s), Hz. Nuh’a sordu:

Sen peygamberlerin en uzun ömürlüsüsün, dünyayı nasıl buldun?

Nuh (a.s) cevap verdi:

Birinden girip diğerinden çıktığım iki kapılı bir han gibi.
 
Cebrail (a.s.)'ın Hocası
Cebrail (a.s.)'ın Hocası
Birgün Server-i Enbiyâ 's.a.v.' mescidde oturmuş idi. Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Sultân-ı Enbiyâ, hazret-i Cebrâîl ile söyleşirdi. Eshâb-ı kirâm mescide gelip, Seyyid-i kâinâtı meşgûl görüp, bildiler ki, hazret-i Cebrâîl ile söyleşir. Sükût edip, oturdular. O sırada hazret-i Alî 'r.a.' içeri girip, selâm verip, yerine oturdu. Hazret-i Osmân 'r.a.' gelip, selâm verip, yerine oturdu. Sonra Ebû Bekr 'r.a.' gelip selâm verdikde, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm ayak üzerine kalkdı. Sultân-ı Enbiyâ hazretleri de ayak üzerine kalkdı. Eshâb-ı kirâm, Server-i kâinâtı ayak üzere kalkdığını görüp, hepsi ayağa kalkıp, hayret etdiler. Zîrâ Fahr-i âlem, Eshâb-ı güzînden kimseye ayak üzerine kalkmamışdır. Sonra bu husûsu, hazret-i Resûl-i ekremden sordular.
Buyurdular ki:
- Ebû Bekr-i Sıddîk mescide girip, selâm verdiği zemân, Cebrâîl aleyhisselâm Ebû Bekr-i Sıddîka ta'zîm için ayak üzerine kalkdı. Ben de ayak üzerine kalkdım. Sonra, yâ kardeşim Cebrâîl, Ebû Bekre ne için ta'zîm etdiniz, diye sordum.
Dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Ebû Bekre ta'zîm bana vâcibdir. Zîrâ Ebû Bekr benim hocamdır. Ben sordum,
- Neden dolayı hocandır.
Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki:
- Yâ Muhammed 'sallallahü aleyhi ve sellem'! Hak Sübhânehü ve teâlâ, Âdem aleyhisselâtü vesselâmı yaratdığı zemân, meleklere, hazret-i Âdeme secde ediniz, diye emr etdi. Benim hâtırıma geldi ki, secde etmiyeyim. Ben ondan efdalim. Zîrâ ki, o balçıkdan yaratılmışdır, dedim. Bunun üzerine olmağa niyyet eyledim. O zemân ki, Ebû Bekrin rûhu arş altında nûrdan bir köşk içinde idi. Köşkün kapısı açıldı, Ebû Bekrin rûhu çıkdı.
Bana dedi ki,
- Yâ Cebrâîl secde eyle. Sakın muhâlefet etme. Bunu üç kerre tekrârladı. Arkama üç kerre eliyle vurdu. O sırada kalbimden kibr ve enâniyyet ve inâd gitdi. Âdeme secde eyledim. Benden kibr ve enâniyyet, iblîse intikâl edip, Âdeme secde etmedi. Ebedî tard edilip, mel'ûn oldu ve ben de ebedî se'âdete kavuşdum. Yâ Muhammed 'sallallahü aleyhi ve sellem'! Ebû Bekr bu şeklde bana hoca olmuşdur, dedi.
 
