Bir Kedi Korkağından Kedici Olur mu? - Çağla Çakır
Benim kedi hikayem, kedilerden korkan birinin nasil bir kedisever olup çıktığını anlatıyor. İşte, burada:
Kendimi bildim bileli her türlü hayvandan korkarım ben – korkardım daha doğrusu. Bu korkunun sebebi de bir türlü anlaşılamadı(!); hani klasik küçükken köpek ısırmıştır, kedi tırmalamıştır gibi sebeplenmeler de uymuyordu bana, üstelik ailede benden başka böyle korkak da yoktu birini örnek almış olacağım. Tabii, bu korku yalnızca beni korkutmakla da kalmıyordu, attığım çığlıklar her zaman birilerini benden beter korkutuyordu ve ayrıca benimle uğraşmaları, ortalıkta bir kedi-köpek varsa, benden gelecek her türlü çılgın atağa hazır olmaları ya da etraftaki tüm kedilerle kovalamaca oynamaları gerekiyordu. Köpek-kediyle de bitmiyordu iş, tavuk, börtü böcek, bana göre kontrolsüz hareket eden her hayvan... bu korku yüzünden çekmediğim kalmadı desem, pek abartmış sayılmam; köpekten kaçarken tosladığım direkler, girdiğim ağlama krizleri, evinde kedi, köpek besleyen arkadaşlarımla daha az görüşmeler, görüşsem bile benim yüzümden odaya kapatılan hayvancıklar yüzünden çektiğim vicdan azabi... açık havada ağız tadıyla yemek yemek yok, köpeklerin olduğu sokaklardan geçmek yok.
En zor şeylerden biri de korkunuzu anlatamamak; size 'korkma, bir şey yapmaz' dendiğinde, korkunuzun geçivereceğini sanır insanlar; oysa korkunca mantık kuralları işlemez, yalnızca duygular konuşur!!
Sonunda karar verdim, benim bu korkuyu
yenmem gerek; hayatımdan bazı renkleri çalması bir yana, hayatımı zorlaştırıyor. Ayrıca öğrendim ki, korku genelleşen bir şeymiş; yani korkmaya devam ettikçe sizi korkutan şeylerin/durumların sayısı da artıyor (bunun tersi de doğru). Evet, korkuma 'dur' demeye karar verdim ve bunun için bir arkadaşımın kedisinin iki ay önce yavruladığı kedilerden birini evlat edinme işlerine giriştim. Kum, mama, vs. alındı ve sıra ne yazık ki, 'şanssız' yavrucuğu eve getirmeye geldi. Eşimle birlikte arkadaşımızın evine gittik, bembeyaz bir yavruda karar kıldık; yavru eve dek arabayla taşınacağı için ağzı fermuarlı büyük bir çantaya kondu ve arabanın arka koltuğuna yerleşti. Benim kalbim küt küt atmakta, bir halt ettim ama devamı nasıl gelecek diye. Nitekim, ilk olay yolda vuku buldu: kedicik çantanın fermuarını bir güzel açıp bembeyaz kafasını dışarı çıkardı, ben bunu gördüğüm an, arabadan atlamaya kalktım; direksiyonda eşim, bir kaza olmadan sağa yanaşmayı ve allahtan pek çabuk durmayı başardı. Kedicik bagaja alındı, çünkü, ben o halde arabaya binecek durumda değildim, ve yola devam edildi. Anımsadikça hala içim eziliyor, kedicik sanıyorum bizim eve geldiğine geleceğine pişman olmuştur; çünkü, yaklaşık dört ay onunla kaçma-kovalamaca oynadım; yemeklerini yaptım, kumunu değiştirdim, ama bir kez sevemedim dokunup (daha doğrusu ilk dokunma denemesi bir krizle sonuçlandı ve bunu ben kendiliğimden isteyene dek denememeye karar verdik). Eşim onunla oyun oynadı, aşılarını eşim yaptırdı, ben yatak odasına kapandım kedicik evde koşturdu, o odasına kapandı ben evde koşturdum. Babası Van kedisi olduğundan bizim kedicik oldukça iri bir erkek oldu (ya da bana iri geliyordu), ama benim korkuma bir çare olmadığı gibi inanılmaz bir sızı yerleştirdi