Ayasofyanın Gizemi!..

Derin__Su

derin sular
Kayıtlı Üye
14 Aralık 2008
5.298
122
Ayasofya evrensel boyutlarda bir anıt…

Yüzyıllar boyunca doğaya, her türlü baskıya direnerek günümüze tüm görkemiyle gelmiş bir yapı…


dfdde8b0-fc72-457b-a07d-9379cf6995ea.jpg



Ayasofya hiçbir zaman gündemdeki yerini yitirmedi, gizemini korudu. Araştırmacıların gündeminden de hiç düşmedi. Son günlerde görsel ve yazılı basın yine ondan söz ediyor. Ayasofya’yı gündeme taşıyanların çoğu bu konudaki bilgisizliklerini de beraberinde getiriyor. Bazıları yeni bir şey bulmuşçasına gazetelerinde tam sayfa haber yaparak ahkâm kesiyorlar. Oysa yeni bir şeymiş gibi yazılıp çizilenler, yüzü açılan melek figürü dışında hepsi, çok önceden çeşitli makalelerde yer almış, bilimsel kongrelere bildiri olarak sunulmuş… Bizans Sanatı derslerini veren öğretim üyeleri ise Ayasofya konusu geldiğinde öğrencilerine, bazılarının yeni bir şeymiş gibi ortaya attıkları iddiaları (!) yıllardır anlatıyor… Yeni bir şeyler bulduk diyenler; bırakın bilimsel yazıları, Sultanahmet Meydanı’nda veya müze satış stantlarındaki turistik rehber kitaplarına bakma zahmetinde bulunsalar, yazdıklarının yeni olmadığını görecekler...

Bu tür yazılara başta ben olmak üzere konuyu bilenler kıs kıs gülüyor. Bakın bazı gazeteciler neler neler bulmuşlar; Bunlardan birisinde Ayasofya’nın kapısının H. İsa’dan önce 200 yılına ait olduğu yazılmış… Oysa bugünkü Ayasofya’nın üçüncü yapılışında İmparator Iustinianus’un (527-5659 bütün eyaletlere gönderdiği emirnamesinde memleketlerinde bulunan en iyi mimari parçalarının İstanbul’a gönderilmesini istemiş. Söz konusu kapı da o zaman Ephesos’tan gelmiştir.

Konuyla ilgili herkesin bildiği bir olay...

e01792d7-97b2-4e2c-83e2-45ba76a7a5d6.jpg


Ayasofya Şadırvanı


Ayasofya avlusundaki Sultan II. Mahmut Şadırvanının Osmanlı coğrafyasındaki en büyük şadırvan olarak nitelenmiş!.. Onun gibi pek çok şadırvanı Osmanlı mimarları değişik dönemlerde yapmışlar. Osmanlı mimarisini ve su kültürünü bilmemek ne acı…

Ayasofya’da beş Osmanlı padişahı gömülü bulunmaktadır. Müzenin türbeler bölümünden ölüm kültürü diye söz etmek de çok çirkin bir sözcük… Ayrıca bu bölümün restore edilerek ilk kez ziyarete açılacağından söz ediliyor. Oysa Ayasofya’nın türbeler bölümü iki kez, tevazuya gerek yok, benim tarafımdan ziyarete açılmış, yerli ve yabancı ziyaretçilerin ilgisini çekmişti. Ancak konuyu kavrayamayan, Osmanlı sanatı ve tarihi konusunda yeterli bilgisi olmayan yöneticiler tarafından ben görevden ayrıldıktan sonra kapatılmıştı. En son ziyarete açan da 1990’lı yıllarda Kültür Bakanı Fikri Sağlar’dı. O günlerin yazılı ve görsel basını bu olayı detaylı biçimde topluma duyurmuştu. Hatta sağcı geçinen bir gazete, yazacak bir şey bulamamış, “Acaba Bakan ile Müze Müdürünün abdesti var mıydı?” diye bir soruyu ortaya atarak basınımızdaki kara-mizah örneklerinden birisini sergilemişti.

