başlangıçta hepimizin bir hayatı vardı. bu bir tanecik hayatlarımızda da, sadece bir kişilik yerimiz...
hepimiz gibi ben ya da benim gibi biz, sanıyorduk ki, bir seviyor tam seviyorsun ve tam da seviliyorsun. hayatını o sevdiğin birinin hayatıyla alevli malevli, pek romantik, enfes, şirin mirin, görkemli bir şekilde bir birleştiriyor, sonsuza kadar mutlu yaşıyorsun. televizyonda boşananlar vardı, aşk gemisi'nde tornistan durumlar olurdu, çarli'nin melekleri bir sürü adama işve yaparlardı, aileden birisi nikah atmıştı, komşu teyzenin kocası ölmüş ve o yalnız kalmıştı. oysa bunlar istisnaydı. biz cünüyüt arkın, filiz akın, törkan şöray filmleri izliyorduk; sevdikleri için her cendereyi atlatır, eninde sonunda çok mutlu olurlardı. neyse işte, demem o ki, bizim hayatlarımız da bir başka hayatla birleşecek ve ilk defa aşkı tadacaktı, ardından mutlu son'la bitecektik. böyle ekstrem örnekler filmlerde falan olurdu. teyzenin kocası ölmüştü ama evlenmemişti işte, halen kocasını seviyordu. diğer kız nişan atmıştı ama adam çok yamuk bir adamdı. aykut'un abisigil boşanmışlardı ama dışarıdan müdahale çok fazlaydı, boşanmayıp başka bir şehire taşınsalar olurdu aslında...işte bu inançlarla, bambaşka ve tertemiz biz, yürek diyorlarsa yüreklerimizi, "beyinde biter" diyorlarsa beyinlerimizi, "kimyadır, biyolojidir" diyorlarsa hepten fen bilgimizi açık tuttuk sevilmeye, sevmeye ve aşka. sonra birileri çıktı karşımıza bizi basbayağı, cillop gibi sevdiler veya alenen seviyormuş gibi yaptılar. biz var ya biz, bizim haberimiz yoktu bu aşk-meşk olaylarından. sevda ya da aşk denen şey hiç bitmeyecekmiş gibi sevdik biz de. anlaşmazlıklar oldu ama olsundu yani, bu ne ki? filiz akın ya da süphi kaner bir filmlerinde aşıklarıyla sürekli tartışıyorlardı filmin sonuna kadar, elli kere ayrılıyorlar lâkin sonunda barışıp accayip mutlu oluyorlardı. davaro'da ya da japon işi'nde kemal sunal bile mutlu oluyordu. halledilirdi bu meseleler... kazın ayağı öyle değildi maalesef.
bizim haberimiz yokken -aslında biz de onlardan hiç farklı değildik- onlar sevmişler, sevilmişler, aşık olmuşlar, aldatılmışlar, anlaşmazlıklar yaşamışlar ve "insan"a güvenlerini, anlaşmaya ve mutlu sona olan inançlarını yitirmişlerdi. biz artık aşık olduğumuz insanların önceki aşklarının cefâlarını da çekmek zorundaydık.o da bizim gibi çok sevmiş ve terkedilmiş, terketmeyi öğrenmişti. o bizi terkediyordu. biz terketmeyi öğrenip başkasını terkediyor, biz herkesi kendimize benzetiyorduk. o, kendisini terkeden çok sevdiği insandan "ilk evvela kendim, önemli olan benim"i öğrenmişti, çünkü terkeden kimse, böyle söyleyip gitmişti işte. şimdi o da, "hayatımın en değerlisi" dediği bizi bırakıp, "ama benim hayatım" diyor ve gidiyordu. bencildi. ve maalesef, giderken bize bencil olmayı öğretiyordu. etraf bencil insanlarla, bencil bizlerle dolup taşıyordu.
