Harem...............

kibela24

Nirvana
Kayıtlı Üye
29 Aralık 2007
6.205
48
44
Harem

-------------------------------------------------------------------------

Osmanlı sarayında, pâdişâhın annesinin nezâretinde, sarayın hanım, çocuk ve hizmetçilerinin kaldığı bölüm

Bütün Müslüman devlet başkanlarının evlerinde bulunan harem, Resûlullah efendimiz ve Hulefâ-i Râşidîn devirlerinden sonra Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular ile diğer İslâm devletleri ve nihâyet Osmanlı saraylarında daha teferruâtlı ve teşkîlatlı bir hâle geldi Osmanlılarda pâdişâh haremine “Harem-i Hümâyûn” adı verilmişti Osmanlı Devletinin gelişmesine paralel olarak, pâdişâhların oturduğu saraylar da büyümüştü Bursa’daki mütevâzî Osmanlı sarayına karşılık, Edirne’de daha teşkilâtlı saraylar yapılmıştı Fâtih’in İstanbul’u fethinden sonra ise bugünkü Bâyezîd’de üniversitenin bulunduğu sâhada bir saray yaptırıldı Daha sonra bu sarayın yerine Sarayburnu’nda bugünkü Topkapı Sarayı îmâr edildi Fetihten sonra harem, Üçüncü Murâd’a kadar eski sarayda, Dolmabahçe Sarayı yapılıncaya kadar da Topkapı Sarayında idi

Saraylarda pâdişâhın yakınlarının bulunduğu ve günlük hayatlarını geçirdiği kısım olan harem, gâyet îtinâlı bir şekilde inşâ, tezyin ve tefriş edilirdiİki bölümden meydana gelen haremin birinci kısmına bâzı görevliler, şehzâdelere ders veren hocalar girip çıkabiliyordu İkinci kısmı sâdece kadınlara mahsustu Buraya pâdişâha haram olan kadınlar giremediği gibi, yabancı hiçbir erkek de giremezdi O yüzden Osmanlı haremini kimse girip görememiş, sonradan, yazıp söylenenler ise hayâl mahsulü uydurmalardan ibâret kalmıştır

Topkapı Sarayında Harem-i Hümâyûnun girişkapısı, etrâfı dolaplarla çevrili olan dolaplı kubbeye açılır, buradan fıskiyeli avlu veya fıskiyeli şadırvan denen dikdörtgen avluya çıkılırdı Avlunun sağında kulekapısı, solunda ise perde kapısı vardı Perde kapısından sonra dar sokağa benzeyen bir geçit başlar İki kısımdan meydana gelen haremin birinci bölümü ve haremağalarına mahsus hamam ile kızlarağası köşkü burada idi Daha ileride harem ağalarına mahsus dâireler, şehzâdeler mektebi, baş muhâsip ağa ve baş hazînedâr ağa dâireleri yer alırdı Haremağaları dâiresi bir çok oda ve koğuştan meydana gelirdi

Şehzâdeler mektebinde pâdişâhın çocukları, yeğenleri ve amca oğulları eğitim görürlerdi Burada ders görenler küçük yaştakiler olup, yetişkinlere hocaları dâirelerine giderek özel ders verirlerdi

Şehzâdeler mektebi geçildikten sonra ileride sağda bulunan kuşhâne kapısından girilince, harem ağalarının nöbet tuttukları yere gelinirdi Haremle ilgisi olanlar bu kapıdan girip çıkarlardı Buranın sağ tarafında uzun bir koridor olup, buraya altınyol denilirdi Burası Hırka-i Saâdet dâiresine kadar uzardı Ortadaki kapı, Vâlide Sultan taşlığına açılırdı Solda câriyeler dâiresine âid olan üçüncü bir kapı daha vardı Bu alana harem ağalarının nöbet yeri denilirdi Burada harem ağaları sıra ile nöbet tutarlardı Harem-i hümâyûn ağalarının en büyüğü “kızlar ağası” da denilen “dârüssaâde ağası” idi (Bkz Dârüssaâde Ağası) Haremin dış ile ilgisini bunlar sağlardı Bu bölümden sonra haremin ikinci bölümü başlardı Harem-i hümâyûnun bu iç kesiminde sırasıyla, çeşmeli sofa denilen yer, hünkâr sofası, hünkâr hamamı, vâlide sultan dâiresi, asmabahçe ve daha birkaç tâne pâdişâh odası yer alırdı Harem-i hümâyûnda ayrıca birkaç tâne de mescid vardı

Harem-i hümâyûnda pâdişâh, pâdişâh zevceleri, çocukları, hânedân üyelerinden bâzı akrabâları yanında yüzlerce görevli yaşamaktaydı

Osmanlı hareminin en yüksek makâmı vâlide sultanlıktı Dolayısıyla haremin fahrî başı pâdişâhın annesiydi Haremde hünkâr sofasından sonra en geniş dâire de vâlide sultanınkiydi Vâlide sultanın geniş bir câriye (hizmetçi) kadrosu vardı Haremi, hazînedâr usta vâsıtasıyla idâre ederdi Bütün kadınlar, sultanlar, ustalar ve câriyeler kendisinden çekinirler ve sayarlardı Haremdeki bütün işler onun emriyle yapılırdı

Haremde vâlide sultandan sonra söz sâhibi kadın efendiydi Osmanlı pâdişâhlarının hanımlarına kadın, kadın efendi denilirdi Pâdişâhın ilk hanımına başkadın denirdi Başkadın diğerlerine göre üstündü Dâiresinde hizmet eden câriyeler ve kalfaları diğerlerinden fazla olurdu Pâdişâhın hanımlarına 16 yüzyıldan îtibâren haseki de denilmeye başlanmıştır

Başlangıcından îtibâren pâdişâhların evlilikleri husûsiyet arz eder İlk Osmanlı pâdişâhları, 16 asır başlarına kadar, etrâfındaki Anadolu beylerinin, Bizans İmparatorunun, Sırp ve Bulgar krallarının kızlariyle evlendiler Bunlarla evlenmeleri hissî olmayıp, akrabâlık yoluyla kuvvetlenmek veya mîras yoluyla toprak elde etmek gibi siyâsî maksatlıydı Nitekim Germiyanoğullarından Yıldırım Bâyezîd Hana gelin gelen Devlet Hâtun’la bu beylik topraklarından bir kısmı da çeyiz olarak verilmişti Yıldırım’ın ve İkinci Murâd’ın Sırp prensesi olan zevceleri meşhurdur Bunların Sırbistan’daki Osmanlı siyâsetinin desteklenmesi husûsunda büyük rolleri olmuştur Hattâ, Fâtih Sultan Mehmed Han, vâlidem diye hitâb ettiği Sırplı üvey annesinden Balkanlardaki siyâsî meselelerde çok faydalanmıştır

Bununla berâber 16 yüzyıl ortalarına kadar pâdişâhların bu hanımları yanında câriyelerden de zevceleri vardı Ancak Kânûnî’den îtibâren etrafta pâdişâhların evleneceği hükümdâr ve krallık âileleri kalmadığı veya lüzum görülmediğinden, bâzı istisnâları dışında artık dâimî olarak câriyelerle evlenme usûlü devâm etti İslâm hukûkuna göre hür kadınlarla olan evlilikteki tahdid, câriyelerle evlilikte konulmamıştır Buna rağmen pâdişâhların câriyelerle evliliği de hep belli sayıdadır Söylendiği gibi pâdişâhların yüzlerce câriye ile evlilik yaptığı doğru değildir Hattâ 16 yüzyıl sonuna kadar ömürleri seferlerde geçen pâdişâhların, normal hayatlarını yaşayabildikleri bile söylenemez

Bunlardan başka pâdişâhlar, tanınmış ve asîl bir âilenin kızıyla evlenme imkânları olduğu hâlde, bâzı mahzurlarından dolayı bu evliliği tercih etmemişlerdir Pâdişâhın annesi veya zevcesi tarafından İstanbul’da veya taşrada akrabâsının bulunması mahzurluydu Zamanla ana tarafından akrabâlar saraya dolacak, şahsî ve siyâsî birtakım isteklerde bulunacaklar, arzûları yerine getirilmeyenler, pâdişâh ile akrabâlığına güvenerek birtakım entrikalara teşebbüs edecekler, netîcede, o devir Avrupa devletlerinde olduğu gibi, kanlı hâdiseler yüzünden devlet güvenliği sarsılabilecekti

Pâdişâhların haremdeki diğer âile ferdleri şunlardır:

Sultanlar: Osmanlıların ilk devirlerinde, pâdişâh kızlarına Selçuklularda olduğu gibi, “hâtun” deniliyordu Fâtih devrinden sonra sultan denildi Osmanlı pâdişâhları kızlarına daha çok Ayşe, Hadîce, Fatma, Esmâ, Emine gibi isimler veriyorlardı Erkek evlâda sultan tâbiri isimden önce söylendiği hâlde, kızlarda, isimden sonra söyleniyordu Ayşe Sultan, Fatma Sultan gibi Sultan tâbiri yalnız olarak söylendiğinde de kız evlâd anlaşılmaktaydı

Sultanlar doğar doğmaz kendisine bir dâire ayrılır, emrine dadı, sütnine, kalfa ve câriyeler verilirdi Çocuğun eğitimiyle kendi anneleri, dadı ve kalfaları uğraşırdı Sultanlar okuma çağına gelince, derse merâsimle başlarlardı Ekseriyetle merâsimlere pâdişâh da katılır ve “Besmele”yi bizzât kendisi çektirirdi Bundan sonra husûsî hocalar tarafından okutulurlardı Sultanların Kur’ân-ı kerîmi doğru okumaları husûsunda titizlikle durulurdu Sultanlara Kur’ân-ı kerîmden sonra lüzumlu din ve dünyâ bilgileri de öğretilirdi

Şehzâdeler: Osmanlı hânedânının erkek çocuklarına şehzâde denirdi 5-6 yaşına geldiklerinde kendilerine hoca tâyin edilerek törenle derse başlarlardı İlk dersi şeyhülislâm verirdi Sonra husûsî hocalar okuturdu

alıntı
 
Harem



Harem lûgatte korunan, mukaddes ve muhterem yer anlamına gelir. Ev, konak ve saraylarda genellikle iç avluya bakacak bir şekilde planlanan, kadınların yabancı erkeklerle karşılaşmadan rahatça günlük hayatlarını sürdürdükleri kısımdır. Burada yaşayan kadınlara da harem deniyor olması, İslamiyet'in bu bölümlere, özellikle hane kadınlarıyla belirli bir kan bağı dışında kalan erkeklerin (nâmahrem) girişini yasaklamasından kaynaklanır.

Osmanlı devlet teşkilâtında harem-i hümâyûn tabiri hem haremi hem de enderunu içine alır. Enderun padişah, saray ve devlet hizmetinde bulunacak erkeklerin, harem ise ikametgâh görevinin yanında kadınların yetiştirilmesi için bir eğitim müessesesidir. Bu bakımdan hareme yüksek dereceli kadınlar akademisi de denilebilir. Burada en alt kademe olan cariyelikten ustalığa kadar bir terfi sistemi bulunmaktadır.

