GİDERKEN...
Hayatın nasıl bir başı ve sonu varsa terapilerin de bir başı ve sonu vardır. Bazen sadece tek bir saattir birlikte geçirilen zaman. Başladığı gibi biter. Kısacık süren bir hayat gibi. Doğmak ve sonra hemen ölmek gibi. Bazen onlarca görüşme, onlarca saat. Doğmak ve uzunca yaşamak gibi. Ama eninde sonunda onlarca saat de bir bitiş çizgisinde duruverir. Eninde sonunda öldüğümüz, bir çizgide duruverdiğimiz bir hayat gibi.
Ona Sümbül ismini veriyorum. Bir keresinde sümbülleri çok sevdiğini söylediği için. “Hele mor renkli olanlara bayılıyorum” demişti.
Sümbül “Bu son görüşmemiz olacak, bir daha sana gelemeyeceğim. Çünkü ani bir gelişme oldu ve uzun bir süre İzmir’de çalışacağım. Büyük olasılıkla orada yaşayacağım, yani yaşayacağız” dediğinde birden terapist gururum inciniyor.
“Seansları bitirmeyi birlikte karar vereceğimizi sanıyordum” diyorum şaşkınlığın verdiği saflıkla. Yüzüme bakıyor.
“Anladım, bundan alındın ama alınacak bir şey yok ki, bu zorunlu bir bitirme” diyerek beni teselli etmeye çalışıyor.
“Zorunlu bir bitirme. Doğru ya. Zorunlu bitirme ise gururunu incitecek bir şey yok ortada” diyorum kendime. Bugün niye alınganım? “Bunlar” diyorum içimden ”en zorunlu ayrılığa, ölmeye alışma sahneleri.”
“Senden istediğim şu: Lütfen bu konuda bana cimri davranma. Bu benim çok işime yarayacak. Seninle birçok görüşme yaptık. Kendimle ilgili bir çok şey öğrendim. Şimdi sana bazı sorular soracağım. Bunları yanıtlarsan gerçekten çok sevinirim. Bana son bir şey vermiş olursun.”
“Peki” diyorum. “Peki” dediğime bin pişman olacağımı bilmeyerek.
“Sen, yani bir terapist olarak sen, hayatla nasıl başa çıkıyorsun, bu konuda sana neler yardımcı oluyor?”
Her terapistin canını sıkan bir soru bu. Özel hayata dair bir soru, sorgulanma. Bu kadar çok acıyı dinleyen terapist kendisini nasıl sıyırır dünyanın karanlık yüzünden? Hangi sihirli cümleleri vardır? Hangi acılar onun da yüreğini burkar? O da kaygı duyar mı, endişelenir mi, üzülür mü, ağlar mı, sevinir mi, çocuk gibi mutlu olabilir mi? Hayatta her konuda başarılı mıdır? Tökezlediği olur mu? Her şeyi başarabilir mi? Nasıl öfkelenir acaba? Yürüdüğü yol aydınlık mıdır yoksa o da hastaları gibi el yordamıyla mı yol alır? Kimse bilmez, belki bilmek istemez ki, hepimiz bu işin-yaşama işinin içinde birlikteyiz.
İtiraz ediyorum. “Herkesin bu soruya vereceği yanıt başkadır Sümbül. Yani her terapistin kendisi için, kendine özgü başa çıkma yolları, yöntemleri olabilir. Genel geçer şeyler olmayabilir bunlar.”
“Ben zaten genel geçer şeyleri değil, terapist olarak senin başa çıkma yöntemlerini merak ediyorum ve ilk sorumu soruyorum. Hayat seni çok zorladığında ilk aklına gelen şey ne oluyor?”
Duraklıyorum. Allah’ım nasıl savuşturacağım bu soruları!
“Evlilik ne zaman? Düğününe beni çağıracak mısın?” diye takılıyorum.
“Boşa zaman harcıyorsun, seni düğünüme çağırmayacağım; çağırsam da gelmezsin zaten, bunu biliyorum. Şimdi nişanlımın tayininin de İzmir’e çıkıp çıkmadığını soracaksın konuyu dağıtmak için. Evet, o da İzmir’e geliyor. Bundan önceki görüşmeye katıldığına çok mutlu oldu, sana çok selamı var. Önemli bir toplantısı olmasaydı bu görüşmeye de katılacaktı. Soruma dönelim şimdi. Evet, cevap bekliyorum, hayat zor geldiğinde aklına ilk gelen şey?”