öyle bir hale geliyorduk ki bir zaman sonra, aşık olamıyorduk, olsak inanamıyorduk, inansak yaşayamıyor, yaşasak taşıyamıyor, taşısak boğuluyorduk. aşık olamıyorduk... hep o birilerinin yüzünden, hep o "önceki"lerin yüzünden, hep "sen"lerin yüzünden, hep ve hep aşkların yüzünden, artık aşık olamıyorduk. anlamak anlamak olmaktan, buluşmak buluşmaktan, el ele tutuşmak lirikten, sevişmek ibadetten çıkıyordu. bunlar artık "ilişki" oluyordu bir süre sonra ve buluşmak, anlaşmak, konuşmak, el tutmak, sevişmek, memuriyet gibi hallediliyordu. bizi bırakıp gidiyorlardı, bizi bırakıp kendilerine veya bir başkalarına gidiyorlardı. bizi sevdiklerini söyleyip üstelik. aşık olduklarını söyleyip, içimizde yaşamak istediklerini, elimizi hiç bırakmak istemediklerini söyleyip gidiyorlardı. oysa makarna yapmışlardı bize, salata yapmışlar, bize terlik, çiçek, albüm, saat, gece lambası falan almışlar, hasta olunca başımızı okşamış, uyurken kafamızı düzeltmiş, tuvalete tuvalet kağıdı yetiştirmiş, burnumuzu karıştırmış, diş fırçamıza macun sürmüş, bizi anlamış, ağlamış, sevmişlerdi ve gidiyorlardı. gidiyorlardı çünkü onların, yani bizim yüzümüzden...
ellerin oluyorduk, başkalarının... bizi sevip sevip, bizi canlarından çok sevip, bizi unutamayacağımız kadar sevip, hayatın ortasına, "biz"in dışındaki "el"lerin kucağına, hayatın tam bokuna, "kim alırsa alsın bana ne" diyerek küt diye bırakıp gidiyorlardı. ve bundan hiç rahatsız olmuyorlardı.yapmamalılar, yapmamalıyız demek hiç bir şeye çare değil. görünen o ki, mutlu son'lara alıştırıldığımız ve inandığımız için, "ideal insan"larla dolu olduğu için etrafımız, saflığımızdan, aşka inandık dünyaya hoş geldik. hadi, bir daha sevelim. bir daha sarılalım. bir daha baş tacı edelim. dünyanın dibinin sonu gelmiyor.
hepimiz gibi ben ya da benim gibi biz, sanıyorduk ki, bir seviyor tam seviyorsun ve tam da seviliyorsun. hayatını o sevdiğin birinin hayatıyla alevli malevli, pek romantik, enfes, şirin mirin, görkemli bir şekilde bir birleştiriyor, sonsuza kadar mutlu yaşıyorsun. televizyonda boşananlar vardı, aşk gemisi'nde tornistan durumlar olurdu, çarli'nin melekleri bir sürü adama işve yaparlardı, aileden birisi nikah atmıştı, komşu teyzenin kocası ölmüş ve o yalnız kalmıştı. oysa bunlar istisnaydı. biz cünüyüt arkın, filiz akın, törkan şöray filmleri izliyorduk; sevdikleri için her cendereyi atlatır, eninde sonunda çok mutlu olurlardı. neyse işte, demem o ki, bizim hayatlarımız da bir başka hayatla birleşecek ve ilk defa aşkı tadacaktı, ardından mutlu son'la bitecektik. böyle ekstrem örnekler filmlerde falan olurdu. teyzenin kocası ölmüştü ama evlenmemişti işte, halen kocasını seviyordu. diğer kız nişan atmıştı ama adam çok yamuk bir adamdı. aykut'un abisigil boşanmışlardı ama dışarıdan müdahale çok fazlaydı, boşanmayıp başka bir şehire taşınsalar olurdu aslında...işte bu inançlarla, bambaşka ve tertemiz biz, yürek diyorlarsa yüreklerimizi, "beyinde biter" diyorlarsa beyinlerimizi, "kimyadır, biyolojidir" diyorlarsa hepten fen bilgimizi açık tuttuk sevilmeye, sevmeye ve aşka. sonra birileri çıktı karşımıza bizi basbayağı, cillop gibi sevdiler veya alenen seviyormuş gibi yaptılar. biz var ya biz, bizim haberimiz yoktu bu aşk-meşk olaylarından. sevda ya da aşk denen şey hiç bitmeyecekmiş gibi sevdik biz de. anlaşmazlıklar oldu ama olsundu yani, bu ne ki? filiz akın ya da süphi kaner bir filmlerinde aşıklarıyla sürekli tartışıyorlardı filmin sonuna kadar, elli kere ayrılıyorlar lâkin sonunda barışıp accayip mutlu oluyorlardı. davaro'da ya da japon işi'nde kemal sunal bile mutlu oluyordu. halledilirdi bu meseleler... kazın ayağı öyle değildi maalesef.
