- 21 Nisan 2007
- 703
- 4
- Konu Sahibi ekrkebkafk
- #1
Anne babalara uyarı: “Çocuklarınıza kalitesiz çizgi filmler izlettirmeyin!”
Ömer Baldık
BİZ BÜYÜDÜK, eskisi gibi çizgi film izlemiyoruz. Ama çocuklarımız, yeni çıkan çocuk kanallarıyla birlikte sabah akşam çizgi film izliyorlar. Salt çizgilerden oluşması, nedense biz büyüklerde çizgi filmlerin masum olduklarına dair bir kanaat uyandırmaya yetiyor. Televizyona bakıyoruz, çizgi filmmiş deyip geçiyoruz. Çizgi filmlerin birtakım zararları olabileceğine dair bilgimiz, yalnızca “Çizgi filmler çocuklara şiddeti öğretiyor” klişe haberleriyle sınırlı. Bu ise, işin iç yüzüne dair biraz derince bir anlayış sahibi olmadığımız için pratik yaşamda bize neyi nasıl yapmamız gerektiğine dair etraflıca fikir vermiyor.
Aslında, çizgi filmlerin çocuklara yönelik olumsuz yan etkilerini sadece şiddet bağlamında konuşmak bile, meseleye ne kadar sathî yaklaşıldığının bir kanıtı. Zira, çizgi film ile şiddet davranışı arasındaki ilişkiden önce esas araştırılması gereken konu, çizgi filmlerin çocukların ruh ve his dünyalarında doğrudan ne tür etkilerde bulunduğudur.
Meselâ, çocuklarımız seyrettikleri (bolca korku öğesi barındıran) çizgi filmlerden ne kadar korkuyorlar?
Bu, onların belli bir yaştan sonra gelişmeye başlayan bilinçli korkularına ne gibi menfi etkilerde bulunuyor?
Acaba çocuklarımızın doğuştan beri varolan karanlık korkusu ile çizgi filmlerdeki kötü karakterler onun hayal dünyasında nasıl yeni ve bilinçli korkulara dönüşüyor?
Bunları bilmiyoruz. Bu konularda yeterli araştırma da yapılmıyor.
Korkuyu şiddet davranışının önüne özellikle koyuyorum, çünkü çocuklar korkuyu iç dünyalarında doğrudan hissediyorlar. Oysa şiddet davranışı, çocuğun hareketlerinde gözlemlenebilen, korkuya nispetle daha dolaylı bir sebep sonuç ilişkisinin yansımasıdır. Biz yetişkinler ve maalesef uzmanlar, çocuğun ruhuna etki eden doğrudan etkiyi görmüyoruz da, daha dolaylı ilişkileri aydınlatma peşinde koşuyoruz.
Neden böyle oluyor?
Çünkü bu tür araştırmalar, toplumdaki bazı bozulmalardan (şiddetin artışı) hareketle gündeme geliyor ve çocukluk yıllarında bu bozulmalara nelerin etki edebileceği sorusu üzerinden şekilleniyor. Dikkat ettiyseniz, burada çocuğun kendisinden hareket edilmiyor. Edilmediği için de, belki çocuklar çizgi filmlerden çok daha başka nedenlerle (meselâ korku ve dehşete kapılma) zarar gördükleri halde, bir tek şiddet faktörü üzerinde kilitleniyor mesele.
Bunları söylemekle, çizgi filmlerin çocuklarda şiddet davranışına yol açtığıyla ilgili iddiaları önemsemediğimiz sanılmasın sakın. Elbette şiddet konusu da çok önemli ve üzerinde durulmayı yerden göğe kadar hak ediyor. Lakin, bilinçli olarak meseleyi şu noktaya getirmeye çalışıyorum:
BİZ BÜYÜKLER, çocukluktan çıkıp da yetişkin sınıfına dahil olduğumuz andan itibaren, çocukluğumuzu unutuyoruz. Çocukluğumuz bir “uzak ülke”ye dönüşüyor.
O yıllarda küçücük hareketlerin bile iç âlemimizde ne büyük depremlere, fırtınalara sebep olabildiğini hatırlamaz oluyoruz.
Bir nevi, çocukluk hatıralarına ilişkin “alzheimer hastalığı”na tutuluyoruz. Böyle olunca da, hayatı sadece elimizde kalan tek boyutlu yetişkin bakışıyla değerlendirmeye başlıyoruz. Bu, biz büyükler arasında sorun oluşturmuyor belki ama devreye çocuk girdiğinde tek kelimeyle çuvallıyoruz. Sanıyoruz ki, çocuklar da dünyaya biz yetişkinler gibi bakıyor ve olaylardan aynı şekilde ve aynı dozda etkileniyorlar.
İngiltere’de bir ana-baba okulunda bu “yetişkin özrü”nü tedavi etmek için ilginç bir eğitim metoduna başvurulduğunu hatırlıyorum:
Özel bir çocuk odası düzenlenmiş ve odadaki tüm eşyalar üç dört kat büyük yapılmıştı. Böylece anne baba adaylarına—en azından fiziksel olarak—çocuklarının gözünden dünyaya bakma alışkanlığı kazandırılmaya çalışılıyordu.