Adamın biri her zaman yaptığı gibi saç ve sakal
traşı olmak için berbere gitti.
Onunla ilgilenen berberle güzel bir sohbete
başladılar.
Değişik konular üzerinde konuştular.
Birden Allah ile ilgili konu açıldı…
Berber: ” Bak adamım, ben senin söylediğin gibi
Allah’ın varlığına inanmıyorum.”
Adam: ” Peki neden böyle diyorsun?”
Berber: ”Lütfen bana söyler misin, eğer Allah var
olsaydı, bu kadar çok sorunlu, sıkıntılı, hasta
insan olur muydu, terkedilmiş çocuklar olur muydu,
Allah olsaydı, kimseye acı çektirmez, birbirini
üzmezdi”
Adam bir an durdu ve düşündü, ama gereksiz bir
tartışmaya girmek istemediği için cevap vermedi.
Berber işini bitirdikten sonra adam dışarıya çıktı.
Tam o anda caddede uzun saçlı ve sakallı bir adam
gördü.
Adam bu kadar dağınık göründüğüne göre belli ki
traş olmayalı uzun süre geçmişti.
Adam berberin dükkanına geri döndü.
Adam: ” Biliyor musun ne var, bence berber diye
bir şey yok”
Berber: ” Bu nasıl olabilir ki? Ben buradayım ve bir
berberim.”
Adam: ” Hayır, yok. çünkü olsaydı, caddede
yürüyen uzun saçlı ve sakallı adamlar olmazdı.”
Berber: ” Hım… Berber diye bir şey var ama o
insanlar bana gelmiyorsa, ben ne yapabilirim ki?”
Adam: ” Kesinlikle doğru! Püf noktası da bu! Allah
var, ve insanlar ona gitmiyorsa, bu gitmeyenlerin
tercihi.
İşte dünyada bu kadar çok acı ve keder olmasının
nedeni!”
 
Azrail’in Güzelliği
Onk. Dr. Haluk Nurbaki’den gerçek bir hatıra…
Ben, 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak sayısız olayla
karşılaştım ve bunları, o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek
özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size nakletmek istiyorum.
Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanım hastam…
vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkanı bulamamıştı. Serap’ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da iyileştiğini gördüm. Ancak Serap’ın da bütün
diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi
gerekiyordu. Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra 1 ihale için
İzmir’e gitmek istedi. Kışaylarında olduğumuz için uçakla gitmesi
şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz
bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat kadar mahsur kalmış.
Dönüşünden kısa 1 süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap bacak kemiklerindeki metastaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak:
-”Doktor bey,” dedi. ”Ben size…dargınım.” ”Niçin?” diye sordum.
-“Siz…dindar bir insanmışsınız. Niçin bana da, ALLAH ‘ı, ölümü,
ahireti anlatmıyorsunuz?”
Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. O’nu üzmemeye çalışarak:
-“Doktora ulaşmak kolaydır” dedim. ”Parayı bastırdın mı istediğine
tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın…”
Konuşmaya mecali olmadığından “Ben o isteği duyuyorum” manasında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra, ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve dersler “hızlandırılmalı öğretime” dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlarını bütün ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu.Vefatına bir hafta kala:
-“Doktor bey,” dedi. ”Ben ölürken ne söylemeliyim?”
-“Senin durumun çok özel” dedim. ”Kelime-i Şehadet sana uzun gelir. O anı farkedince ”Muhammed” (s.a.v) sana yeter.”
O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıstırabı olduğu için Serap’a sürekli morfin yapıyor ve O’nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde annesi telefon ederek:
-“Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor.” dedi. “Sabahlara kadar
inliyor ve çok ıstırap çekiyor. Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hala unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum. “Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste “Muhammed” diyemezsem?.
İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve
eğer bir kaç gün daha ömrü varsa , son günü uyanık kalacak şekilde
morfin yaptırılmasını rica etti. Ben hiç adetim olmadığı halde cuma
gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap’ın acizliği hürmetine
sandığım salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim.
Ertesi gün O’na:
-“Hiç korkma!” dedim. “İğneyi vurdurabilirsin
Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da sordu:
-“Doktor bey…Azrail bana nasıl görünecek?”
-“Kızım,” dedim. “O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir.”Salı günü Serap’ın ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim.Ancak
vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manasıyla perişandı. Sadece
kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni
görünce yanıma gelerek:


-“Doktor bey, biliyor musunuz, bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!”
dedi ve devam etti:

-Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve “yataktan kalkması
imkansız” denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz
kıldı.Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i Şehadet
getirerek vefat etmeden biraz önce de:

-Doktor bey’e söyleyin, dedi. Azrail, O’nun söylediğinden de güzelmiş!..
 
