- 12 Temmuz 2006
- 2.706
- 26
Maziden bir okul... Bir şair... Ve bir öğretmen
Okuldaşım Orhan Veli ile öğretmenim Hayri Baba
Biriyle tanışmadım ama aynı sıraları paylaştım. Diğerinin talebesi oldum; "Baba" saydım. İkisiyle de yıllar sonra bir kitapta yeniden karşılaştım
1970'lerin sonunda okuduğum Ankara Atatürk Lisesi, 120'nci yaş gününü kutluyor bu yıl... Okula büyük sadakatle sahip çıkan Erol Üçer'in davetiyle bir kısmına benim de katıldığım pek çok etkinliğin en kalıcı olanı yeni çıktı.
Turan Tanyer imzalı, 500 sayfalık dev bir tarih kitabı ("Ankara'nın Köklü Çınarı", Atatürk Lisesi Eğitim Vakfı Yayınları, 2007) bu.
Kitapta, kuruluşundan
bugüne okulun tarihi, yöneticileri, hocaları, meşhur öğrencileri var.
Ama insanı en çok vuran, kim bilir kaç ayrı albümden sökülüp toplanmış siyah-beyaz fotoğraflar... Ve tabii bir de insanı alıp çocukluğuna, ilk gençliğine götüren o güzelim anılar...
Hepsi anlatılmaya değer ama ben içlerinden, eski bir öğrenci ile eski bir İngilizce öğretmenini seçtim:
Eski öğrencinin adı Orhan Veli Kanık...
Eski öğretmeninki ise Hayrettin Sağlamtunç; bizim sevgili "Hayri Baba"mız...
İkisini de saygıyla anarak onlardan kalan anılardan söz etmek istiyorum.
ORHAN VELİ KANIK
Dersten kaçıp şiir okuyan çocuk
Orhan Veli Kanık ile aynı lisedeniz biz... Atatürk Liseliyiz.
Aramızda yaklaşık 50 yıl var.
O, lisenin "Taş Mektep" diye anıldığı yılların öğrencisi...
Bense halen Sıhhiye'de bulunan binadan mezunum.
Lisedeki ilk edebiyat dersinde, belki de bir ahde vefa çabasıyla Orhan Veli'yi sunuş ödevi olarak seçmiş, onu, yaşamını, şiirini, mücadelesini anlatmıştım.
Ama doğrusu lise yılları hakkında fazla bilgim yoktu.
Ta ki, Turan Tanyer'in kitabını okuyuncaya kadar...
Beykozlu Orhan, babası Riyaset-i Cumhur Orkestrası'na şef olunca taşınmış Ankara'ya...
13'ünde Taş Mektep'e kaydolmuş.
"Uzun boylu, ipince, sivilceli, çatlak sesli bir çocuk..."
Yanında ömür boyu "canciğer arkadaş" kalacağı Oktay Rifat da varmış.
Zil çalar çalmaz Orhan çıkagelir, "Teneffüsü gavur etmeyelim Oktay" dermiş.
Bu, "Şiirden bahsedelim" demekmiş.
Edebiyat sevdalılarına, iki yıl sonra Melih Cevdet de katılmış.
Bir gün okulda Orhan gelmiş yanına, kendini tanıtmış; "Tiyatroya meraklı olduğunu duydum, ben de çok seviyorum tiyatroyu" demiş.
Dostlukları böyle başlamış.
Melih Cevdet de o yılları anlatırken "Kimi derste kaçar, demiryoluna iner, ahşap istasyon binasında şiirden, tiyatrodan konuşurduk" diyor:
"Oyunumuz, eğlencemiz, saadetimiz hep şiirdi, edebiyattı."
Okulun dergisi Sesimiz'de yazarlarmış. Kitapta o yazılardan örnekler de var. Edebiyat hocaları kim dersiniz:
Ahmet Hamdi Tanpınar...
Orhan Veli'ye büyük yakınlık gösterir, yazılarını, şiirlerini okuyup teşvik edermiş.