Haremin bu son derece çarpıcı ve ilgi çekici yönü ne yazık ki, hep geri plana itilmiş ve yeterince değerlendirilmemiştir. Buna karşılık harem hayatının gizliliği ve mahremiyeti herkese malum olduğu halde özellikle batılı yazarlar tarafından hiç bilinmeyeni en bilinen kısmıymış gibi harem hakkında anlatılanlar basit ilişkiler üzerine kurulmuştur. Buradaki bilgilerle senaryolanan çeşitli film, roman ve tiyatrolarda da maalesef çok geniş bir teşkilata sahip bulunan haremin asıl fonksiyonu göz ardı edilmiş veya maksatlı olarak unutturulmaya çalışılmıştır.

Oysa son yıllarda harem üzerine yapılan yerli ve yabancı bilim adamlarının yaptıkları çalışmalar Osmanlı sarayının harem bölümünün padişahın evi ikametgâhı olmasının yanısıra dünyada eşi benzeri görülmeyen bir mektep hüviyetinde olduğunu gözler önüne sermektedir.

Harem-i Hümayun hakkında on yıllık yorucu bir mesai sonunda arşiv belgelerine dayalı bir doktora tezi hazırlayan Amerikalı uzman Leslie Peirce "Biz batılılar İslam toplumunda cinselliği saplantı haline getirmek gibi eski ama güçlü bir geleneğim mirasçılarıyız. Harem, müslüman cinsel duyarlılığı üzerine kurulu Batı efsanelerinin kuşkusuz en yaygın simgesidir" dedikten sonra haremin amaç ve teşkilatı hakkında verdiği bilgiler aleyhteki iddialara en güzel cevaptır.

"Hanedan ailesi üyeleri için harem bir ikametgâhtı. Sultan ailesinin hizmetkârları için ise bir eğitim kurumu diye tarif olunabilir. Genç kadınlar sadece padişaha uygun cariyeler ve annesiyle diğer ileri gelen harem kadınlarına nedimler sağlamak amacıyla değil, aynı zamanda askerî/idarî hiyerarşinin tepesine yakın erkekler için uygun eş sağlama amacıyla eğitilirlerdi. Enderun, saray içinde padişaha kişisel hizmet yoluyla erkekleri nasıl saray dışında hanedana hizmet hazırlıyorsa, harem de kadınları padişah ve annesine kişisel hizmet yoluyla dış dünyadaki rollerini almaya hazırlıyordu.

Azat edilerek enderun mezunları veya diğer görevlilerle evlendirilen bu kadınların payına da kocalarının oluşturduğu erkek hanelerini (selamlık) tamamlayan haremler oluşturmak düşerdi.

Sultan hanesinin kurduğu teşkilat ve eğitim kalıbı bu köle evlilikleri vasıtasıyla çoğaltılarak Osmanlı yönetici sınıfının sosyal ve politik temelini oluşturuyordu. Saray eğitim sisteminin -hem erkek hem de kadınlar için- ana hedeflerinden biri hükümran hanedana sadakatin aşılanmasıydı. İmparatorluk elitini sarmalayan bağları erkekler kadar kadınlar da sürdüğü için elitin sadakatinin odağında sadece padişahın kendisi değil, aynı zamanda sultan hanesinin kadınları, yani bir bütün olarak haneden ailesi vardı."

Yine 17. yüzyıl bazı batılı yazarlardan haremin gizliliğinin yaznısıra harem hakkında konuşamların da fanteziler üretmekten başka bir şey yapmadıklarını gözlemlemek mümkündür.

"Sarayın, ikinci avluya girmelerine izin verilen yabancıların gidebildiği kadarını gördüm... İçeriyi görmedim. Ama hükümdarlarına karşı huşu duyduklarını gösteren şahane bir sessizlik ve saygı içindeki sonsuz bir görevliler ve hizmetkârlar kalabalığı ile karşılaştım." (Henry Blunt, A Voyage into the Levant, 1638).

"Kadınlar dairesine ilişkin bir bölümü buraya, okuyucuya bu daireyi iyi bilmenin imkânsızlığını anlatabilmek için dahil ediyorum... Buraya erkeklerin girmesi yasaktır ve bu yasak Hristiyan manastırındakinden çok daha büyük bir dikkatle uygulanır...

Sultanın aşk hayatının niteliği gizli tutulur. Bunun üzerine konuşmayacağım ve bu konu hakkında hiç bir bilgi edinemedim. Bu konuda fantezi kurmak kolay ama doğru bir şeyler söylemek alabildiğine güçtür." (Jean-Baptiste Tavernier Nottvelle Relation de l'interieur du serrail de Grand Seigneur, 1675).

"Kardeşim, Osmanlı imparatorlarının sarayı konusundaki merakını herkesten kolay giderebilirim. Çünkü yirmi yıldan fazla bir süredir bu sarayın içine kapalı kalmış biri olarak güzelliklerini, yaşam tarzını, disiplinini gözlemleme zamanım oldu. Çeşitli yabancı gezginlerin bir kısmı dilimize de çevrilmiş olan bir çok fantastik tasvirine inanılacak olursa b sarayın büyülü bir yer olmadığını hayal etmemek güçtür... Fakat sarayın asıl güzelliği içinde gözlenen düzende ve burada yaşayan güçlü kişilerin hizmetine bakacak olanların eğitiminde yatar." (François Petis de la Croix, Ett General de l'Empire Ottoman, 1695).
 
HAREM

Ev, konak ve saraylarda kadınlara ayrılan bölüm.

Aslı Akkadca "örtmek, gizlemek, başkalarından esirgemek: ayırmak, tecrit etmek" manalarındaki haramu(m) olan (Soden, I, 323) harem kelimesi Arapça'da "korunan, mukaddes ve muhterem olan şey veya yer" anlamına gelir. Ev, konak ve saraylarda genellikle iç avluya bakacak şekilde planlanan, kadınların yabancı erkeklerle karşılaşmadan rahatça günlük hayatlarını sürdürdükleri bölümlere harem adı verilir. Saygısız davranışların menedildiği, daha çok İbadet amacıyla gidilen Mekke, Medine, Kudüs ve Halîl şehirleriyle buralardaki kutsal mekânlara da harem denilir; kelime aynı zamanda "zevce" anlamını da taşımaktadır.

İslâm Öncesi Dönemde Harem. Evlerde kadınlara mahsus bir kısmın bulunması eski bir gelenektir. Antik Batı'da, evlerin arka tarafında erkeklerin dairesinden ayrı olarak Greklerin gynaikeion, Romalıların gynaeceum (kadınlara ait) dedikleri bir bölüm bulunuyordu. Eski Ahid'deki bazı ifadeler de hanım ve cariyelere ayrı bölüm veya çadırların tahsis edildiğini göstermektedir (Tekvîn, 18/10; 31/ 33). Gerek Kitâb-ı Mukaddes'te gerekse Kur'an'da çirkin bakışlar hoş görülmemiştir. Tevrat'ın on emrinden biri komşunun karısına ve cariyesine tamah etmemekle ilgilidir (Çıkış, 20/17). Yeni Ahid'de. kendisiyle nikâh akdi bulunmayan bir kadına şehvetle bakma, onunla gönülde zina etme şeklinde tanımlanır ve böyle bir günahı işlemektense gözlerin çıkarılıp atılması yeğ tutulur (Matta, 5/27-30).

Hükümdarların resmî görevleri yanında günlük hayatlarını sürdürdükleri saraylarda da kadınlara mahsus kısımlar bulunuyordu. Bir Sümer tabletinde geçen, kısır kadının gönderildiği "kadınlar evi" muhtemelen bir haremi ifade etmektedir (Kramer, s. 91). İnanna- İştar kültünün hâkim olduğu Sumerler'de "kutsal fahişelerin kaldığı bir haremden de söz edilir (a.g.e., s. 254). Yeni Assur dönemi saraylarında ise hükümdar dairesinin bir kısmını, "şaresi" denilen hadım ağasının sorumluluğundaki harem dairesi oluşturuyordu. Hz. Süleyman'ın sarayında da son derece büyük bir harem dairesinin olması gerekir. Zira Eski Ahid'e göre onun, her biri kral kızı olan yedi yüz karısı ve üç yüz cariyesi vardı (I. Krallar, 11/3}. Eski Ahid'de Hz. Süleyman'ın, yapımı on üç yıl süren sarayında, kendi oturacağı evin benzerini eş olarak aldığı Firavun'un kızı İçin de inşa ettirdiği nakledilmektedir {I. Krallar, II 1,8).

Arkeolojik çalışmalar.
Aha meniler'in Persepolis'teki (Parsa) krallık sarayında bir harem dairesi bulunduğunu göstermektedir. Yine Eski Ahid'de Yahudi kızı Ester'İn hikâyesinde verilen bilgilerden de İran sarayının harem teşkilâtı hakkında birtakım fikirler edinmek mümkün olmaktadır. Hikâyeye göre hükümdar Ahaşveroş(Xerxes) kızdığı Kraliçe Vaşti’nin yerine yeni bir kraliçe bulmak için bütün ülkede güzel bakireler aratır. Kadınlar evine getirilen kızlar arasında Ester de vardır. Genç kızlar burada bir yıl kadar mür yağı ve güzel kokularla güzelleştirilir ve saray âdabı ile terbiye edilir. Ardından sırası gelen kız geceyi kralın yanında geçirir, ertesi sabah "kadınların İkinci evine (haremin cariyeler dairesi) giderek kızlar ağası Şaaşgazın yönetimine döner ve kral kendisinden hoşlandığını belli edip çağırtmadıkça bir daha yanına giremezdi (Ester, 2/12-14). Ester bir müddet sonra kralın dikkatini çeker ve kraliçelik tacını giyer; artık nedimeleri vardır ve harem ağaları da emrindedir (Ester, 4/4). Bir süre sonra saraydaki nüfuzu ve hükümdarın kendisine duyduğu sevgi sayesinde yahudileri bir katliamdan kurtarır.

İslâm Devletlerinde Harem.
Araplar'da yerleşik hayat sürenler (ehl-i meder,hadarî) olsun, göçebe ve bedeviler (ehl-i veber), olsun evlerde kadın ve çocukların bulunduğu kısımla erkeğin misafirleriyle oturduğu kısım ayrıydı. Çadırlarda ve tek odadan oluşan evlerde mekânı bölen perdeye "hıdr" denildiği için Hz. Peygamber kadınlara hitap ederken zaman zaman "yâ zevâte'l-hudûr" (ey perde ehli) İfadesini kullanmıştır (Buhârî, "Şalât", 2, "Hayız", 23; "Ideyn", 12, 15, 20; Müslim, "îdeyn", 10, 12). Resûl-i Ekrem'in evlerinde de bu şekilde perde bulunmaktaydı. Kur'an'da, "Ey iman edenler! ... Peygamber'in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman hicâb arkasından isteyin. Bu hem sizin kalpleriniz hem onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır" (el-Ah-zâb 33/53) mealindeki âyette yer alan "hicâb" kelimesiyle içteki hıdr ve dış kapıdaki perde kastedilmiştir. Âyet, evlerdeki harem bölümünün var oluş sebebini de ortaya koymaktadır. Kur'an'da inanan erkek ve kadınların gözlerini haramdan sakınmaları, ırz ve namuslarını korumaları istenir. Ayrıca kadınların "ziynet" olarak nitelenen saç, boyun, kulak, gerdan gibi fizikî güzelliklerini veya buralara taktıkları süs eşyasını herkese göstermemeleri emredilir (en-Nür 24/30-31). Hz. Peygamber'in hadislerinde de aile mahremiyetine büyük önem verildiği görülür; Resûluilah'ın, gizlice aile sırlarına muttali olmak isteyen kimselere karşı kullandığı ifadeler çok serttir (bk. Wensinck, el-Mu'cem, "tlea" md.). Buna bağlı olarak hadislerde ve sahabe tatbikatında, kadınların mahremi olmayan erkeklerle bir arada bulunup görüşmesi veya kadınların cemaatle namaza iştiraki konusunda getirilen bazı ölçü ve düzenlemelerin yanı sıra, daha sonraki dönemlerde fetihler ve nüfus hareketlerinin İslâm şehirlerini daha karmaşık ve gayri mütecanis hale getirmesi müslümanlar arasında haremlik-selâmlık denilen kadın ve erkeklerin ayrı mekânlarda bir araya gelmesi usulünün yaygınlaşmasının ve kökleşmesinin de ana sebebini teşkil etmiştir. Ancak bu usul, toplumun geniş kesimlerinde dinî nitelikli bir görgü kuralı mahiyetinde iken büyük konaklarda ve saraylarda diğer bazı sebeplerin de etkisiyle kurumsal bir yapı kazanmıştır.