Kim açarsa açsın, Ayasofya’daki türbeler bölümü yeniden ziyarete açılırsa yerinde olacaktır. Ancak “Ölüm kültürü” yakıştırması, tekrar yineliyorum çok çirkin…

Ayasofya’nın zemin altında yapılan araştırmalar da yeni bir şey değil. Ayasofya’yı restore eden Rahmetli Y.Mimar Alpaslan Koyunlu, zemin altı sarnıçlarındaki suyun tehlikeli boyutlarda yükselip, ortaya ciddi bir nem sorunu çıkarması üzerine Boğaziçi Üniversitesi dağcılık grubundan yararlanmış, motopompların yardımıyla suyu boşaltmış, tıkanan kanalları açtırmıştı… Televizyon ekranlarında Ayasofya’nın zemin altındaki geçitler gösterilirken, bunların gizemlerinden söz edilmişti.

Ayasofya’nın ilk yapısı çelişkili olmakla beraber Constantinus (324-337) tarafından, şehrin kuruluşuyla birlikte “Megale Ekklesia” ismiyle bazilika planında yaptırılmış, bu yapı ayaklanma sonrası yıkılmış, Theodosius II (408-450) de onu yenilenmişti. Bugünkü Ayasofya, aynı yerde yapılan üçüncü yapıdır. Önceki yapıların üzerine yenisi toprak düzeltildikten sonra yapılmıştır. Böyle olunca da altta kalan yapıların kalıntıları ve bir takım dehlizlerin olması da son derece doğaldır. Sonraki yılarda Ayasofya üzerinde çalışanlar, onarımı yapanlar, bugünkü yapıyı zedelememek için altındaki mekânlarda herhangi bir çalışmaya girmemişlerdir.

c14c6e28-9f7f-412f-a17e-1cfd9de6539d.jpg



Ayasofya Narteksinin Güney Girişindeki Mozaik
(Meryem'e Konstantinos'un İstanbul’u, lustinianos'un da Ayasofya'yı sunduğunu gösteren mozaik)


Ayasofya mimari yapısı kadar mozaikleriyle de ilgi uyandırmıştır. Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde mozaiklerden bazılarına değinmiş; Lord Sandwich de onların eksik yerlerinin Türkler tarafından boya ile tamamlandığını kaydetmiştir. Josept Grelot 1762’de Ayasofya’da birçok mozaik gördüğünü ve üzerlerinin çok hafif biçimde örtüldüğünü, ancak ana hatlarının siluet halinde belli olduğunu kaydetmiştir. XVIII. yüzyılın ikinci yarısında Baron de Tott başta olmak üzere İstanbul’a gelen gezginler resimlerin tümünün badana altında kaldığını belirtmişlerdir. Rus elçilik birasını yapımı için İstanbul’a davet edilen İtalyan İsviçre’sinden Gaspare Trajano Fossati ile kardeşi Guiseppe Fossati Sultan Abdülmecit’in izniyle Ayasofya’nın mozaiklerini de temizlemişlerdir. Fossati kardeşlerin temizleme çalışmaları 1849 yılına kadar sürmüş, bu arada mozaiklerin çizimleri de yapılmıştır. O yıllarda Ayasofya’nın onarımı için Alman hükümetinin İstanbul’a gönderdiği Mimar W.Salzenberg, Fossati kardeşlerin daha önceden kurmuş oldukları iskeleden yararlanarak mozaiklerin rölövelerini çıkarmış, desenlerini çizmiş ve bir albüm halinde yayınlamıştır. Ayasofya’da bu çalışmalar yapıldıktan sonra Sultan Abdülmecit yapılanları izlemiş, önce ortaya çıkarılan mozaiklerin hepsinin açıkta kalmasını istemiştir. Sonra da bazı tepkilerden çekinmiş olacak ki, onların ilerideki yıllarda yeniden kolayca açılabilmesi için üzerlerini hafif bir tabaka ile kapattırmıştır. Ayasofya’nın müze olarak ziyarete açılması kararlaştırıldıktan sonra Thomas Whittemore mozaiklerin üzerindeki sıva tabakalarını kaldırarak hepsini görünür hale getirmiştir.

IX. yüzyılda Ayasofya’da ana kubbeye geçişi sağlayan dört pandantifin üzerine birbirlerinin tam eşi olmamakla beraber dört melek figürü (Hexapteryga) yapılmıştı. İstanbul’un fethinden sonra üzerleri kapatılmayan, kanat şeklindeki dört ayrı melek figürünün yüzleri oval madeni bir yıldız motifi ile örtülmüştür. Mozaik olarak yapılan bu figürler Bizans döneminde bozulmuş ve fresk olarak yenilenmiştir.