yüreğime, hayvanın hayatını nasıl kısıtlıyorum, diye; üstelik de tüm gün yalnızdı zavallı... sonunda hem ona, hem kendime ikinci bir şans vermeyi düşündüm. Arkadaşımın kedisi bir kez daha yavrulamıştı ve bu kez şırıngayla beslemeyi göze alıp bir aylık bir tekir kediyi eve getirdik. Yolda problem çıkmadı, çünkü, ufaklık yol boyu uyudu, o kadar minik, o kadar şekerdi ve o kadar güzel gözleri vardı ki, kediden korkan ben ilk gece koltukta onunla uyuyakaldım ve sonra o benim baştacım oldu (kafamda o kadar çok oynuyordu ki, bir defasında kafamdan indiğinde tomar tomar saçlarım da onunla beraber indi yere). Sonra işin en zor kısmı geldi, iki kediyi birbirine alıştırmak ve evde kapalı kapılar ardında kedi bırakmamak. Beyaz koca erkeğimiz bu minişi ilk gördüğünde korkudan altına etti ve sonra onu ortalığa çıkarmak için bayağı uğraştık; ama kedisi olan arkadaşım ve eşim bu ikisini birkaç deneme sonucu arkadaş etmeyi başardılar, ben büyük olandan hala çekinmeme rağmen onların nasıl oynaştıklarını görünce çok mutlu oldum. Sonra biz bir tatile çıktık, ikisini evde bırakıp (birileri gelip onları sevdi ve besledi). Tatil dönüşünden kısa bir süre sonra ise, tekirimiz topallamaya başladı ve hemen veterinere koşturduk (tekirimizi, onun için daha iyi bir şey yaptığımızı zannederek, beyaz kedimizi sürekli götürdüğümüz veteriner yerine, anne-babasının veterinerine götürüyorduk), ayağını incittiğini söylediler ve insanlara da verilen incinme, burkulmalarda sürülen merhemlerden verdiler bize. Küçüğe bu merhemi sürerken çektiği acıyı anlatamam; hem ağladım, hem sürdüm... o kadar canı yandı. İkinci gün beyaz kedimiz de topallamaya başladı, yine doğru veterinere ikisi birden; çünkü, ikisinin de aynı şekilde ayağını incitmesi bize pek mantıklı gelmedi.. neyse veteriner tekrar kontrol etti, kalsiyum eksikliğinde karar kıldılar ve üç günde bir iğne, bir de hap verdiler bize. Ama küçük yemek bile doğru dürüst yiyemiyordu, yine şırıngaya döndük, hapları ezip sütte eritip yutturmaya çalıştık.. bir sonraki gün tuvaletini yapamamaya başladı, yine veterinere, veteriner 'meraklanmayın' dedi, nasıl yaptıracağımızı gösterdi tuvaletini ve anneden geçen bir parazit olabilir diye tekrar ilaç verdi... daha ertesi gün canım kedim, ne bir şey yiyebiliyor, ne doğru dürüst hareket ediyordu; yalnızca kucağıma aldığımda mırıltısını duyuyordum o kadar; onu evde bırakamadım, ne olursa olsun deyip işe götürdüm o gün, veterinerle tekrar konuştum, 'bir şey olmaz' dedi bana.. sonraki gün kediciğim kusmaya başladı, gözleri sabitleşti, bir telaş veterineri aradım, eczaneden bir mide ilacı alıp verin, dedi; içimize sinmedi. Onu hemen aldık ve atladık arabaya, eski veterinerimize yola çıktık. Canım.. canım can çekişti yolda, benim yalvarmalarım ya da gözyaşlarım bir çare olmadı, veterinerin kapısından girdiğimizde can verdi... anlatamam acımı, saatlerce bağırdım... üstelik veteriner kucağımdaki kediye baktı ve durumunu anlattığımızda, kedinin yanlış tedavi sonucu ölmüş olma olasılığının yüksek olduğunu, çünkü, kalsiyum eksikliği ya da parazite dayanamayacak kadar zayıf değil, aksine iyi gözüktüğünü söyledi; başka bir hastalığı olmalıymış.... ertesi gün, kedimizin tedavisini yürüten veterinere neler söylediğimi siz tahmin edin...