Salavat Okumanın Önemi
Bir gün bir Yahudi, iki de yalancı şahit bulup
Cenâb-ı Peygamberin yanına gitti. Dedi ki,
– Ey Muhammed (aleyhisselâtü vesselâm), senin eshâbından şu kişi, benim devemi çaldı. İşte şahitlerim de burada dedi.
Peygamberimiz(sallallhu aleyhi ve sellem) şahitlere sordu, onlarda yahudinin söylediklerini tasdik ettiler. Rasulullah ashâb-ı kirâmdan olan o şahsa;
– Bak hakkında şikâyet var. Sen bu gece şu yahudinin devesini çalmışsın. …
– O deveyi ben satın aldım, çalmadım ey Allah’ın elçisi.
– Peki, senin şahidin var mı deveyi satın aldığına dair?
– Ben deveyi yeni aldım, gören yok bilen yok.
– O zaman bu iki şahit, deve Yahudi’nin dedi, onun için deve Yahudi’ye verilecek dedi.
Durum vahimdi. Deveyi geri vermenin yanında bir de masum adamın eli kesilecekti. Sahabi:
– Yâ Rasûlallah bana biraz müsaade eder misin dedi.
Sonra gitti bir tarafa, iki rekât namaz kıldı, elini açtı:
– Yâ Rabbî, ben her gece yatağa yatmadan evvel, Peygamberimize hep on salevât-ı şerîfe okudum. Eğer bu senin katında kabul ise, beni bu sıkıntıdan kurtar.
O sırada yerde yatmakta olan deve ayağa kalktı ve deve konuşmaya başladı:
– “Ey Allahın Rasülü, bu Yahudi yalan söylüyor. Ben bu zât’ın devesiyim” dedi. Deve konuşunca yahudi, deve nasıl konuşur diye şahitlerle birlikte korkup kaçtı.. Cenâb-ı Peygamber dedi ki o sahabeye:
– Gel buraya dedi. Sen Allahü teâlâya ne söyledin? dedi. Sahabi:
– “Yâ Rasûlallah benim bir âdetim var. Biliyorum az ama ben her gece size on salevât-ı şerîfe okurum. O kadar işte. Allahü teâlâ bu on salevât-ı şerîfi kabul etti ve deveyi size söyletti.
Peygamberimiz (Sallallahü aleyhi Vesellem):
– “Sen ki bana her gece on salevât-ı şerîfe okuyorsun, Allahü teâlâ dünyada iken senin nasıl elini kurtardı ise, âhırette de cehennemde yanmaktan o şekilde kurtaracaktır” buyurdu.
Allah celle celâlühü buyurdu ki, mealen: “Gerçekten Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey iman edenler! siz de ona teslimiyetle salât ve selâm edin.” (Ahzab Suresi, Âyet:56)
Selam ve sağlıkla kalınız.
Abdullah Bekir
 