Çocuk günlük yaşantısında ne tür zorluklar yaşayabilir, emeklemeye başladığında neler onun için bir engele dönüşür, neler onu korkutabilir, vs.
İşte, başta işin uzmanları olmak üzere, tüm anne babaların bu bakışı, fizikî çevreden öte, çocukların ruhsal yaşantılarını kavrama adına da kullanması gerekiyor. Ancak o zaman, çocuklar ile yetişkinler arasında büyük bir “hassasiyet farkı” olduğunu ve çocukların biz büyükleri o kadar da etkilemeyen pek çok şeyden korumamız gerektiğini layıkınca idrak edeceğiz.
Gerçekten, çocuklar ile büyükler arasında çevremizde yaşanan olaylara karşı çok önemli bir “hassasiyet farkı” söz konusudur. Bir papatya çiçeği kadar temiz ve narin olan çocuğun ruhu, biraz sert esen bir rüzgarda başını öne eğerken, artık koca bir çam ağacı olmuş biz yetişkinler için fırtına bile bazen vız gelir.
Başka bir ifadeyle, bizde fiske etkisi yapan bir darbe, çocuğumuzda yumruk etkisi yapabilir. Özellikle 2-6 yaş dönemi, bu açıdan çok dikkat edilmesi gereken bir evredir.
ACI OLAN şu ki, burada bahsettiğimiz zaafiyetten en çok çizgi film yapımcıları istifade ediyor.
Nasıl olsa, anne babalar—daha kötüsü, uzmanlar ve RTÜK gibi düzenleyici kurumlar—çocuk hassasiyetine dair bir hassasiyet taşımadıkları için, bu sektörde istedikleri gibi at oynatıyorlar.
Yani, çizgi film yapımcıları ile çocukların arasında, ne ebeveyn ne de kurumlar düzeyinde işleyen sağlıklı bir kontrol ve denetleme mekanizması bulunuyor.
Bunun en bariz delili, yapımcıların kendi ağızlarıyla itiraf ettikleri gibi, ucuz diye dışarıdan on bin dolara çuvalla, çantayla film alınabilmesi. “Bunu nereden aldın, hangi şartlarda aldın, kime izlettin?” diye soran yok. RTÜK’e gelince, 2001 yılında Pokemon adındaki çizgi filmi yasaklamasının dışında bu konuda yaptığı bir icraatı ya da düzenlemesi yok.
O yüzden, iş geliyor, yine ebeveyne düşüyor. Anne babalar ne kadar bu konularda bilinçli olurlarsa, o kadar çocuklarının faydasını gözetmiş olurlar. Basit, ama maalesef gerçek bu.
Ömer Baldık
BİZ BÜYÜDÜK, eskisi gibi çizgi film izlemiyoruz. Ama çocuklarımız, yeni çıkan çocuk kanallarıyla birlikte sabah akşam çizgi film izliyorlar. Salt çizgilerden oluşması, nedense biz büyüklerde çizgi filmlerin masum olduklarına dair bir kanaat uyandırmaya yetiyor. Televizyona bakıyoruz, çizgi filmmiş deyip geçiyoruz. Çizgi filmlerin birtakım zararları olabileceğine dair bilgimiz, yalnızca “Çizgi filmler çocuklara şiddeti öğretiyor” klişe haberleriyle sınırlı. Bu ise, işin iç yüzüne dair biraz derince bir anlayış sahibi olmadığımız için pratik yaşamda bize neyi nasıl yapmamız gerektiğine dair etraflıca fikir vermiyor.
Aslında, çizgi filmlerin çocuklara yönelik olumsuz yan etkilerini sadece şiddet bağlamında konuşmak bile, meseleye ne kadar sathî yaklaşıldığının bir kanıtı. Zira, çizgi film ile şiddet davranışı arasındaki ilişkiden önce esas araştırılması gereken konu, çizgi filmlerin çocukların ruh ve his dünyalarında doğrudan ne tür etkilerde bulunduğudur.
Meselâ, çocuklarımız seyrettikleri (bolca korku öğesi barındıran) çizgi filmlerden ne kadar korkuyorlar?
Bu, onların belli bir yaştan sonra gelişmeye başlayan bilinçli korkularına ne gibi menfi etkilerde bulunuyor?
Acaba çocuklarımızın doğuştan beri varolan karanlık korkusu ile çizgi filmlerdeki kötü karakterler onun hayal dünyasında nasıl yeni ve bilinçli korkulara dönüşüyor?
Bunları bilmiyoruz. Bu konularda yeterli araştırma da yapılmıyor.
Korkuyu şiddet davranışının önüne özellikle koyuyorum, çünkü çocuklar korkuyu iç dünyalarında doğrudan hissediyorlar. Oysa şiddet davranışı, çocuğun hareketlerinde gözlemlenebilen, korkuya nispetle daha dolaylı bir sebep sonuç ilişkisinin yansımasıdır. Biz yetişkinler ve maalesef uzmanlar, çocuğun ruhuna etki eden doğrudan etkiyi görmüyoruz da, daha dolaylı ilişkileri aydınlatma peşinde koşuyoruz.
