Birinci Nokta: Kur'an-ı Hakîm'de وِلْدَانٌمُخَلَّدُونَ sırrı ve meali şudur ki: Mü'minlerin kablelbüluğ
vefat eden evlâdları, Cennet'te ebedî, sevimli, Cennet'e lâyık bir surette daimî çocuk
kalacaklarını.. ve Cennet'e giden peder ve validelerinin kucaklarında ebedî medar-ı sürûrları
olacaklarını.. ve çocuk sevmek ve evlâd okşamak gibi en latif bir zevki, ebeveynine temine
medar olacaklarını.. ve herbir lezzetli şey'in Cennet'te bulunduğunu.. "Cennet tenasül yeri
olmadığından, evlâd muhabbeti ve okşaması olmadığı"nı diyenlerin hükümleri hakikat
olmadığını.. hem dünyada on senelik kısa bir zamanda teellümatla karışık evlâd
sevmesine ve okşamasına bedel safi, elemsiz milyonlar sene ebedî evlâd sevmesini ve
okşamasını kazanmak, ehl-i imanın en büyük bir medar-ı saadeti olduğunu şu âyet-i
kerime وِلْدَانٌمُخَلَّدُونَ cümlesiyle işaret ediyor ve müjde veriyor.
İkinci Nokta: Bir zaman bir zât, bir zindanda bulunuyor. Sevimli bir çocuğu yanına
gönderilmiş. O bîçare mahbus, hem kendi elemini çekiyor, hem veledinin istirahatını temin
edemediği için, onun zahmetiyle müteellim oluyordu. Sonra merhametkâr hâkim ona bir
adam gönderir, der ki: "Şu çocuk çendan senin evlâdındır, fakat benim raiyetim ve
milletimdir. Onu ben alacağım, güzel bir sarayda beslettireceğim." O adam ağlar,
sızlar; "Benim medar-ı tesellim olan evlâdımı vermeyeceğim" der. Ona arkadaşları der
ki: "Senin teessüratın manasızdır. Eğer sen çocuğa acıyorsan, çocuk şu mülevves,
ufûnetli, sıkıntılı zindana bedel; ferahlı, saadetli bir saraya gidecek. Eğer sen nefsin için
müteessir oluyorsan, menfaatini arıyorsan; çocuk burada kalsa, muvakkaten şübheli bir
menfaatinle beraber, çocuğun meşakkatlerinden çok sıkıntı ve elem çekmek var. Eğer
oraya gitse, sana bin menfaati var. Çünki padişahın merhametini celbe sebeb olur, sana
şefaatçı hükmüne geçer. Padişah, onu seninle görüştürmek arzu edecek. Elbette
görüşmek için onu zindana göndermeyecek, belki seni zindandan çıkarıp o saraya
celbedecek, çocukla görüştürecek. Şu şartla ki, padişaha emniyetin ve itaatın varsa..."
İşte şu temsil gibi, aziz kardeşim, senin gibi mü'minlerin evlâdı vefat ettikleri vakit şöyle
düşünmeli: Şu veled masumdur, onun Hâlıkı dahi Rahîm ve Kerim'dir. Benim nâkıs terbiye
ve şefkatime bedel, gayet kâmil olan inayet ve rahmetine aldı. Dünyanın elemli, musibetli,
meşakkatli zindanından çıkarıp Cennet-ül Firdevsine gönderdi. O çocuğa ne mutlu! Şu
dünyada kalsaydı, kim bilir ne şekle girerdi? Onun için ben ona acımıyorum, bahtiyar
biliyorum. Kaldı kendi nefsime ait menfaati için, kendime dahi acımıyorum, elîm müteessir
olmuyorum. Çünki dünyada kalsaydı, on senelik muvakkat elemle karışık bir evlâd
muhabbeti temin edecekti. Eğer sâlih olsaydı, dünya işinde muktedir olsaydı, belki bana
yardım edecekti. Fakat vefatıyla, ebedî Cennet'te on milyon sene bana evlâd muhabbetine
medar ve saadet-i ebediyeye vesile bir şefaatçı hükmüne geçer. Elbette ve elbette
meşkûk, muaccel bir menfaatı kaybeden, muhakkak ve
müeccel bin menfaatı kazanan; elîm teessürat göstermez; me'yusane feryad etmez.
