- 21 Eylül 2006
- 1.453
- 28
Bir sinyal gelir minik bir bebeğin kafatasının içinden. Sodyum ve potasyum iyonları yer değiştirir. Elektrik akımı hızla yayılır. Yüz siniri, mesajı alır. Yedi bin sinir hattından oluşan ağın, sadece belli bölgelerine iletir sinyali. Belirli hatlar, belirli kaslara mesajı aktarır. Ağzın etrafında, yanaklarda, gözlerin çevresinde kaslar oynaşır. Kaslarla beraber deri harekete geçer. Ve bebek gülümser.
Uyuyan bir bebeğin dudaklarında beliren gülücüğün nereden doğduğunu bilen var mı?
Evet. Derler ki, dağılmakta olan bir sonbahar bulutunun kenarına, yeni hilâlden hafif bir ışık hüzmesi değivermiş. İşte o gülücük, orada, çiyle yıkanmış bir güz sabahının rüyasına doğmuş.
Rabindranath Tagore
***
Bir bebek, doğumundan sonraki birkaç saat içinde, görünürde herhangi bir neden olmaksızın, güler. Bu süre yarım saate kadar kısalabilir; on iki saati bulduğu ise pek seyrektir. Bebek güler. Bu, meme emmekten daha da zahmetsizce ve “ustalıkla” yaptığı bir iştir. Ve besbelli, başka bir âlemden, anne ile babaya getirdiği bir armağandır bu gülücük.
Bebek güler. Anne ona bakar, güler. Baba ona bakar, güler. Ablalar, teyzeler, halalar, dayılar, amcalar, ağabeyler, nineler, dedeler ona bakar, güler. İlk saatlerde, bir gülücük, ebedî bir bağ kurar bu yabancı varlıkla yeni geldiği dünya arasında.
Hayatımızın ilk saatlerinden itibaren bizimle beraber olan tebessümle o kadar iç içeyizdir ki, buna otomatik olarak cevap veririz. Yüzümüze gülen birisi, bazan biz farkında olmadan, yüzümüzden bu tebessümün cevabını alıverir. Hattâ çoğu zaman, gülenin bir “kişi” olması da gerekmez. Mütebessim bir resme bakarken, bizim yüzümüzde de kendiliğinden bir tebessüm beliriverir. Ve hiç kuşkusuz, bütün yüz ifadeleri içinde hergün en fazla kullandığımız yüz ifadesidir tebessüm.
Somurtkan Sue’ya gülmek nasip olmadı
Bizim için gülmek ne kadar “sıradan” bir mucizeyse Amerikalı Sue için o kadar “imkânsız”dı.
Somurtkan Sue 1908 yılında New York’ta sahneye çıktığı zaman, devrin en ünlü komedyenleri onu güldürmek için sıraya girdi. Kim bunu başarırsa 1000 doları cebine indirecekti.
Somurtkan Sue’nun menajeri, bu bayan sayesinde binlerce doları cebine indirdi; fakat onu güldürecek kimse için ortaya konan ödüle el uzatan olmadı. Sanki çimentoyla birbirine kenetlenmiş bir çift çeneyi birbirinden ayırıp da onlar üzerinde bir ufacık tebessüm resmetmek, benim diyen güldürü ustalarının tümünü birden âciz bırakan bir iş olup çıkmıştı. Ancak bu işin bir sırrı vardı ve bunu sadece Sue ile menajeri Oscar Hammerstein biliyordu:
Somurtkan Sue’nun yüz kasları felçliydi!
İki buçuk yıl süren kahkaha salgını
Felçli bir yüzle Sue’yu güldürmek ne kadar imkânsız ise, 1962 yılının 30 Ocak’ında gülmeye başlayan Tanganikalı (şimdiki Tanzanya) kızları susturmak da bir o kadar imkânsız gibiydi.
O gün, Kaşaşa kentindeki bir okulda, herhangi bir neden olmaksızın, üç kız kıkırdamaya başladı. Kahkahalar hızla diğer öğrencilere yayıldı. Gülmeye başlayan durmayı beceremiyordu. Birkaç saat içinde, kahkaha krizine tutulan kızların sayısı 95’e çıkıvermişti. Çaresiz, kızları evlerine gönderdiler. Bu defa da kahkahalar bir mahalleden diğerine sıçrayan bir yangın gibi yayıldı. Bu, düpedüz bir kahkaha salgınıydı. Krize yakalanan, bazan dakikalarca, bazan da saatlerce gülmekten kendisini alamıyordu.
Salgın yüzünden okullar tatil edildi ve altı ay süreyle kapalı kaldı. Salgının bütünüyle etkisini yitirmesi ise iki buçuk yıl sürdü.
Somurtkan Sue’nun bir türlü beceremediği, Tanzanyalı kızların ise durduramadığı şeyi, hepimiz, günde ortalama 18 defa yapıyoruz. Kahkahalarımızın da pek azını nükteler tahrik ediyor. Çoğunlukla biz, güldüğümüz zaman, gülünç bir şeye tepki vermekten ziyade, başka insanlara mesaj gönderiyoruz: neşeli bir ruh halinin veya beraber olmaktan duyduğumuz mutluluğun bildirimi gibi. Kahkaha düzeyine varmayan gülümsemelerimiz ise, kişiden kişiye değişmekle beraber, genellikle, nefes alıp vermek gibi son derece doğal şekilde her an yaptığımız “sıradan” işler arasında yer alıyor. Üstelik bunlardan bir kısmının farkına bile varmıyoruz: gülen bir insanın resmine bakarken, yüzümüzde kendiliğinden beliriveren tebessüm gibi.
