Ulu Önder Atatürk'ten anılar

İTALYAN SEFİRİ'NE VERİLEN DERS


Atatürk'e ihanet edenler, o'nun birçok konuları içki sofrasında hallettiğini iddia ederler. Yalnız aşağıda nakledeceğim olay bile bu düşüncenin ne kadar yanlış olduğunu ispata yeter:

"Habeşistan savaşının başlamasından önce, İtalya'nın Rodos'a askeri yığınakta bulunduğu günlerdeydi. Bir akşam yine Atatürk’ün sofrasına çağrılanlar onu ayakta ve balkonda gezinmekte buldular.

- Tevfik Rüştü nerede?

- Ankara Palas'ta, bazı sefirlere bir ziyafet veriyor.

- Biz de oraya gitsek olmaz mı?

Etrafındakiler beyhude Atatürk'ü buna protokolün müsait olmadığına inandırmaya gayret ediyorlar. Fakat, o'nun kesin karar verdiği bir konudan geriye çevirmek kimsenin haddi değildir.

Otomobiller, Ankara Palas'a vardığı zaman Atatürk’ün otelin merdivenlerini sallana sallana ve yanındakilerin yardımı ile çıktığını görenler hayret ettiler. Çünkü Çankaya’da Atatürk’ün bir yudum bile içmediğini herkes biliyordu.

Sefire ziyafet verilen salona giren Atatürk, Arnavutluk Sefiri, Asaf Bey’in yakınında ve giriş çıkış kapısını iyi görebilecek bir yere oturuyor. O dakikadan itibaren salondan içeri ve dışarı kimsenin geçmesi mümkün değildir. Şimdi konuşulanları takip edelim:

Atatürk:

- Asaf Bey, gazetelerde bir takım resimler görüyorum, Arnavutlukla operet mi oynanıyor? diyor.

Bu sözleriyle o zamanlar yeni kral olan Zogo'nun sorguçlu resimlerini kastettiğini anlamakta gecikme yen sefir ne söyleyeceğini şaşırıyor. Atatürk devam ediyor:

- Cumhuriyetten ne zarar görüldü ki, Arnavutluk'ta krallık ilan edildi? Hem, takip edilen politika da tehlikelidir. İtalya'nın Arnavutluk’u Balkanlar’da bir basamak yapması ihtimalden uzak değildir.

Bunu duyan İtalyan Sefiri, mücadeleye kalkınca Ata:

- Haber aldığıma göre, Roma'da bazı öğrenciler sefaretimizin önünde mümayiş yapmışlar. Antalya'yı istemişler. Antalya sigara paketimidir ki, sefir cebinden çıkarıp atsın. Antalya buradadır. Buyurun alın!... Hem benim bir teklifim var. Eğer hakikaten böyle bir şey düşünülüyorsa Mussolini cenaplarına müsaade edelim. Antalya'ya asker çıkarsınlar. Bütün çıkarma tamam olunca savaşırız. Mağlup olan hakkına razı olur.

Sefir atılıyor:

- Ekselans bu bir savaş ilanımıdır?

Ata:

- Hayır, diyor. Ben burada bir fert olarak konuşuyorum. Türkiye savaş ilanı ancak büyük millet meclisi dahilindedir. Fakat unutmayınız ki, gerektiği zaman Büyük Meclis Türk Milleti’nin hissiyatını tercüman olmakta gecikmez.

Konuşmasının bu hali olması üzerine, İsmet Paşa'ya telefon edilir ve Ankara Palas'a çağrılır.

Atatürk de bunu haber alınca etrafındakilere:

- Hükümet geliyor, biz gidelim! diyerek Ankara Palas'ı terk eder.

- Çankaya'ya dönüldüğü zaman herkes Atatürk'ün gayet normal olduğunu hayretler içinde seyrederken Ata:

- Artık İtalya ile savaş tehlikesi yok. Rodos'a yapılan yığınak Habeşistan'a dönecektir!

Hakikaten kısa bir süre sonra Habeşistan savaşı başladı.

(Nükte ve Fıkralarla Atatürk)
 
MUSTAFA KEMAL PAŞA ve YUNAN KUVVETLERİ KOMUTANI TRİKOPİS


Bütün bu taarruz esnasında Gazi'nin yanında bulunan arkadaşlar, Yunan Kuvvetleri Komutanı General Trikopis'in başkumandan çadırına nasıl getirildiğini şöyle anlattılar.

Trikopis, diğer esir kolordu ve fırka (tümen) kumandanları ile birlikte Gazi'nin huzuruna çıkarıldıkları vakit, hepsi çok heyecanlı ve bitkin halde imişler. Gazi, bunları oturtmuş, kendilerini teselli için bu gibi malubiyetlerin tarihte misalleri olduğunu, sevk ve idarede vazifesini bi hakkın yapmış iseler vicdanen müsterih olabileceklerini söylediği zaman Trikopis:

- "Askeri vazifemi tamamen yaptığıma eminim. Fakat asıl vazifemi maalesef yapamadım." diye intahar edemediğini anlatmak isterken Gazi:

- "O size ait bir düşüncedir." diye sözünü kesmiş ve harita üzerinde:

- "Şurada bir fırkanız vardı. Niçin onu şuraya almadınız. Filan yerdeki kuvvetlerinizi falan yere süreydiniz daha iyi olmaz mıydı?" gibi bazı tenkitler yapmış, Trikopis:

- "Ben öyle hareket etmek için emir verdim. Fakat (yanındaki kolordu komutanını gösterirken) bu yapamadı!" demiş.

