Ölmek istiyorum!
Tam anımsamıyorum kaç yaşındaydım, ama o zamanlar zehirli bir bitki pek bir popülerdi. Kansere mi iyi geliyormuş ne. Annem komşularıyla konuşurken duymuştum; yanlış kullanılırsa alim Allah insanı oracıkta öldürürmüş. Ölüm ne demek acaba?..
"Sen intiharın eşiğinden dönmüşsün" dedi karşımdaki yaşlı kadın. Güldüm. "Hiç olacak şey değil" dedim kendi kendime. Ben bir söyler, bin gülerim. Ben hayatı, insanları severim. Sağlığım yerinde, işim, eşim ve bal bir kuzum var. "Ben kim intihar kim?" dedim. Kadın diretti. "Olmuş olmuş, düşün biraz." Hayat bandımı başa sardım ve başladım gözden geçirmeye her bir kareyi. Ve bir yer, bir zaman geldi ki; takıldı kaldı o kare. "Evet" dedim. Yaşlı kadın doğru söylüyordu. Evet, ben ölmek istemiştim. Başladım anlatmaya;
Tam anımsamıyorum kaç yaşındaydım, ama o zamanlar zehirli bir bitki pek bir popülerdi. Kansere mi iyi geliyormuş ne. Annem komşularıyla konuşurken duymuştum; yanlış kullanılırsa alim Allah insanı oracıkta öldürürmüş. Ölüm ne demek acaba? "Allah korusun"lar, "maazallah"lar dolaşırdı havada her defasında. Tahtalara vurulur kulaklar çekilirdi, dil ısırılırdı, tövbeye gelinirdi bu vesile. Neden? Ölüm ne demekti ki?
Annem nedense bana sık sık "seni çingenelerden aldık" derdi, işte yine böyle dediği bir gün bendeniz epey epey canını sıktım annemin. Ne yapmadım ki; üstümü başımı kirlettim, gene ağaçlara çıktım, gene bakkala gönderdi. Gelene kadar bir ekmek bir dilim kaldı kediye, köpeğe yediricem diye. Serde fakirlik var, bunalmış kadın işten güçten, ben salya sümük karışmış; ekmeğin bir köşesi elimde dikilmişim karşısına.
Bazen canımı acıtırdı annem. Boş verip ağaca çıkasım gelmezdi. Koşasım, oynayasım gelmezdi. Çekip gidesim gelirdi içimden ve ait olduğum yere; çingenelere karışasım gelirdi. Kalp ağrısının ilacı yok biliyor musunuz? Bahsettiğim can acıması kalbimden gelen. Çocuğum, ne bilirim avunmayı? Annem zaman zaman bana ve kardeşime kızar; en fazla popomuza vururdu. Ama bazen kantarın topu kaçar, o zaman gözünden kaçtın kaçtın; yoksa yanardın. Sen usulca "ortamdan uzaklaşayım" derken; annem arkamdan ayağındaki terliği çıkardığı gibi fırlatırdı. Terlik kavis yapar, U çizer, gelir bulurdu bizi saklandığımız yerde. Annem o terliği fakirliğine, kaderine atardı her defasında. Ama ben çocuktum, nerden bileyim bu felsefeyi, bu mantığı, bu psikolojiyi? Canım yanardı. Terlikten değil; annemin gözlerindeki nefretten, öfkeden.
Yine böyle bir öfke nöbeti, karar verdi. Akşama babama anlatacaktı olanları, artık o ne yaparsa? O hiçbir şey yapmazdı. Babam sadece bakardı. Çizgi gözleri yeşil birer soğuk mermi gibi gelir kilitlenir gözlerinize; itiraf edersiniz her şeyi ve kapanırsınız dizlerine. Babam hiçbir şey yapmazdı. Bakardı sadece. Ve "keşke bir tokat atsa" derdim içimden. "Annem gibi terlik atsa". Çünkü o bakış annemin gözlerindeki öfkeden daha da kanatırdı içimi.