bizim haberimiz yokken -aslında biz de onlardan hiç farklı değildik- onlar sevmişler, sevilmişler, aşık olmuşlar, aldatılmışlar, anlaşmazlıklar yaşamışlar ve "insan"a güvenlerini, anlaşmaya ve mutlu sona olan inançlarını yitirmişlerdi. biz artık aşık olduğumuz insanların önceki aşklarının cefâlarını da çekmek zorundaydık.o da bizim gibi çok sevmiş ve terkedilmiş, terketmeyi öğrenmişti. o bizi terkediyordu. biz terketmeyi öğrenip başkasını terkediyor, biz herkesi kendimize benzetiyorduk. o, kendisini terkeden çok sevdiği insandan "ilk evvela kendim, önemli olan benim"i öğrenmişti, çünkü terkeden kimse, böyle söyleyip gitmişti işte. şimdi o da, "hayatımın en değerlisi" dediği bizi bırakıp, "ama benim hayatım" diyor ve gidiyordu. bencildi. ve maalesef, giderken bize bencil olmayı öğretiyordu. etraf bencil insanlarla, bencil bizlerle dolup taşıyordu.
öyle bir hale geliyorduk ki bir zaman sonra, aşık olamıyorduk, olsak inanamıyorduk, inansak yaşayamıyor, yaşasak taşıyamıyor, taşısak boğuluyorduk. aşık olamıyorduk... hep o birilerinin yüzünden, hep o "önceki"lerin yüzünden, hep "sen"lerin yüzünden, hep ve hep aşkların yüzünden, artık aşık olamıyorduk. anlamak anlamak olmaktan, buluşmak buluşmaktan, el ele tutuşmak lirikten, sevişmek ibadetten çıkıyordu. bunlar artık "ilişki" oluyordu bir süre sonra ve buluşmak, anlaşmak, konuşmak, el tutmak, sevişmek, memuriyet gibi hallediliyordu. bizi bırakıp gidiyorlardı, bizi bırakıp kendilerine veya bir başkalarına gidiyorlardı. bizi sevdiklerini söyleyip üstelik. aşık olduklarını söyleyip, içimizde yaşamak istediklerini, elimizi hiç bırakmak istemediklerini söyleyip gidiyorlardı. oysa makarna yapmışlardı bize, salata yapmışlar, bize terlik, çiçek, albüm, saat, gece lambası falan almışlar, hasta olunca başımızı okşamış, uyurken kafamızı düzeltmiş, tuvalete tuvalet kağıdı yetiştirmiş, burnumuzu karıştırmış, diş fırçamıza macun sürmüş, bizi anlamış, ağlamış, sevmişlerdi ve gidiyorlardı. gidiyorlardı çünkü onların, yani bizim yüzümüzden...
ellerin oluyorduk, başkalarının... bizi sevip sevip, bizi canlarından çok sevip, bizi unutamayacağımız kadar sevip, hayatın ortasına, "biz"in dışındaki "el"lerin kucağına, hayatın tam bokuna, "kim alırsa alsın bana ne" diyerek küt diye bırakıp gidiyorlardı. ve bundan hiç rahatsız olmuyorlardı.yapmamalılar, yapmamalıyız demek hiç bir şeye çare değil. görünen o ki, mutlu son'lara alıştırıldığımız ve inandığımız için, "ideal insan"larla dolu olduğu için etrafımız, saflığımızdan, aşka inandık dünyaya hoş geldik. hadi, bir daha sevelim. bir daha sarılalım. bir daha baş tacı edelim. dünyanın dibinin sonu gelmiyor.