Elif Şafak / Araf - Özet

5February

|| Rabbime Bin Şükür.. ||
Kayıtlı Üye
1 Mart 2013
3.942
543
araf-elif-safak-kapak.jpg




Kim gerçek yabancı – bir ülkede yaşayıp başka bir yere ait olduğunu bilen mi, yoksa kendi ülkesinde yabancı hayatı sürüp, ait olacak başka bir yeri de olmayan mı?
İsimlerin yabancı memleketlere ayak uydurma sürecinde muhakkak bir şeyler eksilir – bazen bir nokta, bazen bir harf ya da vurgu. Yabancının isminin başına gelenler pişmiş tavuğun olmasa da pişmiş ıspanağın başına gelenlere benzer – ana malzemeye yeni bir tat eklenmesine eklenmiştir de kalıpta gözle görülür bir çekme olmuştur bu arada. Yabancı işte ilk bu fireyi vermeyi öğrenir. Yabancı bir ülkede yaşamanın birinci icabı insanın en aşina olduğu şeye, ismine yabancılaşmasıdır
Bir hakim dedi ki; Yazıda bir kargayla bir leyleğin beraber uçtuğunu, beraber yemlendiğini gördüm. Şaşırdım kaldım; derken aralarındaki birlik nedir, onu bulayım diye hallerine dikkat ettim.
Şaşkın bir hâlde yaklaştım. Bakam, gördüm ki ikisi de topaldı.
“Bir kuşun, kendi cinsinden olmayan bir kuşla uçmasının,
yayılmasının sebebi”
MEVLÂNÂ, Mesnevi İL cilt. Terecine ve şerheden: Abdülbâki Gölpmarlı

İçkiye Yeniden Başlamak
Barda sadece iki müşteri kalmış. Okul taksitleriyle ev kiraları aldıkları burstan katbekat aşan iki doktora öğrencisi, ikisi de bu şehirde yabancı, ikisi de Müslüman ülkelerden. Tüm ortak noktalarına ve yakın arkadaş olmalarına rağmen aslında birbirlerine benzedikleri söylenemez, en azından şu anda, sabaha karşı 02:36 itibarıyla, birisi körkütük sarhoş, diğeri de her zamanki gibi içkinin damlasını dahi koymamışken ağzına. Gittikçe görünürlük kazanan bir tezat içinde yan yana oturuyorlar saatlerdir. Tamı tamına beş saattir.
Ama artık gitme zamanı ve bir-iki dakikaya kadar ikilinin daha kısa boylu, daha esmer ve tartışmasız daha geveze olanı tuvaletten çıkacak, yerden toz değil iç sıkıntısını süpürmeye azmetmişçesine süpürgeye asılan garsona özür dilercesine mahcup gülümseyecek ve ardından, bar taburesine yapışmış, orada adeta taşlaşmış arkadaşına doğru yürüyecek. O yürüyedursun arkadaşı uzodan dumanlanmış gözlerini bir peçetenin üzerindeki yazılara odaklamış somurtmakta. Tamamen hareketsiz, karşısında dikilen Porto Rikolu barmenin bakışlarındaki gazaptan büsbütün habersiz.
Gün: 16 Mart 2004
Yer: BOSTON
Zaman: 02:24
Sıcaklık: SOĞUK
Konu: ÖMER ÖZSİPAHİOĞLU
Özet: Tekrar içmeye başladım… on dört ay yirmi üç günlük mutlak ayıklığın ardından… (14 ay 23 gün = 448 gün = 10752 saat = 645120 dakika = 38707200 saniye = 223946,96 kere Nick

Cave’den “As I Sat Sadly By Her Side, Mutsuz Mutsuz Otururken Yanında”)
“Ne yazıyorsun o peçeteye?”
“Hislerimi,” diye mırıldandı taburenin üzerindeki, şimdi eskisi kadar taşlaşmış görünmüyordu. “Hislerimi özetliyorum… unutma* yayım diye.”