Üçüncü Nokta: Vefat eden çocuk, bir Hâlık-ı Rahîm'in mahlûku, memlûkü, abdi ve bütün
heyetiyle onun masnu'u ve ona ait olarak ebeveyninin bir arkadaşı idi ki; muvakkaten
ebeveyninin nezaretine verilmiş. Peder ve valideyi ona hizmetkâr etmiş. Ebeveyninin o
hizmetlerine mukabil, muaccel bir ücret olarak lezzetli bir şefkat vermiş. Şimdi binden
dokuzyüz doksandokuz hisse sahibi olan O Hâlık-ı Rahîm, mukteza-yı rahmet ve hikmet
olarak o çocuğu senin elinden alsa, hizmetine hâtime verse; sûrî bir hisse ile, hakikî bin
hisse sahibine karşı şekvayı andıracak bir tarzda me'yusane hüzün ve feryad etmek ehl-i
îmana yakışmaz, belki ehl-i gaflet ve dalalete yakışıyor.
Dördüncü Nokta: Eğer dünya ebedî olsaydı, insan içinde ebedî kalsaydı ve firak ebedî
olsaydı; elîmane teessürat ve me'yusane teellümatın bir manası olurdu. Fakat mâdem
dünya bir misafirhanedir; vefat eden çocuk nereye gitmişse, siz de biz de oraya gideceğiz.
Ve hem bu vefat ona mahsus değil, umumî bir caddedir. Hem mâdem müfarakat dahi
ebedî değil; ileride hem berzahta, hem Cennet'te görüşülecektir. اَلْحُكْمُلِلّهِ demeli.. O verdi, O
aldı. "Elhamdülillahi alâküllihal" sabır ile şükretmeli.
Beşinci Nokta: Rahmet-i İlâhiyenin en lâtif, en güzel, en hoş, en şirin cilvelerinden olan
şefkat; bir iksir-i nuranîdir. Aşktan çok keskindir. Çabuk Cenâb-ı Hakk'a vusule vesile olur.
Nasıl aşk-ı mecazî ve aşk-ı dünyevî pek çok müşkilâtla aşk-ı hakikîye inkılab eder, Cenâb-
ı Hakk'ı bulur. Öyle de şefkat -fakat müşkilâtsız- daha kısa, daha safi bir tarzda kalbi
Cenâb-ı Hakk'a rabteder. Gerek peder ve gerek valide, veledini bütün dünya gibi severler.
Veledi elinden alındığı vakit, eğer bahtiyar ise, hakikî ehl-i îman ise; dünyadan yüzünü
çevirir, Mün'im-i Hakikî'yi bulur. Der ki: "Dünya mâdem fânidir, değmiyor alâka-i kalbe..."
Veledi nereye gitmişse oraya karşı bir alâka peyda eder, büyük manevî bir hal kazanır.
Ehl-i gaflet ve dalalet, şu beş hakikattaki saadet ve müjdeden mahrumdurlar. Onların hali
ne kadar elîm olduğunu şununla
(Orjinal Sayfa84)
kıyas ediniz ki: Bir ihtiyar hanım gayet sevdiği sevimli tek bir çocuğunu sekeratta görüp,
dünyada tevehhüm-ü ebediyet hükmünce gaflet veya dalalet neticesinde; mevti, adem ve
firak-ı ebedî tasavvur ettiğinden, yumuşak döşeğine bedel kabrin toprağını düşünüp gaflet
veya dalalet cihetiyle, Erhamürrâhimîn'in Cennet-i rahmetini, Firdevs-i nimetini
düşünmediğinden, ne kadar me'yusane bir hüzün ve elem çektiğini kıyas edebilirsin.