Aynı dönemden Süruri Bingöl, Türk Ocağı'nda Orhan, Oktay ve Melih'i, "Othello"da izlediğini yazıyor.
Rönesans gibi bir kadın
Yine bir Taş Mektepli olan Samet Ağaoğlu ise Orhan Veli'nin bir gönül sırrını ele veriyor.
Sıhhiye'den Kızılay'a doğru yürürken (az mı yürüdük lisede!) bulvarın Zafer Anıtı'nın soluna düşen yakasında, daha sonra Büyük Sinema'nın açılacağı noktada, Vardar Apartmanı varmış.
Orada -Ağaoğlu'nun deyişiyle- "rönesans gibi bir kadın" otururmuş.
Seveni çokmuş.
Zafer Anıtı'na konan çiçekler bir şekilde "yürür", onun kapısının önüne gelirmiş.
Kadının hayranlarından birinin de, Orhan Veli olduğunu söylüyor Ağaoğlu... Hatta öldüğünde diş fırçasını sardığı kağıtta bulunan şiirin, o kadın için yazıldığı söylenirmiş.
Orhan Veli'nin hayatının
12 aşkını anlattığı o şiirin adı "Aşk Resmigeçidi" idi.
Vardar Apartmanı'ndaki kadın, o şiirdekilerden hangisiydi acep?
"Aşk mektupları yazıp bahçesine attığı" Münevver
Abla mı?
"Bir gün aniden önünde soyunuveren ve kaç kez
Orhan Veli'nin rüyasına giren
o azgın" mı?
Cenaze arabasındaki çapkın
Üç dostun bir arada olduğu meşhur bir fotoğraf vardır:
Hatta Melih Cevdet
o fotoğrafın şiirini de yazmıştır:
"Dört kişi parkta çektirmişiz /
Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi..."
Diğerlerini biliriz de "bir de Şinasi"yi bilmeyiz.
Meğer Şinasi de bizim okuldanmış. Sesimiz'de yazar, Orhan Veli gibi Gazi Oymağı'nda izcilik yaparmış.
Onun da bir anısı var kitapta:
Şinasi'nin Cebeci'de oturan bir sevgilisi varmış. Bizim kafadarlar Şinasi'yi ona götürecekler ama ceplerinde dolmuş parası yok. Hacı Bayram Camii'ne giderlermiş. Oradan, bir ölü yakınıymış gibi cenaze arabasına doluşup doğru mezarlığa... Mezarlık Cebeci'de ya... Kızı görür dönerlermiş.
Orhan Veli 36 yaşındayken belediyenin kazdığı bir çukura düşerek öldü.
Onu şiirlerle anarken, bize bu güzel "liseli arkadaşımız"ı anımsatan Turan Tanyer'e de "Elleriniz dert görmesin" diyoruz.
HAYRİ BABA
Talebeyle okul kıran öğretmen
Lise 1'deydik. İlk İngilizce dersine girdik. Derse 60 yaşında bir öğretmen geldi.
Yılların yorgunluğu, derin yüz hatlarına ve sarkmış gözaltı torbalarına sinmişti.
Hafif kambur ve hayli ağır yürüyordu.
Ama son derece zevkli giyinmişti.
Davudi bir sesle ve mükemmel bir aksanla İngilizce konuşurken elini iç yeleğinin cebine sokuyor; bu, ona bir İngiliz asilzadesi havası veriyordu.
Malum; öğrenci ilk derste hocayı bir "yoklar"; tabir caiz ise "el ense çeker".
Biz de yoklamıştık "Hayri Baba"yı...
Bir-iki yaramazlık denemesi, sert bir kayaya çarpmıştı adeta...
Fena azar
işittik; "Eşekler... Sıpalar..."Sus pus olduk.
Ama sonra gülümseyiverdi. Ve gülümsediği anda, o otoriter hoca gitti, yerine "baba" sıfatını hak eden bir pamuk öğretmen geldi.
Esprili, hatta komikti.
Kim bilir kaç kuşağı tek kelime İngilizce öğretemeden mezun eden, saman kağıda basılmış ders kitabımız "Gatenby"nin tüm sevimsizliğini unutturan bir sevimliliği vardı.