82889edf-4854-4bfc-a545-2fd26d8cd75e.jpg


Ayasofya'da Kanatlı Melek Mozaiği;


Buradaki melek figürleri Hıristiyan inancına göre cennetin kapı bekçisi ve Bizans tahtının koruyucusu olan Serafim ile Kerubin’e aittir. Ancak bunların hangisinin Serafim, hangisinin Kerubin olduğu konusuna sanat tarihçileri kesin bir söz söyleyememişlerdir. Bu konuda söylenenler varsayım olmaktan öteye gidememiştir. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın son onarım çalışmalarında buradaki oval yıldız şeklindeki kapak kaldırılmış ve altından meleğin yüzü çıkmıştır. Bu çalışma Bizans Sanatı yönünden son derece önemli bir olaydır.

Ayasofya’da günümüzde görülmeyen, 1710 yılında Loos çizimleri ile G.T. Fossati ve W.Salzenberg’in ortaya koyduğu ve çeşitli bilimsel yayınlarda söz edilen bir takım mozaiklerin daha bulunduğu sanılmaktadır. Büyük olasılıkla bunlar 1894 depreminde dökülmüşlerdir. Günümüzde, papaz odaları diye isimlendirilen, müzenin kilise eşyaları ve ikona deposunun duvarlarında ikinci sınıf bir işçilikle yapılmış, başta Deisis olmak üzere çeşitli kompozisyonlar daha bulunmaktadır. Ancak bu kompozisyonlar bugün için müzeyi gezenler tarafından görülememektedir.


Erdem Yücel


Yayın Tarihi : 11 Ağustos 2009 Salı 11:KK14:09



Nice aydinlanmamis gizemiyle Ayasofya hayraniyim..
Tarihe sahip cikalim daha fazla bilgilenerek duyarli olarak..
:Saruboceq:​
 
Kutsal bilgelik
Yazı: Belgin Sunal Fotoğraf: Fatih M. Demirkol

imperiaflex_0_2_2.jpg


Justinianus ayindeyken elinden kutsal ekmeği düşürür. Eğilip alana kadar, bir arının gelip ekmeği aldığını ve uçup gittiğini görür. Bunun üzerine, bir ferman çıkarıp bütün arı sahiplerinin kovanlarda bu ekmeği aramalarını buyurur ve bulana da ödül vaad eder.

Birkaç gün sonra bir arıcı, elinde başkalarına hiç benzemeyen bir petekle çıkagelir. ışte bu petek, Ayasofya'nın planı olur. Ayasofya üzerine geliştirilmiş efsane edebiyatında, Bizans ve sonrasında gelen Latin, Ermeni ve Türkler çok çeşitli öyküler yazmışlar. Yukardaki de bunlardan bir tanesi.


Baki kalan kubbe


Rivayetler bir yana, yapıldığı dönemde bir eşi benzeri daha olmayan Ayasofya, sadece ıstanbul'un değil, dünyanın en nadide yapılarından. 'Kutsal bilgelik' anlamına gelen adı, içeri girildiğinde daha çok hissettiriyor kendini. Çünkü dev bir kubbe ve üst galerilerle karşılaşıyorsunuz.

Kubbe gerçekten dev gibi ve yarım daire şeklindeki yan kubbelerle genişletilmiş. Ezici bir durum bu. ınsan ister istemez insanoğlunun dünyadaki yeri ve boyutları hakkında birtakım derin düşüncelere dalıyor ve gezi bitene kadar başınız yukarılarda ve ağzınız bir karış açık, sessiz sessiz dolaşıyorsunuz.


Bu genişlik duygusu galerilerde de sürüyor ve istediğiniz kadar yukarı çıkın, dev bir kubbenin altındaki küçük, aciz bir insanoğlu olarak kalıyorsunuz.


Bizans'tan Osmanlı'ya


Ayasofya'nın olduğu yerde daha önce aynı adı taşıyan iki kilise varmış ama çeşitli nedenlerle yok olmuş. ımparator Justinianus'un eski Roma ımparatorluğu'nu siyasi düzeyde yeniden bir araya getirmek amacıyla yaptığı girişimlerin en önemlilerinden biri de Ayasofya.