Hz. Peygamber, aynı zamanda devlet başkanı olduğu halde eski ve çağdaşı hükümdarlar gibi saltanat sürmemiş, son derece mütevazi bir hayat yaşamıştır. Onun, siyasî otoritenin de merkezi durumunda bulunan mescidinin doğu duvarı boyunca yer alan odalar hanımlarına tahsis edilmişti: bunlar çok sade bir yapıya sahipti. Mısır mukavkısı tarafından kendisine hediye edilen câriye Mâriye ise ayrı bir evde oturuyordu. Resûl-i Ekrem'in hanımlarının ayrı birer odasının bulunması ve kendileriyle ancak perde arkasından görüşülmesine müsaade edilmesi, İslâm'ın tesettür emri ve nâmahrem kadınlarla erkeklerin birbirlerine bakmaları yasağıyla ilgilidir; dolayısıyla Resûluilah'ın hükümdar saraylarındakine benzer bir hareminden söz etmek mümkün değildir. Huzâî ve Abdülhay el-Kettânî, Hz. Peygamber dönemindeki devlet tekilâtına dair eserlerinde "harem emini" diye bir başlığa yer vermekte iseler de burada haremden kastedilen belli bir mekân değil Resûl-i Ekrem'in eşleridir. Nitekim zikredilen rivayetlerde, Hz. Ömer zamanında Resûluilah'ın bazı eşleri hacca gittiklerinde Hz. Osman ile Abdurrahman b. Avf'm onları koruyup gözetmekle görevlendirilmelerinden söz edilmektedir (Tahrîcü'd-delâlâti's-serrfiyye, s. 447; et-Terâtîbü'l-idariyye, II, 115-116).

Hulefâ-yi Râşidîn bir yönetim binasına (dârü'l-hilâfe, saray) sahip olmadığı için hanımları kendi evlerinde kalıyorlardı; bu sebeple söz konusu devirde bir müessese olarak haremden bahsedilemez. Genellikle İslâm tarihinde saray hareminin ilk defa Emevîler devrinde ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Sarayın harem kısmında hadım hizmetkâr kullanımı I. Muâviye ile başlamıştır. Tarihçi Mes'ûdî, Muâviye'nin bir gün genç bir hadımla birlikte hareme girdiğini ve o sırada başı açık durumda bulunan karısı Fâhite'nin hemen örtünüp kocasına, hadımlar dahil genç erkeklerin hareme girmesinin caiz olmadığını söylediğini ve Muâviye'nin o günden sonra yaşlı hadımlar hariç hiçbir erkeğin içeri girmesine izin vermediğini kaydeder {Mürûcü'z-zeheb, VIII, 148-149).

Abbasîler döneminde saray teşkilâtı hiç şüphesiz daha fazla gelişmiş ve buna paralel olarak "harîmü dâri'l-hilâfe" adıyla anılan harem de kurumlaşmıştır. Milliyetleri farketmeksizin kadınların daima halife ve hükümdarlar üzerinde etkili oldukları bilinmektedir. Abbâsîler'de de bu durum ilk devirlerden itibaren hissedilmiştir. Halifeler üzerinde büyük nüfuza sahip ilk kadın, Hadi-İlelhak ile Hârûnür-reşîd'in annesi Hayzürân'dır. Hayzürân,hem kocası Mehdî-Billâh hem de oğulları üzerinde etkili olmuş, halifeler onun istemediği birini vezir veya hâcib tayin edememişlerdir. Hâdî, annesinin tahakkümünden ve sonu gelmez isteklerinden bıkıp usanınca ona sert tepki göstermiş ve emirlerin Hayzürân'ın kapısına gitmelerini yasaklamıştır. Ancak Hayzürân oğlunun bu davranışına çok kızmış ve intikam duygulan ile onun öldürülmesinde rol oynamıştır. Hârûnürreşîd'in halife olmasından sonra da iktidarı tekrar ele geçirmiş ve büyük bir servet toplamıştır. Muktedir-Billâh'ın halifeliği sırasında annesi Seyyide ile Hâle ve Ümmü Mûsâ el-Hâşimiyye adlı cariyeler devlet yönetiminde büyük nüfuz sahibi olmuşlardı. İbn Tiktakâ, Muktedir devrinde haremin nüfuzunun zirveye ulaştığını, devletin kadınlar ve hadımlar tarafından idare edildiğini söyler [el-Fahrl, s. 191, 262). O dönemde saraydaki siyah ve beyaz hadımların sayısı 11,000'e çıkmıştı.

Halifeler etnik menşelerine bakmaksızın sevdikleri cariyelerle evlenirler, bu durum sarayda ve üst kademede bazı karışıklıklara sebep olurdu. Çünkü bu hanımlar dost ve akrabalarını kayırır ve onları önemli görevlere getirirlerdi. En meşhur örneklerden biri Gıtrif b. Atâ'dır. Halife Mehdî-Billâh, Cüreş âmiline mektup yazarak karısı Hayzürân'ın kardeşi Gıtrîf b. Atâ'nın merkeze gönderilmesini istedi ve daha sonra kendisini Yemen valiliğine tayin etti. Halife Muktedir'in de Garîb adlı Rum asıllı bir dayısı vardı ve büyük nüfuza sahip olduğu için kendisine emîr diye hitap edilirdi. Saraydaki pek çok entrika ve çekişmenin kaynağı haremdi. Özellikle halifelerin anneleri devlet yönetimine çok fazla müdahale ettikleri için annesi hayatta olmayan hanedan mensuplarının halifeliğe getirilmesi istenirdi. 300 (912-13) yılında haremdeki kadınlardan sorumlu iki cariyenin bulunduğu bilinmektedir. Bunlardan biri Halife Muktedir- Billâh'ın, diğeri de annesi Seyyide'nin câriyesiydi. Meşhur mahkûm ve tutuklular zaman zaman sarayda hapsedilir ve halifenin cariyesinin gözetimi altında rahat bir hapis hayatı geçirmeleri sağlanırdı. Bunlar arasında İbnü'l-Furât, Emîr Hüseyin b. Hamdan ve Ali b. îsâ sayılabilir.


Haremin Fatımî Devleti'nde de büyük bir nüfuz ve önemi vardı. Haremdeki kadınların bir bölümü devlet işlerine yaptıkları müdahalelerle tanınırken bir kısmı da servetleriyle meşhur olmuşlardı. Meselâ Muiz-Lidînillâh'ın iki kızı Reşîde ve Abde'nin çok miktardaki para, mücevherat ve kıymetli elbiseleri dillerde dolaşıyordu. Azîz-Billâh'ın Rum asıllı karısı Seyyide devlette büyük nüfuz sahibi idi ve iki kardeşini önemli görevlere tayin ettirmişti. Azîz-Billâh'ın kızı ve Hâkim-Biem-rillâh'ın kardeşi Sittülmülk'ün muazzam bir serveti, 800 cariyesi ve yıllık 50.000 dinar tahsisatı vardı. Bu hanım zekâsı ve cömertliğiyle ünlüdür; ayrıca Hâkim -Bi-emrillâh'ın öldürülmesi olayına da adı karışmıştır. Zahir-Lii'zâzidînillâh'ın karısı ve Müstansır-Billâh'ın annesi Sudanlı idi ve onun gayret ve himayesi sayesinde ordudaki Sudanlılar'ın sayısı 50.000'e ulaşmıştı.

Mervânîler'den Nasrüddevle'nin hareminde 500 odalığı vardı ve burada 500 hadım görev yapıyordu. Zengîler'den 11. Seyfeddin Gazi küçük yaştaki hadımlar hariç diğerlerinin hareme girmesine izin vermezdi. Muvahhidler'in kurucusu Abdülmü'min el-Kûmî. Endülüs'e sevkettiği 20.000 süvarinin eşlerini hadımların nezâretinde onların peşinden göndermişti (Ibnü'l-Esîr, X, 17; XI, 63, 156).

Selçuklularda hükümdarın "hatun" veya "terken hatun" denilen nikâhlı eşleriyle cariyelerinin yaşadığı haremin kendine has bir teşkilâtı olduğu bilinmekte, ancak elde yeterli belge bulunmamaktadır. Hatunlar sarayda ve devlet yönetiminde etkiliydiler. Sultan Alparslan'ın karısı Mirdâsî Emîri Mahmud'un öldürülmesini engellemiş. Ümmü Kıfçak adlı diğer bir karısı da Vezir Amîdülmülk Kündürî'nin öldürülmemesi için şefaatçi olmuştu. Sultan Melikşah'ın karısı Terken Hatun kocasının ölümünden sonra devlet idaresini ele geçirmiş ve çocuk yaştaki oğlu Mahmud'u sultan ilân ettirmiştir. Selçuklu sultanlarının haremi hatunlarını, odalıklarını, onların hizmetçi ve cariyelerini içine alırdı. Hatunların kendilerine has divanları, şahsî iktâları ve emlâki vardı. Bunlar bazan veraset yoluyla evlâdına intikal ederdi. Meselâ Tuğrul Bey'in hanımı Altuncan Hatun'un Irak'ta mülkü bulunuyordu. Alparslan, Kavurd Bey'in her kızına 100.000 dinar verdi ve bazı yerleri onlara iktâ etti. Sümeyrem şehri de Muhammed Tapar'ın karısı Gevher Hatun'un iktâları arasında yer alıyordu. Saray teşkilâtı içerisinde hatunların şahsî hizmetini gören çoğu kadın birtakım görevliler vardı. Nizâmülmülk eserinde saraylı kadınların, özellikle hatunların devlet işlerine karışmamaları tezini savunurken onların kadın hâcib ve hizmetçilerinin sözlerine göre hareket edeceklerinden endişelenir (Siyâsetnâme, s. 235-236). Sultanlar sefere çıktıklarında, bir ülkeye gittiklerinde veya herhangi bir maksatla başşehirden ayrıldıklarında Hz. Peygamber'in sünnetine uygun olarak haremlerini tamamen veya kısmen yanlarında götürürlerdi. Alparslan, 1071'de Bizans İmparatoru Romanos Diogenes üzerine yürüyünce haremini Tebriz'e geri göndermişti. Sultan Sencer'in karısı Katvân Savaşı sırasında yanında buluyordu ve Karahitaylar tarafından esir alınmıştı. Anadolu Selçuklulan'nda da sultanın bir haremi bulunuyordu. Hatunların kendilerine ait sarayı ve hıristiyan kadınlardan oluşan halayık ve câriye kadroları, ayrıca bir kadın hazinedar idaresinde bulunan hazinesi vardı. Sultanların kızları haremde eğitilirdi. Burada da hatunun ve haremdeki diğer kadınların devlet işlerine müdahaleleri olurdu; meselâ 1. Kılıçarslan'ın karısı Ayşe Hatun kocasının ölümünden sonra Malatya'yı idare etmişti.