Karar verdim, babamla göz göze gelmeyecektim. "O zehirli bitki hangisiydi acaba?" diye düşündüm, düşündüm. Ama adı aklıma gelmedi bir türlü. Tek hatırladığım bizim bahçede bol bol varolduğu idi. Nerden bileyim?
Okul önlüğüm üzerimde, annemin kolaladığı canım beyaz yaka bir tarafa savrulmuş, kopmuş, çanta deseniz Allah’a emanet. Bizim ev kocaman bahçeliydi. Evin altında iki tane bodrum vardı. Kışın kömür vs. konurdu oraya. Kömürlüğün kapısına çömeldim, büzüştüm. Yok olmayı dileyerek kapadım gözlerimi, ama olmadı. Büyük bir kararlılıkla kalktım ve annemin evin duvarına dizili saksıları ile göz göze geldim. "Bahçedeki en bol bitki bu" dedim kendi kendime. "Oysa ne güzel çiçekleri var. Ne kadar renkli ve asil, üstelik güzel de kokuyor. Ama içinde bir yerlerde bir zehir var." Tıpkı insanoğlu gibi. Bir yerlerde biriken kini, nefreti, öfkeyi kustun mu eyvah eyvah. Sonuçları ağır, sonuçları bilinmez.
Bir saksıyı aldım ve gene kömürlüğün kapısına gömüldüm. Başladım yemeye. İğrenç bir tat. Ağzım kamaştı, ama bu yolda dönüş yok. Bir yandan yiyorum, bir yandan "acaba ben gidince o ne yapacak, o ne edecek?" diye düşünüyorum. Ara verdim, bahçede balı damlayan bir incir göz kırptı bana. Ağaca çıktım, belki bu son çıkış kim bilir? Kopardım inciri; hooop tek lokmada mideme indirdim. Tahammülüm yok yavaş yemeye. Ağzım zehir oldu saksıdaki zehirli şeyden. Bir iki tane incir daha aldım yanıma ve indim aşağı. Bir ondan bir yaprak, biraz toprak derken artık iyice içim kıyıldı ve yiyemez oldum. Saksı keçi yemiş gibi oldu, sadece sap duruyor; ne bir çiçek, ne bir yaprak kalmış. Toprak da eşelenmiş. "Eee artık karnımda büyür bu zehirli bitki, gerekli her şeyi gönderdik mideye" :)))
Başladım beklemeye. Gel zaman git zaman bende bir karın ağrısı başladı, ama nasıl tarifi mümkün değil. "Tamam" dedim "oldu işte, başlıyoruz." Kıvranıyorum. Hemen eve girdim usul usul. Ve doğru tuvalete. Yok, yok sadece buruk bir ağrı. İçeri döndüm ve kanepeye uzandım. Öylece gözlerimde flu bir hal, altı dört duvar. Gittikçe arttı sis hali ve her yer karardı. Bir çığlıkla uyandım ve o ne; karnımın ağrısı tam gaz devam, hemen tuvalete koştum. Offf offf. Birden "ölmemişim" dedim kendime. "Yada öldüm de cennette tuvalet var". Kafam karıştı, ama dışardan annemin sesi geliyor. Dövünüyor; "Gitti gittiiiiii! Bu renkten bir tane vardı. Ayşe yengelerden taşıdım geçen sene ben onu, gözüm gibi baktım. Allahım off offf, bir elime geçirsem bunu yapanı..." Heee şimdi bu cümleden sonra çık çıkabilirsen.
Çocuk aklı, çıktım. "Anneee ben öldüm" dedim. Annem şöyle bir göz attı. Kaşım gözüm yerinde, sağlam göründüm ona ve sordu sert bir sesle: "Sen benim begonyama kim yaptı bunu gördün mü? Bir de incir yemiş atmış saksıya eşek." Ben oraya çakılı cevap verdim; "Ben de onu diyorum anne, ben öldüm. Hani o zehirli ya; ben onu yedim", "Neee?", "Yedim, öleyim de sen kurtul diye!"