Bu olaydan sonra hemen büyük beyaz kedimizi veterinere götürdük; yeterince güneşle haşır neşir olamadıkları için (5. katta oturuyorduk, o yüzden biz evde yokken cam-balkon kapısı açık bırakmıyorduk) kalsiyum eksikliği olduğunu bu veteriner de söyledi, ama iğnelerin üç günde bir değil, daha sık yapılması ve kedilere hap yerine sıvı ilaçlar verilmesi gerektiğini de anlattı. Sonuç olarak, kedimiz iyileşti ve biz bir karar verdik: bu kediye güzel bir yuva bulacaktık ve ben kedilerle ilişkimi daha fazla zorlamayacaktım; çünkü, çok üzüntülü bir deneyim olmuştu bana, üstelik henüz sağlığına
kavuşmuş bu kedinin de daha iyisini hak ettiğini düşünüyordum. Kısa bir süre sonra ona bir yuva bulduk, ailece hayvanları seven bir yuva; yanında bir mektupla beraber onu yolladık yeni evine (sonradan öğrendim ki, bu hayvansever ailenin kedici bir dostu yazdığım mektubu okuyunca çok etkilenmiş ve kedimizi almak istemiş ısrarla; şimdi İzmir'de bahçeli bir evde bir dolu kedi kardeşiyle yaşıyor... anlayacağınız sonunda şansı döndü!).
Bütün bunlar olduktan sonra, ben tekrar korkularımla başbaşa kalacağımı düşünürken – açıkçası yeniden denemeye cesaretim yoktu artık – minik tekirimin kaybıyla yaşadığım üzüntüyü biraz olsun hafifletmek isteyen bir arkadaşım bana doğumgünümde bir kedi hediye etti, adını da koymuştu: Ayra. İlk düşündüğüm şey, kediyi iade etmek oldu aslında petshopa; ne kediyi, ne de kendimi daha fazla üzmek istemiyordum... ama, onu elime alır almaz herşey değişti. Bu seferki pek minikti, sürekli mavlayıp duruyordu (daha miyavlayamıyordu bile). Hemen veterinerin yolunu tuttuk; bir ay boyunca da her akşam veterineri ziyaret ettik, petshopta anneden pek erken ayrıldığı için bir dolu iğne ve ilaç takviyesi gerekti. Bir ayın sonunda çok çok sevdiğimiz, sağlıklı, hareketli erkek kedimiz, Ayra'mız, evde koşturmaya başladı. Ayra büyüdükçe benim de korkum küçülmeye başladı; sonunda sokaktaki kedileri sever, kedili arkadaşlarımın evine rahat rahat gider hale geldim. Ayra küçükken hergün arabayla veterinere taşınmasının etkisinden olsa gerek, arabayı çok seven bir kedi oldu; arka camın önüne yatar, dışarıyı seyrederdi, ayağını incittiği sefer dışında bir kez bile kapalı bir sepete koymadık onu. Beraber oyun oynamayı ve uyumayı çok severdi benimle. Bizi ayakta tuttuğu bir gecenin ardından veterinere gittik ve öğrendik ki, bizim minik büyümüş de azma vakti gelmiş. Önce bir iğne yaptı veterinerimiz ve bu iğnenin bir ay kadar Ayra'yı idare edeceğini (yalnızca bir hafta idare etti Ayra'yı, öyle bir azmış yani), evimizin kediyi dışarı bırakmaya uygun olup olmadığını sordu ve bu süre içinde bizim de bir karar vermemiz gerektiğini söyledi: kısırlaştırmak