Şık takım elbisesini toza bulamamak için kara tahtaya mesafeli durmaya çalışarak yazı yazarken sınıftan yükselen gürültüyü "Susun eşek sıpaları... Zaten sizden bir b.k olmaz" diye gürleyerek susturur ama çabuk yatışırdı.
O yatışınca biz öyle azardık ki, sırtına yapıştırılan yazılar, sorulara geyik cevaplar, sınıfa girip çıkışında kopardığımız alkışlarla tam bir Hababam Sınıfı'na dönüşürdük.
Acısını küçük defterini çıkarıp yazılı notlarını okurken çıkarırdı:
"Tayfun: 1... Can: 2... Ela: 3... Mustafa: 4... Pınar: 5... Mine: 7..."
Yazılıda Mine'den bakıp yazmış ve geçmiştik.
Galiba son öğrencileri bizlerdik.
Mezun olduğumuz 1978 yazında Hayri Baba'yı evinde ziyaret etmiş ve onu emekli hayatına uğurlamıştık.
Sonra da bir daha görüşemedik.
Fakir kolejli
Tanyer'in kitabında ona koca bir bölüm ayrıldığını görünce kayıp bir yakınımı bulmuş gibi sevindim; o bölümü heyecan ve hüzünle okudum.
Adanalıymış Hayri Baba...
Zengin ailesi, ekonomik krizde batınca, bitirmek üzere olduğu kolejden ayrılmak zorunda kalmış. Yazıldığı devlet okulunda "Kolejli" diye alay etmişler. Bunun üzerine kolej yöneticileri, iyi futbol oynadığı için, onu spor malzemelerinin sorumlusu olarak koleje tekrar almışlar. Aynı sıralarda bu kez fakir bir öğrenci olarak okumuş.
Mezun olunca Milli Mensucat'ta çalışmış. Orada Orhan Kemal'le tanışmış.
Sonra 1936'da Dil Tarih Fakültesi açılınca İngiliz filolojisi okumaya Ankara'ya gelmiş. Ama filolojiye değil, arkeolojiye girmiş.
Okul bitince bir süre Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde çalışmış. Şimdi hayranlıkla izlediğimiz Hitit heykellerini sırtında taşımış.
1945'te de Atatürk Lisesi'ne gelmiş.
Harika anılar var onunla ilgili... Bir tanesini buraya alayım:
"Bensiz sinema ha!"
Bir gün sınıfa girdiğinde sadece iki öğrencinin bulunduğunu görmüş.
"Diğerleri nerede?" diye sormuş.
Sınıfta kalanlar, hocaya yaranmak için arkadaşlarını "satmışlar":
"Kız lisesinden kızlarla 2 matinesine Büyük Sinema'ya gittiler" demişler.
"Öyle mi? Peki, siz de serbestsiniz" demiş Hayri Baba...
Sonra da doğruca, zaten müdavimi olduğu Büyük Sinema'ya gitmiş.
Gişedeki kıza "Bizim okuldan çocuklar gelecekti, bana onların yanından bir bilet verir misiniz?" demiş.
Sonra sınıfın bulunduğu balkona çıkıp "öğrencileri basmış".
Talebe önce dilini yutmuş şaşkınlıktan, sonra alkışlarla sinemayı yıkmış.
Okulu kıran talebelerle hocaları birlikte oturup film seyretmişler.
Tam "Hayri Baba"lık bir anı...
Sonra 1983'te bir cuma akşamı Atatürk Lisesi Mezunları Derneği'nin balosuna gitmiş.
Çok neşeliymiş o gece; durmadan içmiş, kalkıp dans etmiş.
Cumartesiyi iyi geçirmiş.
Pazar günü kendinden geçmiş.
Ve o gün, kaldırıldığı hastanede sessizce son nefesini vermiş.
Bu da tam "Hayri Baba"lık bir veda töreni...
Bizde emeği kadar, "babalığı" da çoktur.
Nur içinde yatsın!