Bir kahkahanın hikâyesi
İster kahkaha olsun, ister tebessüm, gülüşün her seviyesi, vücudumuzda kapsamlı ve eşgüdümlü bir şekilde cereyan eden bir harekâtın sonucunda ortaya çıkar. Özellikle kahkaha, sadece yüzümüzü değil, bütün bir vücudu ve birçok sistemi etkileyen bir eylem, daha doğrusu, bir egzersizdir.
Biz kahkaha atmaya başladığımızda, saniyenin beşte biri kadar aralıklarla, herbiri saniyenin 13’te biri kadar süren ve kısa ünlüye benzeyen notalardan oluşan bir dizi ses çıkarırız. Bu sırada gözlerimiz kırışır, ağzımızın etrafında 17 kastan oluşan bir koleksiyon harekete geçer, dolaşım sistemi hızlanır, kalp atışı ve kan basıncı yükselir. Sonra damarlar sulanır, basınç düşer. Göğüs kaslarımızın, diyafram ve karnımızın kısa ve güçlü kasılmaları, iç organlara giden kan miktarını arttırır. Ha ha ha’larla zorlanan solunum, kanın oksijene iyice doymasını sağlar.
İyice uzayan bir kahkaha seansında ise, kaslarımızın üzerindeki kontrolümüzü kaybedebiliriz; bu, “Gülmekten halim kalmadı” dediğimiz noktadır. Kahkahalarımız sırasında endorfin salgılanabilir. Bu da acıya karşı duyarlılığı azaltır, dayanıklılık ve haz duyumlarını güçlendirir. Bazı araştırmalar, stresle beraber görülen hormonların üretimini azaltmak suretiyle, kahkahaların savunma sistemini güçlendirdiğini gösteriyor.
18 çeşit tebessüm var
Tebessüm ise, kahkahaya oranla çok daha sessiz şekilde cereyan eden bir olaydır; fakat bu onun basitliği anlamına gelmez. Beyinden yüz sinirine bir tebessüm inşa etme emri geldiği zaman, bir yandan ağzın, diğer yandan gözlerin çevresinde yer alan farklı kaslar, farklı yönlerde, farklı şekillerde ve farklı seviyelerde hareketlerle, birbirinden o kadar farklı tebessümler meydana getirir ki, bunları saymak, kelimenin gerçek anlamıyla imkânsızdır. Bilim adamları, bu konuda ancak genel bazı sınıflandırmalar yapıyorlar. Ünlü psikolog Paul Ekman’ın sınıflandırmasında 18 tebessüm çeşidi tasvir ediliyor. Bunların çeşitli düzeylerdeki bileşimleri ise, sayıyı çok daha yukarılara çıkarıyor.
Bir tebessümün vücuda gelişinde rol alan kasların hareketlerine çok genel seviyede bir göz atmak bile bu işin karmaşıklığı—ve olağanüstülüğü—hakkında fikir verecektir.
Tebessüm kaslarının temelinde, zygomaticus (çene) kasları yatar. Bunlar bir ucu elmacık kemiğine, diğer ucu da ağız kenarına bağlı kaslardır. Biz gülümserken, zygomaticus major ağzımızın kenarını, zygomaticus minor ise üst dudağımızı kaldırır. Bu arada, ağzımızı çevreleyen ve hiçbir yerle bağlantılı olmayan daire biçimindeki orbicularis oris kası bunlardan bağımsız şekilde işlevini görmekte, belki de konuşmamıza uygun şekilde, ağzımıza kendisine göre bir şekil vermektedir. Eğer gülüşümüz zoraki bir gülüş ise, buccinator ile risorius veya platysma kasları devreye girecek ve bu gülüş, bir sırıtma veya diş gıcırdatma şeklini alabilecektir.
İçten bir tebessüme gözler de katılır
İçten bir gülüşün ise hiç değişmez bir kuralı vardır:
Ağızla beraber gözler de güler.
Gerçek bir tebessümün gözleri de içerdiğini, 1862 yılında, Fransız nörolog Guillaume Duchenne (1806-1875) keşfetti. Duchenne, düşük seviyede elektrik akımlarını kullanarak, insan yüzündeki kasların haritasını çıkarırken, içten bir gülümsemenin, ağız çevresindeki kaslarla birlikte, gözlerin çevresindeki kasları da harekete geçirdiğini buldu. Sahte gülüşlerde ise sadece ağız kasları kullanılıyordu.
“İçten bir sevinç ifadesi, dudak ve göz kaslarının birlikte kasılmasıyla dile getirilir” diyordu Duchenne. “Bunlardan birincisi iradeye tâbidir; ikincisi ise sadece ruhun tatlı duyuşlarıyla devreye girer.”
Çoğu insan, yüzün alt kısmındaki kaslar üzerinde daha fazla kontrol sahibi olduğu için, yalancı bir gülümseme kimsenin gücünü zorlamaz; ancak gözleri de bilinçli bir şekilde tebessümün içine katmak kolay kolay kimsenin aklına gelmez. Bu yüzden, “gülünce gözlerinin içi gülmeyen” insanların gülüşündeki içtenliği sorgulamak için yeterince sebep olduğunu düşünebilirsiniz.
Gözler neler söyler?
