- 9 Kasım 2013
- 1.723
- 1.764
Bir aylık bebeğiniz konuşabilseydi ve şöyle deseydi ne yapardınız: “Senin huzursuzluğunu, senin ilgisizliğini istemiyorum, benimle bağ kuramıyorsun, SENİ istemiyorum. Benimle başka birisi ilgilensin.” Ya da birisi size şunu söyleseydi:“Bir çocuk sevginize en çok, bunu en az hak ediyor olduğu zaman ihtiyaç duyar.
“İstenmeyen çocuk” lafını biliyoruz da, şimdi bu nereden çıktı, diyebilirsiniz. Herhangi bir yerde bu tanıma rastlamış olma ihtimaliniz yok, zira büyük olasılıkla ilk kez ben kullanıyorum.
Vizyona girdiğinde seyretme imkânım olmamıştı, “Kevin Hakkında Konuşmalıyız” (We Need to Talk About Kevin) adlı filmi. Nihayet seyredebildim ve daha seyrediyorken zihnimde “istenmeyen anne” tanımı dönmeye başladı; film bittiğinde emindim artık, yıllardır ebeveyn-çocuk ilişkisi üzerinde çalışan birisi olarak çokça karşıma çıkan bir olguyu bu film daha iyi tanımlamama vesile oldu:
Bebeklik çağındaki çocuk, tek ifade aracı olan “ağlamayı” öncelikle temel fizyolojik ihtiyaçlarını ona bakan yetişkinlere bildirmek için kullanırken, ilgi görme, sevgi, huzur, sakinlik, güven hissetme vb. duygusal-sosyal ihtiyaçlarını da yine ağlayarak iletmeye çalışıyor. Ancak çocuğun fizyolojik ihtiyaçlarını anlayan ve karşılayan ebeveyn, duygusal-sosyal ihtiyaçlar söz konusu olduğunda başarısız olabiliyor.
Annenin bu başarısızlığı karşısında çaresizlik içindeki bebek ise ağlayarak şunu anlatmaya çalışıyor: “Ben senin huzursuzluğunu istemiyorum, senin ilgisizliğini istemiyorum, benimle bağ kuramıyorsun ve seni istemiyorum. Benimle başka birisi ilgilensin. Anlamıyor musunuz, görmüyor musunuz, sakin, güven veren birisi benimle ilgilendiğinde ağlamıyorum, nasıl bu kadar kör olabilirsiniz? Bende bir sorun yok, öyle olsa benimle güzel bir şekilde iletişim kuran kişilere de tepki vermem, ağlamam gerekmez mi? Uyanın artık, kendinize bakın.”
Biz nerede hata yaptık?
Anneyi izliyoruz film boyunca, anneliğe hiç hazır olmadığını, çocuğu aslında hiç istemediğini, donuk, soğuk yüz ifadesiyle çocuğa hiçbir duygusal aktarımda bulunamadığını, temel bağlanmanın gerçekleşmediğini görüyoruz; ama bir yandan da “ne yapsın kadın, doğduğu andan itibaren o kadar zor bir çocuk ki, ne yapsa etse kâr etmiyor,” diyoruz. Anneye kızar gibi oluyoruz ama devam etmiyor, ilerlemiyor kızgınlığımız; zira anneliğe atfedilen kutsallık bizi engelliyor, “kötü tohum işte, elden ne gelir ki”, diyoruz… ve meseleyi kapatmayı istiyoruz…
Mesele kapanmıyor ama, içten içe biliyoruz ya da biliyor gibiyiz, nerede hata yaptığımızı, neden çocuğumuza ulaşamadığımızı…
Birkaç hafta önce verdiğim bir seminere, zihnimde dönüp duran bu konuyla başlıyorum. Müthiş bir şey oluyor, bir anne söz alıyor, siz tam benim ilk anneliğimde yaşadığımı anlatıyorsunuz, diyor. “Çocuğum benim kucağımda sürekli huzursuzdu, ağlaması hiç kesilmezdi, ama kız kardeşim kucağına aldığında hemen sakinleşirdi,” diye devam ediyor. Sonra, o dönemde anneliğe hiç hazır olmadığını, ağır çalışma koşulları altında yaşadığını, eşinden hiç destek alamadığını anlatıyor.