Bu görüşmeler olurken esir fırka kumandanı yavaşça yanında bulunan zabitlerimizden birine:

- "Bizim ile konuşan bu general kimdir?" diye sormuş zabit:

- "Başkumandan Mustafa Kemal" deyince adam hayrete düşmüş:

- "Şimdi anladım biz niçin mağlup olduk! Bizim başkumandan İzmir'de vapurda oturuyordu!" diyerek derdini dökmüş.

(İlginç Olaylar ve Anektodlarla Atatürk)
 
YAVUKLUM GÖNDERDİ


Bir akşam, uzun müddet didişen, uğraşan iki erden birisinin yüzünü sildiği mendil gözüne ilişmişti. Bu işlemeli ve göz alıcı yağlığı isteyerek sordu.

- Bunu nereden aldın ?

Bu ani soru karşısında şaşıran kahraman Türk çocuğu, sıkılarak cevap verdi :

- Yavuklum gönderdi, Atam !

Büyük kayıplar karşısında bile ağladığı görülmeyen, acı duygularını içinde gizleyen büyük şef, bilmem neden, o anda sarsılmıştı; dolan mavi gözlerinden iri damlalı yaşlar dökülüyordu. Erin, demin yüzünden akan terleri sildiği bu mendile o da göz yaşlarını silmiştir.
 
HACER NİNE


Hacer Nine yine bunalmıştı. İçi içine sığmıyordu. Beş gözlü evinin içi yine birkaç gündür zindan kesilmişti. Düşündükçe yüreği yerinden kopuyordu. Yetmiş yaşındaki bu kimsesizlik ona büsbütün koymuştu.

Kocasını Yemen'de kaybetmişti. Bir oğlu balkanlarda, ikisi de çöllerde kalmıştı. Bir gelini ile üç torunu vardı. Gelini hastalıktan öldü, torunlarının biri de büyük muharebede şehit düştü. Birisi İkinci İnönü'den dönmedi.

En son torununu da Sakarya'ya gönderdi. Bir gün haber aldık ki en son delikanlısı da Duatepe Muharebesi’nde öteki ağalarının yanına göçüp gitmişti.

Çok ağladı. Fakat "Sakarya kazanıldı" haberi gelince ağlaması durdu, gülmeye başladı.

Ondan sonra vakit vakit böyle bunalırdı. Ve her bunalışında çarıklarını çeker, değneğini alır, Ankara'nın yolunu tutardı. Bu sefer de öyle yaptı. Saatlerce yürüdükten sonra ikindide Ankara'ya geldi, doğruca gitti, Büyük Millet Meclisi'nin kapısı önünde durup çömeldi.

Aradan biraz vakit geçti, sordular:"

- Nine ne istiyorsun?

- Hiç, hiç bir şey. "

- Ya neden burada duruyorsun?

- Onun gözlerini görmek için çıkmasını bekliyorum.

- O dediğin kim?

- Gazi Paşa.

Sonunda hikayesini anlattı, sonunda dedi ki;

- İşte böyle, ara sıra çok bunaldıkça buraya gelirim. O Millet Meclisi'nden çıkarken gözlerine bakarım. Mavi bebeklerinde bütün ölenlerimin gözlerini görür gibi olurum. Sonra içime bir ferahlık dolar, kalkar köyüme giderim.

İşte siperlerde evlat, torun gömmüş Türk Ninesi buna derler.
 
MUSTAFA KEMAL PAŞA'NIN ANADOLU'YA GEÇİŞ HİKÂYESİ


Mustafa Kemal Paşa Sivas'ta Heyet-i Temsiliye (Temsilciler Kurulu ) Karargahı'nda, Samsun'a gidişini Kılıç Ali'ye şöyle anlatmıştır (Ekim 1919):

- "Ben tasarladığım programımı Şili’deki evimin bir köşesinde oturarak ve birtakım pestenkerani anasırla görüşerek tatbik edebileceğime kani olmadığım içindir ki doğrudan doğruya milletle temasa gelmek istedim. Cevherini çok ala bildiğim ve çok sevdiğim milletimizin içinde ve onunla birlikte hareket etmeyi daha faydalı, hatta çok lüzumlu gördüm. Senelerden beri ıstırap içinde bulunan Anadolu’nun derhal varlığına karışmak elbette ki daha salim bir düşünce idi. Bundan dolayı 3. Ordu Müfettişliğine tayinimi temin ettim ve seyrisefainin küçük bir vapuruna binerek karargahımla birlikte alelacele yola çıktım. Bazı dostlarım bana İngilizlerin yolda gemiyi batırması ihtimali olduğunu söyledikleri halde kulak asmadım, kıymet vermedim.

Hareketimiz gecesini, Karadeniz'de büyük bir fırtına içinde geçirdik. Korkunç bir fırtına!küçük vapur bazen mukavemetini kaybediyor, sulara dalıp gidecekmiş tesirini veriyordu. Bir aralık kaptan köprüsüne çıktım. Kaptana "nasıl bir rota takip ediyorsunuz" diye sordum.

Kaptan bana:

- "Muntazam bir rota takip etmek imkanı yok. Allah'a sığındık, gidiyoruz!" deyince:

- Niçin böyle gidiyoruz diye sordum. Kaptan:

- "Paşam, hareket için iki gün evvel emir verdiler. Gemiyi gözden geçirdim. Birçok noksanları vardır. Kalkamam dedim. Fakat kimseye dinletemedim. Pusulası yok, paraketesi bozuk, bu vaziyette rota mevzubahis olabilir mi? Cevabını verdi."