Gözler, sadece tebessüme katılmakla kalmaz, onun yanı sıra birçok duyguyu da dile getirirler. Derin üzüntüden büyük bir coşkuya kadar uzanan bir tayf içinde, üzüntü ve coşkunun herhangi bir derecesini gözler ifade edebilir. Bunun gibi, arzu ile nefret, kararlılık ile tereddüt, güven ile güvensizlik gibi pek çok konuda gözlerin belli bir duyguyu belli bir şiddette dile getirme yeteneği vardır. Psikolog Simon Baron-Cohen, bu konuları on beş başlık altında toplamaktadır. Bu ise, çok büyük bir potansiyeli ifade etmekle beraber, bir şair veya sevgilinin gözlerde okuyabileceği şeylerin yanında yine mütevazı bir rakam olarak kalır.
Gözün ifadesindeki en büyük yardımcısı, hemen üzerinde bulunan kaşlardır. Kaşlar, bir yandan terin göz üzerine akmasını engellerken, diğer yandan da gözün güzelliğini tamamlar, ona dikkat çeker ve anlamını vurgular. Fakat kaşların asıl önemli görevi, “konuşmaktır.” Şaşkınlık, endişe, neş’e, dikkat, memnuniyet, sevinç, korku, nefret, düşmanlık, çaresizlik gibi duyguların dile getirilmesinde belki de en önemli rol kaşlara düşer. Hattâ, bazı ifadeler, kaşların katkısı olmadan kolay kolay anlaşılmayabilir de: hayret gibi.
Kaşları kaldırmakla görevli kaslar ise kafanın üst kısmına kadar uzanan ve orada sağlam bir şekilde kafatasına yapıştırılmış bulunan bir çift frontalis kasıdır ki, bunlar aynı zamanda alın derisine de hareket verirler. Frontalisin kaldırdığı kaşı, başka bir kas, procerus indirir. Bir dostla karşılaştığımız anda, gözlerden beyne intikal eden bilgi “yüz tanıma” bölgesinde değerlendirilir, arşivdeki belgelerle karşılaştırılır ve duyduğumuz hayret ve memnuniyet hissi, beyinden yüz sinirine, yüz sinirinden frontalis kasına intikal eden sinyaller aracılığıyla kaşlar tarafından tercüme edilir ve dile getirilir. Bütün bu olaylar saniyenin altıda biri kadar bir zaman içinde bitmiş ve mesajımız, muhatabın rahatlıkla anlayabileceği bir biçimde, yerine ulaştırılmıştır.
En çok dudaklar konuşur
Ağız ve dudaklar, yüzün en hareketli ve konuşkan bölümüdür. Sağlı sollu en az altı çift kas, çeşitli kombinasyonlar içinde ağız ve dudaklarla ilişkiye girerek onlara hem konuşma ve çiğneme gibi çeşitli fonksiyonları yerine getirme imkânını sağlar, hem de yüzlerce, hattâ binlerce yüz ifadesini beraberce resmeder. Daha önce sözü geçen kahkaha ve tebessümden başka, ağzımızın dile getirdiği duygu ve işlevler arasında iç çekmek, esnemek, şaşkınlıktan açılmak, titremek, büzülmek, dudak bükmek de vardır. Ayrıca konuşurken de ağız ve dudaklar şekilden şekle girer. İfadelere, bazan dil ve dişler de eşlik eder. Kaş ve göz gibi organlarla birlikte dile getirilen tebessüm, küçümseme, hayret gibi duygulara ise dudaklar ayrıca güç katar.
Münhal bir bölge gibi görünmesine rağmen, yanaklar da yüz kaslarımızın faaliyet alanındadır ve dış dünyaya sürekli olarak mesajlar göndermektedir. Özellikle utanma ve heyecan duygularımız, neredeyse saklaması imkânsız bir biçimde, yanaklar tarafından hemen açığa vuruluverir.
Yine münhal bir alan olarak görünen çenenin altındaki mentalis kasları, somurtma kası olarak da anılırlar; bunlar alt dudağı ileri iterek çene derisini yukarı çeker ve asılmış bir surat görüntüsünü tamamlarlar. Yüzümüzün diğer boşluk alanı olan alnımız ise, en fazla çalışan kasların faaliyet gösterdiği bir meydandır. Bu bölge, entellektüel mahal olarak da anılır. Düşünce, dikkat, konsantrasyon gibi zihnî faaliyetlerin işaretleri, en belirgin şekilde, bu bölgeden verilir.
Duygusal gözyaşı stresi azaltıyor
İnsan yüzü, diğer canlılardan farklı olarak dile getirebildiği binlerce duygunun yanı sıra, yine diğer canlılardan farklı olarak, bir de ağlama yeteneğine sahiptir. İnsan bazan soğan soyar ağlar, bazan da acıklı bir film seyrederken ağlar. Özellikle ikinci türden ağlamanın, yani duygusal gözyaşlarının anlam ve amacı hakkında bilim adamlarının ortaya attığı teoriler, birer zihin egzersizi olmaktan öteye geçememektedir.
Bu hadisenin evrimle bağdaştırılması ve genel evrim amaçları doğrultusunda açıklaması ise, spekülasyon seviyesinde de kalsa, henüz hiçbir bilim adamına nasip olamamıştır. Aslında bu konuda en kestirme yolu Darwin izlemiş ve 1872’de yayınladığı “İnsan ve Hayvanlarda Duygu İfadesi” adlı kitabında, duygusal gözyaşlarının bir amacı olabileceği düşüncesini kökünden reddetmiştir!