mı, dışarıya alıştırmak mı? Zor bir karar; düşündük, taşındık ve evimizin çıkmaz sokakta ve bahçelerle çevrili olmasından cesaret alarak Ayra'yı dışarıya alıştırmayı denemeye karar verdik. İlk çıkışımız hüsran oldu, Ayra birşeyden korktu, onu sakinleştirmek isterken benim elime dişlerini geçirdi, ama ne geçirmek, delik yaptı elime. Sonunda elimin acısına dayanamayıp ben eve yollandım, gözü yaşlı, hemen bir doktor, antibiyotikler filan.. biz Ayra'yı o gece eve sokamadık, sevdiği mamaları götürdük, dil döktük, ne ettiysek eve girmedi bizimki. Ortadan kayboldu sonra da, ara-tara yok, ama üç günün sonunda apatmanın kapısı önünde yakaladı bizi, pislenmiş, acıkmış... hemen su, yemek ve temizlik; sonra tüm gün uyku... bundan sonra Ayra dışarıya alıştı; önceleri gece dışarı çıkıyordu (evin kapısına gelip anahtara pati atarak, 'beni çıkarın' diyordu), sabah biz işe giderken bizi yakalayıp eve dönüyordu. Aylar böyle geçti... ama sonraları, beyefendi iki-üç gün dışarıda geçirip bir gün eve gelmeye başladı, tabii bu geçiş sürecinde elimizde fenerler sokaklarda az dolaştırmadı bizi gece gece... daha daha sonraları, eve geliş aralıkları bir haftaya uzamaya başladı ve uzun bir süre de böyle devam etti... ama bir zaman geldi ki, Ayra haftalar boyu eve gelmemeye başladı, tam bir sokak kedisi oldu anlayacağınız... ne zaman ki, çok yorgun, çok aç, ancak o zaman eve uğruyordu beyimiz, bir de kendini sevdiriyor, iki gırlayıp, saatlerce uyuyup gidiyordu. Birlikte son yılımızda eve uğramaları arasına yaklaşık dört ay vardı. Beraber geçen beş senenin sonunda bizim evden taşınma vaktimiz geldi ve tekrar ne yapacağımızı düşünmeye başladık. Ayra'yı orada bırakmanın en doğrusu olduğuna karar verdik; çünkü, taşınacağımız yerde onu dışarı bırakmanın imkanı yoktu, bunca zamandır bahçelerde koşturmaya ve kendine bakmaya alışmış Ayra'mızı da tekrar eve alıştırmak, mekanını değiştirmek doğru gözükmedi. Biz İstanbul'un başka bir yakasına taşındık, Ayra hala orada... bir gidişimizde onu gördük, 'Ayra' diye bağırınca ben koşa koşa geldi güzelim, hemen eski numarasını yaptı, yattı ayaklarıma, gıdığını sevdirdi...
Onun böyle – özgür - mutlu olduğuna inanıyorum... ve ben de mutluyum, onunla ve onun sayesinde kedi denen bu muhteşem yaratıklarla dost olduğum için... bana içinde 'kedi' olan bir dolu anı bıraktığı için...
Son olarak... geçen hafta eski arkadaşlarımla bir yemeğe gittim; bulunduğumuz yere bir köpekçik girdi; hemen herkes, beni uyardı, korkuya hazırlıklı olmam için. Bense koltuğa çıkan köpeği sevmeye başladım (hepsine dokunamıyorum gerçi, hala korktuklarım var!). Bu benim için büyük bir adım... tüm korku sahiplerinin bu adımı atabilmelerini dilerim.