Başkente, o zamana kadar görülmemiş büyüklükte bir kilise yapmaları için matematikçi Anthemius ve geometri bilgini ısidorus'u görevlendirir. Ancak daha sonra yapılan Londra'da St. Paul, Roma'da St. Peter ve Milano'da Duomo kiliseleri Ayasofya'yı büyüklükte geçmiş. Ayasofya'nın yüksekliği 100 metreyi geçiyor. Kubbenin yerden yüksekliği 55-60, çapı da 31-32 metre.

Kubbelerin ağırlığını tam 107 sütun taşıyor. Sonraki yıllarda Bizans mimarisinde böyle bir yapı yok. Bu nedenle Ayasofya daha çok Osmanlı mimarisini etkilemiş bir yapı. Yıllar sonra 1609-1616 arasında, Ayasofya'nın karşısına ve meydanın diğer tarafına gelecek şekilde Sultan Ahmet'in yaptırdığı cami de altı minaresiyle yine çok iddialı bir yapı.


Sütunlar Artemis'ten


Konstatinopolis'in Patriklik kilisesi olarak 916 yıl kullanılan Ayasofya, 1453'teki fetihten sonra camiye çevrilmiş. Bu hareket, dönemin koşulları içinde bir saygı jesti olarak yorumlanıyor.

ımparatorluğun son yıllarına kadar özel günlerde en sık kullanılan cami olmuş. ıslamiyet'te tasvir yasak olduğu için bunların hepsi kaldırılmış ve mozayiklerin üzerine de badana çekilmiş.

Bunun da bilerek ya da bilmeyerek mozayikleri koruyucu bir işlev üstlendiğini söylersek abartmış olmayız. Zamanla dört minare daha eklendi, içine mihrap yapıldı, Allah, Ali, Ebubekir, Ömer, Hasan, Hüseyin levhaları eklendi ve 477 yıl boyunca Osmanlılar'ın en önemli ibadethanesi olarak kullanıldı.

1935 yılına gelindiğinde müzeye dönüştürülmesi kararı alındı. Sütunlar dünyanın dört tarafından toplanıp buraya getirilmiş. Bazıları Efes'teki Artemis tapınağı gibi antik dünyanın belli başlı anıtlarından; Heliopolis'teki Güneş Tapınağı'ndan, Baalbek'ten.

Türkler Ayasofya'ya verdikleri değerden dolayı pek çok padişah, şehzade ve hanım sultan türbesini caminin bahçesine yerleştirmiş. Ayrıca içerde I. Mahmut'un yaptırdığı önemli bir kütüphane de var ve bilindiği kadarıyla dönemin ilk genel kitaplığı.

Ayasofya ziyaretinden sonra Sultanahmet meydanı'ndaki çay bahçesine oturup bir çay içmek insana her zaman iyi gelir. Sonra isterseniz Topkapı Sarayı'nı ya da Sultanahmet Cami'ni gezersiniz. Belki de meşhur Sultanahmet köftesinden yersiniz.


Aklınızda bulunsun...
* Sakıncası olmadığı söyleniyor ama siz yine de fotoğraf çekerken flaş kullanmamaya dikkat edin.

* Müze genellikle çok serin oluyor. Yanınıza sıcak tutacak şeyler almanızda yarar var.
* Müze, pazartesi günleri hariç her gün 09.00-19.30 saatleri arasında açık.

alinti
 
Son düzenleme:
Ayasofya'nın şifresi

Yazı: Belgin Sunal Fotoğraf: Haldun Aydıngün/Fatih M. Demirkol

imperiaflex_0_0_2.jpg


Bir zamanlar ruhani aydınlanmanın mutlak yarısı olarak saygı duyulan kadın, dünyadaki mabetlerden kovulmuştu.

Hiç kadın Ortodoks haham, Katolik papaz, Müslüman imam yoktu. Bir zamanların kutsal Hieros Gamos'u -erkek ile kadın arasındaki doğal cinsel birlik, bu sayede her biri ruhen bütünleniyordu- utanç verici bir davranış şekline sokulmuştu. (...)

Çünkü şeytan en sevdiği suç ortağıyla işbirliği içindeydi... kadınlarla.' Dan Brown'un 'Da Vinci Şifresi' adlı kitabından yaptığımız bu alıntı insanoğlunun en temel sorununu ve macerasını özetliyor bir bakıma.