Amerikalı araştırmacı William Frey, uzun yıllar ağlama ve gözyaşları üzerinde araştırma ve deneyler yaptıktan sonra, duygusal gözyaşlarının stres atmada bir rolü olabileceği sonucuna varmıştır. Soğan soyma gibi nedenlerle akan gözyaşlarını toplayan Frey, bunları, acıklı film seyrettirdiği deneklerinin gözyaşlarıyla karşılaştırdığında, duygusal yaşların daha çok protein içerdiğini tespit etmiştir. Bu sonuca göre, duygusal gözyaşları, çekilen sıkıntı sırasında vücutta biriken stres hormonlarını atarak bir rahatlama sağlamaktadır.
Nitekim uzun uzadıya yapılan anketlerde, kadınların yüzde 85’i, erkeklerin ise yüzde 73’ü, ağladıktan sonra kendilerini daha rahat hissettiklerini söylemişlerdir. Bu tabloya bakarak, kadınların stres atmada erkeklerden birkaç adım daha önde olduklarını söyleyebiliriz; çünkü araştırmalar kadınların erkeklere göre beş kat daha fazla ağladıklarını göstermektedir. Üstelik, kadınlar ağlarken gözyaşlarını rahatça yanaklarından aşağıya akıttıkları halde, erkeklerin ağlaması, yüzde 70 oranında, gözlerin yaşla dolması düzeyinde kalmaktadır.
İnsan yüzü her zaman anlamlıdır
Herhangi bir ifadeyi meydana getirmek için insan yüzünde cereyan eden olaylar ne kadar karmaşık ise, o kadar da kolay ve doğal bir şekilde gerçekleştirilir. Karmaşıklık ve kolaylık gibi, bir arada kolay kolay barınamayacak olan iki kavram, her ikisi de en üst düzeyde cereyan edecek biçimde, yüz ifadesi ile karşımıza çıkarlar. Biz, herhangi bir anlamı yüzümüzle dile getireceğimiz zaman, bunu hiç düşünmeksizin, “kendiliğinden” yapıveririz. Oysa, o anda, on parmağına takılı iplerle kukla oynatan bir adamın maharetinden çok daha ileri bir beceriyle, en az bir düzine kasımıza çeşitli şekillerde, çeşitli yönlerde, çeşitli seviyelerde hareketler vermekteyizdir.
Bizim için asıl zorluk, yüz ifadesini değil, yüz ifadesizliğini gerçekleştirmekte ortaya çıkar. “Yüzümde hiçbir anlam olmasın” diye ne kadar çabalarsanız çabalayın, bunu başarma şansınız yok gibidir. Psikolog Paul Ekman, anlamsız bir yüz ifadesi yakalayabilmek için yılların deneyimini ortaya döktükten sonra, ancak bir tane yakalayabilmiştir. Ekman’ın tespitine göre, kalkık kaşlar, kapalı gözler ve sönmüş yanaklar bir arada bulunduğunda, böyle bir ifadeye bir anlam verilememektedir. Fakat bunda da bir ifade bulunmamakla beraber, hareket yine vardır. Sadece hareketlerin karışımından bir anlam çıkarılamamaktadır.
Bir insan yüzünden kaç anlam çıkar?
Yeryüzündeki elementlerin veya Samanyolu’ndaki yıldızların sayısını hesaplar gibi, bir insanın yüzünden kaç çeşit anlam çıkabileceğine dair objektif ve evrensel ölçütlere uygun bir rakam ortaya koymak kolay değildir. Bununla birlikte, Ekman, yüz ifadelerini temelde altı gruba ayırmaktadır: neşe, öfke, korku, hayret, tiksinti, üzüntü. Başka uzmanlar, bu gruplara daha başkalarını da eklemektedir. Temel sayı ne kabul edilirse edilsin, bunların çeşitli düzeylerde ve çeşitli kombinasyonlar halinde dile getirilmesi, yüz ifadesi sayısını binlere çıkarır ki, uzmanlar bu konuda 5-6 bin gibi rakamlardan söz etmektedirler.
Yüz ifadelerinin birçoğu saniyenin altındaki bir zaman dilimi içinde ortaya çıkıp kaybolduğu için, bunları tek tek sayabilmek, video kayıtları üzerinde uzun uzadıya çalışmalarla mümkün olabilmektedir. Psikiyatri hastalarıyla mülâkat bantlarını inceleyen uzmanlar, beş saatlik bir kayıt süresi içinde 6 bin kadar ifade ayırt etmişlerdir. Bu ise, her üç saniyede ayrı bir yüz ifadesi demektir.
Neşe veya üzüntüden tek başına söz edecek olursak, bir yüz ifadesinin zenginliği yeterince anlaşılmayabilir—gerçi bu duyguların da pek çok farklı düzeyde ve farklı renklerde algılanması ve ifadesi mümkündür. Fakat üzüntüye biraz hayret katın. Ortaya çıkan karışımı da öfkeyle harmanlayın. Bu üç duygudan her birinin çeşitli düzeylerde ve çeşitli renklerde hissedilmesi halinde, bunun bir insan yüzüne nasıl
bir zenginlik içinde yansıyacağını tahmin etmek hiç de zor olmaz.
Aynı şekilde, bir şaka ve sonrasındaki duygularımızı önce hayret ve korku, sonra rahatlama ve neş’e gibi ifadeler karışımıyla dile getirmenin de yüzlerce yolu bulunabilir. Ne olursa olsun, bütün bunlar, hiç zorlanmaksızın, hattâ hiç düşünmeden, son derece seri bir şekilde yaptığımız işlerdir. Oysa o anda, evrenin en görkemli sanat eseri, bir dizi akıl almaz faaliyeti içeren bir harekât ile konuşturulmaktadır!