Bu sürpriz paylaşımın şaşkınlığını üzerimden atıp, anneye teşekkür ediyorum. Teşekkür ne kelime, içimden geçen daha fazlası; kalkıp sarılmak istiyorum bu anneye. Bugüne kadar bir annenin böyle bir “yüzleşme” içine girdiğini görmediğimi söylüyorum, ona ve diğer katılımcılara.
Savunma: “Ama ben iyi bir anneyim!”
Sıklıkla karşıma çıkan bir ifade var, annelerin başvurduğu: “Bu çocuğumun sorunları var, ama ben iyi bir anneyim. Bakın, iki çocuğum daha var, onlarda bu sorunlar yok.”
Bu ifadede öne çıkan vurgu, “Kevin Hakkında Konuşmalıyız” kitabının yazarı Lionel Shriver’ın romanda yarattığı anne karakterinde de dolaylı olarak karşımıza çıkıyor. Kevin’in annesi bir çocuk daha doğuruyor, bu kez kız çocuğu. Bu çocuğun gelişiminde herhangi bir sorun görmüyoruz.
Okur/seyirci bunu görünce şöyle düşünmeye başlıyor: Kevin’deki bu gelişim sorunlarına anne yol açmış olsa, aynı anne diğer çocuğunda da sorunlar yaşıyor olmaz mıydı, diyor ve anneye odaklanmayı bırakıp sorunu tamamen çocuğa yüklüyor.
Savunma: “Çocuklarımı ayırt etmedim!”
Öyleyse şimdi bakalım şu “diğer çocuğumda/çocuklarımda sorun yok” savunmasına. En başta şunu değerlendirmek gerek: Diğer çocukta veya çocuklarda hakikaten hiç sorun yok mu? Aynı sorun, aynı şiddette yok belki, ama hiç sorun yok denebilir mi? Yıllardır biliyorum ki, sorunu ancak bir uzman tarafından teşhis konduğunda sorun olarak kabul etme yanlışı çok yaygın.
Diğer çocukta sorun olmadığını kabul ettiğimizde, bu kez sorun yaşayan çocuk aynı şekilde mi büyütüldü diye sormamız gerek. Birden fazla çocuk büyüten anne-baba hiçbir zaman her çocuğuna aynı tavır ve tutum içinde değildir. Bakmayın siz sorulduğunda “hiçbir çocuğuma karşı ayrım gözetmedim” demelerine, bal gibi de yaparlar bunu, sonra da, “her biri aynı değerde benim için,” diye konuşmaya devam ederler. Kağıt üzerinde öyledir öyle olmasına, ya da vicdanlarında öyle olmasını dilerler, ama pratikte öyle değildir maalesef.
Kız çocuğuna yaklaşımları farklıdır, erkek çocuğuna farklıdır, ilk çocuğa yaklaşımları farklıdır, son çocuğa farklıdır. Yaklaşımdaki küçük-büyük farklardan öte, bazı çocuklar annelerinin veya babalarının “gözdeleridir”. Tamam, duygu olarak, sevgi olarak anne belki ayrım gözetmez, ayrım gözetmemeye çalışır, ama yaklaşımında, tavrında, tutumunda farklıdır işte. Öte yandan annenin her çocuğa hamileliği de, doğurduktan sonraki durumu da aynı değildir. Aynı değildir, çünkü en başta şunu görmek gerekir, aynı yaşta değildir. Hiç kimse sözgelimi 24 yaşındayken ve 27 yaşındayken aynı kişi olamaz. Aynı kişi değilseniz, aynı anne olmanız nasıl mümkün olabilir?