Yayın Tarihi : 21.10.2007
CAN DÜNDAR
Okuldaşım Orhan Veli ile öğretmenim Hayri Baba
Biriyle tanışmadım ama aynı sıraları paylaştım. Diğerinin talebesi oldum; "Baba" saydım. İkisiyle de yıllar sonra bir kitapta yeniden karşılaştım
1970'lerin sonunda okuduğum Ankara Atatürk Lisesi, 120'nci yaş gününü kutluyor bu yıl... Okula büyük sadakatle sahip çıkan Erol Üçer'in davetiyle bir kısmına benim de katıldığım pek çok etkinliğin en kalıcı olanı yeni çıktı.
Turan Tanyer imzalı, 500 sayfalık dev bir tarih kitabı ("Ankara'nın Köklü Çınarı", Atatürk Lisesi Eğitim Vakfı Yayınları, 2007) bu.
Kitapta, kuruluşundan
bugüne okulun tarihi, yöneticileri, hocaları, meşhur öğrencileri var.
Ama insanı en çok vuran, kim bilir kaç ayrı albümden sökülüp toplanmış siyah-beyaz fotoğraflar... Ve tabii bir de insanı alıp çocukluğuna, ilk gençliğine götüren o güzelim anılar...
Hepsi anlatılmaya değer ama ben içlerinden, eski bir öğrenci ile eski bir İngilizce öğretmenini seçtim:
Eski öğrencinin adı Orhan Veli Kanık...
Eski öğretmeninki ise Hayrettin Sağlamtunç; bizim sevgili "Hayri Baba"mız...
İkisini de saygıyla anarak onlardan kalan anılardan söz etmek istiyorum.
ORHAN VELİ KANIK
Dersten kaçıp şiir okuyan çocuk
Orhan Veli Kanık ile aynı lisedeniz biz... Atatürk Liseliyiz.
Aramızda yaklaşık 50 yıl var.
O, lisenin "Taş Mektep" diye anıldığı yılların öğrencisi...
Bense halen Sıhhiye'de bulunan binadan mezunum.
Lisedeki ilk edebiyat dersinde, belki de bir ahde vefa çabasıyla Orhan Veli'yi sunuş ödevi olarak seçmiş, onu, yaşamını, şiirini, mücadelesini anlatmıştım.
Ama doğrusu lise yılları hakkında fazla bilgim yoktu.
Ta ki, Turan Tanyer'in kitabını okuyuncaya kadar...
Beykozlu Orhan, babası Riyaset-i Cumhur Orkestrası'na şef olunca taşınmış Ankara'ya...
13'ünde Taş Mektep'e kaydolmuş.
"Uzun boylu, ipince, sivilceli, çatlak sesli bir çocuk..."
Yanında ömür boyu "canciğer arkadaş" kalacağı Oktay Rifat da varmış.
Zil çalar çalmaz Orhan çıkagelir, "Teneffüsü gavur etmeyelim Oktay" dermiş.
Bu, "Şiirden bahsedelim" demekmiş.
Edebiyat sevdalılarına, iki yıl sonra Melih Cevdet de katılmış.
Bir gün okulda Orhan gelmiş yanına, kendini tanıtmış; "Tiyatroya meraklı olduğunu duydum, ben de çok seviyorum tiyatroyu" demiş.
Dostlukları böyle başlamış.
Melih Cevdet de o yılları anlatırken "Kimi derste kaçar, demiryoluna iner, ahşap istasyon binasında şiirden, tiyatrodan konuşurduk" diyor:
"Oyunumuz, eğlencemiz, saadetimiz hep şiirdi, edebiyattı."
Okulun dergisi Sesimiz'de yazarlarmış. Kitapta o yazılardan örnekler de var. Edebiyat hocaları kim dersiniz:
Ahmet Hamdi Tanpınar...
Orhan Veli'ye büyük yakınlık gösterir, yazılarını, şiirlerini okuyup teşvik edermiş.
Aynı dönemden Süruri Bingöl, Türk Ocağı'nda Orhan, Oktay ve Melih'i, "Othello"da izlediğini yazıyor.