Fakat bu harekâtın da, tıpkı farklı simaların yaratılmasında ve ayırt edilmesinde olduğu gibi, başka bir yönü daha var:
Dile gelen yüzün dilinin çözülmesi ve anlaşılması.
Uyuyan bir bebeğin dudaklarında beliren gülücüğün nereden doğduğunu bilen var mı?
Evet. Derler ki, dağılmakta olan bir sonbahar bulutunun kenarına, yeni hilâlden hafif bir ışık hüzmesi değivermiş. İşte o gülücük, orada, çiyle yıkanmış bir güz sabahının rüyasına doğmuş.
Rabindranath Tagore
***
Bir bebek, doğumundan sonraki birkaç saat içinde, görünürde herhangi bir neden olmaksızın, güler. Bu süre yarım saate kadar kısalabilir; on iki saati bulduğu ise pek seyrektir. Bebek güler. Bu, meme emmekten daha da zahmetsizce ve “ustalıkla” yaptığı bir iştir. Ve besbelli, başka bir âlemden, anne ile babaya getirdiği bir armağandır bu gülücük.
Bebek güler. Anne ona bakar, güler. Baba ona bakar, güler. Ablalar, teyzeler, halalar, dayılar, amcalar, ağabeyler, nineler, dedeler ona bakar, güler. İlk saatlerde, bir gülücük, ebedî bir bağ kurar bu yabancı varlıkla yeni geldiği dünya arasında.
Hayatımızın ilk saatlerinden itibaren bizimle beraber olan tebessümle o kadar iç içeyizdir ki, buna otomatik olarak cevap veririz. Yüzümüze gülen birisi, bazan biz farkında olmadan, yüzümüzden bu tebessümün cevabını alıverir. Hattâ çoğu zaman, gülenin bir “kişi” olması da gerekmez. Mütebessim bir resme bakarken, bizim yüzümüzde de kendiliğinden bir tebessüm beliriverir. Ve hiç kuşkusuz, bütün yüz ifadeleri içinde hergün en fazla kullandığımız yüz ifadesidir tebessüm.
Somurtkan Sue’ya gülmek nasip olmadı
Bizim için gülmek ne kadar “sıradan” bir mucizeyse Amerikalı Sue için o kadar “imkânsız”dı.
Somurtkan Sue 1908 yılında New York’ta sahneye çıktığı zaman, devrin en ünlü komedyenleri onu güldürmek için sıraya girdi. Kim bunu başarırsa 1000 doları cebine indirecekti.
Somurtkan Sue’nun menajeri, bu bayan sayesinde binlerce doları cebine indirdi; fakat onu güldürecek kimse için ortaya konan ödüle el uzatan olmadı. Sanki çimentoyla birbirine kenetlenmiş bir çift çeneyi birbirinden ayırıp da onlar üzerinde bir ufacık tebessüm resmetmek, benim diyen güldürü ustalarının tümünü birden âciz bırakan bir iş olup çıkmıştı. Ancak bu işin bir sırrı vardı ve bunu sadece Sue ile menajeri Oscar Hammerstein biliyordu:
Somurtkan Sue’nun yüz kasları felçliydi!
İki buçuk yıl süren kahkaha salgını
Felçli bir yüzle Sue’yu güldürmek ne kadar imkânsız ise, 1962 yılının 30 Ocak’ında gülmeye başlayan Tanganikalı (şimdiki Tanzanya) kızları susturmak da bir o kadar imkânsız gibiydi.
O gün, Kaşaşa kentindeki bir okulda, herhangi bir neden olmaksızın, üç kız kıkırdamaya başladı. Kahkahalar hızla diğer öğrencilere yayıldı. Gülmeye başlayan durmayı beceremiyordu. Birkaç saat içinde, kahkaha krizine tutulan kızların sayısı 95’e çıkıvermişti. Çaresiz, kızları evlerine gönderdiler. Bu defa da kahkahalar bir mahalleden diğerine sıçrayan bir yangın gibi yayıldı. Bu, düpedüz bir kahkaha salgınıydı. Krize yakalanan, bazan dakikalarca, bazan da saatlerce gülmekten kendisini alamıyordu.
Salgın yüzünden okullar tatil edildi ve altı ay süreyle kapalı kaldı. Salgının bütünüyle etkisini yitirmesi ise iki buçuk yıl sürdü.
Somurtkan Sue’nun bir türlü beceremediği, Tanzanyalı kızların ise durduramadığı şeyi, hepimiz, günde ortalama 18 defa yapıyoruz. Kahkahalarımızın da pek azını nükteler tahrik ediyor. Çoğunlukla biz, güldüğümüz zaman, gülünç bir şeye tepki vermekten ziyade, başka insanlara mesaj gönderiyoruz: neşeli bir ruh halinin veya beraber olmaktan duyduğumuz mutluluğun bildirimi gibi. Kahkaha düzeyine varmayan gülümsemelerimiz ise, kişiden kişiye değişmekle beraber, genellikle, nefes alıp vermek gibi son derece doğal şekilde her an yaptığımız “sıradan” işler arasında yer alıyor. Üstelik bunlardan bir kısmının farkına bile varmıyoruz: gülen bir insanın resmine bakarken, yüzümüzde kendiliğinden beliriveren tebessüm gibi.