Annem soluksuz kaldı. Saksıya baktı bana baktı. Ve delirdi. "Sen benim begonyamı mı yedin?", "Eveeet dedim ya; ölmek için yedim". Annem "ölmek" kelimesini hiç duymadı. Ben de "benden gerçekten vazgeçti" diye düşündüm hep ve kahroldum. Demek umurunda değildim, demek ölsem üzülmeyecekti, belki de birazdan yığılacaktım şuracıkta, ama o begonyasının derdindeydi.
Yengem geldi, "Hayrola ne oldu yine, ne didişiyorsunuz?", "Ya bu çocuk beni öldürecek yaaa", "Seni değil kendimi, ondan yedim", "Sus, sus beni delirtme çocuk" ve bir gaz sancısı, bir burkulma "heee tamam işte gidiyorum" dedim; ama hayır, son sürat kendimi attım tuvalete. Annem yengeme anlatıyor; "Yaaa vallahi öldürecek yenge. Canım begonyamı yemiş. Neymiş ölecekmiş. Ya bu çocuk beni delirtmek istiyor ya". Yengem anlamadı neden begonya? Kimse anlamadı. Ben de anlatmadım. Annem onun en değer verdiği çiçeği yediğimi değil de; daha çok yolduğumu düşünmeye inandırdı kendini. Ben anlattıkça güldüler. "Begonya yemiş :)))"
Fakat bir yandan da annem değişmeye başladı. Bir daha bana hiç “"seni çingenelerden aldık" demedi. Korkuyordu sanki bana bakarken. "Ölüm demek ki çok korkunç bir şey" dedim kendi kendime. Oysa ben kısa bir süre saklanıp, çok üzülürlerse ortaya çıkarım diye düşünmüştüm. Tıpkı saklanır gibi. Oyun gibi. Ölümse soğuktu, dönüşü yoktu. Bunu öğrenmem daha sonraki yıllarda oldu. Anneannem öldü mesela, babaannem de. Annem de babam da yetimdi benim. Üstelik babamın babası "baba" olduğunun farkında değildi bile. O hem yetim hem öksüzdü. Şaka değildi ölüm. Can yakıyordu her defasında. Oysa ben saklanıp geri geleceğim sanmıştım.
Sonra "ya doğru zehirli bitkiyi bulsaydım?" diyorum. "Ya onu yemiş olsaydım?" Annem de belki bu düşünce ile hep "sen benim kızımsın, canımsın" dedi sonraki yıllarda. Gurur duyduğunu söyledi, ama begonyası için de her aklına geldiğinde yandı kadın; "Gitti canım begonyam, deli bu kız, kesin deliiii..."
Oysa ben o begonya sayesinde öğrendim hayatın bal tadını. Begonya acı, ölüm acı demekmiş öğrendim. Hayatın her zerresinden keyif almayı, her önüme çıkanı sevmeyi öğrendim. Ağaçtan kuşa, topraktan rüzgara dost olmayı öğrendim. Sevmeyi öğrendim, büyüdüm. Ve sevildiğimi öğrendim, büyüdüm.
Yaşlı kadın da, benimle birlikte olan arkadaşlarım da çok güldü bu hikayeye. Komikti evet, ama ben ne zaman aklıma gelse "iyi ki begonyayı yemişim de şu anda hayattayım" diyorum. Aldığım her nefese şükrediyorum.
Ve öylece rüzgara karşı kendini boğazdan sallandıranlara keşke gücüm yetse de "begonya yiyin" diyebilsem. Saklanır gibi gidip bir köşeden seyredin siz gidince olacakları, değişecekleri. Eğer hala kararlıysanız; gidin temelli. Ama "değmez" diye düşünüyorsanız ne güzel, en fazla begonya ile mideniz bozulur, biraz fazla tuvalette geçer zamanınız.
Kendinize bir şans daha verin. İnanın buna değer hayat. Kimselere bırakamam yaşanası günlerimi. Aklım kalır benim, gidemem. Çocuktum o zamanlar ve iyi ki bahçede begonya çoktu. Bırakın vakit, saat geldiğinde kol kola girip gidin bu hayattan sizi almaya gelen ile. Daha önce değil.
Yaşanası uzun ve sağlıklı ömürlere.
Sevgiler...