Paşa bize bunları anlattıktan sonra şunları ilave etti:

- "Bizi böyle bir gemi ile yola çıkarmak bir cinayetti ve muhakkak bir ölüme göndermekti. İstanbul'daki temaslarımdan, gizli faaliyetlerimden ürken, endişeye düşen Ferit Paşa hiç şüphesiz ki bu cinayeti bilerek intikap etmiştir. "

Hakikaten paşa bu görüşünde yerden göğe haklıydı. Nitekin Samsun'a ayak basar basmaz kendisine verilen telgraflarda bazı talimat olarak tekrar dönmek üzere İstanbul'a bir an evvel avdeti isteniyordu. Hatta bir bakımdan geminin rota takip etmeyişi, pusulasız oluşu hayırlı olmuştu. Çünkü geminin ya yedeğe alınıp getirilmesine, yahut batırılmasına memur edilen bir İngiliz torpidosu sırf muntazam bir rota takip edilmemesi yüzünden gemi ile karşılaşamamış, izini kaybederek vazifesini yapamamıştı.

Mustafa Kemal Paşa İstanbul'dan Anadolu'ya geçişini bize anlatırken gözleri parlayarak bütün heybetiyle memleket için yegane kurtuluş çaresinin milli birliğin muhafazası olduğunu ve içinde yaşanılan felaketlere bu birlikte mukavemet edilerek milletin ancak bu sayede kurtulabileceğini, milletle beraber behemehal ve mutlaka bu gayeye varacağı kanaatini izhar ediyordu."
 
ATATÜRK ve SPOR

Bir gece Atatürk Ada'da yat kulübünde konuşurken, yanındakilerden birinin sportmen olduğunu anladı. Ona şu suali sordu:

- Spor nedir?

Muhatabı, sporu herkesin bildiği gibi tarif etti.

Gazi dedi ki:

- "Bana daha açık, bariz bir tarif bulabilir misiniz?"

Belki en güzel cevabı bulabilmek için düşünen sportmenin ufak bir tevakkufu üzerine Gazi şu hatırasını anlattı:

"Arıburnu Kumandanı idim, iki tarafın ateş hatları arasında elli altmış metre mesafe vardı. Birbirine en yakın hatlar arasında dolaşan Türk ve İngiliz keşşaflarından ikisi gecenin kara kesafeti içinde ellerindeki uzun silahları istimal edemeyecek kadar burun buruna temas etmişler. Her iki cesur keşşaf, silahlarını atmışlar doğrudan doğruya birbirini boğazlamak için ellerini kullanmak zaruretini hissetmişler.

İngiliz keşşaf yumruklarını sıkmış, boks denilen idmanı, Türk neferinin vücut ve kalbi üzerinde tatbik etmeye başlamış. Bu mahirene yumruk idmanını bilmeyen Türk neferi kalbine maddeten; vicdanına manen vurulan darbelerin tesiri altında iki elinin ötekinin boğazına uzatmış, var kuvvetiyle düşmanın gırtlağını yakalamış. Düşman neferinin boğazı iki demir pençesinin mengenesinde sıkışınca bizim nefer, boks darbelerinin iptida hafiflediğini biraz sonra zail olduğunu görmüş.

Nefer, esirini sürükleyerek benim yanıma getirdi. Gece yarısından sonra idi. Evvela düşman neferini isticap ettim.

- Ne oldu? Sen niçin buralara kadar geldin?

- Spor, cevabını verdi.

Bizimkine sordum:

- Nasıl oldu?

Nefer, esirin verdiği ilmi cevabı anlamamış olmaktan korkarak:

- Bilmiyorum, dedi. Ben birinci ilmi ve fenni değil, ikincinin cehilden ziyade edep ve terbiyesi üzerinde fazla durmadım.

- Sen sportmen misin?

- Evet, çok iyi...

- Bizim neferi nasıl buldun?

- Bilmiyor dedi.

Türk neferine döndüm:

- İşitiyor musun, senin için bilmiyor, cahildir, dedi.

Kısaca;

- Huzurumuza getirdim efendim, cevabını verdi.

Gazi devam etti:

- Ben spor nedir, diye sorulursa vereceğim cevap şudur:

- "Spor; vatanın, milletin ali menfaatlerine tecavüz edenleri gırtlağından yakalayıp memleket ve millet hadimlerinin huzuruna getirebilmek kabiliyeti maddiye ve maneviyesidir. "
 
OLUR ŞEY DEĞİL


Muallimler Ankara'da bir içtima yapmışlar, içtimaa iki üç muallim hanım da iştirak ederek salonda ayrı bir yere oturmuşlardı.

Muallim hanımların içtimaa gitmelerini hoş görmeyen Meclis'in sarıklıları Gazi'ye şikayete gidiyorlar.

Gazi kızarak:

- "Kimmiş Muallimler Cemiyeti Reisi? Çağırın onu!"

Ve Mazhar Müfit birkaç dakika sonra içeri girince gürleyen bir sesle çıkışıyor:

- "Siz Muallimler içtimamda ne yapmışsınız? Ne ayıp şey bu?"

Mazhar Müfit şaşakalır. Gazi'den bu hareket mi beklenirdi? Sarıklılar muzaffer bir besaretle gülüyor. Sarıklılar neşe içinde Gazi'nin sesi hep aynı tonda devam ediyor.

- "Olur şey değil olur şey değil!"

Mazhar Müfit hala ayakta ve hala ne diyeceğini şaşırmış bir halde cevap vermeye çalışıyor:

- "Efendim vallahi..."

- "Bırak bırak ben hepsini biliyorum; içtimaa Muallime Hanımlar’ı da çağırdınız. Fakat onları niye ayrı sıralara oturttunuz? Sizin kendinize mi itimadınız yok, Türk hanımının faziletine mi ? Bir daha öyle ayrılık gayrılık görmeyeyim, anladınız mı ?
 
