• Merhaba, Kadınlar Kulübü'ne ÜCRETSİZ üye olarak yorumlar ile katkıda bulunabilir veya aklınıza takılan soruları sorabilirsiniz.

öbür Dünya

realist

Nirvana
Kayıtlı Üye
3 Aralık 2006
3.073
132
688
63
ÖBÜR DÜNYA


Ölümüm, ani ve erken oldu. Henüz 35 yaşındaydım ve hazırlıksızdım.
Aşağıya baktım. Doktor, kan-ter içinde şok üstüne şok uygularken, “Geri dön, lütfen geri dön” diye sayıklıyordu. Dönmeyeceğimi biliyordum; öldüğümü de… Üzüldüm onun adına. Gereksiz bir efor kaybı.
Sevdiklerimi göremedim. Çocuklarım, eşim, annem, babam… Dışarıda olmalılar. Doktor, bu acı sahneye tanıklık etmelerini istememiştir. Ama ben, görsünler isterdim. Asılı olduğum yerden, sevgimi boca etmeliydim üzerlerine. Ne iyi olurdu aslında. Bunu yapabilir miydim; bilmiyorum. Yine de, deneme şansım olsaydı keşke. Sonuçta insan, sadece bir kez ölüyor.
Ölüm? Evet ya, ciddi ciddi ölmüştüm ben. Birden aklıma, ölürken kelime-i şahadet getirmediğim geldi. Sonra, en son ne zaman gusletmiştim ben? Yoksa abdestsiz miydim? Dinsiz, imansız mı gidiyordum öbür dünyaya? Hay, kör şeytan!
Dünyadan son izlenimim, doktorun elleriyle gözlerimi kapatışı oldu. Sonrası karanlık bir tünel. Zifirî karanlık… Yürümüyor ya da koşmuyordum. Uçuyordum ben! Oldum olası, adrenalini yüksek aktivitelere ilgi duymuşumdur. Ama yapmaya, hiç şansım olmamıştı. Nasip bugüneymiş. Tavan yapmış bir adrenalinle ürkütücü, heyecanlı ama zevkli bir yolculuktaydım.
Aniden, çılgın bir ışık huzmesiyle karşılaştım. Kör eden bir aydınlık! Yolculuk bitmiş olmalı. Ellerimi gözlerime siper edip, etrafı görmeye çalışırken; “Keşke yanıma, geniş siperlikli bir şapka alsaydım” diye iç geçirdim. Saçmalık elbette. Ölüm insana, neler düşündürüyor?
Mümkün olduğunca kibar ve yumuşak bir sesle; “Merhaba! Kerim ben” diyerek elimi uzattım. İki kişiydiler ve elimi sıkmadılar. Garip bir üniforma giymişlerdi: Kırmızı. Konuşmadılar da… Sanırım Türkçe bilmiyorlardı ya da görev başında konuşmaları yasaktı. Ciddi, ağır ve cüsseli adamlardı. Ya bir de, İngilizce olarak mı tanıtsam kendimi? Ne de olsa, evrensel bir dil.
Biri sağımdan, diğeri solumdan kaptıkları gibi götürdüler beni. Kaydım yapılıyor ve bilgilerim doğrulanıyordu. Ama işlem sırasında, bana tek soru sorulmuyordu. Görevlinin gözbebeklerinde, gözlerimin yansımasını gördüm bir ara. Gözlerimin önünden, tıpkı bir monitör gibi, yazılı olarak bilgilerim geçiyordu. Şu öbür dünya teknolojisi, ne de ilginç! Görevli, bir elindeki fotoğrafa, bir de bana bakarak karşılaştırma yaptı. Hata yoktu; doğru insanın canı alınmıştı. Sonra, parmağıyla yan masayı gösterdi.
O, diğerlerinden farklıydı. Başında bir şey vardı. Bunun ne olduğunu biliyorum ben. Dilimin ucunda ya… Hah, hâle! Başında hâlesi olan biri, mutlaka iyidir. Cesurca dikildim karşısına.
“Otur” dedi.
Aaa, konuşuyordu! Hem de Türkçe!
“Otur” dedi tekrar. “Yorulmuş olmalısın.”
“Yorulmadım hiç” dedim. “Uçarak geldim.”
“Hep böyle derler” dedi ve gülümsedi. “Birazdan görürsün sen yorgunluğu!”
Ne demek şimdi bu? Hâlesi olan biri, aba altından çomak gösterir mi? Oysa, ne kadar sevmiştim onu!