İri kıyım barmen ikisini birden şöyle bir süzdü, abartılı bir edayla gözlerini duvardaki saatten yana devirip, son müşterilerini yaka paça dışan atmasına ramak kaldığını ayan eden asabi bir bakışla tekrar onlara döndü. Doğrusu son birkaç saat içinde adamın hali tavrı muazzam bir değişime uğramıştı. Bir ara oldukça kibar bir barmen olduğu söylenebilirdi, özellikle ilk başlarda, hatta sonraki dört saat boyunca dahi genellikle nazikti. Ama ardından nezaketi gözle görülür biçimde ve süratle erimeye başlamıştı. Son yirmi dakikadır “nazik” hariç her türlü sıfatı kullanmak mümkündü hakkında.
“Yeterince özetlemedin mi? Beş saat oldu yahu. Hadi yürü, yaylan,” diye homurdandı kısa boylu olan. Adı Abed’di. İngilizcesi varla yok arasında pervasızca savrulan istikrarsız, koyu bir gırtlak aksanıyla maluldü. Kâh sına kadem basıp tamamen kaybolan, kâh her heceden fırlayan bir tutarsız aksan.
“Hadi artık kapatacaklar burayı.” Gergin, kaçamak bakışlarla etrafı süzen Abed bir yandan arkadaşını dürtüklerken bir yandan da garsonla göz göze gelmemeye çalışsa da pek başarılı olamadı. Ayyaşın yanında ayık olmak kadar bezdirici bir şey olmadığı sonucuna varmıştı. Ne de olsa ayyaşların sabaha her birini unutacaktan envai çeşit saçmalığı yapmaya hakkı vardı, halbuki ayıkların, dahil olmadıkları halde dışında kalamadıkları bu maskaralığı ıstırapla seyretmekten başka çareleri yoktu.
Abed dişlerinin arasından nefesini içine çekti, gergin durumlarda âdeti olduğu üzre çenesindeki gamzeyi kaşıdı ve gamzeyi kaşımak yetmediğinde daima yaptığı üzre kıvırcık saçlarından bir tutam alıp çekiştirdi. Başını tuvalete doğru çevirdi ama bir kez daha,yerleştirildiği raftan sabit nazarlarla onlan seyreden o delici, kızıl gözlere takıldı bakışları istemeye istemeye. Vaktiyle maviliklerde süzülmüş hayat dolu bir saksağandan ziyade tüyler ürpertici bir oyuncağın donmuş, ruhsuz vakanyla bakıyordu ölU kuş. İnsanların nasıl olup da içi doldurulmuş kuşları sergilemekten gurur duyabildiğine akıl sır erdirememenin huzursuzluğuyla yeniden arkadaşına döndü Abed. Döndü ve bu sefer de dolmakalemiyle aynı peçetenin üzerine büyük lekeler kondururken buldu onu.
“Şimdi ne halt yiyorsun?”
“İsmime noktalarını iade ediyorum,” diye homurdandı öteki, harflerin üzerinde dönen kobalt mavisi mürekkep lekelerinden alamadan gözlerini. Her bir nokta peçetenin üzerinde usul usul dağılıyor, dağıldıkça büyüyordu; şu hayatta başkalarının gözünde daha görünür olmanın yolunun, özden mümkün olduğunca uzaklaşmak anlamına geldiğini kanıtlanmasına.
• • •
İnsan memleketini geride bıraktı mı kendinden en az bir parçayı feda etmeye hazır olmalıdır, derler. Eğer hal böyleyse Ömer neyi feda ettiğini biliyordu: noktalarını!
Türkiye’de ÖMER ÖZSİPAHİOĞLU idi.
Burada, Amerika’da ise OMAR OZSIPAHIOGLU olmuştu.