, ZEYTİN, SOĞAN ve KURU EKMEK


Mustafa Kemal Paşa, Erzurum ve Sivas Kongreleri’ne katılan arkadaşlarıyla birlikte ciddi para sıkıntısındaydı. Erzurum'dan Sivas'a intikal sırasında, yoldaki durumlarını Mazhar Müfit şöyle anlatır:

"Önümüzde ve Paşa'nın üstün iradesi ve dahi ışığı altında yeni ve engin bir savaş ufku açılmıştı. Erzurum'dan sonra yeni bir irade, yeni bir madde ve mana hamlesi ile büyük vatan savaşına atılacak, Erzurum'da kurulan büyük temele bina edilecek eserin ikinci safhasındaki çalışmalara katılacaktır.

Sesimi biraz yükseltmiş olacağım ki, öndeki arabadan Mustafa Kemal Paşa arkaya bakarak eli ile;

- Daha yüksek sesle!... diyerek işaret veriyordu. Ve bu işaret üzerinedir ki, yine gayri iradi, gayri ihtiyari olarak dilimin ucuna:

"Ey gaziler yol göründü tarihi şarkısı geldi ve ben bu şarkıya başlayınca insiyaki bir sirayetle hemen bütün otomobillerdeki arkadaşlar da bana katıldılar ve hep bir ağızdan bu şarkıyı okuduk ve söyledik. Arızasız öğle vaktini bulduk. Her kilometreyi arızasız kat ettikçe adeta sevinç duyuyor ve:

- Otomobillerimiz bu vaziyette bizi Sivas'a selametle ulaştırabilecekler ümidini muhafaza ediyorduk. Bir pınar başında mola verdik. Paşa:

- Hemen yemeğimizi yiyelim, vakit kaybetmeksizin yine yola devam edelim dedi.

Çünkü 4 Eylül'de kongrenin açılması kararlaştırılmış olduğuna nazaran, yolculuğumuz muayyen bir programla tayin ve tespit edilmiştir.

Hareket ve molalarda o programa uymak zorundaydık. Ancak paşanın;

- Yemeğimizi yiyelim deyişinde sonraki vaziyetimizin biraz acıklı olduğunu da tebarüz ettirmeyelim. Yemek deyince, bilhassa Anadolu'daki kara yolculuklarında gün görmüş insanlar için yemek; tavuk, hindi, soğuk et, su böreği, köfte vesaire gibi şeylerden düzülen nevaledir.

Hepimiz de bu çeşit nevalelerle yolculuk etmiş insanlardık. Fakat, bu defa nevalemiz; peynir, zeytin ve kuru ekmekten ibaret bir azıktı. Su başında rastladığımız köylüler de torbalarından birkaç baş kuru soğan ikram ettiler. Fakat, paşa başta olmak üzere hepimiz en büyük bir lokantada pişirilmiş veya ziyafette tertiplenmiş yemeklerden ve İstanbul tabiri ile et'ime-i nefise-i lezize (en güzel yemekler) den daha mükemmel ve daha iştahlı olarak zevkle kuru soğanı, peyniri, zeytini, ekmeğimize katık ederek ve pınarın buz gibi suyunu içerek karnımızı doyurduk.

(İlginç Olaylar ve Anektotlarla Atatürk)
 
SATIN ALINMAYAN ADAM


Atatürk geçen dünya harbi başladığı zaman Türk ordusunda Alman general ve subaylarına mühim mevkiler verilmesinin aleyhinde bulunmuştu. Bu sırada Mustafa Kemal Paşa’nın yedinci ordu kumandanlığına hareket edeceği günün gecesi, İstanbul’da Akaretler'de 74 numaralı eve Alman mareşalinin karargahında memur olan bir Türk kurmay subayı ile genç bir Alman subayı geldiler. Ufak sandıklar içinde bazı şeyler getirdiler. Mustafa Kemal sordu:

- Bunlar nedir?

Alman subay cevap verdi.

- İstanbul'dan ayrılıyorsunuz; size Mareşal Falkenhayn bir miktar altın göndermiştir.

- Bu paralar bana yanlış geldi. Ordunun levazım reisliğine gönderilmesi lazımdı.

- Efendim, o da başka...

Mustafa Kemal paranın ne kadar olduğunu anladıktan sonra, Alman subayının önünde, onları teslim aldığına dair senet imzaladı; fakat Alman subayı bunu kabul etmedi. O zaman Mustafa Kemal Türk subayına emretti:

- Bu zabit bilmiyor, senedi alsın. Mareşale versin ve siz de paraları gelip alması için levazım reisliğine haber gönderiniz...

Bir kaç ay sonra Atatürk yedinci ordu kumandanlığını, vekil olarak Ali Rıza Paşa'ya bırakmış, ayrılmıştı; altınları da ona teslim ederek makbuz almıştı. Bu makbuzu iki yaverine verdi ve emretti.

- Mareşal Falkenhayn'e gidiniz; kendisini görünüz; bu makbuzu vererek benim imzamın bulunduğu kağıdı ondan alınız!

Mareşal Falkenhayn yaverine:

- Mustafa Kemal Paşa'ya böyle bir para verdiğimi hatırlamıyorum; bende imzalı senedinin bulunduğunu da bilmiyorum. Bunun için Ali Rıza imzalı kağıdı da kabul edemem! dedi. Mustafa Kemal Paşa şu haberi yolladı;

- Verdiğiniz altınlar olduğu gibi duruyor; onlar için size senet verilmiştir. Sizde böyle bir senedin bulunmayışı altınları yok edemez. Vesikayı kaybetmiş olabilirsiniz; o halde verdiğiniz altınları size iade edeceğiz; aldığınıza dair siz bize makbuz veriniz! Ben altın için memleket menfaatleri hakkında müsamaha gösterecek insanlardan değilim. Paralarınız duruyor, fakat onlardan daha kıymetli olan Mustafa Kemal imzası sizde kalamaz!
 