Seçilmiş çocuk-ihmal edilmiş çocuk
Tüm bunların yanı sıra başka bir gözlemim de var: Eğer bir ailede çocuklar arasında gelişim, yetenek, başarı vs. açısından büyük farklar varsa, o ailede çok ciddi yanlışlar hakimdir. Sözgelimi anne rahat büyütebileceğini kestirdiği bir çocuğu seçer ve o seçilmiş çocuk gelişim başarısıyla parlar; ama orada bir veya daha fazla gölgede bırakılmış çocuk vardır ve kimi zaman çok açık gerçekleşen bu ihmal ve adaletsizlik kimse tarafından görülmez.
Anne, kırılgan kişiliğiyle ve/ya bencil-hırslı yapısıyla, varoluşunu gerçekleştirmede zorlanmasıyla, evliliğinin oturmamışlığıyla, eşinin destek vermiyor oluşuyla, tüm diğer zorluk ve zaafların ortasında çocuk doğurmaya ve büyütmeye hazır olmayışıyla, doğum öncesinden başlayarak ama özellikle doğduğu andan itibaren çocuğun ona “sunduğu” profile mahkûmdur aslında.
Kısır döngü
Şöyle bir mahkûmiyettir bu: Çocuk sakinse, huzurluysa (hatta “güzelse”, “sevimliyse”) ve anneden çok şey talep eder durumda değilse, diğer bir deyişle anne çocuktan beslenebiliyorsa, annenin o çocukla uyum oluşturması kolaylaşıyor, hatta o çocuk “seçilmiş çocuk” olabiliyor; ama çocuk daha anne karnından başlayarak huzursuz bir çocuk ise, doğduğu andan itibaren de, beslenmesi, sindirimi, uykusu sıkıntılıysa ve ağlaması da durmuyorsa, annenin çocukla uyum oluşturması fevkalade zor oluyor.
Neticede kimse insanüstü güçlere sahip değil, zorlayıcı durumlarda herkes belli ölçüde zorlanacaktır. Ancak, tekraren yazıyorum, kırılgan ve/ya bencil/hırslı yapıda, varoluşunu gerçekleştirme sıkıntısı içindeki anne bu durumda çok daha fazla zorlanacaktır; çocukla arasında bağ oluşmayacak ve bir kısır döngü ortaya çıkacaktır. Hamilelik döneminden başlayarak annenin huzursuzluğu çocuğa, doğduğu andan itibaren çocuğun huzursuzluğu anneye, sonra yine annenin huzursuzluğu çocuğa geçecektir, ta ki anne bu kısır döngüyü kırmanın bir yolunu bulana kadar. Hele ki ortada baba yoksa, başka destek olacak kişiler de yoksa, bu kısır döngünün kırılması imkânsıza yakın olacaktır.
Sorumluluk kimde?
Oysa anne (yetişkin) ve çocuk (dili olmayan bebek), eşit düzeyde iki kişinin ilişkisi gibi bir ilişkide değildir. Dolayısıyla, ebeveyn-çocuk arasında bir kısır döngü varsa, bunun sorumluluğu ortaklaşa olarak ebeveyn ve çocukta değildir, sadece ebeveyndedir. Yetişkin (ebeveyn), yaşadıklarının farkına varma, durumu kavrama, anlama ve bilinç oluşturup sorunu çözme sorumluluğunu taşımalıdır.
Shriver’ın “Kevin…” adlı kitabının başına yerleştirdiği Erma Bombeck’den alınmış nefis bir cümle var: “Bir çocuk sevginize en çok, bunu en az hak ediyor olduğu zaman ihtiyaç duyar.”
İşte tam da ebeveynin anlaması gereken budur. Ne yapıp edip, nereden yardım-destek alacaksa alıp, bu meseleyi çözecektir, bunun sorumluluğu sadece ondadır. Çocuk dünyaya gelmiştir sadece, o da kendi kararıyla değil. Ona ulaşmanın yolunu biz ebeveynler bulacağız, o bize ulaşmanın yolunu bulacak değil.
