Kategori: Sağlık

  • Her 3 saniyede bir kemik kırılıyor

    Her 3 saniyede bir kemik kırılıyor

    Osteoporoz, yani kemik erimesi, kemiklerin sertliklerinin azalıp, kalitelerinin bozulması sonucunda daha zayıf ve kırılabilir hale gelmeleriyle ortaya çıkan ve tüm iskeleti etkileyen sistemik bir hastalık.

    Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesinden Endokrinoloji ve Metabolizma Uzmanı Prof. Dr. Dilek Yavuz, 45 yaş üzeri kadınlarda, osteoporoz (kemik erimesi) nedeniyle kırılmalardan hastanede yatarak geçen gün sayısının diyabet, kalp krizi ve meme kanseri de dahil olmak üzere diğer birçok hastalıktan daha fazla olduğunu bildirdi.

    KEMİKLER 30 YAŞINDAN SONRA YIKIM SÜRECİNE GİRİYOR

    Osteoporozla mücadele eden kişilerin günlük faaliyetler sırasında hafif bir çarpma veya kendi yüksekliğinden düşme durumunda dahi kırık sorunu yaşayabileceğini dile getiren Yavuz, pek çok insanda kemik yapımının yaklaşık 30 yaşında ulaşabileceği maksimum seviyeye geldiğini ancak bundan sonra yapım-yıkım dengesinin yıkım lehine değişmeye başladığını söyledi.

    SESSİZ HASTALIK: OSTEOPOROZ

    Prof. Dr. Dilek Yavuz, kemik erimesinin, kırık oluşana kadar belirti veya bulgu göstermediğini, bu nedenle de “sessiz hastalık” olarak adlandırıldığını vurgulayarak, şunları kaydetti:

    “Osteoporoz nedeniyle kırılmalar çoğunlukla, bilek, üst kol, kalça ve omurgada olur. Üç santimetreden fazla boy kısalmasıkemik erimesine bağlı omurga kırıklarının göstergesidir. Bel ağrısı omurga kırığına bağlı olabilir. Dünya üzerinde her 3 saniyede bir kemik erimesine bağlı kırık oluştuğu tahmin ediliyor. 50 yaşından sonra her 3 kadından ve her 5 erkekten birinde, hayatlarının geri kalanında osteoporoz nedeniyle kırık oluşuyor. 45 yaş üzeri kadınlarda, osteoporoz nedeniyle kırılmalardan hastanede yatarak geçen gün sayısı diyabet, kalp krizi ve meme kanseri de dahil olmak üzere, diğer birçok hastalıktan daha çoktur. 50 yaş üzerinde bir kadında kemik erimesine bağlı kalça kırığı gelişme riski, meme, yumurtalık ve rahim kanserlerinin toplamına yakalanma riskinden fazladır.”

    MENOPOZ DÖNEMİNDE RİSK ARTIYOR

    Prof. Dr. Dilek Yavuz, menopoz sonrası dönemdeki kadınlarda, bu dönemden sonra oluşan hızlı kemik kaybı nedeniyle hastalığın gelişmesiyle kırık yaşama riskinin yüksek olduğunu aktararak, şöyle devam etti:

    “Kemik kütlesi 20’lerin ortalarında en yüksek değerlerine ulaşır. Östrojen kemik üretimini ve döngüsünü düzenlemede ömür boyu hayati rol oynar. Her gün iskeletlerimiz oluşum ve yıkılma geçirir. Ancak adet kesildiğinde, kadınlar östrojensiz kaldığında kemik yıkılması, kemik oluşumunu geçer. Östrojen eksikliğine ek olarak, bağırsakta kalsiyum absorpsiyonu azalması, idrarda kalsiyum kayıpları artışı ve kemik koruyucu hormon kaybı da kemik sağlığı üzerinde olumsuz etki eder. Menopozla tetiklenen kemik kaybı, yumurtalıkları cerrahi olarak çıkarılan kadınlarda veya aromataz inhibitör tedavisi alan kanser hastalarında en şiddetlidir.”

    OSTEOPOROZ ERKEKLERDE DE GÖRÜLÜYOR 

    Osteoporozun daha çok kadınları ilgilendiren bir sorun olarak algılandığını ancak erkeklerde de bu nedenle oluşan kırıkların ileri yaşlarda sıklıkla görülebildiğini dile getiren Yavuz, “Bu yanlış algı, erkeklerde bu konuda korunma, taranma ve tedavi açısından eksiklik oluşturmaktadır. dedi.