İNSAN, ASKER ve BABA ATATÜRK

Asker, politikacı Atatürk aynı zamanda iyi bir de baba idi. Çocuklarla yakından ilgilenirdi. Bilhassa askeri okulların talebeleri en çok ilgilendiği kişilerdi.

Gözleri atalarındaydı. Bir emir bekliyor gibiydiler.

- Siz kimsiniz ne yapıyorsunuz burada?

Hepsi bir ağızdan gök gürültüsünü andıran bir haykırışla cevapladılar.

- Harbiye Stajeriyiz paşam, manevraya gidiyoruz.

Fazlaca mütehassis olan Atatürk;

- Bu kısa duraklamadan faydalanarak size bazı şeyler söylemek isterim! dedi. Bir an gözlerini onların üzerlerinde gezdirdi ve şöyle devam etti,

- Madem ki, zabit olacaksınız mesleğinizin size yüklediği sorumluluğu müdrik olarak çalışın. Kendinizi geleceğe ona göre hazırlayın, Türk tarihini tetkik ederseniz göreceksiniz ki bu millet ne zaman yükseldi ise Türk subaylarının omuzlarında yükselmiş, ne zaman düşmüş ise zabitlerinin çizmeleri altına düşmüştür.


- "Sizin bir marşınız var, onu bana söyleyin" dedi, marş bitince geri döndü ve arkasında bekleyenlere bir şeyler söyledi. Koşuşmalar oldu. Atatürk tekrar pencereden dışarıya uzandığı zaman elinde büyükçe bir paket vardı. Tren ağır ağır hareket ederken Atatürk gençlere hitaben şöyle diyordu;

- "Size bir şeyler ikram etmek isterim. Kusura bakmayın, yol hali başka bir şeyim yok. Belki hepiniz sigara içmiyorsunuz, belki bir kısmınız içiyor, bir kısmınız içmiyor, ama bu sigara benim sigaramdır. Bundan hepiniz içeceksiniz. Sayıları az olduğu içinde tabirimi mazur görün onları nefes nefes içmenizi isterim."

Genç Harbiyeliler hep bir ağızdan "Sağol Paşam" diye bağırdılar ve Ata'nın attığı paketi havada kaptılar.

Ata’nın bu sözleri üzerinden 33 yıl gibi çok uzun bir zaman geçmesine rağmen o günleri yaşayanların kulaklarında çınlamaktadır.

- "Nefes, nefes içmenizi isterim!"

Tren uzaklaştıktan sonra uzun uzun Ata'nın ardından bakan bizler, ne demek istediğini çözmeye çalışırken bir karışıklık oldu ve sigaralar kapışıldı.

Bunlardan üç tanesi g. M. K. (Gazi Mustafa Kemal) markalı sigara bana bu hatırayı nakleden Emekli Albay Fuat Uluç'un en kıymetli hatırası olarak söylenmektedir.
 
SARIŞIN YARBAY


Atatürk, kendisini ilk görenlerin üzerinde son derece olumlu etkiler yapan bir insandı.

Çanakkale muhabereleri sırasındaydı.

O güne kadar hiç karşılaşmadığım bu yarbay tabancası belinde, dürbünü göğsünde avurtları çökük sarışın sarı bıyıkları hafifçe yukarıya doğru bükük, incecik belli ve orta boylu bir zattı.

Atından atlayınca bana bir şey sormadan ve söylemeden sağ eliyle dürbününü aldı ve ufku taramaya başladı. Eldivenli olan sol elinde gümüş kabzalı bir kırbaç vardı. Bir tarafta düşmanın yaklaşan donanmasını gözetlerken sol elindeki kırbacı ile hafif hafif getrlerine vuruyordu. Getrleri ile ayakkabılarının ve mahmuzlarının temizliği bilhassa dikkatimi çekti.

Dürbünü bir ara gözlerinden çekti. Kendimi takdim etmek fırsatını buldum. Gözlerine baktım. O güne kadar tesadüf etmediğim bir tesir altında kaldım.

O gözlerde şimşekler çakıyordu sanki... Bir iki defa daha düşman donanmasına baktı ve söylediği tek cümle şu oldu;

- Bu günkü geliş başka geliştir.

Seri bir hareketle elimi sıktı. Çabuk bir hareketle atına bindi. Dört nala uzaklaştı.

- Bu zat kimdi? diye arkasından baka kaldım. Sonra bu tok sözlü, insanı her hareketiyle tesir altında bırakan yarbayın Mustafa Kemal olduğunu arkadaşlarımdan öğrendim.

(Sait Arif Terzioğlu, İnsancıl Atatürk)
 
DÜŞMAN da KAHRAMAN

Birgün Çanakkale’ye giden bakanlardan birine Atatürk şöyle dedi:

- Orada Mehmetçik anıtının başında şehitleri anacaksınız. Siz olmasaydınız, siz göğüslerinizi çelik kalelere karşı siper etmeseydiniz, boğaz elden gider, İstanbul elden giderdi diyeceksin.

- Evet efendim.

- Çanakkale'de yalnız bizim şehitlerimiz yok. Bu topraklar üzerinde kanlarını döken insanları da o kahraman düşman savaşçılarını da saygıyla anacaksın.

Bakanın ricası üzerine bu son söylenecekleri Atatürk'ün kendisi hazırlamıştır. Nutuk şudur:

"Bu memlekette kanlarını döken kahraman, burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yanyana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz; evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evladımız olmuşlardır."