Fakat vesile-i saadet-i dâreyn olan îman ve İslâmiyet, mü'mine der ki: Şu sekeratta olan
çocuğun Hâlık-ı Rahîmi, onu bu fâni dünyadan çıkarıp Cennetine götürecek. Hem sana
şefaatçı, hem ebedî bir evlâd yapacak. Müfarakat muvakkattır, merak etme; اَلْحُكْمُ لِلّهِ اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ
de, sabret.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
_________________
Kuranın Tefsiri olan Risalei Nurdan
Said Nursî
vefat eden evlâdları, Cennet'te ebedî, sevimli, Cennet'e lâyık bir surette daimî çocuk
kalacaklarını.. ve Cennet'e giden peder ve validelerinin kucaklarında ebedî medar-ı sürûrları
olacaklarını.. ve çocuk sevmek ve evlâd okşamak gibi en latif bir zevki, ebeveynine temine
medar olacaklarını.. ve herbir lezzetli şey'in Cennet'te bulunduğunu.. "Cennet tenasül yeri
olmadığından, evlâd muhabbeti ve okşaması olmadığı"nı diyenlerin hükümleri hakikat
olmadığını.. hem dünyada on senelik kısa bir zamanda teellümatla karışık evlâd
sevmesine ve okşamasına bedel safi, elemsiz milyonlar sene ebedî evlâd sevmesini ve
okşamasını kazanmak, ehl-i imanın en büyük bir medar-ı saadeti olduğunu şu âyet-i
kerime وِلْدَانٌمُخَلَّدُونَ cümlesiyle işaret ediyor ve müjde veriyor.
İkinci Nokta: Bir zaman bir zât, bir zindanda bulunuyor. Sevimli bir çocuğu yanına
gönderilmiş. O bîçare mahbus, hem kendi elemini çekiyor, hem veledinin istirahatını temin
edemediği için, onun zahmetiyle müteellim oluyordu. Sonra merhametkâr hâkim ona bir
adam gönderir, der ki: "Şu çocuk çendan senin evlâdındır, fakat benim raiyetim ve
milletimdir. Onu ben alacağım, güzel bir sarayda beslettireceğim." O adam ağlar,
sızlar; "Benim medar-ı tesellim olan evlâdımı vermeyeceğim" der. Ona arkadaşları der
ki: "Senin teessüratın manasızdır. Eğer sen çocuğa acıyorsan, çocuk şu mülevves,
ufûnetli, sıkıntılı zindana bedel; ferahlı, saadetli bir saraya gidecek. Eğer sen nefsin için
müteessir oluyorsan, menfaatini arıyorsan; çocuk burada kalsa, muvakkaten şübheli bir
menfaatinle beraber, çocuğun meşakkatlerinden çok sıkıntı ve elem çekmek var. Eğer
oraya gitse, sana bin menfaati var. Çünki padişahın merhametini celbe sebeb olur, sana
şefaatçı hükmüne geçer. Padişah, onu seninle görüştürmek arzu edecek. Elbette
görüşmek için onu zindana göndermeyecek, belki seni zindandan çıkarıp o saraya
celbedecek, çocukla görüştürecek. Şu şartla ki, padişaha emniyetin ve itaatın varsa..."
İşte şu temsil gibi, aziz kardeşim, senin gibi mü'minlerin evlâdı vefat ettikleri vakit şöyle
düşünmeli: Şu veled masumdur, onun Hâlıkı dahi Rahîm ve Kerim'dir. Benim nâkıs terbiye
ve şefkatime bedel, gayet kâmil olan inayet ve rahmetine aldı. Dünyanın elemli, musibetli,
meşakkatli zindanından çıkarıp Cennet-ül Firdevsine gönderdi. O çocuğa ne mutlu! Şu
dünyada kalsaydı, kim bilir ne şekle girerdi? Onun için ben ona acımıyorum, bahtiyar
biliyorum. Kaldı kendi nefsime ait menfaati için, kendime dahi acımıyorum, elîm müteessir
olmuyorum. Çünki dünyada kalsaydı, on senelik muvakkat elemle karışık bir evlâd
muhabbeti temin edecekti. Eğer sâlih olsaydı, dünya işinde muktedir olsaydı, belki bana
yardım edecekti. Fakat vefatıyla, ebedî Cennet'te on milyon sene bana evlâd muhabbetine
medar ve saadet-i ebediyeye vesile bir şefaatçı hükmüne geçer. Elbette ve elbette
meşkûk, muaccel bir menfaatı kaybeden, muhakkak ve
müeccel bin menfaatı kazanan; elîm teessürat göstermez; me'yusane feryad etmez.