Bir kahkahanın hikâyesi
İster kahkaha olsun, ister tebessüm, gülüşün her seviyesi, vücudumuzda kapsamlı ve eşgüdümlü bir şekilde cereyan eden bir harekâtın sonucunda ortaya çıkar. Özellikle kahkaha, sadece yüzümüzü değil, bütün bir vücudu ve birçok sistemi etkileyen bir eylem, daha doğrusu, bir egzersizdir.
Biz kahkaha atmaya başladığımızda, saniyenin beşte biri kadar aralıklarla, herbiri saniyenin 13’te biri kadar süren ve kısa ünlüye benzeyen notalardan oluşan bir dizi ses çıkarırız. Bu sırada gözlerimiz kırışır, ağzımızın etrafında 17 kastan oluşan bir koleksiyon harekete geçer, dolaşım sistemi hızlanır, kalp atışı ve kan basıncı yükselir. Sonra damarlar sulanır, basınç düşer. Göğüs kaslarımızın, diyafram ve karnımızın kısa ve güçlü kasılmaları, iç organlara giden kan miktarını arttırır. Ha ha ha’larla zorlanan solunum, kanın oksijene iyice doymasını sağlar.
İyice uzayan bir kahkaha seansında ise, kaslarımızın üzerindeki kontrolümüzü kaybedebiliriz; bu, “Gülmekten halim kalmadı” dediğimiz noktadır. Kahkahalarımız sırasında endorfin salgılanabilir. Bu da acıya karşı duyarlılığı azaltır, dayanıklılık ve haz duyumlarını güçlendirir. Bazı araştırmalar, stresle beraber görülen hormonların üretimini azaltmak suretiyle, kahkahaların savunma sistemini güçlendirdiğini gösteriyor.
18 çeşit tebessüm var
Tebessüm ise, kahkahaya oranla çok daha sessiz şekilde cereyan eden bir olaydır; fakat bu onun basitliği anlamına gelmez. Beyinden yüz sinirine bir tebessüm inşa etme emri geldiği zaman, bir yandan ağzın, diğer yandan gözlerin çevresinde yer alan farklı kaslar, farklı yönlerde, farklı şekillerde ve farklı seviyelerde hareketlerle, birbirinden o kadar farklı tebessümler meydana getirir ki, bunları saymak, kelimenin gerçek anlamıyla imkânsızdır. Bilim adamları, bu konuda ancak genel bazı sınıflandırmalar yapıyorlar. Ünlü psikolog Paul Ekman’ın sınıflandırmasında 18 tebessüm çeşidi tasvir ediliyor. Bunların çeşitli düzeylerdeki bileşimleri ise, sayıyı çok daha yukarılara çıkarıyor.
Bir tebessümün vücuda gelişinde rol alan kasların hareketlerine çok genel seviyede bir göz atmak bile bu işin karmaşıklığı—ve olağanüstülüğü—hakkında fikir verecektir.
Tebessüm kaslarının temelinde, zygomaticus (çene) kasları yatar. Bunlar bir ucu elmacık kemiğine, diğer ucu da ağız kenarına bağlı kaslardır. Biz gülümserken, zygomaticus major ağzımızın kenarını, zygomaticus minor ise üst dudağımızı kaldırır. Bu arada, ağzımızı çevreleyen ve hiçbir yerle bağlantılı olmayan daire biçimindeki orbicularis oris kası bunlardan bağımsız şekilde işlevini görmekte, belki de konuşmamıza uygun şekilde, ağzımıza kendisine göre bir şekil vermektedir. Eğer gülüşümüz zoraki bir gülüş ise, buccinator ile risorius veya platysma kasları devreye girecek ve bu gülüş, bir sırıtma veya diş gıcırdatma şeklini alabilecektir.
İçten bir tebessüme gözler de katılır
İçten bir gülüşün ise hiç değişmez bir kuralı vardır:
Ağızla beraber gözler de güler.
Gerçek bir tebessümün gözleri de içerdiğini, 1862 yılında, Fransız nörolog Guillaume Duchenne (1806-1875) keşfetti. Duchenne, düşük seviyede elektrik akımlarını kullanarak, insan yüzündeki kasların haritasını çıkarırken, içten bir gülümsemenin, ağız çevresindeki kaslarla birlikte, gözlerin çevresindeki kasları da harekete geçirdiğini buldu. Sahte gülüşlerde ise sadece ağız kasları kullanılıyordu.
“İçten bir sevinç ifadesi, dudak ve göz kaslarının birlikte kasılmasıyla dile getirilir” diyordu Duchenne. “Bunlardan birincisi iradeye tâbidir; ikincisi ise sadece ruhun tatlı duyuşlarıyla devreye girer.”
Çoğu insan, yüzün alt kısmındaki kaslar üzerinde daha fazla kontrol sahibi olduğu için, yalancı bir gülümseme kimsenin gücünü zorlamaz; ancak gözleri de bilinçli bir şekilde tebessümün içine katmak kolay kolay kimsenin aklına gelmez. Bu yüzden, “gülünce gözlerinin içi gülmeyen” insanların gülüşündeki içtenliği sorgulamak için yeterince sebep olduğunu düşünebilirsiniz.
Gözler neler söyler?
Gözler, sadece tebessüme katılmakla kalmaz, onun yanı sıra birçok duyguyu da dile getirirler. Derin üzüntüden büyük bir coşkuya kadar uzanan bir tayf içinde, üzüntü ve coşkunun herhangi bir derecesini gözler ifade edebilir. Bunun gibi, arzu ile nefret, kararlılık ile tereddüt, güven ile güvensizlik gibi pek çok konuda gözlerin belli bir duyguyu belli bir şiddette dile getirme yeteneği vardır. Psikolog Simon Baron-Cohen, bu konuları on beş başlık altında toplamaktadır. Bu ise, çok büyük bir potansiyeli ifade etmekle beraber, bir şair veya sevgilinin gözlerde okuyabileceği şeylerin yanında yine mütevazı bir rakam olarak kalır.