Rönesans gibi bir kadın
Yine bir Taş Mektepli olan Samet Ağaoğlu ise Orhan Veli'nin bir gönül sırrını ele veriyor.
Sıhhiye'den Kızılay'a doğru yürürken (az mı yürüdük lisede!) bulvarın Zafer Anıtı'nın soluna düşen yakasında, daha sonra Büyük Sinema'nın açılacağı noktada, Vardar Apartmanı varmış.
Orada -Ağaoğlu'nun deyişiyle- "rönesans gibi bir kadın" otururmuş.
Seveni çokmuş.
Zafer Anıtı'na konan çiçekler bir şekilde "yürür", onun kapısının önüne gelirmiş.
Kadının hayranlarından birinin de, Orhan Veli olduğunu söylüyor Ağaoğlu... Hatta öldüğünde diş fırçasını sardığı kağıtta bulunan şiirin, o kadın için yazıldığı söylenirmiş.
Orhan Veli'nin hayatının
12 aşkını anlattığı o şiirin adı "Aşk Resmigeçidi" idi.
Vardar Apartmanı'ndaki kadın, o şiirdekilerden hangisiydi acep?
"Aşk mektupları yazıp bahçesine attığı" Münevver
Abla mı?
"Bir gün aniden önünde soyunuveren ve kaç kez
Orhan Veli'nin rüyasına giren
o azgın" mı?
Cenaze arabasındaki çapkın
Üç dostun bir arada olduğu meşhur bir fotoğraf vardır:
Hatta Melih Cevdet
o fotoğrafın şiirini de yazmıştır:
"Dört kişi parkta çektirmişiz /
Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi..."
Diğerlerini biliriz de "bir de Şinasi"yi bilmeyiz.
Meğer Şinasi de bizim okuldanmış. Sesimiz'de yazar, Orhan Veli gibi Gazi Oymağı'nda izcilik yaparmış.
Onun da bir anısı var kitapta:
Şinasi'nin Cebeci'de oturan bir sevgilisi varmış. Bizim kafadarlar Şinasi'yi ona götürecekler ama ceplerinde dolmuş parası yok. Hacı Bayram Camii'ne giderlermiş. Oradan, bir ölü yakınıymış gibi cenaze arabasına doluşup doğru mezarlığa... Mezarlık Cebeci'de ya... Kızı görür dönerlermiş.
Orhan Veli 36 yaşındayken belediyenin kazdığı bir çukura düşerek öldü.
Onu şiirlerle anarken, bize bu güzel "liseli arkadaşımız"ı anımsatan Turan Tanyer'e de "Elleriniz dert görmesin" diyoruz.
HAYRİ BABA
Talebeyle okul kıran öğretmen
Lise 1'deydik. İlk İngilizce dersine girdik. Derse 60 yaşında bir öğretmen geldi.
Yılların yorgunluğu, derin yüz hatlarına ve sarkmış gözaltı torbalarına sinmişti.
Hafif kambur ve hayli ağır yürüyordu.
Ama son derece zevkli giyinmişti.
Davudi bir sesle ve mükemmel bir aksanla İngilizce konuşurken elini iç yeleğinin cebine sokuyor; bu, ona bir İngiliz asilzadesi havası veriyordu.
Malum; öğrenci ilk derste hocayı bir "yoklar"; tabir caiz ise "el ense çeker".
Biz de yoklamıştık "Hayri Baba"yı...
Bir-iki yaramazlık denemesi, sert bir kayaya çarpmıştı adeta...
Fena azar
işittik; "Eşekler... Sıpalar..."Sus pus olduk.
Ama sonra gülümseyiverdi. Ve gülümsediği anda, o otoriter hoca gitti, yerine "baba" sıfatını hak eden bir pamuk öğretmen geldi.
Esprili, hatta komikti.
Kim bilir kaç kuşağı tek kelime İngilizce öğretemeden mezun eden, saman kağıda basılmış ders kitabımız "Gatenby"nin tüm sevimsizliğini unutturan bir sevimliliği vardı.