“Yatırımların?”
“İki ev. Söylemesi ayıp, biri yazlık. 2005 model Passat marka bir otomobil, ha bir de borsada bir miktar para.”
“Onu sormadım. Bu dünya için yatırımların?”
Kazık soru! Ömrüm sınavlarla geçti. Türk sınav sisteminin, en zor sorularıyla baş ettim ben. Gel gelelim, buna verecek cevabım yok. Klasik, mahcup ve mazeret üretici öğrenci edâsı takınarak;
“Vallahi, tabii ki yatırım yapmayı planlıyordum. Ama bu kadar erken öleceğimi nerden bilebilirdim? Daha emekli olacaktım. Namaza duracak, oruç tutacak ve hacca gidecektim. Zaman kıtlığı işte. Çalışıp, çoluk çocuğun nafakasını çıkaracağım diye, ibadete vaktim olmadı ki! Hem, İstanbul’da yaşadım ben. Bir gün su varsa, on gün yok. Nasıl abdest alacaksın? Her yer bina. Teyennüm edecek toprak bile yok. Elektrik kesintileri de cabası. Ezanı duymazsın ki, oruç açasın.”
“Su da, elektrikte senin gibiler yüzünden yok. Dünya âhir zamanda, kâfirler!” diye kükredi.
Kekeledim, kem küm ettim.
“Kes!” dedi. “Yanacaksın, tıpkı diğer ölenler gibi!”
“Ne yani, ölenlerin hepsi cehennemde mi? Cennette kimse yok mu?”
“Ne cenneti oğlum? Biz cenneti tedavülden kaldıralı bin yıl oluyor. Silah icat edildi, insanlık bozuldu. Kendi neslinizi, kendi ellerinizle tüketiyorsunuz. Oysa, Tanrı sizleri suretinden yaratmıştı. O’na ihanet ettiniz!”
“İyi ama” dedim, sesim titreyerek. “Sabahtan akşama kadar ibadet eden, onca insana ne oldu?”
“En iyisi, Hacı Hüsam Efendi’ydi. Bakkaldı kendisi. Pirincin taşını bile ayıklardı ağırlık yapmasın, haram geçmesin diye.”
“Nerde şimdi?”
“O da yandı!”
“İyi ama, neden?”
“Tarikata girdi. Bir gün ayin sırasında –ki kafa sallayarak, hu çekiyorlardı- başını yanlış yöne savurunca, yandakinin kafasına çarptı. Beyin kanaması. Kayıtlara, intihar olarak geçti. Kendi canına kıymak, en büyük günahtır.”
“Peki ya, onca iyiliğin, onca ibadetin hiç mi hatırı yok?”
“Bak, genç adam! İnsan, önce aklıyla, sonra yüreğiyle ve en sonra da vücuduyla ibadet eder. Bu üçünden biri olmazsa, ibadette ibadet olmaz. O, aklıyla ibadet etmedi. Tanrı’ya yakın olmak için, tarikata gerek yoktur. En doğru yol, akıl ve yüreğin gösterdiği yoldur.”
Cehenneme doğru yürürken, hâleli adamın söylediklerini düşündüm. Haklıydı. Bir daha dünyaya gelirsem (Acaba tekrar dünyaya gelecek miydim? Niye sormadım ki bunu?) ve ölüm sonrasını hatırlarsam (Acaba hatırlar mıyım? Bunu da sormalıydım.) aklım, yüreğim ve vücudumla ibadet edeceğim.
Reenkarnasyon var mı? Geri dönüp sorsam mı? Neden ıslağım ben? Burası ne kokuyor? Bağıran kim?
“Utanmıyor musun, 35 yaşında adam, yatağına işemeye? Rezillik! Kalkta, yatağı temizleyeyim.”
Karım? İyi ama, ölmedim mi ben? Yani?... Hey, yaşıyorum! Seni seviyorum, başı hâleli adam! Söylediklerini, asla unutmayacağım!
Banyoya doğru giderken karımın;
“Yatağına işediği için mutlu olanı da, ilk kez görüyorum” dediğini duydum.

Afife YOLMAZ
 
aklıyla,yüreğiyle,ve bedeniyle ne güzel böyle ibaded etmek.herkeze nasib etsin yüce rabbim.bahanelerin gecersiz olduğu bir dünya öyle değilmi.emeğine sağlık realitstim.a.s.
 
Back