Gözün ifadesindeki en büyük yardımcısı, hemen üzerinde bulunan kaşlardır. Kaşlar, bir yandan terin göz üzerine akmasını engellerken, diğer yandan da gözün güzelliğini tamamlar, ona dikkat çeker ve anlamını vurgular. Fakat kaşların asıl önemli görevi, “konuşmaktır.” Şaşkınlık, endişe, neş’e, dikkat, memnuniyet, sevinç, korku, nefret, düşmanlık, çaresizlik gibi duyguların dile getirilmesinde belki de en önemli rol kaşlara düşer. Hattâ, bazı ifadeler, kaşların katkısı olmadan kolay kolay anlaşılmayabilir de: hayret gibi.
Kaşları kaldırmakla görevli kaslar ise kafanın üst kısmına kadar uzanan ve orada sağlam bir şekilde kafatasına yapıştırılmış bulunan bir çift frontalis kasıdır ki, bunlar aynı zamanda alın derisine de hareket verirler. Frontalisin kaldırdığı kaşı, başka bir kas, procerus indirir. Bir dostla karşılaştığımız anda, gözlerden beyne intikal eden bilgi “yüz tanıma” bölgesinde değerlendirilir, arşivdeki belgelerle karşılaştırılır ve duyduğumuz hayret ve memnuniyet hissi, beyinden yüz sinirine, yüz sinirinden frontalis kasına intikal eden sinyaller aracılığıyla kaşlar tarafından tercüme edilir ve dile getirilir. Bütün bu olaylar saniyenin altıda biri kadar bir zaman içinde bitmiş ve mesajımız, muhatabın rahatlıkla anlayabileceği bir biçimde, yerine ulaştırılmıştır.
En çok dudaklar konuşur
Ağız ve dudaklar, yüzün en hareketli ve konuşkan bölümüdür. Sağlı sollu en az altı çift kas, çeşitli kombinasyonlar içinde ağız ve dudaklarla ilişkiye girerek onlara hem konuşma ve çiğneme gibi çeşitli fonksiyonları yerine getirme imkânını sağlar, hem de yüzlerce, hattâ binlerce yüz ifadesini beraberce resmeder. Daha önce sözü geçen kahkaha ve tebessümden başka, ağzımızın dile getirdiği duygu ve işlevler arasında iç çekmek, esnemek, şaşkınlıktan açılmak, titremek, büzülmek, dudak bükmek de vardır. Ayrıca konuşurken de ağız ve dudaklar şekilden şekle girer. İfadelere, bazan dil ve dişler de eşlik eder. Kaş ve göz gibi organlarla birlikte dile getirilen tebessüm, küçümseme, hayret gibi duygulara ise dudaklar ayrıca güç katar.
Münhal bir bölge gibi görünmesine rağmen, yanaklar da yüz kaslarımızın faaliyet alanındadır ve dış dünyaya sürekli olarak mesajlar göndermektedir. Özellikle utanma ve heyecan duygularımız, neredeyse saklaması imkânsız bir biçimde, yanaklar tarafından hemen açığa vuruluverir.
Yine münhal bir alan olarak görünen çenenin altındaki mentalis kasları, somurtma kası olarak da anılırlar; bunlar alt dudağı ileri iterek çene derisini yukarı çeker ve asılmış bir surat görüntüsünü tamamlarlar. Yüzümüzün diğer boşluk alanı olan alnımız ise, en fazla çalışan kasların faaliyet gösterdiği bir meydandır. Bu bölge, entellektüel mahal olarak da anılır. Düşünce, dikkat, konsantrasyon gibi zihnî faaliyetlerin işaretleri, en belirgin şekilde, bu bölgeden verilir.
Duygusal gözyaşı stresi azaltıyor
İnsan yüzü, diğer canlılardan farklı olarak dile getirebildiği binlerce duygunun yanı sıra, yine diğer canlılardan farklı olarak, bir de ağlama yeteneğine sahiptir. İnsan bazan soğan soyar ağlar, bazan da acıklı bir film seyrederken ağlar. Özellikle ikinci türden ağlamanın, yani duygusal gözyaşlarının anlam ve amacı hakkında bilim adamlarının ortaya attığı teoriler, birer zihin egzersizi olmaktan öteye geçememektedir.
Bu hadisenin evrimle bağdaştırılması ve genel evrim amaçları doğrultusunda açıklaması ise, spekülasyon seviyesinde de kalsa, henüz hiçbir bilim adamına nasip olamamıştır. Aslında bu konuda en kestirme yolu Darwin izlemiş ve 1872’de yayınladığı “İnsan ve Hayvanlarda Duygu İfadesi” adlı kitabında, duygusal gözyaşlarının bir amacı olabileceği düşüncesini kökünden reddetmiştir!
Amerikalı araştırmacı William Frey, uzun yıllar ağlama ve gözyaşları üzerinde araştırma ve deneyler yaptıktan sonra, duygusal gözyaşlarının stres atmada bir rolü olabileceği sonucuna varmıştır. Soğan soyma gibi nedenlerle akan gözyaşlarını toplayan Frey, bunları, acıklı film seyrettirdiği deneklerinin gözyaşlarıyla karşılaştırdığında, duygusal yaşların daha çok protein içerdiğini tespit etmiştir. Bu sonuca göre, duygusal gözyaşları, çekilen sıkıntı sırasında vücutta biriken stres hormonlarını atarak bir rahatlama sağlamaktadır.