Bu nutku yabancı gazeteler haber aldıktan sonra, haftalarca, aylarca Avusturalya'dan, Yeni Zelanda'dan sevgi minnet mektupları yağmıştı.
 
On yıl sonra...

Samsun’dan havza’ya gidiyorduk. Altimizda, birinci dünya harbi’nden kalan benz marka bir otomobil vardi. Söför de Türk degildi. Yola çiktik, biraz sonra motorda bozukluk oldu ve araba durdu. Otuzalti yasinda zaferler kazanan kumandan Mustafa Kemal Paşa’nin ne demek oldgunu arkadaslari bilirler. Kizdi ve asabilesti. Söförü azarladi ve kendisi makinayi harekete geçirmege ugrasti. Tabi muvaffak olamadi.
Ben, doktor Refik Saydam ve Kazim Dirik bir kösede duruyorduk. Dogrusu, içimizden neden ise karistigina hem üzülüyor, hem sinirleniyorduk. Içimizden geçeni anlamis gibi bize bakti ve dedi ki:
- on sene sonra sizinle, kendi yaptigimiz yollarda, Türk söförleri bizi istedigimiz yerlere götürecekler!
Biz sustuk. Içimizden geçenlerin ne oldugunu bilmem anlatmak lazim mi? Aradan tam on yil geçti. Ben birinci umumi müfettis idim. Diyarbakir’a gelmisti. Bir yolda giderken gene otomobil bozuldu. Kafile durdu. Beni yanina çagirdi ve Türk söförle islemeye baslayan makineyi isaret etti:
- vaadimi yerine getirdim!

Dr. Ibrahim Tali Öngören
 
Vatan işlerinde korkmak olmaz...

Sivas'ta vatan bütünlügü ve bütün millet adina bir kongre toplamaya karsi olanlar çoktu.
Isgal kuvvetleri ile İstanbul hükümeti de kongreyi toplatmamak için el birligi etmislerdi. Binbasi rütbesinde bir fransiz jandarma subayi, yanina bir tercüman alarak sivas valisine geldi.
"eger burada kongre toplanirsa fransizlar sivas'i isgal edecekler" dedi.
Vali, Mustafa Kemal'e ikinci bir kongreden vazgeçilmesini yahut Erzincan'da toplanmasini söyledi. Kuva-i milliyeci bir genç sonradan Sivas milletvekili Kasim da valiyi desteklemekteydiler. Mustafa kemal, ingilizlerin Samsun'u topa tutmak, on güne kadar yeni isgaller yapmak santaji ile kendi çalismalarina engel olmak istediklerini hatirlatarak bu blöflere kulak asmamalari cevabini verdi.
Hiç bir vaka olmadan 2 eylül aksami Sivas'a varilmistir. Sehirde ne kadar fayton ve yayli araba varsa hepsini karsilayicilar tutmuslardi. Yalniz hürriyet ve itilaf partisinden kimse yoktu. Kalabalik arasinda fransiz subayin tehdidi üzerine telaslanan genç rasim'i Gören Mustafa Kemal:
- "gençler için vatan islerinde ölmek olabilir, korkmak asla !
Kurtulus Savasi’nda Sakarya Zaferi nasil bir kader dönümü olmussa, anadolu'da yeni devletin kurulusunda sivas kongresi’nin o kadar büyük önemi vardir.
 
Samsun Gezisi...

Serbest firka'nin kurulusu ve kaldirilisi :
Gazi, 1930 yilinin kasim’inda Kayseri yönünde trenle yurt gezisine çikmisti. Yol arkadaslarina ilk sordugu soru;
"serbest firka'yi kapatmakla iyi mi ettik?" idi. Tabii herkes "iyi oldu" diyordu. Ama bu soru bütün gezi boyunca sürecekti. Sonunda 22 kasim 1930'da gazi Samsun'a varmisti. Samsun'da olaganüstü önlemler alinmistir. Halk asker kordonlarinin arkasina sinmistir. Aksam ziyafet verilir. Ama masada kenti temsil eden hiç kimse yoktur. (Bosnakzade Ahmet Bey).
"Belediye baskani nerede? Nasil olur? Kentlerine konuk geldik" diye sorar belediye baskani serbest firka’li oldugu için vali tarafindan davet edilmemistir. Hemen belediye baskani’ni bulup masaya getirirler. Söz serbest firka'dan açilir. Gazi serbest firka'nin kendinden beklenen isleri göremeyecegi, memlekette gericiligin ve inkilap disi akimlarin bundan yararlanacagi düsüncesi ile serbest firka'nin kapatildigini anlatir ve sonunda belediye baskani’na dönerek der ki;
"simdi baskan bey, siz de artik kaldirilmis olan bir partinin belediye baskani olarak görevinizi sürdürmek istemezsiniz, degil mi? Istifa ediniz" ama belediye baskani’nin yaniti baskadir.
"Pasam, ben serbest firka'yi temsil etmiyorum. Bu seçim halkin bana karsi bir güveni seklinde ortaya çikmistir. Eger bu görevden istifa edersem, halkin gösterdigi yakinliga ve güvenine karsi gelmis olurum."
Gazi sakin bir sesle :
"düsündügünüz dogru. Dilediginiz gibi olsun." yanitini verir.