Funda Dicle
Tam anımsamıyorum kaç yaşındaydım, ama o zamanlar zehirli bir bitki pek bir popülerdi. Kansere mi iyi geliyormuş ne. Annem komşularıyla konuşurken duymuştum; yanlış kullanılırsa alim Allah insanı oracıkta öldürürmüş. Ölüm ne demek acaba?..
"Sen intiharın eşiğinden dönmüşsün" dedi karşımdaki yaşlı kadın. Güldüm. "Hiç olacak şey değil" dedim kendi kendime. Ben bir söyler, bin gülerim. Ben hayatı, insanları severim. Sağlığım yerinde, işim, eşim ve bal bir kuzum var. "Ben kim intihar kim?" dedim. Kadın diretti. "Olmuş olmuş, düşün biraz." Hayat bandımı başa sardım ve başladım gözden geçirmeye her bir kareyi. Ve bir yer, bir zaman geldi ki; takıldı kaldı o kare. "Evet" dedim. Yaşlı kadın doğru söylüyordu. Evet, ben ölmek istemiştim. Başladım anlatmaya;
Tam anımsamıyorum kaç yaşındaydım, ama o zamanlar zehirli bir bitki pek bir popülerdi. Kansere mi iyi geliyormuş ne. Annem komşularıyla konuşurken duymuştum; yanlış kullanılırsa alim Allah insanı oracıkta öldürürmüş. Ölüm ne demek acaba? "Allah korusun"lar, "maazallah"lar dolaşırdı havada her defasında. Tahtalara vurulur kulaklar çekilirdi, dil ısırılırdı, tövbeye gelinirdi bu vesile. Neden? Ölüm ne demekti ki?
Annem nedense bana sık sık "seni çingenelerden aldık" derdi, işte yine böyle dediği bir gün bendeniz epey epey canını sıktım annemin. Ne yapmadım ki; üstümü başımı kirlettim, gene ağaçlara çıktım, gene bakkala gönderdi. Gelene kadar bir ekmek bir dilim kaldı kediye, köpeğe yediricem diye. Serde fakirlik var, bunalmış kadın işten güçten, ben salya sümük karışmış; ekmeğin bir köşesi elimde dikilmişim karşısına.
Bazen canımı acıtırdı annem. Boş verip ağaca çıkasım gelmezdi. Koşasım, oynayasım gelmezdi. Çekip gidesim gelirdi içimden ve ait olduğum yere; çingenelere karışasım gelirdi. Kalp ağrısının ilacı yok biliyor musunuz? Bahsettiğim can acıması kalbimden gelen. Çocuğum, ne bilirim avunmayı? Annem zaman zaman bana ve kardeşime kızar; en fazla popomuza vururdu. Ama bazen kantarın topu kaçar, o zaman gözünden kaçtın kaçtın; yoksa yanardın. Sen usulca "ortamdan uzaklaşayım" derken; annem arkamdan ayağındaki terliği çıkardığı gibi fırlatırdı. Terlik kavis yapar, U çizer, gelir bulurdu bizi saklandığımız yerde. Annem o terliği fakirliğine, kaderine atardı her defasında. Ama ben çocuktum, nerden bileyim bu felsefeyi, bu mantığı, bu psikolojiyi? Canım yanardı. Terlikten değil; annemin gözlerindeki nefretten, öfkeden.
Yine böyle bir öfke nöbeti, karar verdi. Akşama babama anlatacaktı olanları, artık o ne yaparsa? O hiçbir şey yapmazdı. Babam sadece bakardı. Çizgi gözleri yeşil birer soğuk mermi gibi gelir kilitlenir gözlerinize; itiraf edersiniz her şeyi ve kapanırsınız dizlerine. Babam hiçbir şey yapmazdı. Bakardı sadece. Ve "keşke bir tokat atsa" derdim içimden. "Annem gibi terlik atsa". Çünkü o bakış annemin gözlerindeki öfkeden daha da kanatırdı içimi.