Yüzleşme
Meselenin özünde “yüzleşebilmek” yatar. Fakat anne, bu durumla yüzleşmeye yanaşmaz, annelik için zorlar kendisini, o iyi anne olmak, olamasa da öyle görünmek zorundadır; ona yüklenmiş ve onun da kabul ettiği bir misyondur bu. Bir şeyleri de dener, kendi bildiğince. Ama sonuç kötü olur çoğu zaman. Dönüp yine de kendisiyle yüzleşmez, üstelik bir zaman sonra sorunlar arttığında ve birileri “kötü tohum” vurgusu yaptığında, vicdanen rahatlama fırsatı önüne çıkmış olur, o da bunu hiç düşünmeden kullanır (kötü tohum vurgusu benzer durumları yaşamış başka ebeveynlerden de gelebilir, cahil uzman gruplarından da).
Yukarıda anlattığım “bebeğim benim kucağımdayken hep ağlıyordu, ama kız kardeşimin kucağında sakinleşiyordu” diye müthiş bir yüzleşme örneği gösteren anne ise, bu yüzleşmeyle birlikte çocuğunun onu “istemiyor” olduğunu apaçık bir şekilde anlamış ve anlatmış oluyordu. Bunu anladığı ve anlatabildiği andan itibaren de çözüme ulaşma imkânlarının da oluşacağını görebilecektir, emin olun.
Şimdi dönüp baksın her ebeveyn kendisine, nasıl oluyor da rahatlıkla “istenmeyen çocuk” diyoruz da, “istenmeyen anne”den hiç söz etmiyoruz? Neden kimse kendi eksiklikleriyle, zayıflıklıklarıyla yüzleşmiyor ve neden herkes sözbirliği etmişçesine zavallı savunmasız çocuğa yükleniyor?
Çocukların “haklarından” dem vuranlar, kolay görünür olmayan ama görünür olan adaletsizliklerden çok daha ağır sonuçları olabilen bu adaletsizlik hakkında ne diyecekler acaba?
alinti
üstün öngel
“İstenmeyen çocuk” lafını biliyoruz da, şimdi bu nereden çıktı, diyebilirsiniz. Herhangi bir yerde bu tanıma rastlamış olma ihtimaliniz yok, zira büyük olasılıkla ilk kez ben kullanıyorum.
Vizyona girdiğinde seyretme imkânım olmamıştı, “Kevin Hakkında Konuşmalıyız” (We Need to Talk About Kevin) adlı filmi. Nihayet seyredebildim ve daha seyrediyorken zihnimde “istenmeyen anne” tanımı dönmeye başladı; film bittiğinde emindim artık, yıllardır ebeveyn-çocuk ilişkisi üzerinde çalışan birisi olarak çokça karşıma çıkan bir olguyu bu film daha iyi tanımlamama vesile oldu:
Bebeklik çağındaki çocuk, tek ifade aracı olan “ağlamayı” öncelikle temel fizyolojik ihtiyaçlarını ona bakan yetişkinlere bildirmek için kullanırken, ilgi görme, sevgi, huzur, sakinlik, güven hissetme vb. duygusal-sosyal ihtiyaçlarını da yine ağlayarak iletmeye çalışıyor. Ancak çocuğun fizyolojik ihtiyaçlarını anlayan ve karşılayan ebeveyn, duygusal-sosyal ihtiyaçlar söz konusu olduğunda başarısız olabiliyor.