    Yavuz, tüm dünyadaki kalça kırıklarının üçte birinin erkeklerde görüldüğünü ve erkeklerde kalça kırığı sonrası ölümün, kadınlara göre 2 kat fazla olduğunu ifade ederek, bu nedenle hem sağlık ekibinin hem de toplumun, bu yanlış algıyı düzeltmek üzere bilinçlendirilmesi gerektiğini dile getirdi.

    Kalsiyumun gıda kaynaklarından alınmasını daha çok tercih ettiklerini ancak diyet yoluyla yeterli alamayanlar için yapılacak takviyelerin genel sağlık ve kırık riskini azaltmada faydalı olabileceğini anlatan Yavuz, ancak kalsiyum desteklerinin günde 500-600 miligram ile sınırlı olması gerektiğine işaret etti.

    kemik_erimesi

    GÜNDE 3 PORSİYON SÜT VE SÜT ÜRÜNÜ TÜKETİLMELİ

    Prof. Dr. Dilek Yavuz, günde 3 porsiyon süt veya süt ürünü tüketilmesinin günlük kalsiyum ihtiyacını karşılayacağını vurgulayarak, şöyle devam etti:

    “Çoğunlukla ek kalsiyum tableti almaya gerek kalmayabilir. Güneşe maruz kalındığında deride üretilen D vitamini kemik ve kas gelişiminde önemli rol oynar. Vücudun kalsiyumu emmesini destekler, paratiroid hormon seviyelerini düzenler, kemiklerin doğru şekilde yenilenmesini ve mineralizasyonunu sağlar, kas kuvveti ve dengesini iyileştirir, böylece de risk azalır. Ayrıca düşmeler, özellikle düşük kemik yoğunluğu olan kadınlarda, sıklıkla kırık nedenidir. Görme ve kas gücüyle, denge zayıfsa ya da dengeyi etkileyen ilaçlar kullanılıyorsa özel tedbirler alınmalı. Evde düşmeye neden olacak şeyler olmamasına özen gösterilmeli ve risk azaltılmalıdır.”

    SİGARA, KEMİKLERİ DE OLUMSUZ ETKİLİYOR

    Yavuz, sigara içenlerin ve daha önce tütün ürünü kullananların içmeyenlere kıyasla daha yüksek kırık riski taşıdığına dikkati çekerek, yüksek riskli hastalarda, riski etkili şekilde azaltmada ilaç tedavilerine ihtiyaç duyulduğunu ve çeşitli tedavi seçeneklerinin bulunduğunu kaydetti.

     

    Kaynak: ntv.com.tr

  • Pirinç patlağında sağlığı tetikleyen 3 madde!

    Pirinç patlağında sağlığı tetikleyen 3 madde!

    Çoğumuzun çok sevdiği pirinç patlağında sağlığa zararlı 3 önemli madde bulundu

    Yurt dışında yapılan araştırmalara göre atıştırmalık olarak tercih ettiğimiz pirinç patlaklarının sağlığa zararlı olduğu ortaya çıktı. Meğer bu atıştırmalık o kadar da masum değilmiş.

    Diyet yapanların vazgeçilmezi olan pirinç patlağını bu açıklamadan sonra yememenizi öneririz.

    Yapılan kontrollerden sonra pirinç patlağında sağlığa zararlı bir takım bulgular çıkmış olup kanseri ve böbrek rahatsızlıklarını tetiklediği açıklandı. İçinde barındırdığı Arsenik, Akrilamid ve Kadmiyum maddeleri kemik hastalıklarına kadar ciddi sağlık sorunlarının yaşanmasına neden oluyor.

    Özellikle aşırı dozda kullanılan Akrilamid maddesi kanser hastalığına davetiye çıkarıyor. Bu maddenin birçok gıda da yer aldığı uzmanlar tarafından belirtildi.

    qcvcn_1476274189_5574

    Ancak evde kendiniz pirinç patlağı yapabilirsiniz. İşte sizlere hem kolay hem de sağlıklı pirinç patlağı yapımını göstereceğiz. Eğer bu tarife uyarsanız evde keyifle ve istediğiniz kadar pirinç patlağı yapabilirsiniz. Pirinç patlatmanın genel olarak 3 yolu vardır ama sadece ikisini evde deneyebilirsiniz. İşte en basit haliyle evde pirinç patlatma.