Karar verdim, babamla göz göze gelmeyecektim. "O zehirli bitki hangisiydi acaba?" diye düşündüm, düşündüm. Ama adı aklıma gelmedi bir türlü. Tek hatırladığım bizim bahçede bol bol varolduğu idi. Nerden bileyim?
Okul önlüğüm üzerimde, annemin kolaladığı canım beyaz yaka bir tarafa savrulmuş, kopmuş, çanta deseniz Allah’a emanet. Bizim ev kocaman bahçeliydi. Evin altında iki tane bodrum vardı. Kışın kömür vs. konurdu oraya. Kömürlüğün kapısına çömeldim, büzüştüm. Yok olmayı dileyerek kapadım gözlerimi, ama olmadı. Büyük bir kararlılıkla kalktım ve annemin evin duvarına dizili saksıları ile göz göze geldim. "Bahçedeki en bol bitki bu" dedim kendi kendime. "Oysa ne güzel çiçekleri var. Ne kadar renkli ve asil, üstelik güzel de kokuyor. Ama içinde bir yerlerde bir zehir var." Tıpkı insanoğlu gibi. Bir yerlerde biriken kini, nefreti, öfkeyi kustun mu eyvah eyvah. Sonuçları ağır, sonuçları bilinmez.
Bir saksıyı aldım ve gene kömürlüğün kapısına gömüldüm. Başladım yemeye. İğrenç bir tat. Ağzım kamaştı, ama bu yolda dönüş yok. Bir yandan yiyorum, bir yandan "acaba ben gidince o ne yapacak, o ne edecek?" diye düşünüyorum. Ara verdim, bahçede balı damlayan bir incir göz kırptı bana. Ağaca çıktım, belki bu son çıkış kim bilir? Kopardım inciri; hooop tek lokmada mideme indirdim. Tahammülüm yok yavaş yemeye. Ağzım zehir oldu saksıdaki zehirli şeyden. Bir iki tane incir daha aldım yanıma ve indim aşağı. Bir ondan bir yaprak, biraz toprak derken artık iyice içim kıyıldı ve yiyemez oldum. Saksı keçi yemiş gibi oldu, sadece sap duruyor; ne bir çiçek, ne bir yaprak kalmış. Toprak da eşelenmiş. "Eee artık karnımda büyür bu zehirli bitki, gerekli her şeyi gönderdik mideye" :)))
Başladım beklemeye. Gel zaman git zaman bende bir karın ağrısı başladı, ama nasıl tarifi mümkün değil. "Tamam" dedim "oldu işte, başlıyoruz." Kıvranıyorum. Hemen eve girdim usul usul. Ve doğru tuvalete. Yok, yok sadece buruk bir ağrı. İçeri döndüm ve kanepeye uzandım. Öylece gözlerimde flu bir hal, altı dört duvar. Gittikçe arttı sis hali ve her yer karardı. Bir çığlıkla uyandım ve o ne; karnımın ağrısı tam gaz devam, hemen tuvalete koştum. Offf offf. Birden "ölmemişim" dedim kendime. "Yada öldüm de cennette tuvalet var". Kafam karıştı, ama dışardan annemin sesi geliyor. Dövünüyor; "Gitti gittiiiiii! Bu renkten bir tane vardı. Ayşe yengelerden taşıdım geçen sene ben onu, gözüm gibi baktım. Allahım off offf, bir elime geçirsem bunu yapanı..." Heee şimdi bu cümleden sonra çık çıkabilirsen.
Çocuk aklı, çıktım. "Anneee ben öldüm" dedim. Annem şöyle bir göz attı. Kaşım gözüm yerinde, sağlam göründüm ona ve sordu sert bir sesle: "Sen benim begonyama kim yaptı bunu gördün mü? Bir de incir yemiş atmış saksıya eşek." Ben oraya çakılı cevap verdim; "Ben de onu diyorum anne, ben öldüm. Hani o zehirli ya; ben onu yedim", "Neee?", "Yedim, öleyim de sen kurtul diye!"