Üçüncü Nokta: Vefat eden çocuk, bir Hâlık-ı Rahîm'in mahlûku, memlûkü, abdi ve bütün
heyetiyle onun masnu'u ve ona ait olarak ebeveyninin bir arkadaşı idi ki; muvakkaten
ebeveyninin nezaretine verilmiş. Peder ve valideyi ona hizmetkâr etmiş. Ebeveyninin o
hizmetlerine mukabil, muaccel bir ücret olarak lezzetli bir şefkat vermiş. Şimdi binden
dokuzyüz doksandokuz hisse sahibi olan O Hâlık-ı Rahîm, mukteza-yı rahmet ve hikmet
olarak o çocuğu senin elinden alsa, hizmetine hâtime verse; sûrî bir hisse ile, hakikî bin
hisse sahibine karşı şekvayı andıracak bir tarzda me'yusane hüzün ve feryad etmek ehl-i
îmana yakışmaz, belki ehl-i gaflet ve dalalete yakışıyor.
Dördüncü Nokta: Eğer dünya ebedî olsaydı, insan içinde ebedî kalsaydı ve firak ebedî
olsaydı; elîmane teessürat ve me'yusane teellümatın bir manası olurdu. Fakat mâdem
dünya bir misafirhanedir; vefat eden çocuk nereye gitmişse, siz de biz de oraya gideceğiz.
Ve hem bu vefat ona mahsus değil, umumî bir caddedir. Hem mâdem müfarakat dahi
ebedî değil; ileride hem berzahta, hem Cennet'te görüşülecektir. اَلْحُكْمُلِلّهِ demeli.. O verdi, O
aldı. "Elhamdülillahi alâküllihal" sabır ile şükretmeli.
Beşinci Nokta: Rahmet-i İlâhiyenin en lâtif, en güzel, en hoş, en şirin cilvelerinden olan
şefkat; bir iksir-i nuranîdir. Aşktan çok keskindir. Çabuk Cenâb-ı Hakk'a vusule vesile olur.
Nasıl aşk-ı mecazî ve aşk-ı dünyevî pek çok müşkilâtla aşk-ı hakikîye inkılab eder, Cenâb-
ı Hakk'ı bulur. Öyle de şefkat -fakat müşkilâtsız- daha kısa, daha safi bir tarzda kalbi
Cenâb-ı Hakk'a rabteder. Gerek peder ve gerek valide, veledini bütün dünya gibi severler.
Veledi elinden alındığı vakit, eğer bahtiyar ise, hakikî ehl-i îman ise; dünyadan yüzünü
çevirir, Mün'im-i Hakikî'yi bulur. Der ki: "Dünya mâdem fânidir, değmiyor alâka-i kalbe..."
Veledi nereye gitmişse oraya karşı bir alâka peyda eder, büyük manevî bir hal kazanır.
Ehl-i gaflet ve dalalet, şu beş hakikattaki saadet ve müjdeden mahrumdurlar. Onların hali
ne kadar elîm olduğunu şununla
(Orjinal Sayfa84)
kıyas ediniz ki: Bir ihtiyar hanım gayet sevdiği sevimli tek bir çocuğunu sekeratta görüp,
dünyada tevehhüm-ü ebediyet hükmünce gaflet veya dalalet neticesinde; mevti, adem ve
firak-ı ebedî tasavvur ettiğinden, yumuşak döşeğine bedel kabrin toprağını düşünüp gaflet
veya dalalet cihetiyle, Erhamürrâhimîn'in Cennet-i rahmetini, Firdevs-i nimetini
düşünmediğinden, ne kadar me'yusane bir hüzün ve elem çektiğini kıyas edebilirsin.
Fakat vesile-i saadet-i dâreyn olan îman ve İslâmiyet, mü'mine der ki: Şu sekeratta olan
çocuğun Hâlık-ı Rahîmi, onu bu fâni dünyadan çıkarıp Cennetine götürecek. Hem sana
şefaatçı, hem ebedî bir evlâd yapacak. Müfarakat muvakkattır, merak etme; اَلْحُكْمُ لِلّهِ اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ
de, sabret.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
_________________
Kuranın Tefsiri olan Risalei Nurdan
Said Nursî