20.08.2002
Alıntıdır..
Benim kedi hikayem, kedilerden korkan birinin nasil bir kedisever olup çıktığını anlatıyor. İşte, burada:
Kendimi bildim bileli her türlü hayvandan korkarım ben – korkardım daha doğrusu. Bu korkunun sebebi de bir türlü anlaşılamadı(!); hani klasik küçükken köpek ısırmıştır, kedi tırmalamıştır gibi sebeplenmeler de uymuyordu bana, üstelik ailede benden başka böyle korkak da yoktu birini örnek almış olacağım. Tabii, bu korku yalnızca beni korkutmakla da kalmıyordu, attığım çığlıklar her zaman birilerini benden beter korkutuyordu ve ayrıca benimle uğraşmaları, ortalıkta bir kedi-köpek varsa, benden gelecek her türlü çılgın atağa hazır olmaları ya da etraftaki tüm kedilerle kovalamaca oynamaları gerekiyordu. Köpek-kediyle de bitmiyordu iş, tavuk, börtü böcek, bana göre kontrolsüz hareket eden her hayvan... bu korku yüzünden çekmediğim kalmadı desem, pek abartmış sayılmam; köpekten kaçarken tosladığım direkler, girdiğim ağlama krizleri, evinde kedi, köpek besleyen arkadaşlarımla daha az görüşmeler, görüşsem bile benim yüzümden odaya kapatılan hayvancıklar yüzünden çektiğim vicdan azabi... açık havada ağız tadıyla yemek yemek yok, köpeklerin olduğu sokaklardan geçmek yok.
En zor şeylerden biri de korkunuzu anlatamamak; size 'korkma, bir şey yapmaz' dendiğinde, korkunuzun geçivereceğini sanır insanlar; oysa korkunca mantık kuralları işlemez, yalnızca duygular konuşur!!
Sonunda karar verdim, benim bu korkuyu
yenmem gerek; hayatımdan bazı renkleri çalması bir yana, hayatımı zorlaştırıyor. Ayrıca öğrendim ki, korku genelleşen bir şeymiş; yani korkmaya devam ettikçe sizi korkutan şeylerin/durumların sayısı da artıyor (bunun tersi de doğru). Evet, korkuma 'dur' demeye karar verdim ve bunun için bir arkadaşımın kedisinin iki ay önce yavruladığı kedilerden birini evlat edinme işlerine giriştim. Kum, mama, vs. alındı ve sıra ne yazık ki, 'şanssız' yavrucuğu eve getirmeye geldi. Eşimle birlikte arkadaşımızın evine gittik, bembeyaz bir yavruda karar kıldık; yavru eve dek arabayla taşınacağı için ağzı fermuarlı büyük bir çantaya kondu ve arabanın arka koltuğuna yerleşti. Benim kalbim küt küt atmakta, bir halt ettim ama devamı nasıl gelecek diye. Nitekim, ilk olay yolda vuku buldu: kedicik çantanın fermuarını bir güzel açıp bembeyaz kafasını dışarı çıkardı, ben bunu gördüğüm an, arabadan atlamaya kalktım; direksiyonda eşim, bir kaza olmadan sağa yanaşmayı ve allahtan pek çabuk durmayı başardı. Kedicik bagaja alındı, çünkü, ben o halde arabaya binecek durumda değildim, ve yola devam edildi. Anımsadikça hala içim eziliyor, kedicik sanıyorum bizim eve geldiğine geleceğine pişman olmuştur; çünkü, yaklaşık dört ay onunla kaçma-kovalamaca oynadım; yemeklerini yaptım, kumunu değiştirdim, ama bir kez sevemedim dokunup (daha doğrusu ilk dokunma denemesi bir krizle sonuçlandı ve bunu ben kendiliğimden isteyene dek denememeye karar verdik). Eşim onunla oyun oynadı, aşılarını eşim yaptırdı, ben yatak odasına kapandım kedicik evde koşturdu, o odasına kapandı ben evde koşturdum. Babası Van kedisi olduğundan bizim kedicik oldukça iri bir erkek oldu (ya da bana iri geliyordu), ama benim korkuma bir çare olmadığı gibi inanılmaz bir sızı yerleştirdi yüreğime, hayvanın