Annem soluksuz kaldı. Saksıya baktı bana baktı. Ve delirdi. "Sen benim begonyamı mı yedin?", "Eveeet dedim ya; ölmek için yedim". Annem "ölmek" kelimesini hiç duymadı. Ben de "benden gerçekten vazgeçti" diye düşündüm hep ve kahroldum. Demek umurunda değildim, demek ölsem üzülmeyecekti, belki de birazdan yığılacaktım şuracıkta, ama o begonyasının derdindeydi.
Yengem geldi, "Hayrola ne oldu yine, ne didişiyorsunuz?", "Ya bu çocuk beni öldürecek yaaa", "Seni değil kendimi, ondan yedim", "Sus, sus beni delirtme çocuk" ve bir gaz sancısı, bir burkulma "heee tamam işte gidiyorum" dedim; ama hayır, son sürat kendimi attım tuvalete. Annem yengeme anlatıyor; "Yaaa vallahi öldürecek yenge. Canım begonyamı yemiş. Neymiş ölecekmiş. Ya bu çocuk beni delirtmek istiyor ya". Yengem anlamadı neden begonya? Kimse anlamadı. Ben de anlatmadım. Annem onun en değer verdiği çiçeği yediğimi değil de; daha çok yolduğumu düşünmeye inandırdı kendini. Ben anlattıkça güldüler. "Begonya yemiş :)))"
Fakat bir yandan da annem değişmeye başladı. Bir daha bana hiç “"seni çingenelerden aldık" demedi. Korkuyordu sanki bana bakarken. "Ölüm demek ki çok korkunç bir şey" dedim kendi kendime. Oysa ben kısa bir süre saklanıp, çok üzülürlerse ortaya çıkarım diye düşünmüştüm. Tıpkı saklanır gibi. Oyun gibi. Ölümse soğuktu, dönüşü yoktu. Bunu öğrenmem daha sonraki yıllarda oldu. Anneannem öldü mesela, babaannem de. Annem de babam da yetimdi benim. Üstelik babamın babası "baba" olduğunun farkında değildi bile. O hem yetim hem öksüzdü. Şaka değildi ölüm. Can yakıyordu her defasında. Oysa ben saklanıp geri geleceğim sanmıştım.
Sonra "ya doğru zehirli bitkiyi bulsaydım?" diyorum. "Ya onu yemiş olsaydım?" Annem de belki bu düşünce ile hep "sen benim kızımsın, canımsın" dedi sonraki yıllarda. Gurur duyduğunu söyledi, ama begonyası için de her aklına geldiğinde yandı kadın; "Gitti canım begonyam, deli bu kız, kesin deliiii..."
Oysa ben o begonya sayesinde öğrendim hayatın bal tadını. Begonya acı, ölüm acı demekmiş öğrendim. Hayatın her zerresinden keyif almayı, her önüme çıkanı sevmeyi öğrendim. Ağaçtan kuşa, topraktan rüzgara dost olmayı öğrendim. Sevmeyi öğrendim, büyüdüm. Ve sevildiğimi öğrendim, büyüdüm.
Yaşlı kadın da, benimle birlikte olan arkadaşlarım da çok güldü bu hikayeye. Komikti evet, ama ben ne zaman aklıma gelse "iyi ki begonyayı yemişim de şu anda hayattayım" diyorum. Aldığım her nefese şükrediyorum.
Ve öylece rüzgara karşı kendini boğazdan sallandıranlara keşke gücüm yetse de "begonya yiyin" diyebilsem. Saklanır gibi gidip bir köşeden seyredin siz gidince olacakları, değişecekleri. Eğer hala kararlıysanız; gidin temelli. Ama "değmez" diye düşünüyorsanız ne güzel, en fazla begonya ile mideniz bozulur, biraz fazla tuvalette geçer zamanınız.
Kendinize bir şans daha verin. İnanın buna değer hayat. Kimselere bırakamam yaşanası günlerimi. Aklım kalır benim, gidemem. Çocuktum o zamanlar ve iyi ki bahçede begonya çoktu. Bırakın vakit, saat geldiğinde kol kola girip gidin bu hayattan sizi almaya gelen ile. Daha önce değil.
Yaşanası uzun ve sağlıklı ömürlere.
Sevgiler...
Funda Dicle