İsmin sahibi daha iyi dahil olabilsin diye bu ülkeye, içeriye, isminin noktalan bırakılmıştı hariçte. Ne de olsa Amerikalılar, hemen herkes gibi, aşinalık peşindeydi — öyle ya da böyle pek bir manaya gelmeseler de, dillerinin daha kolay döndüğü isimler, telaffuz edebildikleri sesler arasında daha rahat ediyorlardı. Yine de mesele yabancıların isimlerini ya da soyadlarını telaffuz etmeye gelince herhalde yeryüzünde pek az millet Amerikalılar kadar kendinden emin davranırdı. Mesela bir Türk, Türkiye’deki bir Amerikalı’nın adım yanlış telaffuz etmiş olduğunu fark etmeye görsün büyük ihtimalle hayli huzursuz olur bundan ve durumun kendi hatası olduğuna, en azından kendisinden kaynaklanan bir şey olduğuna hükm eder o anda. Oysa Birleşik Devletler’de bir Amerikalı bir Türk’ün adını yanlış telaffuz ettiğini fark ettiğinde muhtemelen kendisini değil olsa olsa ismi sorumlu tutacaktır bu hatadan.
İsimlerin yabancı memleketlere ayak uydurma sürecinde muhakkak bir şeyler eksilir bazen bir nokta, bazen bir harf ya da vurgu. Yabancının isminin başına gelenler pişmiş tavuğun olmasa da pişmiş ıspanağın başına gelenlere benzer ana malzemeye yeni bir tat eklenmesine eklenmiştir de kalıpta gözle görülür bir çekme olmuştur bu arada. Yabancı işte ilk bu fireyi vermeyi öğrenir. Yabancı bir ülkede yaşamanın birinci icabı insanın en aşina olduğu şeye, ismine yabancı laşmasıdır.
Telaffuzla oynamak, harfleri atmak, sesleri değiştirmek, eğer zorsa isim yerine geçebilecek en yakın seçeneği aramak, eğer birden fazla ismin varsa, buralılara hitap etmeyecek, uymayacak olan ismi tamamen dışarda tutmak… Yabancı, isminin bir ya da birçok bölümü gölgede kalan insandır. Benzer şekilde Ömer de ismini görece daha az zorluk çıkartan Omar ya da Ömer’le değiştirmişti, muhatabı hangisini tercih ederse.
Orada, o taburenin üzerinde kıpırdamadan otururken, dünya onun, o da peçete üzerinde dağılan mürekkep lekelerinin etrafında fır dönelken, Ömer nereden çıktığı belirsiz bir ilham dalgasının etkisiyle hafiflediğini, gönendiğini hissetti. Hani biraz daha dursa, bir mürekkep lekesi üzerine saatlerce felsefe yapma mertebesine erebilirdi. Ama Abed de aynı hisse kapılmış olmalıydı ki, koluna asıldığı gibi arkadaşını tabureden indirdi. Bu itici güçle, barmen cinnet getirmeden bardan çıkmayı başarabildi ler.
Dışarıda serindi gece. Mekân Boston, martın 16′sı için fazlasıyla serin. Yine de Somerville Bulvarı boyunca zar zor ilerlerken hava durumunu umursamıyor gibiydiler. Soğuk değildi böyle somurtmalarının sebebi. Daha başka, daha muğlak bir şeydi… Hani biri çıkıp sorsa, kahpe, kalleş, küskün bir ıssızlık hissi diye tanımlayabilirlerdi, gerçi ne bu kelimelerle ne de bu sıralamayla. Ne de olsa son beş saattir, bütün o açık saçık espriler ve bolca laf salatası, erkekçe vaazlar kardeşçe vaatler boyunca birbirlerine sadakatle eşliketmiş olsalar dahi, sonunda, boğulan bir adamın suyun yüzeyine çıkma paniğini andıran bir telaşla barın yaylı kapılarından gecenin ıslattığı sokağa çıktıklarında ikisi de hem aynı anda hem ayrı ayn kendi som yalnızlıklarının farkına varmıştı. Temiz, duru havanın yanı sıra ruh halleri arasındaki tezat, bir de alkol testine tabi tutulduktan takdirde alacakları neticeler arasındaki faik birbirlerinden böylesine aniden uzaklaşmalarında rol oynamış olsa gerek.