hayatını nasıl kısıtlıyorum, diye; üstelik de tüm gün yalnızdı zavallı... sonunda hem ona, hem kendime ikinci bir şans vermeyi düşündüm. Arkadaşımın kedisi bir kez daha yavrulamıştı ve bu kez şırıngayla beslemeyi göze alıp bir aylık bir tekir kediyi eve getirdik. Yolda problem çıkmadı, çünkü, ufaklık yol boyu uyudu, o kadar minik, o kadar şekerdi ve o kadar güzel gözleri vardı ki, kediden korkan ben ilk gece koltukta onunla uyuyakaldım ve sonra o benim baştacım oldu (kafamda o kadar çok oynuyordu ki, bir defasında kafamdan indiğinde tomar tomar saçlarım da onunla beraber indi yere). Sonra işin en zor kısmı geldi, iki kediyi birbirine alıştırmak ve evde kapalı kapılar ardında kedi bırakmamak. Beyaz koca erkeğimiz bu minişi ilk gördüğünde korkudan altına etti ve sonra onu ortalığa çıkarmak için bayağı uğraştık; ama kedisi olan arkadaşım ve eşim bu ikisini birkaç deneme sonucu arkadaş etmeyi başardılar, ben büyük olandan hala çekinmeme rağmen onların nasıl oynaştıklarını görünce çok mutlu oldum. Sonra biz bir tatile çıktık, ikisini evde bırakıp (birileri gelip onları sevdi ve besledi). Tatil dönüşünden kısa bir süre sonra ise, tekirimiz topallamaya başladı ve hemen veterinere koşturduk (tekirimizi, onun için daha iyi bir şey yaptığımızı zannederek, beyaz kedimizi sürekli götürdüğümüz veteriner yerine, anne-babasının veterinerine götürüyorduk), ayağını incittiğini söylediler ve insanlara da verilen incinme, burkulmalarda sürülen merhemlerden verdiler bize. Küçüğe bu merhemi sürerken çektiği acıyı anlatamam; hem ağladım, hem sürdüm... o kadar canı yandı. İkinci gün beyaz kedimiz de topallamaya başladı, yine doğru veterinere ikisi birden; çünkü, ikisinin de aynı şekilde ayağını incitmesi bize pek mantıklı gelmedi.. neyse veteriner tekrar kontrol etti, kalsiyum eksikliğinde karar kıldılar ve üç günde bir iğne, bir de hap verdiler bize. Ama küçük yemek bile doğru dürüst yiyemiyordu, yine şırıngaya döndük, hapları ezip sütte eritip yutturmaya çalıştık.. bir sonraki gün tuvaletini yapamamaya başladı, yine veterinere, veteriner 'meraklanmayın' dedi, nasıl yaptıracağımızı gösterdi tuvaletini ve anneden geçen bir parazit olabilir diye tekrar ilaç verdi... daha ertesi gün canım kedim, ne bir şey yiyebiliyor, ne doğru dürüst hareket ediyordu; yalnızca kucağıma aldığımda mırıltısını duyuyordum o kadar; onu evde bırakamadım, ne olursa olsun deyip işe götürdüm o gün, veterinerle tekrar konuştum, 'bir şey olmaz' dedi bana.. sonraki gün kediciğim kusmaya başladı, gözleri sabitleşti, bir telaş veterineri aradım, eczaneden bir mide ilacı alıp verin, dedi; içimize sinmedi. Onu hemen aldık ve atladık arabaya, eski veterinerimize yola çıktık. Canım.. canım can çekişti yolda, benim yalvarmalarım ya da gözyaşlarım bir çare olmadı, veterinerin kapısından girdiğimizde can verdi... anlatamam acımı, saatlerce bağırdım... üstelik veteriner kucağımdaki kediye baktı ve durumunu anlattığımızda, kedinin yanlış tedavi sonucu ölmüş olma olasılığının yüksek olduğunu, çünkü, kalsiyum eksikliği ya da parazite dayanamayacak kadar zayıf değil, aksine iyi gözüktüğünü söyledi; başka bir hastalığı olmalıymış.... ertesi gün, kedimizin tedavisini yürüten veterinere neler söylediğimi siz tahmin edin...