Hârizmşah Alâeddin Tekiş'in karısı ve Alâeddin Muhammed b. Tekiş'in annesi Terken Hatun devlet işlerine yaptığı müdahaleleriyle tanınmıştır. Çok nüfuzlu bir kadın olan Terken Hatun'un ayrı bir sarayı, kendine bağlı devlet erkânı, özel emlâk ve akarı vardır; sözü sultanlar ve yakınları tarafından dinlenir ve devlet hazinesini dilediği gibi harcardı. Hârizmşahlar'da da hatunların iktâları vardı. Celâleddin Hârizmşah Tuğrul b. Arslan'ın kızıyla evlenince onun iktâlarını arttırmış. Selemâs ve Urmiye'yi de ona vermişti.

Memlûk sultanlarının Kahire yakınlarındaki Kal'atü'l-cebel'de harem halkının kaldığı bir sarayı vardı. Harem işlerine tablhâne ümerâsı arasından seçilen zimamdarın emrindeki tavâşîler bakardı.

Bâbürlü saray teşkilâtında "mahal, şebistân-ı hâs ve şebistân-ı ikbâl" adı verilen harem, Büyük Selçuklu geleneğine uygun biçimde gelişmişti. Harem irili ufaklı birçok bina, koğuş ve daireden oluşuyordu; her köşk ve dairenin kendine has yol ve geçitleri, çeşmeleri, depoları ve bahçeleri vardı ve bu mekânlar en mükemmel şekilde tefriş edilmişti. Sâkinlerinin mevkilerine göre yerleştirildiği köşk ve daireler, zamanlarının büyük bir kısmını burada hanımları ve câriyeleriyle birlikte geçiren hükümdarların zevk ve tercihlerine göre planlanmıştı. Şehzadelerin köşkleri nispeten küçük olmakla birlikte ihtişamları diğerlerinden geri kalmazdı. Haremin özellikle Cihangir ve Şah Cihan zamanlarındaki görüntüsü üzerine birçok tasvir yapılmıştır. Agra sarayında Cihangir'in annesiyle karısı Nurcihan Be-güm'ün kaldığı haremler çok meşhurdu.

Bâbürlü hareminde kadınlar ve hadımlarla erkek hizmetkârlar olmak üzere iki çeşit görevli vardı. Haremin dahilî İşlerini ve nizamını kadınlar ve hadımlar, haricî işlerini ise erkek görevliler yürütürdü. Hizmetli sayısının Ekber ve Evrengzîb dönemlerinde 2000'i geçtiği, haremde hizmet eden hanımların seçiminde belirli prensiblerin konulduğu ve bu iş için akıllı, tecrübeli, yetenekli kadınların seçildiği bilinmektedir. XVII. yüzyılda Keşmirli kadınlar haremin kapısında bekçi olarak görevlendirilmiştir; peçe kullanmayan bu kadınların görevi içeriyle dışarı arasında irtibatı kurmak ve haberleşmeyi sağlamaktı. Haremlerde her türlü davranış ve eğlencenin disiplin çerçevesinde olmasına büyük dikkat gösterilirdi. Harem binaları özellikle geceleri çok iyi korunurdu; içeride güçlü, cesur, silâh kullanmakta maharetli kadınlar güvenliği sağlarken dışarıda hadımlar kapıları beklerdi.

Bâbürlü hükümdarları sarayda devamlı kalmazlar, seferler ve başka maksatlarla başşehrin dışında uzun zaman geçirirlerdi. Bundan dolayı haremin merkezî sarayda ve ordugâh veya taşrada iki ayrı konumu, teşkilâtı ve günlük hayatı vardı. Ordugâhlarda merkezî bir yerde hükümdarın çadırı bulunur, burada kendine has saltanat haremi yer alırdı. Haremdeki hanımların kıyafet ve günlük hayatlarıyla ilgili özel prensipler tesbit edilmişti. Temel kurallardan biri, bütün kadınların disipline riayet etmesi ve ortalıkta dolaşmaktan kaçınması idi. Hükümdar hanımları ve kızları nadiren dışarı çıkar, genellikle zamanlarını kendi köşklerinde geçirirlerdi. Harem sakinlerinin gezileri şehir içi ve şehir dışı olmak üzere iki şekilde olurdu. Şehir dışı gezilerde hadımlar ve bazı kadın görevliler onlara refakat ederdi. Seyahatlerde genellikle filler kullanılır, fillerin üzerinde sâyebanlar ve mahfeler yer alırdı.
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Harem maddesi

__________________
 
Harem ilim ocağıydı

Harem bugünün Harvard'ıydı

Osmanlı Kadını kitabının yazarı Aslı Sancar haremin padişah ailesine hizmet eden kadınların kaldığı ve eğitildiği, beş vakit namaz kılınıp, Kur'an okunan çok ciddi bir eğitim müessesi olduğunu söylüyor.

Son günlerde hepimizin kafası Harem konusunda karışık. Oryantalist yazarların hareme girme imkanları olmadığı halde, gayrımüslim ahbaplarının her dediklerini doğru kabul ederek, saçma söylentileri, birebir kitaplarına geçirmeleri sonucu oluşmuş bir harem efsanesi vardı elbette. Ancak geçtiğimiz hafta haremi ön plana çıkaran bir dizinin yayınlanmaya başlaması sayesinde kafalar yine karıştı. Biz de 'En iyi tarih kitabı' ödülünü alan "Osmanlı Kadını" kitabının yazarı Aslı Sancar'ın kapısını çaldık ve gerçek haremi sorduk. Oryantalist söylemde Harem'in tamamı Padişah'ın düşüp kalktığı cariyeler gibi gösterilir. Oysa Harem oldukça sıkı protokolleri olan, 5 vakit namaz kılınan, Kur'an okunan, hizmet eden kızların eğitim gördüğü bir okul. Padişahların eşleri Harem'deki kızlar arasından seçiliyor ama ortada gösterilmeye çalışıldığı gibi şuh kahkahalar atıp, tüller içinde oradan oraya salınan kızlar yok!
OSMANLI ÜST KİMLİKTİ
Aslı Sancar, Osmanlı'da ilk senelerde haremin küçük olduğunu, büyük haremin daha sonra geliştiğini söylüyor.
Sancar, Osmanlı'nın ilk senelerinde komşu devletlerin prensesleri ile evlenilirken, 15. asırdan sonra haremin tamamen köle sistemine dönüştüğünü anlatıyor. "Kölelik sistemini Osmanlı başlatmadı. Bu tüm dünyada devam eden bir sistemdi. Böyle bir harem kurulmasının amacı çocuk yaştan yetiştirilen, padişaha çok güçlü şekilde bağlı olan bir zümre oluşturmaktı. Hareme alınan bu kızların aileleri olmadığı için, padişaha karşı gelmelerini sağlayacak siyasi bir güçleri yoktu. Hareme alınanların kimlikleri önemli değildi. Dillerini öğrenmişler, dinlerini öğrenmişler, bütün örf ve adetleri öğrenmişler, etiketleri öğrenmişler. Küçük yaşta gelince yepyeni bir hayat başlıyordu. Yeni bir kimlik alıyorlardı. Osmanlı bir üst kimlikti."
BEŞ VAKİT NAMAZ KILINIRDI
Haremde ciddi bir hiyerarşi olduğunu anlatan Aslı Sancar, haremin padişah ailesine hizmet eden kadınların kaldığı ve eğitildiği bir yer ve çok ciddi bir eğitim müessesi olduğunun bilinmesi gerektiğini söylüyor. "Her şey çok disiplinliydi. Çok ciddi bir protokol vardı. Kızlar saraya getirilir getirilmez İslam'ın temel ilkelerini ve ibadetlerini öğrenirlerdi; beş vakit namazlarını kılmaları gerekirdi. Bunun yanında Kur'an okumayı da öğrenirlerdi. Saray haremindeki kadınlar ibadetlerini büyük bir bağlılık ve özen içinde ifa ederlerdi. Padişaha cariye olabilecek güzelliğe ve cazibeye sahip olanlara okuma ve yazma da öğretilirdi. Musiki yeteneği olanlara belli bir sazı çalma, şarkı söyleme, raksetme eğitimi verilirdi. Dikiş dikmeyi, dantel ve örgü örmeyi de öğrenirlerdi. Saray terbiyesini yerli yerinde almaları sağlanırdı. Padişah ya da şehzade eşi olmayan, haremin yönetici kadrosu içinde yer almak istemeyen cariyeler dokuz yıllık hizmetin ardından özgürlüklerini isteyebilirlerdi. Bunun üzerine kendilerine bir azatlık belgesi verilir, evlenmeleri için biri bulunur, çeyizleri ile birlikte ev de verilir, ayrıca maaşa bağlanırlardı."
EŞLERİ VALİDE SULTAN SEÇERDİ
Aslı Sancar'ın anlattıklarına göre haremde padişahın, valide sultanın, hanım sultanların, kızlarının hepsinin maiyetleri vardı. Hatta kalfaların bile maiyetleri vardı. Banyo servisi, yemek servisi, kahve sunma, giysilere bakma gibi herkesin ayrı bir vazifesi vardı. Bir kişi bir dalda ustalaşırdı. Harem nüfusu dönem dönem değişiyordu. 400 - 500 kişiye ulaştığı zamanlar vardı. Padişahın dikkatini çeken ya da Valide sultanın seçtiği cariyeler padişahın eşleri olurdu. İlk olan 1. kadın olurdu. Bu 4'e kadar devam edebilirdi. Sonra ikballer gelirdi. Bir daire onların kullanımı için ayrılırdı ve sıraları belliydi. Bir kadın ölmedikten sonra o sıra devam ederdi. Padişah kadınlarını sırayla ziyaret ederdi. Çocukları da şehzade ve sultan sayılırdı. Sarayda da padişahın odası, Valide sultanın odası, daha sonra birinci kadın, ikinci kadın gibi kadınların odaları sıralanırdı.
SARAY İSTİKBALE AÇILAN KAPIYDI
Saraya Abhaza, Çerkez ve Gürcü kızları alınıyordu. Sancar, "Bazen aileler çok fakir olurdu. Gönüllü olarak verirlerdi kızlarını saraya. Çünkü o istikbali açık olan bir yoldu. Kızlar kabiliyetliyse sarayda hiyerarşi içinde yükselirlerdi. Kahya kadınların çok yüksek bir statüleri vardı. Hayır olarak cami, çeşme yaptırabilecek kadar maddi güçleri vardı. Harem bir kadın için çok üst bir kariyerdi. Bu yüzden, bugün herkesin Harvard'a gitmek istediği gibi, herkes saraya gitmek istiyordu. Saray istikbale açılan bir kapı olarak görülüyordu. Enderun'da, erkekler de eğitilir yetiştirilir, devlet kademelerinde ya da asker olarak görev alırlardı. Evlenmek isteyen kızlar da bu erkeklerle evlendirilirlerdi. Bu iki grup Osmanlı toplumunun elit tabakasını oluşturuyordu. Topluma karıştıklarında saray kültürünü yayıyorlardı."