Bütün dinlerde yer alan karşıtları (kadın-erkek, ak-kara, iyi-kötü, varlık-yokluk, hayat-ölüm...), güç savaşlarını, kadim bilgileri, resmi bilgilerle gayri resmi bilgilerin birbirinden ne kadar farklı olabileceğini, uzlaşmaz gibi görünen karşıtların bir zamanki birliğini vs.

Buna bir de tarikatları, şifreleri, ünlü kutsal kaseyi, masalsı bir gizemi ekleyip polisiye bir atmosfere yerleştirdiğinizde, tadına doyulmaz bir okuma keyfi çıkıyor. ınsanoğlunun yumuşak karnı denilen yerler buralar olmalı.

Fakat ıstanbul'da, Ayasofya'nın olduğu şehirde yaşayan kişiler olarak aklımıza şöyle bir soru geldi: Hıristiyanlığın kutsal emanetlerinin ve 2000 yıldır onları korumaya çalışan tarikat üyelerinin yolunun Ayasofya'ya düşmemiş olması mümkün mü?

Hangi ifadelerle ne tür izler bırakmış olabilirler? Ayasofya'da üstü fresklerle kapatılmış olan duvarların altında hangi mozaikler var? Antakya, Suriye ve Mısır'dan gelen, yani Mısır, Mezopotamya ve Roma mitolojisiyle beslenmiş Ariusçu mozaik ustaları, yaptıkları bezemelerde hangi gizli simgeleri kullanmıştı?

Simgelerin kökleri nereye kadar gidiyor? Söz konusu kitaptaki şifrelerden biri Sophia iken, Hagia Sophia'nın akla gelmemesi mümkün mü? Bunun gibi birçok soru...

Bu soruların cevabını bize en iyi verebilecek olan kişi, Türkiye'de Ayasofya'yı en iyi bilen uzmanlardan, uzun yıllar Ayasofya'da küratörlük de yapmış olan Arkeolog ve Sanat Tarihçisi Dr. Şengül Aydıngün'dü. Simgelerle ilgilenen bir ressam olan Reyyan Somuncuoğlunu'da beraberinde getirmişti.

Aşağıdaki bilgiler, Şengül Aydıngün'ün anlatımlarından derlenmiştir. O çarşamba günü üç kadın, kadim Ayasofya'nın loş ve serin galerilerine bıraktık kendimizi.


imperiaflex_0_5_2.jpg


Seni yendim Süleyman!

Şu anda görülen Ayasofya aslında aynı yerde yapılan üçüncü kilise ama ilk Ayasofya, anlamı da 'Kutsal Bilgelik'.

ılk iki kilise, Megala Eglesia adıyla yapılmış. Peki daha öncekilere neden böyle bir isim verilmedi? Rivayete göre, ımparator Justinianus bu kilisenin yapılmasını emrettiği zaman rüyasında ona bir plan getiren yaşlı bir adam görür.

ıhtiyar Justinianus'a "Bu Ayasofya çoktandır çizili bekliyordu kaderin levhasında" der. Justinianus ihtiyar'a Nedir Ayasofya? diye sorar. "Ayasofya Tanrı'nın evi, adı belli, ezelden beri" cevabını alır. Justinianus, Milet ve Tralles'den ( Aydın) getirttiği mimarlara rüyasında gördüğü yeri tarif eder ve onu yaptırır.

Sadece bir istek gerçekleştirme olarak değerlendirilebilecek bir rüya değildir bu. Çünkü Constantinus ilk kiliseyi yaptırdığı zaman, annesi Helena Kudüs'e gitmiş ve orada, Süleyman'ın tapınağında kazılar yaptırmıştır. Hz. ısa'ya ait çarmıh, dikenli taç ve giysi gibi eşyalar bulunur ve buraya getirilir.

Bunlar Ayasofya'da saklanır. Çarmıh altınla kaplanır, Ayasofya'ya 20 metre uzaklıktaki Million taşının üzerinde sergilenir. Bugün o taş tramvay yolunun kenarında, Yerebatan'ın üzerindedir. ışte o dünyanın 0 noktası, orasıydı.

Helena'nın ilginçitir beraberinde başka neler getirdiği bilinmiyor. Justinianus rüyalarının Ayasofya'sının açılışına geldiğinde, "Ey Süleyman, sonunda seni yendim" der. Kastettiği, uzun süre kutsal hazinenin saklı kaldığı söylenen Süleyman Tapınağı'dır.