Nitekim uzun uzadıya yapılan anketlerde, kadınların yüzde 85’i, erkeklerin ise yüzde 73’ü, ağladıktan sonra kendilerini daha rahat hissettiklerini söylemişlerdir. Bu tabloya bakarak, kadınların stres atmada erkeklerden birkaç adım daha önde olduklarını söyleyebiliriz; çünkü araştırmalar kadınların erkeklere göre beş kat daha fazla ağladıklarını göstermektedir. Üstelik, kadınlar ağlarken gözyaşlarını rahatça yanaklarından aşağıya akıttıkları halde, erkeklerin ağlaması, yüzde 70 oranında, gözlerin yaşla dolması düzeyinde kalmaktadır.
İnsan yüzü her zaman anlamlıdır
Herhangi bir ifadeyi meydana getirmek için insan yüzünde cereyan eden olaylar ne kadar karmaşık ise, o kadar da kolay ve doğal bir şekilde gerçekleştirilir. Karmaşıklık ve kolaylık gibi, bir arada kolay kolay barınamayacak olan iki kavram, her ikisi de en üst düzeyde cereyan edecek biçimde, yüz ifadesi ile karşımıza çıkarlar. Biz, herhangi bir anlamı yüzümüzle dile getireceğimiz zaman, bunu hiç düşünmeksizin, “kendiliğinden” yapıveririz. Oysa, o anda, on parmağına takılı iplerle kukla oynatan bir adamın maharetinden çok daha ileri bir beceriyle, en az bir düzine kasımıza çeşitli şekillerde, çeşitli yönlerde, çeşitli seviyelerde hareketler vermekteyizdir.
Bizim için asıl zorluk, yüz ifadesini değil, yüz ifadesizliğini gerçekleştirmekte ortaya çıkar. “Yüzümde hiçbir anlam olmasın” diye ne kadar çabalarsanız çabalayın, bunu başarma şansınız yok gibidir. Psikolog Paul Ekman, anlamsız bir yüz ifadesi yakalayabilmek için yılların deneyimini ortaya döktükten sonra, ancak bir tane yakalayabilmiştir. Ekman’ın tespitine göre, kalkık kaşlar, kapalı gözler ve sönmüş yanaklar bir arada bulunduğunda, böyle bir ifadeye bir anlam verilememektedir. Fakat bunda da bir ifade bulunmamakla beraber, hareket yine vardır. Sadece hareketlerin karışımından bir anlam çıkarılamamaktadır.
Bir insan yüzünden kaç anlam çıkar?
Yeryüzündeki elementlerin veya Samanyolu’ndaki yıldızların sayısını hesaplar gibi, bir insanın yüzünden kaç çeşit anlam çıkabileceğine dair objektif ve evrensel ölçütlere uygun bir rakam ortaya koymak kolay değildir. Bununla birlikte, Ekman, yüz ifadelerini temelde altı gruba ayırmaktadır: neşe, öfke, korku, hayret, tiksinti, üzüntü. Başka uzmanlar, bu gruplara daha başkalarını da eklemektedir. Temel sayı ne kabul edilirse edilsin, bunların çeşitli düzeylerde ve çeşitli kombinasyonlar halinde dile getirilmesi, yüz ifadesi sayısını binlere çıkarır ki, uzmanlar bu konuda 5-6 bin gibi rakamlardan söz etmektedirler.
Yüz ifadelerinin birçoğu saniyenin altındaki bir zaman dilimi içinde ortaya çıkıp kaybolduğu için, bunları tek tek sayabilmek, video kayıtları üzerinde uzun uzadıya çalışmalarla mümkün olabilmektedir. Psikiyatri hastalarıyla mülâkat bantlarını inceleyen uzmanlar, beş saatlik bir kayıt süresi içinde 6 bin kadar ifade ayırt etmişlerdir. Bu ise, her üç saniyede ayrı bir yüz ifadesi demektir.
Neşe veya üzüntüden tek başına söz edecek olursak, bir yüz ifadesinin zenginliği yeterince anlaşılmayabilir—gerçi bu duyguların da pek çok farklı düzeyde ve farklı renklerde algılanması ve ifadesi mümkündür. Fakat üzüntüye biraz hayret katın. Ortaya çıkan karışımı da öfkeyle harmanlayın. Bu üç duygudan her birinin çeşitli düzeylerde ve çeşitli renklerde hissedilmesi halinde, bunun bir insan yüzüne nasıl
bir zenginlik içinde yansıyacağını tahmin etmek hiç de zor olmaz.
Aynı şekilde, bir şaka ve sonrasındaki duygularımızı önce hayret ve korku, sonra rahatlama ve neş’e gibi ifadeler karışımıyla dile getirmenin de yüzlerce yolu bulunabilir. Ne olursa olsun, bütün bunlar, hiç zorlanmaksızın, hattâ hiç düşünmeden, son derece seri bir şekilde yaptığımız işlerdir. Oysa o anda, evrenin en görkemli sanat eseri, bir dizi akıl almaz faaliyeti içeren bir harekât ile konuşturulmaktadır!
Fakat bu harekâtın da, tıpkı farklı simaların yaratılmasında ve ayırt edilmesinde olduğu gibi, başka bir yönü daha var:
Dile gelen yüzün dilinin çözülmesi ve anlaşılması.