Haremde kim ne yapıyordu

Daye Hatun: Sultanın süt annesi. Süt annelerin harem içindeki konumu yüksekti. Kethüda Hatun: Haremin en üst dereceli yöneticisi olup bu makama padişah tarafından bilgisi tecrübesi ve terbiyesine bakılarak getirilirdi. Haremdeki bütün merasimleri o yönetir, kadınları padişah ve ailesi karşısında nasıl davranacaklarına dair o eğitirdi. Haznedar Usta: Padişah haremde olduğu zaman hizmetini görmek üzere yanında olurdu. Padişahın giyim kuşamıyla, değerli taşarlıyla, haremin mali işleriyle ilgilenirlerdi. Çeşnigir Usta: Padişahın yeme içmesinden sorumluydu. Padişaha sunulan yemekleri zehirlenme ihtimaline karşı önce o tadardı. Çamaşır Ustası: Padişahın giyim kuşamının yıkanmasından sorumluydu. İbriktar Usta: Ekibiyle padişahın ibriği, leğeni ve havlularından sorumluydu. Berber Usta: Padişahın tıraş takımlarından sorumluydu. Kahveci Usta: Padişaha kahve yapar ve sunardı. Kilerci Usta: Kilerden sorumluydu. Padişaha yemek sırasında da sofra hizmetinde bulunurdu. Kutucu Usta: Padişahın, kadınefendilerin ve ikballerin yıkanma ve üst baş giyinme sırasındaki hizmetini görürlerdi. Külhane Usta: Hamamlardaki ocakların yakılmasından ve padişahın odalıklarının yıkanmasından sorumluydu. Katibe Usta: Haremdeki disiplinin korunmasından sorumluydu. Hareme girip çıkanı kontrol eder, haremde bütün olup biteni gözlem altında tutardı. Hastalar Ustası: Haremdeki sağlık görevlilerinin başıydı. Ebe: Saray haremindeki doğum ve düşükler sırasında hizmet veren bir çok ebe vardı. Dadı: Padişah çocuklarından her birine birer dadı ile kalfa verilirdi.
Bu kalfaların hepsinin şahsi hizmetçileri ve yardımcıları olurdu. Kalfalardan sonra, aynı hizmetleri valide sultanlar, kadınlar ve prensesler için gören kalfalar gelirdi. Bu kadınlar derecelerine göre maaş alırlardı
alıntı
 
Öncelikle tebrik etmek istedim seni,

Tarihine sahip çıkan birilerinin olduğunu bilmek çok büyük bi mutluluk,

Ben de Kanuni Sultan Süleyman'ı dizilerden yalan yanlış öğrenmesin millet diye hayatını konu alan bi

yazı dizisine başlamak istedim,yeni konu açacaktım ama senin burdan açtığın konuyu devam

ettirebiliriz,

Bilgisayarda kaynağım yok ama elimde çok şahane bi eser var,

İslam Hukukunda Kölelik ve Cariyelik Müessesesi ve Osmanlı'da Harem...

Merak eden arkadaşlara ordan alıntılar yapıp yazabilirim,sen de kaynaklarından bilgi aktarırsın,güzel

olmaz mı ne dersin?
 
bu konunun açılış amacını anlamadm

Niye anlamadınız,gayet açık değil mi?

Tarihini gerçek kaynaklardan öğrenmek isteyen olursa ulaşabileceği bi konu olsun diye açılmıştır,konu

sahibi değilim ama başka bi amacı olamaz diye düşünüyorum
...
 
Harem in oryantalist bakış açısından öte gerçek ve tarihi bilgileri veriliyor. Bilgilendirme maksatlı...

Kibela nın diğer topikte eklediği tarihi yazıları da zevkle okudum, kendisi tarih öğretmeniydi sanırım, başka bir amaç güdeceğini düşünmüyorum
 

Yani,başka ne gibi bi amacı olabilir ki!:97:
 
"Erkek olsaydım ve başkalarınına hizmet ederek varolmak zorunda kalsaydım, hiç tereddüt etmeden bir Türk ailesinin kölesi olarak yaşamayı seçerdim. Eğer bu acı lokma yenilip yutulabilecek bir şey olabilecekse, bu muhakkak bir Türk ailesinin yanında olur. Osmanlı insanının kölesi onun evlatlığı gibidir. O, köle satın alırken besleyip büyüteceği, koruyacağı, destekleyeceği bir insanoğlunu yanına almakta, çoğu kez de parasının güç yetiremeyeceği bir hazineyi, yani her umudunu, arzusunu onun hizmetine adayacak sadık, sevgi dolu ir kalbe sahip olmaktadır. Size gülümseyerek kahve sunan, gümüş kaptan gülsuyu döken hizmetçinin para karşılığında satın alındığını yalnızca bir defalığına unutup hizmetçiyle efendisinin birbirine karşı durumunu hayranlıkla seyredin, biri hizmet ederken öylesine candan, öylesine samimi, öbürü emir verirken aynı şekilde yumuşak ve tatlı dilli" (Kaynak: Pardoe,Vol.1,98-99)

Julia Pardoe,1836







Avrupalı gezginler Osmanlı'da köleliğin Batı'daki kölelikle yalnızca isim benzerliği taşıdığında ittifak etmiştir. Bunun için çok mühim sebepler vardır. Her şeyden önce Osmanlı'da kölelik, Batı'da olduğu gibi büyük çiftliklerin tarlalarında zorla ağır işlere koşulma şeklinde bir sistem değildi. Osmanlı'da genel olarak erkek köleler, askeri amaçla ya da ev içi hizmetinde, kadınlarsa yalnızca ev içi hizmetinde çalıştırılırdı. Afrikalı kadınlar genelde aşçılık yapar, günlük ev işlerini görürdü. Beyaz köleler ise kahve yapıp dağıtmak, yemek sofrasına bakmak, dadılık gibi daha özelleşmiş görevleri yerine getirirdi. Osmanlı haremlerini ziyaret eden Avrupalı kadınların anlattıklarına göre, köle kadınların hepsinin keyiflerince vakit geçirecekleri bol bol zamanı olur, haremde istedikleri gibi konuşup hareket edebilirlerdi. Bu kadın gezginlerin ayrıca Türkiye'deki bir cariyenin yerinin "Batı'daki bir ev hizmetçisininkine tercih edilebilir" olduğunu belirtmiştir. (Kaynak: Melman,147)

İkinci olarak, kölelik, geçici bir durumdu. Beyaz kadınlar dokuz(9) sene kölelik etmek zorundayken siyahi kadınlar için bu yedi(7) yıldı, çünkü bünyeleri daha soğuk bir iklime uygun değildi. Bir kadın, kölelikten azad edilince kendisine kanunen geçerli bir azatlık belgesi verilirdi. Kadın ömrünün sonuna kadar eski efendisinin evinde kalmayı isteyebilir, böyle olduğu takdirde kendisine çok iyi bakılırdı. Bunun yerine evlendirilmeyi de seçebilirdi. Evlendiği zaman mücevherleri temin edilir, çeyizi hazırlanır, evi döşenir, muhtemelen ev de verilirdi. Azad edilmiş köle, hayatının geri kalanı boyunca eski efendisinden emeklilik maaşı alırdı. Bundan başka, bir parçası olduğu aileyle bağlarını güçlü biçimde devam ettirir, bir ihtiyacı olduğu zaman onlara güvenirdi. Önceden köle olan ve seçkin kimselerin hareminde yetişen kadınlar genelde çok iyi konumdaki erkeklerle evlenirdi. Dolayısıyla kölelik, Osmanlı toplumunda yükselmek için bir vesileydi. Aslında, Adolphus Slade'in sözleriyle, "İngiliz erkekleri için Hindistan neyse, Doğulu kadınlar için de kölelik oydu: Mertebe atlama vesileri..." (Kaynak: a.g.e., 146)

Üçüncüsü, Osmanlı toplumunda köleliğin utanacak, küçümsenecek hiçbir çağrışımı yoktur. 14. yüzyıldan sonra Osmanlı padişahları özgür kadınlarla evlenmek yerine cariyeleri eş olarak almaya başlamışlardı. Padişahların çoğu zaten önceden köle olan kadınların oğullarıydı. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki bütün kadınlardan önce gelen Valide Sultan, yan, padişahın annesi de genelde önceden kölelik yapmış bir kadın olurdu. Askerler ve yöneticiler arasındaki seçkinlerin büyük kısmı Enderun'da eğitilip yetiştirilmiş, kölelikten gelme erkeklerdi. Onların hanımları da çoğu kez, Osmanlı haremlerinde terbiye almış, padişah hareminde ya da başka büyük haremlerde çok başarılı olmuş eski köleler olurdu. Sonuç olarak kölelik, cariyeler açısından başkalarının dudak büktüğü bir statü değildi, tam tersine büük haremlerde köle olarak yetişmiş kızlar, yükselme arzusundaki koca adayları için bulunmaz birer fırsattı, nitekim bu erkekler bu kızlarla evlenirlerse toplumun yönetici, seçkin tabakasında yeralan aileyle kopmayacak bir bağ kurma şansına da erişirlerdi.

Bu içtimai şartların sonucu olarak, birçok genç kız gönüllü olarak köleliğe girer yahut aileleri daha iyi bir gelecek sahibi olacağını düşünerek kızlarını belli bir fiyat karşılığında köleliğe verirlerdi. Bu durum özellikle Kafkas kökenli kızlar için sözkonusuydu, Gürcü kızlarıyla birlikte bunlar, 18.yüzyıldan itibaren, beyaz kadın nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturmaktaydılar. Pardoe'ya göre Kafkasya'daki bütün kızlar ve erkekler " Şeref sahibi olmaya, ilerlemeye giden yolun herkese açık olduğu İstanbul'a gitmek için diretirdi" (Kaynakardoe, Vol.,I,99)O zamanlar Kafkasya'da geçerli olan, prensler,soylulular, köleler ve onların çocuklarından oluşan feodal sosyal sistem dolayısıyla köle ailelerinin çocukları sahiplerinin karı için satılırdı. Diğerleri köylere yapılan baskınlarda yakalanmış sonra da parası için köle tüccarlarına satılmış olurdu. Köleliğin gönülle de olsa, zorunlu da olsa hem çocuklar hem de aileleri tarafından toplumda yükselmek için geçici bir safha olarak görüldüğü kesindi. Fanny Davis'in anlattığı bir anekdot Kafkasyalı annelerin kızlarını Osmanlı haremlerine köle vermek için nasıl ısrarla uğraştıklarını çok güzel ifade eder:

"1856-1857 yılları arasında Lady Blunt'ın erkek kardeşiyle, kayınbiraderleri Kafkasya'ya giderler. Amaçları oradaki anne-babaları çocuklarını köle olarak satmaktan caydırmaktır. Ellerinde lokumlarla, türlü hediyelerle oraya varırlar, ama bunların hepsi reddedilir,çünkü anneler bunu kızlarının İstanbul'a gidip kendilerini ilerletmelerini engellemeye yönelik bir çaba olarak görür,çok öfkelenirler. Hepsinin hayali, kızlarının saraya girmesi, sonra da Valide Sultan olmasıdır" (Kaynakavis,113-14)

Tabi Osmanlı haremlerinde kölelere yapılan iyi muamele de kızlar ve ailelerinin Osmanlılarda köleliğe rağbetini açıklayan önemli bir başka etkendir. Nitekim,küçük cariyeler kelimenin tam anlamıyla ailenin bir parçası olarak yetiştirilirdi. Bu kızlarla koruyucu aileleri arasında çok sıkı bağlar oluşurdu. Genelde altı,yedi yaşlarındayken hatta daha bebekken alınırlar ve kendilerine süt annesi tutulurdu. Yeni evine gelen küçük köle kızlara "Dilşad"(gönle hoşnut veren), "Dilruba"(gönül çalan) gibi yeni, şiirsel bir isim verilirdi. Ailenin yediğinden yer, onların giydiklerindenin benzerlerini giyerdi. Osmanlı terbiyesi kendisine en ince şekilde öğretilen cariye aile fertlerinin hizmetine geçmeden önce yaşça kendinden ileri olan cariyelerin hizmetini görerek alıştırma yapardı. Türkçe konuşma ve yazmayı öğrenmesinin yanında temel İslami bilgiler ve ibadetlerle ilgili eğitim alırdı. Ayrıca dikiş dikmeyi,nakış işlemeyi de öğrenirdi. Musikiye yeteneği varsa, ya bir saz çalmak yahut da raks edip şarkı söylemek üzere eğitilirdi. Başka herhangi bir özel yeteneği varsa, bunu da geliştirmesi için gerekli her şey yapılırdı.