Ayasofya, yapımının tamamlandığı 537 yılından itibaren, tam 800 yıl boyunca dünyanın en önemli ve en büyük tek yapısı olarak kaldı.

Ortaçağ'da Haçlı Seferleri başladığında, en önemli amaçlardan biri, Kudüs'ü Müslümanlar'ın elinden kurtarmak ve Süleyman Tapınağı'nı korumaktı. Tapınak Şövalyeleri aslında Hz.ısa'ya ait gizli belgeleri bulma niyetiyle orada bulunuyorlardı.

Ama 1203 yılındaki dördüncü Haçlı Seferi'nin güzergahı tümüyle farklıydı. Yönlerini ıstanbul'a çevirdiler, Constantinapolis'i aylarca kuşattılar ve şehri aldıklarında kentteki bütün kıymetli şeyleri ele geçirmişlerdi.

ısa'nın haçı, belki kase ve çarmıha gerildiği andaki bütün eşyaları ve belki daha bilmediğimiz birçok şey Constantinapolis'ten götürüldü. Kuşatmanın gerçek sebebi ve götürülenler tam olarak bilinmiyor.


Zambak ve kılıç

ımparator Constantin, 325 yılında topladığı ünlü ıznik Konsüllüğü'yle bütün gizli ve açık kutsal metinleri bir araya toplayarak Yeni Ahit'e son şeklini verir. Böylece, yükselen bir değeri iktidarını pekiştirecek biçimde amacına uygun olarak biçimlemiştir.

Bütün pagan ve çok tanrılı dinlerin içerik ve simgeleri bu potada birleşecektir artık. Tanrıçalar dinden uzaklaştırılır, kadın ve kadına dair imgeler şeytani bir içeriğe doğru gider. Koskoca Doğu-Batı Roma imparatoruna açık itiraz çok tehlikeli olacağından, özellikle sanatçılar, inançlarını eserlerinde ve gizlice sürdürdüler denir.

Ayasofya'nın galerilerine dikkatle bakarsanız, tam bir sembol sağanağına yakalanırsınız. Bütün zamanlar iç içe geçmiş gibi birbirini tamamlayan, ayıran birçok sembol var çünkü Ana Tanrıça binlerce yıl içinde biçimsel olarak da isim olarak da değişime uğramış.

Kozalak ve meşe palamudu kadın üretimini simgeleyen eski dünya sembolleri. Aynı zamanda Yunan tanrıçası Artemis ve Roma'nın Venüs'üne de karşılık geliyor.

Aynı zamanda da Hıristiyan ikonografisinde yaşam ağacını temsil ediyor. 'Da Vinci Şifresi' adlı kitapta sözü geçen zambak da Aya Sofya'da çok görülen bir motif. Bunun anlamı da ışık ve umut. Ayasofya'da, zambak motifinde hem bakire Meryem'i hem Artemis'i hem Afrodit'li pagan sembolizmine göndermeleri görüyoruz.

Zambak, Meryem'in tanrıçalaştırılması. Dört yapraklı yonca da burada görülebilecek sembollerden bir tanesi. Oyun kartı ve tarot işaretlerinin hepsi içerde var. Zambak ve kılıç sembolü ise kadın ve erkeği birlikte gösteren bir sembol.

Zambak saflığı, günahsızlığı da sembolize ediyor ama diğer içeriği de, Havva Ana cennetten kovulduğu sırada gözünden akan bir gözyaşı damlasından meydana geldiğine inanılan bir çiçek olması.

Örümcek ağı figürü yine ana tanrıçayı sembolize ediyor. Kurduğu ağ ile şeytanı tuzağa düşüren anlamına da geliyor. ıç içe geçmiş yılanlar Adem ve Havva'yı ve iyilik ve kötülüğü temsil ediyor. Meryem'in tahtta oturması ana tanrıça kültüne yapılmış bir gönderme, tahtın üzerinde tarot işaretleri var. Baş melek Cebrail ise, klasik sanat uyarınca yapılmış, kadın yüzlü ve taç giydirilmiş ve genellikle ısa'nın yanında yer almış.


Aya Sofya'daki iki melek de böyle. Kim bilir, belki Maria Magdalena'yı böyle resmetmiştir Ariusçu geleneklere bağlı ustalar. Arius, Antakyalı bir piskopos ve Hz.ısa'nın Tanrı'nın oğlu olduğunu ama insani boyutunun da olduğunu savunmuş. Dönemin en büyük çalkantısını da bu ikilem (Tanrı-insan) oluşturmuş.