12 eylül 1929 tarihinde ankara’da paris büyükelçisi Fethi Okyar’a cumhurbaskanligi genel sekreteri Tevfik Biyiklioglun’dan bir telgraf gider:
“reisicumhur hazretleri fransiz hukuk fakültelerinde okutulan derslere ait kitaplarla en mufassal ve yüksek bir umumi tarihi zat-i alilerinden rica etmektedir.”
Fethi bey, üç gün içinde kitaplari gönderir, arkadan yeni siparisler gelir, ernest lavisse ve alfret rambaud’un 12 ciltlik “histoire generale des peoples et des civilisations” kitabi istenir, Fethi Okyar bunlari da gönderir.
18 kasim 1929’da büyükelçi’ye, Çankaya’dan bir mektup gelir:
“dün ernest lavisse’in on iki ciltlik tarih-i umumisi geldi. Yalniz tarih-i kadim’e ait kismi yok, yani milattan sonra basliyor. Bunu ikmal edecek kisimin da lütuf buyurulmasini reisicumhur hazretleri rica ediyorlar.(...) Yalniz bunlarin bedeli bir hayli tutsa gerektir. Tasfiye edilmek üzere bedelinin is’arini istirham ederim. Pasa hazretleri, sonra bir daha kitap istemeye yüzümüz olmaz, diyorlar. Reisicumhur hazretleri muhabbetle gözlerinden öpüyorlar efendim.”
Fethi bey, Atatürk’ün çok yakin arkadasidir, kitaplarin bedelini seve seve ödeyebilir, ama Atatürk bunu istemez, fatura gelir, kitaplarin bedeli paris’e gönderilir.
1930’da Fethi Okyar, merkeze döner, Paris büyükelçiligi’ne Münir Ertegün atanir, atatürk’ün kitap siparisleri devam eder, genel sekreter, rene grousset’nin iki ciltlik “historie de i’ektreme orient” adli kitabini ister.
Kitap hemen gönderilir.....
Devamini bilal simsir söyle anlatir:
“Münir bey, hemen kitabi postalar. Kitabin 571 frank, 80 santim tutarindaki faturasini da disisleri bakanligi’na yollar. Büyük bir hukukçu olan Münir bey, büyükelçilik ve bakanlik bütçesinden cumhurbaskani için harcama yapilamayacagini herhalde bilir. Ama, belki, gazi için bir kerecik çignesek ne çikar, diye düsünmüstür. Bu yüzden disisleri bakanligi ve sayistay kendisinden hesap soracak degildi ya. Gazi denince akan sular dururdu.”
Ama büyükelçi yanilmaktadir, çankaya’nin böyle seylere tahammülü yoktur.
Hatta büyükelçi, disisleri’nin kitap, brosür tahsisati vardir, fatura bakanliga gönderilmis, bedeli o tahsisattan ödenmistir, dese bile...
Çankaya faturalari disisleri bakanligi’ndan alir, 571 frank, 80 santim is bankasi araciligiyla paris’e gönderilir
 
BİR ÖYKÜÜÜÜÜÜÜ

Bundan birkaç gün önce "kisisel gelisim uzmani" mümin sekman'in yeni bir kitabi yayinlandi. turgut özakman'in "su Çilgin türkler"inden sonra, gençligin yeni tutkusu/kilavuzu olacagina inandigim bu eser, alfa yayinlari arasinda piyasaya çikti. sekman'in "her sey seninle baslar / kisisel kurtulus savasinizi baslatin" baslikli kitabinda, çarpici bir analiz var. kitabin "hayati Çaresizliklerle dolu bir adamin öyküsüdür!" baslikli bölümünden aynen yansitiyorum:

7 yasindayken babasini kaybetti ve yetim kaldi. yalniz ve içine kapanik
biri olarak yasamaya, oradan oraya sürüklenmeye basladi.

8 yasinda okuldan alindi ve köyde yasadi. zamanini tarlalarda kargalari
kovalamakla geçirdi.

10 yasinda yüzü kanlar içinde kalacak sekilde, yeni okulundaki hocasindan
dayak yedi. ailesi onu okuldan aldi. sinirden ve korkudan üç gün evinden
çikamadi.

17 yasinda hayalindeki okulun istedigi bölümü için gerekli not
ortalamasini tutturamadi.

24 yasinda tutuklandi, günlerce sorguya çekildi ve 2 ay tek basina bir
hücrede hapis yatti.

25 yasinda sürgüne gönderildi.

27 yasinda kendisinden bir yas büyük meslektasi, kendisinin de üyesi
bulundugu dernegin çalismalari ile kahraman ilan edilirken, kendisi hiç
önemsenmiyordu. dogdugu sehrin merkezinde rakibi törenlerle
karsilanirken, o kalabalik arasinda yalniz basina olanlari izliyordu.

30 yasinda kendisi baska sehirleri düsman elinden kurtarmaya çalisirken,
dogdugu sehir düsmanlarin eline geçti.

30 yasinda amiri, onu kendisinden uzaklastirmak için baska göreve
atanmasini sagladi. yeni görevinde fiilen issiz birakildi. aylarca bos
kaldi.

37 yasinda böbrek hastaligindan viyana'da 2 ay hasta ve yalniz halde
yatti.

37 yasinda komutan olarak yeni atandigi ordu dagitildi.

38 yasinda savunma bakani tarafindan görevinden atildi.

38 yasinda bir toplantida giyebilecegi bir tek sivil elbisesi bile yoktu
ve baskasindan bir redingot ödünç aldi. ayrica cebinde sadece 80 lirasi
vardi.

38 yasinda kendisi için tutuklama karari çikarildi.

38 yasinda en yakin bes arkadasindan üçü, onun kongre temsil heyetine üye
olmamasi için oy kullandi.

39 yasinda idam cezasina çarptirildi

sonra ne mi oldu?