Yine de epi topu bir an sürdü sessizlik. Hemen ardından konuşmaya başladı ayık olan, kelime ve buğu bulutları koyvererek kolay kolay kapanmayan ağzından:
“Tam beş saattir beni cebren esir tuttuğun bann ismine dikkat ettin mi, dostum? Hani belki merak etmişsindir o kasvet yuvası batakhanenin adını diye soruyorum. Ömrü hayatımın beş kıymetli saati gitti ya!” diye söylendi Abed burnunu çekerek. “‘Gülen Saksağan*, amma boktan isim ya! Abi bir kere saksağanlar gülmez ki, gevezelik eder! Hatta böyle bir tabir bile var, hem de Amerikalıların lafı: ‘Saksağan gibi gevezelik etmek!’ Ne alaka diye geçiriyor olabilirsin şimdi sen aklından! Geçirmiyorsan da düşünemeyecek kadar sarhoş olduğun içindir. Demem o ki, Amerikalılar İngilizceyi sonradan öğrenmiş birinin mazallah ‘Şu kız saksağan gibi gülüyor,’ dediğini duysalar hemen hatayı düzeltirler. Değil mi? Peki hata ise madem, afili pirinç levhalar üzerindeki yazıyı gördüklerinde neden düzeltmiyorlar? Ya da bardak altlıklarında? Haklı olarak ben de soruyorum, oradaki yazıyı düzeltmiyorlarsa neden bir yabancının lafını düzeltiyorlar? Ne demek istediğimi anlıyor musun?”
Konu Ömer Özsipahioğlu durdu ve bu sayede daha iyi görmeyi umut ediyormuşçasına kısarak gözlerini arkadaşına baktı.
“Tabii bu küçük, ehemmiyetsiz bir örnek,” diye söylenmeye ve yürümeye devam etti Abed, Ömer’in geride kaldığını fark etmeden. “Toplum çapındaki bir aksaklığın minyatür boyutu sadece.”
“Gail diyor ki…” arkadan Ömer’in titrek sesi duyuldu. Ama hemen durup üst üste yutkunması gerekti, sanki bu gece yüzüncü kez bu ismi tekrarlamak damağında kekremsi bir tat bırakmıştı. “Diyor ki, karga ailesi muhterem kuş sülalesinin en muhterem fertleri sayılabilirmiş. Yeterince yaşlı bir karga bulabiliısen şayet, ninenin ninesinin gözlerine bakmış dahi olabilirmiş.”
“Gail! Gail! Gail!” diye cıriadı Abed arkasına dönüp kollarını ümitsizce açarak. “Yahu tam beş saattir başka bir şey sayıklamadın. Hani yanındaki tabure vardı ya, işte orada oturup can kulağıyla dinleyen adamı hatırlıyor musun? Bendim ulan!? İnsaf! Biraz merhamet et, Gailsiz birkaç dakika ihsan eyle bana lütfen. Bırak konuşayım, ne diye Gail serpersin ki saksağan monologumun üzerine! Ben seni sağ salim evine götürene kadar Gail mail duymak istemiyorum, tamam mı?”
Nihayet ona yetişmeyi başaran Ömer mahzun mahzun içini çekti. Bu gece kadeh kadeh diktiği onca uzo kanına üzüm, anason, kişniş, karanfil, melekotu kökü ile beraber biraz da “mübalağalı tavır ve mimik” zerk etmişti.
“Hem ne var ki bunda! Valla Gail’in kargalarla bakıştığım öğrenmek beni zerre kadar şaşırtmadı. ‘Acayip’ bu kızın göbek adı. Bu zamana kadar öğrcnemediysen bundan sonra hiç öğrenemezsin birader. Hayatımıza balıklama dalan en acayip kadın o ve şu evlerde uyuyan şu insanlar hanfendiyi tanıma fırsatını bulabilselerdi eminim onların hayatındaki en acayip kadın da O olurdu.” Başını geri atıp önüsıra uzanan boş sokağa doğru haykırdı: “Uyuyun bakalım, şanslı insanlar sizi! Mışıl mışıl uyuyun!”