Annenin bu başarısızlığı karşısında çaresizlik içindeki bebek ise ağlayarak şunu anlatmaya çalışıyor: “Ben senin huzursuzluğunu istemiyorum, senin ilgisizliğini istemiyorum, benimle bağ kuramıyorsun ve seni istemiyorum. Benimle başka birisi ilgilensin. Anlamıyor musunuz, görmüyor musunuz, sakin, güven veren birisi benimle ilgilendiğinde ağlamıyorum, nasıl bu kadar kör olabilirsiniz? Bende bir sorun yok, öyle olsa benimle güzel bir şekilde iletişim kuran kişilere de tepki vermem, ağlamam gerekmez mi? Uyanın artık, kendinize bakın.”
Biz nerede hata yaptık?
Anneyi izliyoruz film boyunca, anneliğe hiç hazır olmadığını, çocuğu aslında hiç istemediğini, donuk, soğuk yüz ifadesiyle çocuğa hiçbir duygusal aktarımda bulunamadığını, temel bağlanmanın gerçekleşmediğini görüyoruz; ama bir yandan da “ne yapsın kadın, doğduğu andan itibaren o kadar zor bir çocuk ki, ne yapsa etse kâr etmiyor,” diyoruz. Anneye kızar gibi oluyoruz ama devam etmiyor, ilerlemiyor kızgınlığımız; zira anneliğe atfedilen kutsallık bizi engelliyor, “kötü tohum işte, elden ne gelir ki”, diyoruz… ve meseleyi kapatmayı istiyoruz…
Mesele kapanmıyor ama, içten içe biliyoruz ya da biliyor gibiyiz, nerede hata yaptığımızı, neden çocuğumuza ulaşamadığımızı…
Birkaç hafta önce verdiğim bir seminere, zihnimde dönüp duran bu konuyla başlıyorum. Müthiş bir şey oluyor, bir anne söz alıyor, siz tam benim ilk anneliğimde yaşadığımı anlatıyorsunuz, diyor. “Çocuğum benim kucağımda sürekli huzursuzdu, ağlaması hiç kesilmezdi, ama kız kardeşim kucağına aldığında hemen sakinleşirdi,” diye devam ediyor. Sonra, o dönemde anneliğe hiç hazır olmadığını, ağır çalışma koşulları altında yaşadığını, eşinden hiç destek alamadığını anlatıyor.
Bu sürpriz paylaşımın şaşkınlığını üzerimden atıp, anneye teşekkür ediyorum. Teşekkür ne kelime, içimden geçen daha fazlası; kalkıp sarılmak istiyorum bu anneye. Bugüne kadar bir annenin böyle bir “yüzleşme” içine girdiğini görmediğimi söylüyorum, ona ve diğer katılımcılara.
Savunma: “Ama ben iyi bir anneyim!”
Sıklıkla karşıma çıkan bir ifade var, annelerin başvurduğu: “Bu çocuğumun sorunları var, ama ben iyi bir anneyim. Bakın, iki çocuğum daha var, onlarda bu sorunlar yok.”
Bu ifadede öne çıkan vurgu, “Kevin Hakkında Konuşmalıyız” kitabının yazarı Lionel Shriver’ın romanda yarattığı anne karakterinde de dolaylı olarak karşımıza çıkıyor. Kevin’in annesi bir çocuk daha doğuruyor, bu kez kız çocuğu. Bu çocuğun gelişiminde herhangi bir sorun görmüyoruz.
Okur/seyirci bunu görünce şöyle düşünmeye başlıyor: Kevin’deki bu gelişim sorunlarına anne yol açmış olsa, aynı anne diğer çocuğunda da sorunlar yaşıyor olmaz mıydı, diyor ve anneye odaklanmayı bırakıp sorunu tamamen çocuğa yüklüyor.
Savunma: “Çocuklarımı ayırt etmedim!”
Öyleyse şimdi bakalım şu “diğer çocuğumda/çocuklarımda sorun yok” savunmasına. En başta şunu değerlendirmek gerek: Diğer çocukta veya çocuklarda hakikaten hiç sorun yok mu? Aynı sorun, aynı şiddette yok belki, ama hiç sorun yok denebilir mi? Yıllardır biliyorum ki, sorunu ancak bir uzman tarafından teşhis konduğunda sorun olarak kabul etme yanlışı çok yaygın.