'Da Vinci Şifresi' adlı kitaptaki düşünceyi izlersek, ısa ve hemen yanındaki meleğin Maria Magdalena olduğu fikri çok uzak değil. Bir diğeri de dört kolu eşit haç ve kılıçların bir arada kullanıldığı sembol, Tapınak Şövalyeleri'nin sembolleriyle benzerlik gösteriyor.


imperiaflex_0_6_2.jpg


Kandil ışığındaki mozaikler

Bilinen, Ayasofya'ya 'giren' bir başka kişi de mimar Fossati. Fossati'nin aslında gayet dolaylı ama ilginç bir yolculuğu var Ayasofya'ya doğru ve bu kutsal mekandaki çalışmaları da ilgi çekici.

Fossati ıtalya'da mimarlık eğitimi almış ve yolu bir şekilde Çarlık Rusya'sına düşmüş. Rus Çarlığı, ıstanbul'daki elçilik binasını yaptırmak için ıstanbul'a göndermiş kendisini. Böylece Fossati sarayla tanışıp, Ayasofya'nın onarımının teklif edilmesini sağlayacak bir güven kazanmış ve 1847-49 yılları arasında Aya Sofya'da restorasyon çalışmaları yapmış.

Gece gündüz çalışmış Fossati. Katolik olduğu biliniyor ve kim bilir, belki bu yolculuğun bütün amacı Ayasofya'ya girebilmekti. Belki bir şekilde kendini buraya getirtti. Biraz ileri gidip, Harem'deki kadınların aslında Hıristiyan kökenli olduğunu düşünsek, Müslüman olsalar bile belki çocuklarını farklı bir yönde yetiştirdiklerini varsaysak...

Bunların hepsi, şüphesiz yazar olarak kurgulama hakkını elde tutmaktan kaynaklanan varsayımlar. Fossati aslında özellikle üst kattaki mozaiklerin üstünü fresklerle kapatmış. Ama burada ilginç bir detay var, Fossati'nin en çok kullandığı desen, zambak. ıçeride Müslüman ustalar olduğu için geceleri çalışırmış. Sultan Abdülmecid'i bir gece davet etmiş ve tasvir konusunda tabuları olduğunu düşündüğü bu insanın nasıl tepki vereceği konusunda da kaygılanmış.

Sultan gözlerinden yaşlar gelerek bakmış bu resimlere ve sonrasında Sultan, dönem uygun olmadığı için üstünü kapatarak bunları korumasını ve altta kalacak eserleri de belgelemesini istemiş. Fossati üzerini örttüğü mozaikleri de tek tek titizlikle belgelemiş. Bu belgeler şu anda ıtalya'da bir arşivde bulunuyormuş ama o dönem sadece bir kısmı yayınlanmış.


Geldiğimiz yer


Ayasofya, mucizevi bir şekilde 5 yıl, 10 ay, 24 günde tamamlanmış ve bir Noel ayinine yetiştirilerek açılmış. Başlangıçta sadece mimari olarak bitirilmiş, iç bezemeleri yokmuş. ımparator Justinianus bir daha asla yanmayacak ve yıkılmayacak bir kilise yapmak istemiş.

O nedenle Ayasofya tamamen mermer, taş ve tuğla kullanılarak yapılmış. Mekanın parçaları pek çok antik kentten derlenmiş. ıçerde, ana bölümde iki tarafta yer alan 16 sütun Efes'ten getirilmiş. Dört köşede yer alan erguvan rengi porfir sütunlar da Mısır'dan.

Yani tarihin ilk prefabrike yapısı burası. Ama bu aynı zamanda Ayasofya'nın, yazının başından beri ifade ettiğimiz çok kültürlü yapısını da gösteriyor. Dört element bu kültürlerin temel yapısını oluşturuyor ve güneş ve yıldızlar, geometrinin, matematiğin açık ve gizli oranları...

En başa, 'Da Vinci Şifresi' adlı kitaptan çıktığımız yola dönersek... Maria Magdalena'nın fahişe olmak bir yana, aslında soylu bir kandan geldiği ve Hz. ısa ile evli olduğu, çocuklarının olduğu...