42 yasinda türkiye cumhuriyeti cumhurbaskani oldu!

icimizden biri?!

okudugunuz öykü efsanevi lider mustafa kemal atatürk'e aittir.

simdi düsünün, sizin basarili olmanizi engelleyen ama atatürk'ün
karsisina çikmamis bir engel var mi?

basarinizin önündeki engel ne?

paraniz mi yok?

atatürk'ün de yoktu!

sagliginiz mi bozuk?

atatürk'ün de bozuktu!

Çevrenizde sizi çekemeyenler mi var?

atatürk'ün de vardi!

bazi yakin arkadaslariniz sizi arkadan mi vurdu?

atatürk'ü de vurdular!

aileniz çok zengin degil miydi?

atatürk'ünki de degildi!

amirleriniz hakkinizi mi yiyor?

atatürk'ünkini de yemislerdi!

sizden daha beceriksiz ama hirsli insanlar, sizden daha hizli yükselip
size amirlik mi yapiyor? atatürk'ün de basina gelmisti!

geçmiste bazi denemelerinizde basarisiz mi oldunuz?

atatürk de olmustu!

hakkinizda idam fermani çiktigi için mi basarili olamiyorsunuz?

atatürk'ün de basina gelmisti!

gündelik hayatta karsilastigimiz küçük ya da büyük kisisel sorunlar büyük
basarilarin önünde engel degildir.

atatürk kisisel kurtulus savasi ile ülkeyi kurtarma savasini birlikte
götürebilmisti.

ona, "para yok" dediler, "bulunur" dedi, "düsman çok" dediler, "yenilir"
dedi.

ve sonunda tüm dedikleri oldu!

atatürk'ün gençlige hitabesi'nde niçin, "vazifeye atilmak için içinde
bulundugun sartlarin imkan ve seraitini düsünmeyeceksin," dedigini
sanirim daha iyi anladiniz.

atatürk büyük yasamak için yapilmasi gerekenleri de özetlemis:

"büyüklük odur ki, hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi
aldatmayacaksin, memleket için gerçek ülkü neyse onu görecek, o hedefe
yürüyeceksin. herkes senin aleyhinde bulunacaktir, herkes seni yolundan
çevirmeye çalisacaktir. iste sen burada direneceksin. önünde sonsuz
engeller yigilacaktir. kendini büyük degil küçük, araçsiz, hiç telakki
edecek, kimseden yardim gelmeyecegine inanarak o engelleri asacaksin.
ondan sonra sana büyüksün derlerse, bunu diyenlere de güleceksin."
 
HAPI YUTARDI


Atatürk Galatasaray Lisesi'nde öğrencilerden birine sordu:
-Nil olmasaydı, Mısır ne olurdu?
Öğrenci,çabuk yanıt vermek için boş bulunup:
-Hapı yutardı...dedi.
Bu yanıt Atatürk'ün hoşuna gitti.Öğrenciye on numara verdi
 
YURDUMUN TOPRAĞI TEMİZDİR



Kral Edvard İstanbul'a geldiği zaman,yatından bir motora binerek Dolmabahçe Sarayına yanaştı.
Atatürk rıhtımda onu bekliyordu.Deniz dalgalıydı.Kralın bindiği motor,inip çıkıyordu.
İmparator rıhtıma çıkmak istediği bir sırada,eli yere değerek tozlandı.
O sırada Atatürk elini uzatmış bulunuyordu.
Bunu gören Kral bir mendille elini silmek istediği zaman Atatürk:
-Yurdumun toprağı temizdir,o elinizi kirletmez,diyerek Kralı elinden tutup rıhtıma çıkardı
 
DEVRİM BİR ANDA OLUR YA DA OLMAZ



Atatürk yazı devrimini gerçekleştirmişti.
Yaşlı,genç,kadın,erkek tüm yurttaşlar yeni harfleri öğrenmek için gece gündüz kurslara gidiyorlardı.
Devrimi izleyen iki yıl içinde bir buçuk milyon vatandaş okur yazar olmuştu.
yazı devriminin en dikkate değer yanı,Atatürk'ün bu devrimin yerleşmesinde en ufak bir ihmali bile kabul etmemiş olmasıdır.
Örneğin bazı kimseler kendisine:
-Paşam,ilkokulların ilk sınıflarından itibaren yeni harflerle öğretime başlayalım.
O kuşakla birlikte ortaokulu,liseyi ve üniversiteyi izletelim,diyorlardı.
Atatürk bu görüş ve düşüncelerin hiçbirisine yanaşmadı. -Devrim ya bir anda olur,yada hiç olmaz,dedi.
 
BAŞÖĞRETMEN ATATÜRK

Yazı devriminden sonra(1928),Atatürk'ün kara tahta başındaki resmi görülünce,O'na "başöğretmen" denilmeye başlanmıştı.
Aslında,adlandırmada geç kalınmıştı.
Kurtuluş Savaşı'ndan hemen sonra,bir İstanbul gazetecisi kendisine şöyle bir soru yöneltmişti:
-Yurdu kurtardınız.Şimdi ne yapmak istrerdiniz?
Hiç duraklamadan şu cevabı vermişti:
-Milli Eğitim Bakanı olarak Türk Kültürünü Yükseltmeye çalışmak,en büyük amacımdır.
Ondan sonra Atatürk nerede görünse,mutlaka orada bir okula girer,öğretmen ve öğrencilerle konuşurdu.
Birgün Atatürk'ün yolu köy okuluna düştü.Tek sınıflı okulda bir genç öğretmen ders veriyordu.
Atatürk sınıfa girince,öğretmen kürsüsünü terk etti.
Atatürk:
-Hayır,yerinizde oturunuz ve dersinize devam ediniz,dedi.Eğer izin verirseniz,bizde sizden faydalanmak isteriz.Sınıfa girdiği zaman,Cumhurbaşkanı bile öğretmenden sonra gelir.
 
X