Diğer çocukta sorun olmadığını kabul ettiğimizde, bu kez sorun yaşayan çocuk aynı şekilde mi büyütüldü diye sormamız gerek. Birden fazla çocuk büyüten anne-baba hiçbir zaman her çocuğuna aynı tavır ve tutum içinde değildir. Bakmayın siz sorulduğunda “hiçbir çocuğuma karşı ayrım gözetmedim” demelerine, bal gibi de yaparlar bunu, sonra da, “her biri aynı değerde benim için,” diye konuşmaya devam ederler. Kağıt üzerinde öyledir öyle olmasına, ya da vicdanlarında öyle olmasını dilerler, ama pratikte öyle değildir maalesef.
Kız çocuğuna yaklaşımları farklıdır, erkek çocuğuna farklıdır, ilk çocuğa yaklaşımları farklıdır, son çocuğa farklıdır. Yaklaşımdaki küçük-büyük farklardan öte, bazı çocuklar annelerinin veya babalarının “gözdeleridir”. Tamam, duygu olarak, sevgi olarak anne belki ayrım gözetmez, ayrım gözetmemeye çalışır, ama yaklaşımında, tavrında, tutumunda farklıdır işte. Öte yandan annenin her çocuğa hamileliği de, doğurduktan sonraki durumu da aynı değildir. Aynı değildir, çünkü en başta şunu görmek gerekir, aynı yaşta değildir. Hiç kimse sözgelimi 24 yaşındayken ve 27 yaşındayken aynı kişi olamaz. Aynı kişi değilseniz, aynı anne olmanız nasıl mümkün olabilir?
Seçilmiş çocuk-ihmal edilmiş çocuk
Tüm bunların yanı sıra başka bir gözlemim de var: Eğer bir ailede çocuklar arasında gelişim, yetenek, başarı vs. açısından büyük farklar varsa, o ailede çok ciddi yanlışlar hakimdir. Sözgelimi anne rahat büyütebileceğini kestirdiği bir çocuğu seçer ve o seçilmiş çocuk gelişim başarısıyla parlar; ama orada bir veya daha fazla gölgede bırakılmış çocuk vardır ve kimi zaman çok açık gerçekleşen bu ihmal ve adaletsizlik kimse tarafından görülmez.
Anne, kırılgan kişiliğiyle ve/ya bencil-hırslı yapısıyla, varoluşunu gerçekleştirmede zorlanmasıyla, evliliğinin oturmamışlığıyla, eşinin destek vermiyor oluşuyla, tüm diğer zorluk ve zaafların ortasında çocuk doğurmaya ve büyütmeye hazır olmayışıyla, doğum öncesinden başlayarak ama özellikle doğduğu andan itibaren çocuğun ona “sunduğu” profile mahkûmdur aslında.
Kısır döngü
Şöyle bir mahkûmiyettir bu: Çocuk sakinse, huzurluysa (hatta “güzelse”, “sevimliyse”) ve anneden çok şey talep eder durumda değilse, diğer bir deyişle anne çocuktan beslenebiliyorsa, annenin o çocukla uyum oluşturması kolaylaşıyor, hatta o çocuk “seçilmiş çocuk” olabiliyor; ama çocuk daha anne karnından başlayarak huzursuz bir çocuk ise, doğduğu andan itibaren de, beslenmesi, sindirimi, uykusu sıkıntılıysa ve ağlaması da durmuyorsa, annenin çocukla uyum oluşturması fevkalade zor oluyor.