    Pirinçler mısır gibi kızgın yağa koyup öyle çatur çutur patlayıp etrafa dağılmaz.  Pirinçler attığınız kızgın yağın içinde 3-4 saniye içinde patlar ve ses çıkarmaz. Sadece nasıl patladığını görürsünüz. İlk denemede başarılı olmak ve nasıl etki ettiğini görmek için az biraz deneyin sonra istediğiniz kadar pirinç patlatmayı deneyin. Evde pirinç patlağı yapmak için bakalım neler gerekliymiş:

    -1 çay bardağı pilavlık pirinç

    -1 su bardağı su

    -Kızartma yağı ve

    -Metal un eleği

    Evde pirinç patlağı nasıl yapılır:

    1 çay bardağı pirinci öncelikle yarım saat kadar ıslatın ve bekletin.  Nişastası arınana kadar yıkayın ve sonrasında süzün. 1 su bardağı kaynayan suya süzdüğünüz pirinçleri ekleyin. Tencere kaynamaya başlayınca ocağın altını kısın ve kapağı tam kapatmayın aralayın. Normal pilav yapar gibi pişene kadar pilavlar ocakta kalsın. Daha sonra yarım saat kadar pirinçleri dinlendirin.

    Dinlenen pirinçleri fırın kağıdı serilmiş kağıda dökün ve pirinçleri güzelce kurutun.  Kuruyan pirinçleri dumanı çıkana kadar sıcaklıktaki kızgın yağın içine atın ve yağın yüzüne çıkan pirinçleri elek yardımıyla alıp tabağa koyun. Bu işlemi tüm pirinçleriniz patlayana kadar devam edin.

    İşte bu kadar pirinç patlağınızı afiyetle yiyin :)

  • Antibiyotik direnciyle ilgili bilinmesi gereken her şey

    Antibiyotik direnciyle ilgili bilinmesi gereken her şey

    Bakterilerin antibiyotiğe karşı direnç geliştirdiği çağda yaşam korkutucu görünüyor; ama felaketten kaçınmanın yolları da var.

    Bakterilerin antibiyotiğe karşı direnci, bizim antibiyotiği bu kadar yaygın kullanmaya başlamamızdan çok daha eskilere dayanıyor. Günümüz bakterilerinin antibiyotikten korunmak için geliştirdiği genlere, kuzey kutup bölgesindeki donmuş topraklarda 30 bin yıl önce yaşamış bakterilerde de rastlandı.

    O zamanlar bakteriler açısından bu genler pek avantaj teşkil etmiyordu. Ama insanlar en küçük bir hastalık belirtisinde bile antibiyotik kullanmaya başladıktan sonra direnç genleri her bakteri açısından kaçınılmaz hale geldi.

    Antibiyotiğin atası penisilini keşfeden Alexander Fleming bile henüz 1946’da antibiyotiğe direncin yayılması tehlikesine karşı uyarıda bulunmuş, antibiyotik kullanımının yaygınlaşması ve bakterilerin daha iyi savunma sistemi geliştirmesinden söz etmişti.

    Antibiyotik krizi, BBC Future’un Kasım ayında Sidney’de düzenleyeceği Dünyayı Değiştiren Fikirler Zirvesi’nde de tartışılacak.

    Durum ne kadar ciddi?

    Tüberkülozdan örnek verecek olursak, isoniazid ve rifampicin antibiyotikleri sayesinde Mikobakterium tüberküloz adlı bakterinin yol açtığı bu hastalık, zengin batılı ülkelerde artık pek görülmediği gibi diğer ülkelerde de azalmıştı.

    Fakat şimdi yeniden yaygınlaşıyor. Üstelik Hindistan, Çin, Rusya ve Papua Yeni Gine’de rastlanan bu yeni tüberküloz vakaları bu antibiyotiklere karşı dirençli.

    Birden fazla ilaca karşı dirençli tüberküloza ‘kanatlı Ebola’ adı veriliyor. Öksürük ve hapşırma yoluyla kolayca bulaşan bu hastalıktan kurtulma şansı en iyi tıbbi bakımla bile yüzde 50 düzeyinde.

    Ama bu, antibiyotik direnci sorununun sadece küçük bir kısmı. ABD’de her yıl en az iki milyon kişi antibiyotiğe karşı dirençli bakteriyel enfeksiyona yakalanıyor ve bunların 20 bini hayatını kaybediyor.

    Kalın bağırsakta enfeksiyona neden olan koli basili ile kan zehirlenmesine yol açan ve ölümcül olabilen psödomonas aeruginosa bakterilerine hastanelerde sık rastlanıyor. Bunlar antibiyotik savunma sisteminin son kalesi olarak yorumlanan karbapenemlere karşı dirençli bakteriler.