Bu olaydan sonra hemen büyük beyaz kedimizi veterinere götürdük; yeterince güneşle haşır neşir olamadıkları için (5. katta oturuyorduk, o yüzden biz evde yokken cam-balkon kapısı açık bırakmıyorduk) kalsiyum eksikliği olduğunu bu veteriner de söyledi, ama iğnelerin üç günde bir değil, daha sık yapılması ve kedilere hap yerine sıvı ilaçlar verilmesi gerektiğini de anlattı. Sonuç olarak, kedimiz iyileşti ve biz bir karar verdik: bu kediye güzel bir yuva bulacaktık ve ben kedilerle ilişkimi daha fazla zorlamayacaktım; çünkü, çok üzüntülü bir deneyim olmuştu bana, üstelik henüz sağlığına
kavuşmuş bu kedinin de daha iyisini hak ettiğini düşünüyordum. Kısa bir süre sonra ona bir yuva bulduk, ailece hayvanları seven bir yuva; yanında bir mektupla beraber onu yolladık yeni evine (sonradan öğrendim ki, bu hayvansever ailenin kedici bir dostu yazdığım mektubu okuyunca çok etkilenmiş ve kedimizi almak istemiş ısrarla; şimdi İzmir'de bahçeli bir evde bir dolu kedi kardeşiyle yaşıyor... anlayacağınız sonunda şansı döndü!).
Bütün bunlar olduktan sonra, ben tekrar korkularımla başbaşa kalacağımı düşünürken – açıkçası yeniden denemeye cesaretim yoktu artık – minik tekirimin kaybıyla yaşadığım üzüntüyü biraz olsun hafifletmek isteyen bir arkadaşım bana doğumgünümde bir kedi hediye etti, adını da koymuştu: Ayra. İlk düşündüğüm şey, kediyi iade etmek oldu aslında petshopa; ne kediyi, ne de kendimi daha fazla üzmek istemiyordum... ama, onu elime alır almaz herşey değişti. Bu seferki pek minikti, sürekli mavlayıp duruyordu (daha miyavlayamıyordu bile). Hemen veterinerin yolunu tuttuk; bir ay boyunca da her akşam veterineri ziyaret ettik, petshopta anneden pek erken ayrıldığı için bir dolu iğne ve ilaç takviyesi gerekti. Bir ayın sonunda çok çok sevdiğimiz, sağlıklı, hareketli erkek kedimiz, Ayra'mız, evde koşturmaya başladı. Ayra büyüdükçe benim de korkum küçülmeye başladı; sonunda sokaktaki kedileri sever, kedili arkadaşlarımın evine rahat rahat gider hale geldim. Ayra küçükken hergün arabayla veterinere taşınmasının etkisinden olsa gerek, arabayı çok seven bir kedi oldu; arka camın önüne yatar, dışarıyı seyrederdi, ayağını incittiği sefer dışında bir kez bile kapalı bir sepete koymadık onu. Beraber oyun oynamayı ve uyumayı çok severdi benimle. Bizi ayakta tuttuğu bir gecenin ardından veterinere gittik ve öğrendik ki, bizim minik büyümüş de azma vakti gelmiş. Önce bir iğne yaptı veterinerimiz ve bu iğnenin bir ay kadar Ayra'yı idare edeceğini (yalnızca bir hafta idare etti Ayra'yı, öyle bir azmış yani), evimizin kediyi dışarı bırakmaya uygun olup olmadığını sordu ve bu süre içinde bizim de bir karar vermemiz gerektiğini söyledi: kısırlaştırmak mı, dışarıya