“Beled Suresi’nin dördüncü ayeti” diyorum. “Biz insanı zorluk, sıkıntı ve meşakkat içinde yarattık”
“Bu seni nasıl rahatlatıyor?” diye soruyor. Ayrıntılı olarak anlattırıyor bana. Bir yandan da not alıyor. Kendimi rahatsız hissediyorum. Kendimi çok rahatsız hissediyorum. Sanki terapi seansında değiliz de benimle röportaj yapıyor havası esiyor odada.
“Kendini kötü hissettiğinde neler yaparsın?”
“Yürürüm. Aslında her gün yürürüm çoğunlukla. Gökte ayı seyrederim. Ağaçları seyrederim”
“Neden ağaçlar?” diye soruyor.
“Ağaçların uzun ömürleri var ve onları her mevsim gözlemleme imkânına sahibim. Her gün bahçedeki ağaçlara bakmak âdetimdir. İçlerinden biri favorimdir.”
“Hangisi? Yani ne ağacı?”
“Bunu da sorma artık, bu da bana kalsın istersen” diyorum kızarak.
“Peki. Hangi müziği dinlersin?”
“Hayır, bu kadarı fazla. Bu soruyu yanıtlamayacağım.”
“Çok rica ediyorum. Lütfen, en azından en son hangi şarkıyı dinledin, bunu söyle bana.”
Onu kırmak istemiyorum. Ama terapi saatini de boşa harcamak istemiyorum. Huzursuzluğum artıyor. Bana öyle bir bakıyor ki birden “Pink Floyd’un Time-Zaman şarkısı” diyorum. Niye kendimi tutamıyorum bugün?
“Gerçekten mi? Çok şaşırdım. En favori şarkılarımdan biridir. Bu şarkının bir dörtlüğü ezberimdedir benim biliyor musun?” diyerek şarkının önce İngilizcesini sonra Türkçesini söylüyor.
...................
“Ve koşarsın koşarsın güneşi yakalamak için ama güneş batmakta
Ve dolanmakta sana tekrar görünmek için
Güneş aynı güneş aslında ama sen daha yaşlısın artık
Bir nefeslik ömrün var ve bir gün daha yakınsın ölüme”
Bir bu eksikti. Allah’tan şarkının sadece sözlerini söylüyor.
Şarkı zaten canımı yakmıştı, bir kere daha yanıyor canım. “Bir nefeslik ömrüm var ve bir gün daha yakınım ölüme” diyorum. İçimden. Sessizce. Kimseler duymasın bunu. Hele Sümbül hiç duymasın.
“Sence bir insan hayatta huzurlu yaşamak için neyi mutlaka öğrenmelidir?”
“Sümbül, görüşmeyi boşa harcıyoruz gibi endişe var içimde. Lütfen görüşmeyi senin sorunlarına odaklanarak değerlendirelim.”
“Benim seansım değil mi bu?” diye itiraz ediyor. “Bu saatin parasını ben veriyorsam, seansı nasıl istersem öyle değerlendirme hakkım yok mu? Ayrıca zaten bu seans benim için. Merak etme. Terapist yanının yönlendiriciliğini bırakıp senden istediklerimi yerine getirirsen sevinirim.”
“Bir insan teslimiyeti, razı olabilmeyi öğrenmeli huzurlu olabilmek için.”
“Bunu hep söylersin sen” diyor. Uzun uzun bundan ne kastettiğimi soruyor. Çoğunlukla ben onu konuştururdum. Bugün ise Sümbül beni konuşturuyor.
“Kendini en huzurlu hissettiğin an ne zamandır?”
“O’nun beni duyduğunu derinden hissettiğim zamanlarda” diye yanıtlıyorum.
“Bak bu ilginç. Ben şöyle bir sorun yaşıyorum. O benim sesimi duyuyor ama bana yanıt vermiyor gibi geliyor bazen.”
“Sesinin duyulduğuna odaklanmalısın. Sadece ve sadece sesinin O’nun tarafından duyulduğuna. Bu insana yeter. Sana cevap verip vermediğine odaklandığında sesinin duyulmasının kalbine getirdiği huzuru kaçırırsın. Sen sonuca odaklanıyorsun. Sürece odaklanmalısın.”
“Bak” diyor sevinçle “yine kendimle ilgili bir şey öğrendim. Endişelenmen boşuna, gördüğün gibi seansı kendim için değerlendiriyorum.”