Bazı kızlar ailenin genç kızlarına yoldaşlık etmek için alınır, aile fertleriyle aynı eğitimden geçerlerdi. Bazıları Farça ve arapça, daha sonraki yüzyıllarda da İngilizce ve Fransızca okumayı öğrenirdi. Kimi cariyeler ise ailenin çocuklarına dadılık etmek üzere yetiştirilirdi. Genel olarak özgür bir Osmanlı kızının sahip olacağı bütün tutum ve davranışların,göstereceği hünerlerin tamamı cariyelere de öğretilirdi. Cariyelerin kaderi ile ilgili olarak, Ferriman şöyle bir yorumda bulunmuştur. "Yukarıdaki şartlar altında tanımını bulan köleliğin kötü talih sayılması imkansızdır. Çocuk rahata ermekte, çoğu kez lüksün, inceliğin yaşandığı şartlara kavuşmaktadır. Görevleri de ağır değildir. Kısaca söylemek gerekirse medniyete geçiş yapmıştır" (Kaynak: Ferriman,116-117)

Cariyeler köle olarak hizmette geçirmeleri gereken zamanı tamamladıktan sonra Osmanlı erkekleriyle evlenirlerdi. Kimi zaman daha süreleridolmadan azad edilirlerdi,çünkü köle azat etmek islam'da çok büyük değeri olan bir ibadet olarak kabul edilirdi. Her iki durumda da bu kızlar çok iyi evlilikler yapardı. Güzellikleri, cazibeleri,kültürleriyle gözde gelin adaylarıydılar. Çoğu, içinde büyüdükleri ailelerin oğullarıyla evlenirdi. Bunun yanında, Osmanlı yönetici sınıfıa mensup, genellikle kölelikten gelme erkeklerle evlenmeler de olurdu. Bazı erkekler köle ya da eski köle kızlarla evlenmeyi tercih ederlerdi,çünkü bu evliiklerin masrafı,yönetici sınıfından gelme,özgür bir Osmanlı kadınıyla evlenmek için yapılacak masraftan bir hayli azdı. Hatta, kendileri de eski birer cariye olan köle tüccarları, kızları çok küçük yaşta alır, evlenme çağına gelene kadar büyütüp yetiştirir sonra da çok karlı bir fiyata satarlardı. Cariyelere bir koca bulma görevi evin hanımına aitti. Hanım bu görevi azami bir dikkatle yerine getirirdi,kölelerini iyi yerlere gelin vermesi onun için de bir onur vesilesiydi. Kölenin hizmetinde bulunduğu ailesi onun çeyizini,ev eşyasını hatta çoğu kez evini de verirdi. Emine Fuat Tugay babaannesinin evlendirdiği azad edilmiş bir köleye iki(2) ev verildiğinden bahseder.( Kaynak: Tugay,220.) Leyla Saz,19.yüzyılda bir cariyenin çeyizinde neler bulunduğunu şöyle tarif eder:

"Cariyeler,kölelik yılları boyunca kendisine verilen küçük hediyeler yanında, mücevherler,küpe,elmas yüzük,altın saat,gümüş fincan tabakları ve kahve seti gibi değerli eşyalar da alınırdı. Kıza bir evi döşemek için gerekli bütün eşya ile birlikte gergedan boynuzundan,fildişinden hatta kaplumbağa kabuğundan yapılma küçük zarif kaşıklar verilirdi. Çeyizin zenginliği evin hanımının ne kadar varlıklı olduğuna, kızın köle olarak evde hangi mertebede bulunduğuna göre değişirdi. Pek çok efendi,kölesini evlendirirken ona ev de alırdı,hatta bugün iyi şartlarda yetişmiş pek çok genç kız, hanımını ve efendisinin hayır duasını alarak konağından ayrılan bir kalfanın çeyiz ve ev eşyalarına sahip olmaktan utanmazdı" (Kaynak: Leyla Saz, The Imperial harem of The Sultans/Memoirs of Leyla(saz)hanımefendi[İstanbuleva Publications,1994]66-67)

Kölenin Osmanlı ailesiyle bağı hayatı boyunca hatta daha sonra da devam eder, aile çoğu kez kölenin çocuklarına da yardımcı olurdu. Bazı durumlarda ise köleler evlenmektense hizmetinde bulundukları ailelerinin yanında kalmayı isterleri bu durumda hayatlarının sonuna kadar kendilerine bakılırdı. Örneğin Leyla Saz'ın kız kardeşinin dadısı aileden ayrılmayı reddetmiş, kızkardeşin çocuklarını da o büyütmüş, altmış yaşındayken onların yanında vefat etmiştir. (KAYNAK: a.g.e 67)

Osmanlı İmparatorlu'nda kölelik şeriat yoluyla sıkı sıkıya düzenlenmişti. Kölenin hakları, efendisinin veya hanımının ona karşı sorumlulukları açık bir şekilde tanımlanmıştı. Bir cariye satın alındıktan sonra ona ailenin bir ferdi gibi davranılırdı. Köleyi kendi halinde sokağa terk etmek asla sözkonusu olmazdı.

- Köleler memnun kalmadıkları takdirde yeniden satılmayı isteyebilirlerdi, bu konuda kendilerine dayanak olan kanun da vardı.

-Sahipleri onların bu isteğini reddettiği takdirde köle kaçabilir,ama kaçarsa zorunlu kölelik süresi dolmadan özgürlüğüne kavuşamazdı.

-Kaçan kölenin bir köle tüccarına başvurması gerekirdi, bu satıcı on yeni birisine satar, eski efendiyr fr durumu bildirirdi.

Birçok Avrupalı, Osmanlılar'da efendi ve hanımların köllerine gösterdiği özen ve sevgiden özellikle bahsetmiştir. Emine Fuat Tugay, Mısır hidivi olan dedesinin cariyelerin birinden bahisle bu özenli, sevgi dolu muameleye örnek verir. Kendisinin anlattığına göre, köle kadın sık sık hasta olduğundan şikayet etmekte, her seferinde bir paşa(general) olan saray doktoru eve çağrılmaktadır. Yaşı daha ileri olan başka bir cariyr, genç kızın durumu gerektiğinden fazla abarttığını, doktorun da kızın bileğini normalden daha uzun süre tuttuğunu farkeder. Doktor da cariye de sorgulandıkları vakit birbirlerini sevdikleri ortaya çıkar. Neticede evlendirilirler,cariyeye herkese verilen mücevherat ve çeyizin dışında öb üç bin dönüm toprak verilir. Yeni çift damadın evine, cariyenin at arabasıyla gönderilir ki bu da kızın eski efendisinden bir başka hediyedir.(Kaynak: Tugay,305.)

NOT: Bilgiler, kaynakları ile birlikte "Osmanlı Kadını Efsane ve Gerçek" isimli kitaptan alıntılanarak yazılmıştır
 
Bence de gayet bilgilendirici bir konu olmuş,Osmanlıda haremin tartışıldığı şu günlerde doğru kaynaklardan doğru bilgilendirilmek çok mantıklı,teşekkürler canım
 
Çok başarılı bir çalışma. Bu güzel bilgileri aktaran arkadaşlarıma teşekkürü borç bilirim. Osmanlı' da harem olarak adlandırılan olgu bize yansıtılan, yansıtılmaya çalışılanlardan hiç şüphesiz çok daha farklıdır. Biz ki o padişahların torunlarıyız.
 
Bence de gayet bilgilendirici bir konu olmuş,Osmanlıda haremin tartışıldığı şu günlerde doğru kaynaklardan doğru bilgilendirilmek çok mantıklı,teşekkürler canım




Teşekkürler kibela24...
 
Harem Osmanlı cemiyetine kadın yetiştirmiştir"

İlber Ortaylı, Aya İrini Kilisesi'nde düzenlenen 'Muhteşem Kanuni Asrı Sempozyumu'nda konuştu







Fatih Belediyesi öncülüğünde Aya İrini Kilisesi'nde düzenlenen "Muhteşem Kanuni Asrı Sempozyumu"nda konuşan Topkapı Sarayı Müzesi Başkanı Prof. Dr. İlber Ortaylı, Türk sinemasının tarihi filmleri çevirirken birtakım bilgileri doğru edinmek düzeyinde olmadığını söyledi. Ortaylı, "Sinemamızda eskilerin yetişmesini beklemek mümkün değildir. Bu sadece sinemacılarımızın yeteneği ve bilgi birikimlerinin değil, doğrudan doğruya Türk tarihinin, merasimleri ve adetleri tanımayan, günlük hayatı sarayda ve dışarıda henüz tespit edemeyen Türk tarihçiliğinin kabahatidir" diye konuştu.
''Muhteşem Süleyman ve Avrupa'' konulu konuşma yapan Ortaylı, Osmanlı'nın siyasi yapısını, askeri yapısını, dünyayı değiştiren fiziki yapısını uzun Kanuni asrına borçlu olduğunu belirtti.

'TOPKAPI ARŞİVLERİ OLMAZSA AVRUPALI HİÇBİR DEVLETİN TARİHİ YAZILAMAZ'
Osmanlı'nın 46 yıl içinde bir medeniyet haline geldiğini vurgulayan Ortaylı, "Eğer Topkapı'nın arşivleri olmasa, eğer Türk imparatorluğunun kalıntıları olmasa bugün Avrupa'nın hiçbir devletinin tarihi yazılamaz. Bu bize kuru bir iftihar ve gururdan çok büyük bir mesuliyet gerektirmektedir. Kanuni Sultan Süleyman ve Fatih, asırların her arşivi Türklerin birinci derecede korumakla mükellef oldukları kalıntılardır. Bunlara gereken ihtimamı göstermezsek, sadece kendimizin değil, bütün yakın doğunun ve Avrupanın tarihine en büyük zararı vermiş oluruz" dedi.