Şık takım elbisesini toza bulamamak için kara tahtaya mesafeli durmaya çalışarak yazı yazarken sınıftan yükselen gürültüyü "Susun eşek sıpaları... Zaten sizden bir b.k olmaz" diye gürleyerek susturur ama çabuk yatışırdı.
O yatışınca biz öyle azardık ki, sırtına yapıştırılan yazılar, sorulara geyik cevaplar, sınıfa girip çıkışında kopardığımız alkışlarla tam bir Hababam Sınıfı'na dönüşürdük.
Acısını küçük defterini çıkarıp yazılı notlarını okurken çıkarırdı:
"Tayfun: 1... Can: 2... Ela: 3... Mustafa: 4... Pınar: 5... Mine: 7..."
Yazılıda Mine'den bakıp yazmış ve geçmiştik.
Galiba son öğrencileri bizlerdik.
Mezun olduğumuz 1978 yazında Hayri Baba'yı evinde ziyaret etmiş ve onu emekli hayatına uğurlamıştık.
Sonra da bir daha görüşemedik.
Fakir kolejli
Tanyer'in kitabında ona koca bir bölüm ayrıldığını görünce kayıp bir yakınımı bulmuş gibi sevindim; o bölümü heyecan ve hüzünle okudum.
Adanalıymış Hayri Baba...
Zengin ailesi, ekonomik krizde batınca, bitirmek üzere olduğu kolejden ayrılmak zorunda kalmış. Yazıldığı devlet okulunda "Kolejli" diye alay etmişler. Bunun üzerine kolej yöneticileri, iyi futbol oynadığı için, onu spor malzemelerinin sorumlusu olarak koleje tekrar almışlar. Aynı sıralarda bu kez fakir bir öğrenci olarak okumuş.
Mezun olunca Milli Mensucat'ta çalışmış. Orada Orhan Kemal'le tanışmış.
Sonra 1936'da Dil Tarih Fakültesi açılınca İngiliz filolojisi okumaya Ankara'ya gelmiş. Ama filolojiye değil, arkeolojiye girmiş.
Okul bitince bir süre Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde çalışmış. Şimdi hayranlıkla izlediğimiz Hitit heykellerini sırtında taşımış.
1945'te de Atatürk Lisesi'ne gelmiş.
Harika anılar var onunla ilgili... Bir tanesini buraya alayım:
"Bensiz sinema ha!"
Bir gün sınıfa girdiğinde sadece iki öğrencinin bulunduğunu görmüş.
"Diğerleri nerede?" diye sormuş.
Sınıfta kalanlar, hocaya yaranmak için arkadaşlarını "satmışlar":
"Kız lisesinden kızlarla 2 matinesine Büyük Sinema'ya gittiler" demişler.
"Öyle mi? Peki, siz de serbestsiniz" demiş Hayri Baba...
Sonra da doğruca, zaten müdavimi olduğu Büyük Sinema'ya gitmiş.
Gişedeki kıza "Bizim okuldan çocuklar gelecekti, bana onların yanından bir bilet verir misiniz?" demiş.
Sonra sınıfın bulunduğu balkona çıkıp "öğrencileri basmış".
Talebe önce dilini yutmuş şaşkınlıktan, sonra alkışlarla sinemayı yıkmış.
Okulu kıran talebelerle hocaları birlikte oturup film seyretmişler.
Tam "Hayri Baba"lık bir anı...
Sonra 1983'te bir cuma akşamı Atatürk Lisesi Mezunları Derneği'nin balosuna gitmiş.
Çok neşeliymiş o gece; durmadan içmiş, kalkıp dans etmiş.
Cumartesiyi iyi geçirmiş.
Pazar günü kendinden geçmiş.
Ve o gün, kaldırıldığı hastanede sessizce son nefesini vermiş.
Bu da tam "Hayri Baba"lık bir veda töreni...
Bizde emeği kadar, "babalığı" da çoktur.
Nur içinde yatsın!
Yayın Tarihi : 21.10.2007
CAN DÜNDAR