Neden böyle oluyor?
Çünkü bu tür araştırmalar, toplumdaki bazı bozulmalardan (şiddetin artışı) hareketle gündeme geliyor ve çocukluk yıllarında bu bozulmalara nelerin etki edebileceği sorusu üzerinden şekilleniyor. Dikkat ettiyseniz, burada çocuğun kendisinden hareket edilmiyor. Edilmediği için de, belki çocuklar çizgi filmlerden çok daha başka nedenlerle (meselâ korku ve dehşete kapılma) zarar gördükleri halde, bir tek şiddet faktörü üzerinde kilitleniyor mesele.
Bunları söylemekle, çizgi filmlerin çocuklarda şiddet davranışına yol açtığıyla ilgili iddiaları önemsemediğimiz sanılmasın sakın. Elbette şiddet konusu da çok önemli ve üzerinde durulmayı yerden göğe kadar hak ediyor. Lakin, bilinçli olarak meseleyi şu noktaya getirmeye çalışıyorum:
BİZ BÜYÜKLER, çocukluktan çıkıp da yetişkin sınıfına dahil olduğumuz andan itibaren, çocukluğumuzu unutuyoruz. Çocukluğumuz bir “uzak ülke”ye dönüşüyor.
O yıllarda küçücük hareketlerin bile iç âlemimizde ne büyük depremlere, fırtınalara sebep olabildiğini hatırlamaz oluyoruz.
Bir nevi, çocukluk hatıralarına ilişkin “alzheimer hastalığı”na tutuluyoruz. Böyle olunca da, hayatı sadece elimizde kalan tek boyutlu yetişkin bakışıyla değerlendirmeye başlıyoruz. Bu, biz büyükler arasında sorun oluşturmuyor belki ama devreye çocuk girdiğinde tek kelimeyle çuvallıyoruz. Sanıyoruz ki, çocuklar da dünyaya biz yetişkinler gibi bakıyor ve olaylardan aynı şekilde ve aynı dozda etkileniyorlar.
İngiltere’de bir ana-baba okulunda bu “yetişkin özrü”nü tedavi etmek için ilginç bir eğitim metoduna başvurulduğunu hatırlıyorum:
Özel bir çocuk odası düzenlenmiş ve odadaki tüm eşyalar üç dört kat büyük yapılmıştı. Böylece anne baba adaylarına—en azından fiziksel olarak—çocuklarının gözünden dünyaya bakma alışkanlığı kazandırılmaya çalışılıyordu.
Çocuk günlük yaşantısında ne tür zorluklar yaşayabilir, emeklemeye başladığında neler onun için bir engele dönüşür, neler onu korkutabilir, vs.
İşte, başta işin uzmanları olmak üzere, tüm anne babaların bu bakışı, fizikî çevreden öte, çocukların ruhsal yaşantılarını kavrama adına da kullanması gerekiyor. Ancak o zaman, çocuklar ile yetişkinler arasında büyük bir “hassasiyet farkı” olduğunu ve çocukların biz büyükleri o kadar da etkilemeyen pek çok şeyden korumamız gerektiğini layıkınca idrak edeceğiz.
Gerçekten, çocuklar ile büyükler arasında çevremizde yaşanan olaylara karşı çok önemli bir “hassasiyet farkı” söz konusudur. Bir papatya çiçeği kadar temiz ve narin olan çocuğun ruhu, biraz sert esen bir rüzgarda başını öne eğerken, artık koca bir çam ağacı olmuş biz yetişkinler için fırtına bile bazen vız gelir.
Başka bir ifadeyle, bizde fiske etkisi yapan bir darbe, çocuğumuzda yumruk etkisi yapabilir. Özellikle 2-6 yaş dönemi, bu açıdan çok dikkat edilmesi gereken bir evredir.
ACI OLAN şu ki, burada bahsettiğimiz zaafiyetten en çok çizgi film yapımcıları istifade ediyor.
Nasıl olsa, anne babalar—daha kötüsü, uzmanlar ve RTÜK gibi düzenleyici kurumlar—çocuk hassasiyetine dair bir hassasiyet taşımadıkları için, bu sektörde istedikleri gibi at oynatıyorlar.
Yani, çizgi film yapımcıları ile çocukların arasında, ne ebeveyn ne de kurumlar düzeyinde işleyen sağlıklı bir kontrol ve denetleme mekanizması bulunuyor.
Bunun en bariz delili, yapımcıların kendi ağızlarıyla itiraf ettikleri gibi, ucuz diye dışarıdan on bin dolara çuvalla, çantayla film alınabilmesi. “Bunu nereden aldın, hangi şartlarda aldın, kime izlettin?” diye soran yok. RTÜK’e gelince, 2001 yılında Pokemon adındaki çizgi filmi yasaklamasının dışında bu konuda yaptığı bir icraatı ya da düzenlemesi yok.
O yüzden, iş geliyor, yine ebeveyne düşüyor. Anne babalar ne kadar bu konularda bilinçli olurlarsa, o kadar çocuklarının faydasını gözetmiş olurlar. Basit, ama maalesef gerçek bu.