'TÜRK SİNEMASI DOĞRU BİLGİ EDİNEMİYOR'
Türk sinemasının tarihi filmleri çevirirken birtakım bilgileri doğru edinme düzeyinde olmadığını söyleyen Ortaylı, "Sinemamızda eskilerin yetişmesini beklemek mümkün değildir. Bu sadece sinemacılarımızın yeteneği ve bilgi birikimlerinin değil, doğrudan doğruya Türk tarihinin Türk sanat tarihçiliğinin, merasimleri tanımayan, adetleri tanımayan, günlük hayatı sarayda ve dışarıda henüz tespit edemeyen Türk tarihçiliğinin de kabahatidir" diye konuştu.

Dönemin gerçeklerini anlatan tarihi kaynakların çoğunluğunun yabancılara ait olduğunu vurgulayan Ortaylı, "Büyük padişahlarımızı Harem'e kapattılar diyerek gürültü çıkartmanın bir anlamı yok. Harem büyük bir müessesedir. Sizin bildiğiniz gibi Harem değildir. Harem ön planda padişahın evidir. Harem Osmanlı cemiyetine kadın yetiştiren önemli bir kurumdur. Oradan çıkan kadınların çok azı padişahın karısı olmuştur. Onların çoğu devlet adamları için yetişen kadınlardır. Bu nedenle Harem'de önemli ve büyük bir eğitim veriliyor" dedi.

'HAREM'İ KİMSEYE TAVSİYE ETMEM'
"Muhteşem Yüzyıl" dizisindeki gibi harem ağalarının elinde kırbaçla Harem'e girmediğinin altını çizen Ortaylı, şöyle konuştu: "Harem'in inzibatı kalfalara ait. Mesela dizide padişah kadının yanağından öpüyor. Hiç gördünüz mü? Kendilerine göre tarih yazıyorlar. Buna etiket tarihi denir. Bunu tespit edebilmek için minyatür uzmanı olmak gerekir. Filmciler ezbere konuşuyor. Harem'de çok katı bir disiplin var. Harem'i kimseye tavsiye etmem. Zaman makinesiyle eskiye gitsem medresede yetişmeyi tercih ederdim."
Konuşmasında Kanuni'nin yaptığı eserlere de değinen Ortaylı şöyle konuştu:
"Keşke bu film için gösterilen hassasiyeti Süleymaniye Camisi için de gösterebilseydik. Belediye burada bir çalışma yapıyor. Ancak onları bu konuda yalnız bıraktık. Caminin tadilatını yakından görmedik. Hemşeri kitlesi belediyeye bir destek vermedi."

'ELEŞTİRENLER DAHA İYİSİNİ YAPMALI'
İstanbul İl Kültür ve Turizm Müdürü Ahmet Emre Bilgili ise, sempozyumun "Muhteşem Yüzyıl" dizisinden esinlenerek düzenlendiğini söyleyerek, "Olaya pozitif yönden bakmamız gerekli. Dizi başladıktan sonra çok eleştirildi. Bu da dizinin çok seyredilmesine sebep oldu. Tepkiler tabii ki olacak. Bu olay şunu ortaya koymalı; daha iyisini eleştirenler yapmalı. Madem eleştiriyoruz, katılmadığımız hususlar var, Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan bu değilse, harem dediğimiz eğitim kurumu sadece entrikalardan ibaret değilse, bunu böyle düşünenler daha büyük bir yapımla Kanuni'nin muhteşem dönemini ortaya koymalı" dedi.

Osmanlı'nın çok zengin bir yapıya sahip olduğunu belirten Bilgili, "Önemli olan bunların tarihi gerçeklere uygun düşmesi. Ancak benim üzüldüğüm bir şey var. Kanuni'nin bu muhteşem dönemini sadece diziden öğrenenler Kanuni Sultan Süleyman, Hürrem Sultan, Valide Sultan denince akla dizideki rol gelecek. Biz biliyoruz ki gerek Kanuni Sultan Süleyman, gerek Valide Sultan, Hürrem Sultan ve harem sadece bunlardan ibaret değil. Asıl yapılacak icraat bundan daha iyisini ortaya koymaktır" diye konuştu.
 
Osmanlı’da Harem’in Gerçek Yüzü

Bir ülkede deprem sözkonusu olursa jeologlar, hastalıklar sözkonusu olursa doktorlar, savaş sözkonusu olursa siyasiler ve askerler konuşurlar. Bu bizim ülkemizde de böyledir. Ancak bizde iki konu vardır ki bunlar üzerinde herkes konumuna, birikimine, eğitimine bakmadan üstelik de allame edasıyla konuşur. Bu konulardan bir tanesi dindir diğeri tarih.

Tarihle ilgili bir şeyler söz konusu olduğunda siyasetçi konuşur, gazeteci konuşur, televizyoncu konuşur vs. Bir Allah kulunun aklına da bu işin profosörleri bulup konuşturmak gelmez. Veya gelir de, onların söyleyecekleri işlerine gelmez.

Tarih deyince her zaman revaçta olan konulardan bir tanesi de Osmanlı ve haremidir.
Bunu içoğlanları takip eder. Ardından valide sultanlar, kadınlar saltanatı, devşirmeler vs. böyle gider.
İlim ahlakına sahip bir tarihçinin Osmanlı haremi konusunda söyleyeceği şeyler çok azdır. Çünkü elinde bu konuyla ilgili yeterli belge, döküman vs. yoktur.

Kalın duvarlarla çevrili harem binası, etrafındaki harem ağalarına ait binalar ve diğer ocakların daireleriyle adeta ulaşılması imkansız bir kale gibidir. İçinde değil, etrafındaki kendilerine ait binalarda yaşayan, zorunlu hallerde Haremin içine girmeleri gerektiğinde salavat-ı şerife getirerek dolaştıkları bir ortamdır. Her odanın kapısının girişinde, duvarlarında ayetler, hadisler, dualar bulunan bir mekandır Harem.

Zorunlu hallerde ancak harem ağalarına ve tabiplere açılan bu mekana yabancı seyyahların, tarihçilerin nasıl girip, orada adeta gezmiş dolaşmıs gibi haremi anlatışlarına şaşmamak elde değil. Kaldı ki bizimkilerin en çok esas aldıkları, kullandıkları kaynaklarda, ilmi otoritelerce yüzlerce kez tenkid edilmis, çürütülmüş bu batı tarihçilerinin kitaplarıdır.

I. Ahmed döneminde saraya gizlice girdiğini iddia eden Venedik elçisi Ottavinano, ancak Revan Kasrı’nın önündeki havuza kadar olan yerleri görebildiğini söyledikten sonra padişahın odasındaki cariyesiyle nasıl ilişki kurduğunu detaylarıyla anlatmakta ve insanlar da bu anlatıma değer vererek kaynak gösterirken yapılan ilmi ahlaksızlığa çanak tutmaktalar.

18. yüzyılda bile ancak yazlık sarayların boş haremlerini gezebilen batılı birkaç yazar, nedense göremedikleri kısmı hayalleriyle doldurmayı denemişlerdi. Havuzu gördüler ama havuz sefalarını kendileri uydurdular sonra da uydurduklarının resmini çizdiler. Hata yaptıklarını belki de hiç bir zaman düşünmediler çünkü kendi kırallarının kadınları ile yaşantıları öyleydi. Birlikte oldukları düzinelerce kadının yarı çıplak resim ve heykelleri ile saraylarının duvarlarını süsleyen bir zihniyetin Osmanlı hükümdarlarındaki edep kavramını anlayabilmelerini zaten beklemiyoruz.

Ama anlayamadığımız, bizim bize bunu nasıl yapabildiğimiz. Yıllarca Topkapı sarayını gezdiren rehberlerin turistlere Harem’in duvarlarında yazılı Arapça metinleri göstererek bunların padişahların cariyeleri için yazdıkları aşk şiirleri olduğunu söylemelerini, ellerindeki broşürlerde de böyle yazmasını hangi düşünceyle izah etmek gerek bilemiyoruz. Zira bu Arapça metinlerin tamamı Kur’an ayetlerinden ve dualardan başka bir şey değil. Hükümdarların çıplak cariyelerin danslarını seyrettiği idda edilen Hünkar Sofası Daire’sinin duvarlarında Bakara Suresi 257. ayetinden itibaren yedi ayet yazılıdır ki bir ayetin meali aynen şöyledir: “Allah kendisine hükümranlık verdi diye (şımarıp azarak) Rabbi hakkında İbrahim ile tartışanı görmedin mi?” Sanki adeta Osmanlı hükümdarı bu ayetle gerçek hükümdarın kim olduğunu, hükümdarım diye şımarıp azdığı taktirde Nemrutlaşabileceği ihtimalini, hergün bilinç altına kazıyor, iman edenlerin karlı bir konumda, Nemrut gibi imansızların ise ne derece zararda olduğunu görüyor ve okuyordu.

Doğru! Bu sofada padişah eşleri, çocukları, kızları, validesi ile birlikte oturur ve helal dairesinde (yani kimseyi huzurunda yarı çıplak oynatmadan) sazlar çalınıp ilahiler söylenip eğlenilirdi. Ancak bugünkü insanların eğlence kavramından anladıkları şey otomatikman Osmanlı padişahının da öyle eğlenmiş olması gerektiğini düşündürtüyordu onlara.

Onlar bunları yaptıklarına dair (yani hamam havuz sefaları, yarı çıplak cariyelerin dans etmesi gibi) belge bırakmayınca bizimkiler hayallerini belge-vesika-kaynak haline getirdiler.

Öyle ya; bir erkeğin elinin altında 300-500 cariye olur da nasıl bunlarla gününü gün etmez ki. Hele hele 36 Osmanlı padişahının içinden 15 tanesinin sadece bir veya iki kadınla birlikte olduğu diğerlerinin de en fazla yedi sekiz kadınla aile hayatı yaşadığı belgelerle gözlerine soksanız bu sefer de pişkin pişkin sırıtıp Osmanlı padişahlarının erkekliklerini sorgulamaya kalkacaklar.

Hemen şunu da belirtelim; şu an tek eşli (ama çok metresli) evlilik sisteminin içindeki insanlar olarak, Osmanlı padişahının birlikte olduğu 7-8 kadın bile bize çok abartılı gelecektir. Ancak unutmamak gerekir ki Osmanlı’nın yaşadığı dönemde tıpkı dünyanın her yerinde olduğu gibi bir kralın güzel kölesini istediği gibi kulllanması ve bunların sayısının yirmiye otuza çıkması normaldi. O kadar normaldi ki krallar bu kadınlarının heykellerini yaptırıp saraylarının yüksek duvarları üzerine herkesin görebileceği şekilde koydurabiliyorlar ya da yüzlerce genç ve güzel kadınla hamam sefası yapabiliyorlardı. Bizim haremi sorguladığımız gibi Avrupalılar kendi krallarının bu hallerini asla sorgulamadılar. Tarihlerinin yaşanmış bir gerçekliği olarak tarihlerinde bıraktılar.

Oysa biz, asla yaşanmamış sahneleri alıp, doğru gibi kabul edip, kendi kendimize duyduğumuz saygıyı ve özgüveni aramızdan kaldırdık.
1909 yılına kadar Harem Dairesi’ne padişahtan başka, ancak mecburiyet halinde Harem Ağaları ve doktorlar girebiliyorlardı. Son onüç yıllık dönem ise Haremi görenlerin hatıratlarında oldukça net bir biçimde anlatılıyor. Yazık ki (!) orada bile havuz – hamam sefaları yok.

Peki o zaman “Bu Harem nasıl bir yer?” denilebilir.