Kutsal Kase ile kastedilen şeyin de V ile simgelenen rahim olduğu... Bunların bizi götürdüğü tüm kadınlık ve erkeklik simgeleri, Ana Tanrıça kültünün gösterdiği değişim, unutulanlar ve korunabilenler. Ama bir gerçek kalıyor geriye: V ile simgelenen şey, kadın, yani geldiğimiz yer, rahim ve bu işaretin tam tersi ile simgelenen şey, erkek ve nihayetinde bu iki varlığın birleşmesi, kutsal evlilik.

Bu sayede insan olmanın kutsallığına dokunabilmek. Söz konusu kitabın ve herkesin temel arayışı bundan başka bir şey değildir belki de.



Aklınızda bulunsun... *

Girişteki büyük salonda, yere dikkatli bakarsanız, orta bölümde dört kenarda x işaretleri göreceksiniz. Bunlar büyük kubbenin izdüşümlerini gösteriyor.

* Duvar işçilerinin oluşturduğu Masonların izlerini de zemin mermerlerinde görmek mümkün.

* Giriş katta, minberin sağında kalan ve minbere yandan bakan duvardaki mermerin damarlarının görüntü sünün şeytanı andırdığı düşünülmüş ve Ayasofya'nın, şeytanın hapsedildiği yer olduğu söylenmiş.

* Hz ısa'nın yüzünün en güzel tasvirinin Ayasofya'da olduğu biliniyor.

* Ana girişte, dışarda, soldaki kalıntılar ikinci kilisenin anıt kapısından kalma parçalar. Kuzular 12 Havari'yi temsil ediyor.

ıstanbul Istanbul Ayasofya'nın şifresi The Haghia Sophia Code The Haghia Sophia Code Ayasofya'nın şifresi​


alinti
 
Son düzenleme:
Ayasofya'nın gizli tünelleri keşfedildi

Dünyanın en eski yapılarından biri olan Ayasofya’nın altındaki tünellerde 15 yıl boyunca inceleme yapan yönetmen Göksel Gülensu ve ekibinin çektiği ’Ayasofya’nın Derinliklerinde’ adlı belgeselin fotoğrafları sergilendi. Beyoğlu’ndaki bir kafede açılan sergide, Ayasofya’nın altındaki tüneller, kuyular ve dehlizlerdeki belgesel çalışmalarıyla ilgili çekilmiş 23 fotoğraf bulunuyor.
Yaklaşık 1500 yıl önce inşa edilen Ayasofya ile ilgili efsanelerden yola çıktıklarını belirten yönetmen Göksel Gülensu, “Ayasofya’nın altındaki maceramızda, 488 metre tüneli ölçümledik. Görüntüledik. İki tane de odaya ulaştık. Bunlar Roma ve Bizans döneminde kullanılan mezar odaları. 2014 yılı başında belgesel sinema olarak seyirciyle buluşacak” diye konuştu.

Mezar odaları bulundu
Senarist Kutsi Akıllı Ayasofya’nın şimdiye kadar girilmemiş tünel, kuyu ve dehlizlerine girdiklerini belirtti: “Teknik açıdan çok zorlandık. Hiç bilinmeyen yerlere dalıyorsunuz. Neyle karşılaşacağınızı bilmiyorsunuz. Yılda üstünde 4-5 milyon insanın gezdiği ve altı hiç kimse tarafından bilinmeyen bir mekândan bahsediyoruz. Ayasofya’nın üst tarafıyla ilgili efsaneler kadar altı hakkında da efsaneler var. Kınalı Ada’ya kadar uzanan tüneller, İstanbul’un altını dolaşan tüneller, altında kalyonun gezebileceği geniş bir sarnıç olduğu, oradaki kuyulara kuşatma sırasında atılan mücevherler, kripto odası, gizli yazışmaların yapıldığı odalar... Bir zamanlar Ayasofya bugünkü Vatikan’ın olduğu konumdaydı. Bütün gizli yazışmalar oradan yapılırdı. Bir sürü efsanenin gerçek olup olmadığını bulduk. Bunun yanında cevaplanması gereken sorular da bulduk. En önemlisi Ayasofya’nın altında herhangi birinin gömülü olup almadığı konusunda herhangi bir bilgi yoktu. Biz orada mezarlar bulduk.” ‘Ayasofya’nın Derinliklerinde’ adlı belgesel mayıs ayında belgesel olarak yurtdışında gösterime girecek.


Kaynak: radikal
 
X