alıştırmak mı? Zor bir karar; düşündük, taşındık ve evimizin çıkmaz sokakta ve bahçelerle çevrili olmasından cesaret alarak Ayra'yı dışarıya alıştırmayı denemeye karar verdik. İlk çıkışımız hüsran oldu, Ayra birşeyden korktu, onu sakinleştirmek isterken benim elime dişlerini geçirdi, ama ne geçirmek, delik yaptı elime. Sonunda elimin acısına dayanamayıp ben eve yollandım, gözü yaşlı, hemen bir doktor, antibiyotikler filan.. biz Ayra'yı o gece eve sokamadık, sevdiği mamaları götürdük, dil döktük, ne ettiysek eve girmedi bizimki. Ortadan kayboldu sonra da, ara-tara yok, ama üç günün sonunda apatmanın kapısı önünde yakaladı bizi, pislenmiş, acıkmış... hemen su, yemek ve temizlik; sonra tüm gün uyku... bundan sonra Ayra dışarıya alıştı; önceleri gece dışarı çıkıyordu (evin kapısına gelip anahtara pati atarak, 'beni çıkarın' diyordu), sabah biz işe giderken bizi yakalayıp eve dönüyordu. Aylar böyle geçti... ama sonraları, beyefendi iki-üç gün dışarıda geçirip bir gün eve gelmeye başladı, tabii bu geçiş sürecinde elimizde fenerler sokaklarda az dolaştırmadı bizi gece gece... daha daha sonraları, eve geliş aralıkları bir haftaya uzamaya başladı ve uzun bir süre de böyle devam etti... ama bir zaman geldi ki, Ayra haftalar boyu eve gelmemeye başladı, tam bir sokak kedisi oldu anlayacağınız... ne zaman ki, çok yorgun, çok aç, ancak o zaman eve uğruyordu beyimiz, bir de kendini sevdiriyor, iki gırlayıp, saatlerce uyuyup gidiyordu. Birlikte son yılımızda eve uğramaları arasına yaklaşık dört ay vardı. Beraber geçen beş senenin sonunda bizim evden taşınma vaktimiz geldi ve tekrar ne yapacağımızı düşünmeye başladık. Ayra'yı orada bırakmanın en doğrusu olduğuna karar verdik; çünkü, taşınacağımız yerde onu dışarı bırakmanın imkanı yoktu, bunca zamandır bahçelerde koşturmaya ve kendine bakmaya alışmış Ayra'mızı da tekrar eve alıştırmak, mekanını değiştirmek doğru gözükmedi. Biz İstanbul'un başka bir yakasına taşındık, Ayra hala orada... bir gidişimizde onu gördük, 'Ayra' diye bağırınca ben koşa koşa geldi güzelim, hemen eski numarasını yaptı, yattı ayaklarıma, gıdığını sevdirdi...
Onun böyle – özgür - mutlu olduğuna inanıyorum... ve ben de mutluyum, onunla ve onun sayesinde kedi denen bu muhteşem yaratıklarla dost olduğum için... bana içinde 'kedi' olan bir dolu anı bıraktığı için...
Son olarak... geçen hafta eski arkadaşlarımla bir yemeğe gittim; bulunduğumuz yere bir köpekçik girdi; hemen herkes, beni uyardı, korkuya hazırlıklı olmam için. Bense koltuğa çıkan köpeği sevmeye başladım (hepsine dokunamıyorum gerçi, hala korktuklarım var!). Bu benim için büyük bir adım... tüm korku sahiplerinin bu adımı atabilmelerini dilerim.
20.08.2002
Alıntıdır..