Kısa ve net bir cevap verelim: Tek idarecisinin Valide Sultan olduğu (yani padişahın annesi) kendisine ait, padişahın bile bozamadığı çok kesin ve katı kuralları bulunan yüzlerce genç kızın, dönemin ilim anlayışına göre en iyi eğitimi aldığı, nihayetinde de devletin önemli kademesindeki görevlilerle evlendirilerek teliyle-duvağıyle-çeyizi ile gönderildiği bir bayanlar mektebidir.

Evet, tam anlamıyla böyledir. Çünkü saraya çeşitli yollarla (esir alınarak veya satın alınarak) alınan kadın köleler yani cariyeler “Acemi” statüsü ile saraya girerler. Bunların padişahla görüşebilmesi mümkün değildir. Öncelikle padişahla karşılaşabilecek, konuşabilecek bir eğitime tabi tutulmaları gerekmektedir. Eğer bunların içinden gerek zekası, gerek güzelliği ve kabiliyetleri ile dikkati çeken birisi olursa bunlar daha özel bir eğitime tâbi tutulurlar ki saraydaki 500-600 cariyenin ancak %10’u bu guruba girebilir. Bu %10’un içinden onları yetiştiren kalfalar ve Valide sultanın dikkatini çekebilenler ancak, has odalık olabilir ki bunlar padişahın özel hizmetlisi konumundadır.

Eğer Has Odalık olarak ayrılan cariyeler padişahın dikkatini çekmeyi başarabilirlerse, yani padişahla karı-koca hayatı yaşarsa ikbal mertebesine yükselir. Genellikle de ikballer padişahın çocuğunu doğurduğunda Kadın Efendi olurlardı. Bunun bir üst mertebesi Kadın Efendinin Valide sultan olmasıdır ki o da ancak doğurduğu çocuk tahta çıkarsa mümkündür .Özetle bütün kıyamet 600 cariyenin içinden aynı anda sayıları dördü beşi geçmeyen Kadın Efendi ve İkballer yüzünden kopmakta.

Şunu da belirtelim ki, Osmanlı padişahı dileseydi o dönemde dünyanın her yerinde olduğu gibi bu 500-600 cariyeyi önünde resmi geçit yaptırıp içlerinden dilediğini de seçebilirdi. Bunu yapabilecek siyasal otoriteye de, cariye köle konumunda olduğu için dinsel özgürlüğe sahipti. Oysa o hareme girerken içeriye haber verilir ve onun geçeceği yol üzerindeki bütün dairelerin kapıları kapatılır, kazara bir cariye padişahla karşılaşacak olursa yaptığı edepsizlik sayılır ve o cariye cezalandırılırdı. Öyle ki kitaplar, bu “kazara” karşılaşmalara tahammül edemeyen padişahların yüksek ökçeli takunyalar yaptırıp Harem’in içinde iken bunlarla dolaştığını yazdı. Geldiği anlaşılsın ve yolunun üzerinden çekilsinler diye. Cariyeleri bırakın, çıktığı seferde nikahlı karısını bulunduğu şehre getirtmeyi unuttuğu için karısının sitem dolu mektuplarını alan padişahları yazdı arşiv vesikaları.
Koca Sultan’ın sitem dolu mektuba cevabı ise;

“Varın söyleyin Hafsa Sultan’a: Biz gaza kılıcını kuşanmışız. Gayrısından başkasını gözümüz görmez” olacakdı.

Buraya hatıralarına ve mahremiyetlerine hürmetsizlik olmasın diye isimlerini yazmayacağımız bir hükümdarımızın gözdesi ile arasında geçenleri de almak durumunda kalacağız. Zira köle bile olsa, rızası olmadan padişah ile karı-koca hayatı yaşamadıklarının pratikte delili gibidir bu hatıra.
Koca Sultan’ın aziz ruhundan özür dileyerek;

Kızı anlatır padişahımızın: “........... kumraldı, ela gözlü idi, 23 yaşında kadardı. Gayet de iyi tahsil görmüş, son derece zarifti. Daha saraya intisab ettiği (girdiği) günden itibaren babam kendisinden pek hoşlanmıştı. Artık, daima onu yanında gezdiriyor, kendisi ile uzun uzun, tatlı tatlı konuşuyordu. Lakin bütün bu “iltifatı şahaneye” rağmen elâ gözlü dünya güzeli, hükümdarın bazı arzularına “evet” demiyordu. Onun bu şiddetli mukavemeti babamın kendisine karşı alâkasını daha ziyade arttırıyordu. Bu hal böyle tam beş sene devam etti. Elâ gözlü güzelde hiç bir değişiklik yoktu..........”.

Bir bayram günü, çok güzel görünen kız padişahın huzuruna girer tebrikini yapar. Hünkar “Hâlâ inadında devam mısın?” diye sorar. Genç kız gözlerini yere indirip susar. Bunun üzerine Hakan “ Hem sen bugün ne kadar güzelsin!” der. Genç kızın bu iltifata cevabı şu olur: “Efendimiz!! Ömrüm oldukça size canımı feda etmeye daima hazır olacağım. Yanınızdan ayrılmam. Fakat bütün dünyayı bağışlasanız asla hareminiz olmam!.. Çünkü kocam olacak erkeğin yalnız ve yalnız bir karısı, yani tamamen bana ait olmasını isterim, aksi halde kimse ile evlenmem.....”

Güzelden ümidini kesen Hükümdar ona bir konak alır, içini donatır. 45 Yasında gayet dindar bir kıranta (oturaklı, gösterişli, bakımlı, orta yaşlı) zatla evlendirir. Kocasının tek eşi olarak hayatını devam ettirir.

Binyediyüzlü yılların başında İstanbul’a gelen İngiltere Büyükelçisi’nin eşi Lady Montague’nin hatıraları batılıların pek hoşuna gitmedi. Hareme girebilen Lady’nin yazdıkları daha önceki ve sonraki batılıların yazdıklarına ters düştüğü için, gerek o dönemde, gerekse daha sonra Lady Montague’yi yalancılıkla itham eden pek çok yazar çıkacaktı. O’nun ülkesi olan İngiltere’de üstelik de 1800’lü yıllarda, evli bir erkek çok rahatlıkla karısını gazeteye “ihtiyaçtan satılık ev kadını” ilanı vererek satabildiği için, Osmanlının saraya giren kadın köleye maaş bağlamasını, eğitim vermesini, sonra da değerli çeyiz ve mücevherleri ile saraydan âzâd etmesini elbette anlamakta zorlanacak ve inkâr yolunu tercih edeceklerdi.

Aşağıda, onun mektuplarından yaptığımız alıntı, ne demek istediğimizi daha da iyi izah edecektir:
“Bu milletin din ve töreleri hakkında eksik bilgimiz var. Dünyanın bu tarafına seyrek geliniyor. Gelenler de ticaretten başka bir şey düşünmeyen tüccarlar. Türkler ise, bunlarla yüz-göz olmayacak kadar ağırbaşlılar. Bu sebeple tüccarların getirdikleri bilgiler yalan yanlış oluyor.
Belki de dünyanın bütün kadınlarından daha hür..... Hayatı hiç aksatmadan, zevkle süren, kaygılardan uzak yaşayan, boş vaktini komşu ziyaretleriyle, hamamlarda yıkanmakla, ya da bol para harcayıp yeni yeni modalar çıkarmakla geçiren yeryüzündeki tek kadın. Avrupa’da hiç bir saray düşünemem ki, orada yabancı bir kadına karşı bu kadar namusluca davranılsın.
Hamamda ikiyüz kadar kadın vardı. Hiç birinde bizdeki gibi alaycı gülüşmeler ve fısıldaşmalara rastlamadım. Üstelik benim için “güzel, çok güzel” dediklerini işittim. Bir kadının, bir başka kadın için “güzel” diyebilmesi hâyâl bile edilemez.
Konakların hepsinde bir harem dairesi ve cariyeler var. Ancak bu cariyeler evin hanımına âit hizmetçiler. Evin erkeği ömrü boyunca bunları yolda görse tanımaz. Ne kadar garip değil mi?
Kış geceleri toplanıyorlar, geç vakitlere kadar öyle güzel ve saf eğleniyorlar ki zamanın nasıl geçtiği hissedilmiyor. Her evde misafir odaları var. İkram ve misafirperverlik Türklerin yaşama kudreti gibi bir şey.......”

Çok zor ve ağır bir konu olan Harem’i böyle bir kaç satırda özetlemek elbetteki mümkün değil. Ancak kendimizle, geçmişimizle barışma çabasının içinde küçük bir damla olmaktı niyetimiz.
Yazımıza bir soru ile son vermek istiyoruz:

Biz, zamanın hiç bir diliminde ve dünyanın hiç bir coğrafyasında sarayına aldığı bir köleden “valide sultan” dediğimiz zamanının “first lady”sini çıkaran bir başka medeniyet bilmiyoruz.
Siz biliyor musunuz?


Oya Kayıcıoğlu( Tarih Öğretmeni)


Kaynak: Tarih Portalı | Tarih Öğretmeni 2010-2011 2. Dönem Tarih Zümresi, 2. dönem tarih zümre toplantı tutanağı
 
Teşekkürler Kibela,

Ben de Prof.Dr.Ahmed Akgündüz'ün kitabında aynı şeyleri okumuş ve hayret etmiştim,

Şimdi ise insanlar hem de hemcinslerimiz acımasızca,sanki oradaymış da şahit olmuşlar gibi hemen

etiketi yapıştırıyolar,

Yok zevk sefa,karı kız düşkünü,içki içip eğlenen falan,

Tamam aralarında hata yapan vardır,içkiye düşkün olan sonra tevbe eden bi

paadişah vardı sanırım,ama bikaç kişinin yaptığı hatayı tüm Osmanlıya mal etmek

ne kadar doğru yani?

Yahu bi insan düşünür,madem padişahlar sırf eğlence derdindelermiş,o kadar toprağı ülkeyi nasıl

fetetmişler,o zaman şimdiki gibi yollar kısa değil,araba uçak yok,teknoloji yok,yukardan bombalayıp

geçilmiyo ülkeler,


Hem de bunun dinde bi kaidesi var,olmasa onlar yaparlar mı böyle bişey,

İslam hukukunda köleleik cariyelik müessesesi diye bişey var,kurallar var,

Adamlar o odalarda karı kız derdine düşseler duvarlarına ayet yazdırırlar mı,bu kadar mı cahil ahlaksız

insanlar diye düşünmez mi insan?

Ayrıca elinde kanıtın olmadan,gözünle görmeden bi insanı nasıl kolayca yargılıyosun,bunun bi vebali

var hiç düşünüyo mu bunu insanlar acaba?

Bunları sorunca da hemen işi Cumhuriyetin kadınlara verdiği haklara geitirirler,

Tamam çok iyi oldu,kadınlar olarak birçok hakka sahip olduk ama bu öncekileri kötülemek için bi sebep

mi yani değil mi?

O zamanın şartları o şekildeymiş,şimdiki şartlarla o zamanı kıyaslamak ne kadar mantıklı,

Ayy ben dolmuşum sanırım baya,uzun oldu... neyse devam edelim gerçekleri okumaya

arkadaşım...
 
Son düzenleme:
Güzel açıklamalar ben zaten harem olayına hiçbir zaman kötü eğkk kaka gözüyle bakmamıştım bu açıklamalarda beni aydınlattı :79:
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…