Neticede kimse insanüstü güçlere sahip değil, zorlayıcı durumlarda herkes belli ölçüde zorlanacaktır. Ancak, tekraren yazıyorum, kırılgan ve/ya bencil/hırslı yapıda, varoluşunu gerçekleştirme sıkıntısı içindeki anne bu durumda çok daha fazla zorlanacaktır; çocukla arasında bağ oluşmayacak ve bir kısır döngü ortaya çıkacaktır. Hamilelik döneminden başlayarak annenin huzursuzluğu çocuğa, doğduğu andan itibaren çocuğun huzursuzluğu anneye, sonra yine annenin huzursuzluğu çocuğa geçecektir, ta ki anne bu kısır döngüyü kırmanın bir yolunu bulana kadar. Hele ki ortada baba yoksa, başka destek olacak kişiler de yoksa, bu kısır döngünün kırılması imkânsıza yakın olacaktır.
Sorumluluk kimde?
Oysa anne (yetişkin) ve çocuk (dili olmayan bebek), eşit düzeyde iki kişinin ilişkisi gibi bir ilişkide değildir. Dolayısıyla, ebeveyn-çocuk arasında bir kısır döngü varsa, bunun sorumluluğu ortaklaşa olarak ebeveyn ve çocukta değildir, sadece ebeveyndedir. Yetişkin (ebeveyn), yaşadıklarının farkına varma, durumu kavrama, anlama ve bilinç oluşturup sorunu çözme sorumluluğunu taşımalıdır.
Shriver’ın “Kevin…” adlı kitabının başına yerleştirdiği Erma Bombeck’den alınmış nefis bir cümle var: “Bir çocuk sevginize en çok, bunu en az hak ediyor olduğu zaman ihtiyaç duyar.”
İşte tam da ebeveynin anlaması gereken budur. Ne yapıp edip, nereden yardım-destek alacaksa alıp, bu meseleyi çözecektir, bunun sorumluluğu sadece ondadır. Çocuk dünyaya gelmiştir sadece, o da kendi kararıyla değil. Ona ulaşmanın yolunu biz ebeveynler bulacağız, o bize ulaşmanın yolunu bulacak değil.
Yüzleşme
Meselenin özünde “yüzleşebilmek” yatar. Fakat anne, bu durumla yüzleşmeye yanaşmaz, annelik için zorlar kendisini, o iyi anne olmak, olamasa da öyle görünmek zorundadır; ona yüklenmiş ve onun da kabul ettiği bir misyondur bu. Bir şeyleri de dener, kendi bildiğince. Ama sonuç kötü olur çoğu zaman. Dönüp yine de kendisiyle yüzleşmez, üstelik bir zaman sonra sorunlar arttığında ve birileri “kötü tohum” vurgusu yaptığında, vicdanen rahatlama fırsatı önüne çıkmış olur, o da bunu hiç düşünmeden kullanır (kötü tohum vurgusu benzer durumları yaşamış başka ebeveynlerden de gelebilir, cahil uzman gruplarından da).
Yukarıda anlattığım “bebeğim benim kucağımdayken hep ağlıyordu, ama kız kardeşimin kucağında sakinleşiyordu” diye müthiş bir yüzleşme örneği gösteren anne ise, bu yüzleşmeyle birlikte çocuğunun onu “istemiyor” olduğunu apaçık bir şekilde anlamış ve anlatmış oluyordu. Bunu anladığı ve anlatabildiği andan itibaren de çözüme ulaşma imkânlarının da oluşacağını görebilecektir, emin olun.
Şimdi dönüp baksın her ebeveyn kendisine, nasıl oluyor da rahatlıkla “istenmeyen çocuk” diyoruz da, “istenmeyen anne”den hiç söz etmiyoruz? Neden kimse kendi eksiklikleriyle, zayıflıklıklarıyla yüzleşmiyor ve neden herkes sözbirliği etmişçesine zavallı savunmasız çocuğa yükleniyor?
Çocukların “haklarından” dem vuranlar, kolay görünür olmayan ama görünür olan adaletsizliklerden çok daha ağır sonuçları olabilen bu adaletsizlik hakkında ne diyecekler acaba?
alinti
üstün öngel