Tüm bu solgun binalardan, cafcaflı dükkânlardan, tekdüze evlerden hiç cevap gelmemesine bakılırsa gerçekten de uyuyorlardı. Görünürdeki tek devinim kaynağı pahalı, topaz rengi bir araba idi. Kayarcasına geçti yanlarından, tavada eriyen tereyağından yapılmışcasına; birazdan yok olacaktı sanki, geriye sıvıdan bir kalıntı bırakarak. Araba tam yanlarından geçerken Ömer arka pencereden dışarı bakan siyah, kıvırcık saçlı bir kız çocuğu gördü, küçük, yuvarlak, hastalıklı yüzünün ölgün beyazlığına rağmen irkiltici ölçüde sakin görünüyordu. Araba köşeyi dönmek için yavaşlayınca, çocuğu bir kez daha görebilmek için eğildi ama artık arka pencerede kimse yoktu. Ömer bu hadiseyi nasıl yorumlayacağını bilemedi. Eğer Gail burada olsaydı muhakkak bir alamet addederdi bunu,ama acaba iyiye mi yorardı kötüye mi emin olamadı Ömer. Baş ağrısının patlak vermek üzere olduğunu hissederek sıkıntıyla etrafına bakındı. Kendisine eşlik eden şikâyet tufanını umursadığı yoktu aslında. Ne de olsa Abed oldum olası böyleydi, hep dırdırcı, laflarıyla dinleyicilerinden ziyade kendisini gaza getiren ateşli bir kışkırtıcı. Daha beteri alkolün üzerindeki etkisiydi yan etkiden ziyade, bir nevi yan bakmaetkisiyle alkol Abed’in içindeki hüsrana uğramış hatibi açığa çıkarıyordu sanki. Zira Abed ne zaman yanındaki birinin aşın miktarda içki tükettiğine tanıklık etse, düğmesine basılmışçasına, toptum çapındaki aksaklıkları eleştirme iştahı ve tutkusuyla geçerdi atağa. Böyle zamanlarda Ömer onu resim çerçevelerinin simetrik olmadığı bir odada huzursuzluktan oturamayan insanlara benzetirdi. Tıpkı onlar gibi Abed de asimetrik her şeyi anında düzeltme arzusunu dizginlemekte güçlük çekiyordu. Ancak onların aksine Abed’in müdahaleleri fizikselden ziyade safı sözeldi. Halaları düzeltmenin başlıca yolu konuşmak ve şikâyet etmekti onun için. Ve şikâyetlerinin saptadığı meseleleri çözemediğini gördükçe daha da çok şikâyet ederdi.
“O Cadılar Bayramı felaketinden beri geçirdiğim en berbat gece bu herhalde.” Abed’in sesi bir hırçınlık nöbetinin sancılarıyla tarazlanmıştı. “Sen sağımda GailşöyleGailböyle bir bir bir, o bariton öküz solumda DorisşöyleDorisböyle, bir de üstüne üstlük barmen beyzadenin cümle kadın cinsi hakkında yaptığı bayağı şakalar… Böyle yan yana ne kadar gülünç göründüğünüzün farkında mısın acaba? Bara ‘Gülen Saksağan’ demelerine şaşmamalı! Bu muhteşem ismin kimin fikri olduğuna gelince, Gail bunu söylediğimi duysa dilimi koparmaya kalkar ama ben yine de söyleyeceğim: Cherchez lafemme! Eminim bir kadının fikridir. Muhtemelen patronun kırmızı yanaklı karısının. ‘Bitanem,’ demiştir günün birinde, ‘açacağımız bara İsim buldum! Gülen SaksağanV Adamcağız muhtemelen o esnada masrafların nasıl olup da gelirleri aştığını anlamak için ciddi bir aritmetik faaliyeti içindedir. Sırf bir şey söylemiş olmak için (Ne güzel isim nonoşum»’ der, ‘ama sence bar için gerçekten de uygun mu?’ Tabii/ der kadın, ‘buraya neşeli bir hava ve…"
 
X