Hz. Ebubekir ve Dirilen Şehit

Sevgili Peygamberimiz "şehidliğin" üstünlüklerini anlatıyorlardı. Buyurdular ki: (Kıyamet gününde şehidler, "Mahşer Yerine" gelirken; orada bulunan Peygamberler ayağa kalkarlar.. Onlar; çocukları, akraba ve dostlarından 70.000 kişiye şefaat ederler (Cehennemden kurtarırlar)....) Bu sözleri işiten "Nevfel" ismindeki sahabe, iki oğlu ile hanımını oraya getirdi. - Yâ Resûlallah! Bir dua etmek istiyorum. Siz de "amin" der misiniz? diye sordu. Peygamber Efendimiz kabul ettiler. Bunun üzerine Nevfel: - Yâ Rabbi, Nevfel kuluna, "şehidlik" nasib eyle!.. duasında bulundu. Hazret-i Ali'nin bildirdiğine göre; ilk Gazâ'da (savaşda) Nevfel, gerçekten şehid oldu... Gazadan sonra Allahın Resulü ve arkadaşları Medine'ye dönüyorlardı. Kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlar, karşılamaya çıktılar. Hepsi sevinç içindeydiler. Nevfel'in hanımı, çocukları ve ihtiyar annesi karşılacılar arasındaydı. - Gazanız mübarek olsun Yâ Resûlallah Nevfel'in hali nicedir?... diye sordular. Merhametli "Efendimizin" gözleri nemlendi. Şehidlik haberini vermeğe mübarek kalbleri dayanamadı. Elleriyle arka tarafı işaret buyurup, geçtiler.. Arkadan Hazret-i Ali geliyordu. Nevfel'in yakınları, O'na sordular... "Allahın Arslanı" yanında yürüyen Hazret-i Ammar'a: - Şehidlik haberini ben de veremiyeceğim. Yürü gidelim dedi. Eliyle arka tarafı işaret etti. Sonra Hazret-i Ömer geliyordu. "Büyük" Ömer de, aynı şekilde hareket etmek zorunda kaldı... Daha sonraki Hazret-i Osman da başka türlü yapamadı. Eliyle, arka tarafı işaret edip, geçti... En sonra gelen Ebu Bekir hazretleriydi. Yanında "Muaz bin Cebel" bulunuyordu. Geride Hazreti Zübeyr' den başka kimse kalmamıştı. Nevfel'in yakınları son ümitle, Sevgili Peygamberimizin en aziz arkadaşına yaklaştılar. Aynı şeyleri sordular. Hazret-i Ebu Bekir kendi kendine düşündü: "- Yâ Rabbim... Ne kadar zor durumdayım. Eğer doğru söylersem, mahzun kalbleri, daha fazla üzmüş olacağım. Bunu yapmaktan, Sevgili Peygamberimiz bile çekindiler... O'na nasıl, aykırı davranabilirim. Fakat yalan da söyleyemem. Sen bana öyle bir şey ilham et ki, bu gariblerin yüreği, daha fazla yanmasın Allahım"... Peygamber Efendimizin doğru sözlü dostu "Sıddîk," bütün kalbiyle, - Yâ Allah..! Ya Nevfel...! diye "Ah" çekerek inledi. İşte o sırada, yaydan fırlamış ok gibi "bir atlı" yıldırım hızıyla yanlarına yetişti. - Buyur Yâ "Sıddîk"... Beni mi çağırdın. Ey Allah Resulünün sevgilisi? diye sordu. Bu atlı Nevfel'den başkası değildi. Bütün Eshâb-ı kiram, hayrette kaldılar. Sonra Cebrail aleyhisselâm isimli melek göründü. Peygamber Efendimize şunları söyledi. -Yâ Resûlallah... Hak teâlânın selamı var... (Eğer "Peygamberin Mağara Arkadaşı" Sıddîk, bir kere daha "ALLAH" deseydi; "Yüceliğim" hakkı için, bütün şehidleri diriltirdim. Çünkü, Ebu Bekir adlı kulum; cahiliye devrinde "İslâmiyetten önce bile, hiç yalan söylememiştir" buyurdu. Ebu Bekir'in yalancı çıkarılmaması için, Nevfel'i Cenâb-ı Hak diriltti... Nevfel bundan sonra, nice yıllar daha yaşadı. Nihayet duası kabul olundu. "Yemame" çenginde şehidlik şerbetini içti. (ALINTIDIR!)

Kaynak: http://www.estanbul.com/hz-ebubekir-ve-dirilen-sehit-23895.html#.WIYQRFWLTIU
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…