Başka sorular da soruyor ve son bir istekte bulunuyor. Kendisi için son bir şey istiyor benden. Diyor ki “Giderken bana son bir şeyler söyle.”
“Giderken”, “son” “bir şeyler”. Yüreğimi burkuyor bu cümle. “Son”, “gitmek” sözcükleri başka başka sözcüklere sıçrıyor, başka sözcüklerin üzerine konuyor, sözcüklerden sözcük türetme oyunu gibi başka sözcükler, olaylar, ölümler, ayrılıklar, anılar doluşuyor zihnimin içine.
“Bu yüzden çok dikkatlice seçmelisin” diye uyarıyor ve ekliyor: “O cümleyi yazacağım ve” saatine bakıyor. “O cümleyi yazacağım ve gideceğim. Çünkü zamanımız dolmuş.”
“Varolmanın değerli bir şey olduğunu hiç aklından çıkarma” diyorum, duraklıyorum, “virgül” diyorum ve ilave ediyorum “Kimse, hiç kimse varolmayı bahşeden Yaratıcı kadar sevemeyecek seni. Kimse O’nun sana verdiği gibi değer veremeyecek. Dünyanın en güzel kızı olsan da bu böyle olacak.”
“Ben” diyor “zaten dünyanın en güzel kızıyım. Artık kendimi çirkin hissetmiyorum. Neydi senin şu iki kavramın? Ya, çok yaşlı değilsin ama bazen fazla Osmanlıca kelime kullanıyorsun.”
“Hüsn-ü siret ve hüsn-ü suret.”
“Hah işte onlar. Artık güzellik kavramım suretten sirete kaydı. Güzellik anlayışım yüzümün güzelliğinden duygularımın güzelliğine, kalbimin güzelliğine kaydı. Biliyor musun, şunu fark ettirdin bana; benim gerçekten güzel duygularım var. Güzel bir kalbim var. Sonra insan davranışlarının güzel olabileceğini anladım. Ve davranışlarımın da -içinde olmayanları varsa da- çoğunun güzel olduğunu anladım. Ben yüzümden ibaret değilim. Ayrıca çok sevineceğin bir haberim var. Estetik ameliyatı olmaktan vazgeçtim. Bir de senden son bir şey rica edeceğim.”
Hayır, nedir rican diye sormayacağım. Kimbilir Sümbül yine ne isteyecek? Susuyorum. Biraz alınmış gibi bakıyor. Alınsın. Bugün alışık olmadığım bir seans yaşattı bana. Bana ait bilgileri benden söküp aldı. En sevdiğim şarkıyı bile öğrendi.
“Kendini çirkin hisseden tüm kızlar ve erkekler için bir yazı yaz, olur mu?”
“Bilmiyorum, şu sıralar yazı yazacak kıvamda hissetmiyorum kendimi, söz veremem” diyorum.
“Sen başla yazmaya, gerisi gelir” diye ısrar ediyor. Allah’ım, Sümbül bu kadar ısrarcı biri değildi.
“Söz vermiyorum ama çalışırım” diyorum.
Seviniyor ve gidiyor. Giden her insan, yanına bir şeyler alır götürür. Giden her insan, bir şeyler bırakır, öyle gider.
Sümbül bana ne bırakıyor? Bir seans ücreti mi? Hastalarım bana bir seans ücretinden çok fazlasını bırakırlar hep. Ama çoğu bunu bilmez.
Bununla ilgili bir yazı yazmalıyım. Hanımefendi bir de yazı ısmarladılar ya! Başlığını da “Güzellik nedir?” koymalıyım. Yok hayır, bu iddialı bir başlık olur. “Güzel olmak nedir?” daha uygun yazacaklarıma. Ve bu yazıyı kendini çirkin hisseden tüm kızlara ve erkeklere adamalıyım. Çünkü onlar içimi en çok burkan insanlar olmuştur. Sümbül bunu bilmiyor.
Caddeye çıkıyorum. Yürüyorum. Zihnimde o şarkının iki mısraıyla birlikte yürüyorum.
“Ve koşarsın koşarsın güneşi yakalamak için ama güneş batmakta
Ve dolanmakta sana tekrar görünmek için”
Güneş batıyor, ay görünüyor, gece oluyor, güneş dolanıyor ve geri geliyor. Hepsi de aynı güzellikte değiller. Hepsi de farklı güzellikteler.
Mustafa ULUSOY