    Ayrıca cinsel yolla bulaşan frengi, belsoğukluğu ve klamidya gibi hastalıklara da bakteriler yol açıyor. Günümüzde antibiyotik direnci nedeniyle belsoğukluğu tedavisinde zorluklarla karşılaşılıyor.

    Yeni antibiyotik bulunamaz mı?

    Ne yazık ki bu o kadar kolay değil. Büyük ilaç şirketleri kanser ve kalp hastalıkları gibi daha kârlı alanlara yatırım yaptığı için ‘antibiyotik musluğu’ bir süredir kurumakla yüz yüze. Antibiyotik tedavisi 1000 dolara mal oluyorsa kanser kemoterapisi on binlerce dolar tutuyor, ya da kolesterol düşürücü ilaçları uzun süre kullanmak gerekiyor.

    Amerikan Bulaşıcı Hastalıklar Derneği’ne göre, bugün kullanılan tüm antibiyotikler 1984’ten önce bulunmuş antibiyotiklerin bir türevi. Antibiyotikler ayrıca ilaç şirketleri için bilimsel, yasal ve ekonomik zorluklar demek. Bu nedenle bu alandan çekiliyorlar.

    Çözüm ne?

    Yapılacak en önemli şey, zaruri olanlar dışında antibiyotik kullanımına son vermek. Bu ilaçlarla ilgili yerleşmiş anlayış ve uygulamaları yeniden gözden geçirmek gerekiyor. Örneğin kulak ya da idrar yolları eknfeksiyonu için ille de antibiyotik kullanmak gerekmeyebilir; hatta antibiyotik kullandıktan sonra kendinizi iyi hissetseniz bile ilaç bitene kadar kullanma tavsiyesinin bile ne kadar geçerli olduğuna bakmak gerekiyor.

    Üstelik alışkanlıklarını değiştirmesi gerekenler sadece doktorlar da değil. Hastaların da her aksırık ve tıksırık için antibiyotiğin çare olmadığını anlaması gerekiyor. Genellikle üst solunum yolu hastalıklarına virüsler neden olur ve bu durumda antibiyotik kullanılmaz; çünkü antibiyotik sadece bakterileri öldürür.

    Tarım ve hayvancılık alanında da antibiyotik kullanımına son verilmesi ya da en azından azaltılması çağrıları yapılıyor. Dünya Sağlık Örgütü, hayvanlarda enfeksiyon riskine karşı hemen antibiyotiğe baş vurulmaması, aşı, hijyen ve biyogüvenlik gibi alternatiflerin geliştirilmesi tavsiyesinde bulunuyor.

    Daha radikal çözüm var mı?

    Bakteriyofaj ya da ‘bakteri yiyen’ virüsler alternatif çözüm olabilir. Bu virüsler aslında bakterileri yemiyor, onu yuva olarak kullanıp çoğalarak başka bakterilere yayılıyor.

    Bakteriyofajlar 1915’te keşfedildi ve 2. Dünya Savaşı’nda kangren tedavisinde kullanıldı. Bugün de antibiyotik krizine çözüm amacıyla yeniden inceleniyorlar.

    Yeni antibiyotik keşfetme amacından da vazgeçmiş değiliz. Ama bu antibiyotiklerin üzerinde de Demokles’in Kılıcı sallanıyor olacak. Bakteriler bir gün bunlara karşı da direnç geliştirecek. Bunu asla kazanamayacağımız bir silahlanma yarışı olarak görebiliriz. Umuyoruz ki bu yarışın kaybedeni de olmayız.

    • Bu makalenin İngilizce aslını BBC Future sayfasında okuyabilirsiniz.

    Kaynak: bbc.com/turkce

  • Farkında mısınız? Erken teşhis hayat kurtarıyor!

    Farkında mısınız? Erken teşhis hayat kurtarıyor!

    Her yıl ekim ayı tüm dünyada ve Türkiye’de meme kanseri farkındalık ayı olarak biliniyor. Bu çabanın tek bir amacı var: Kadınları en sık karşılaşılan bu kanser türüne karşı bilinçlendirmek. Çünkü meme kanserinin tedavisinde başarıyı hastalığın evresi belirliyor.

    Araştırmalar her sekiz kadından birinin hayatının belli bir zamanında meme kanserine yakalanacağını söylüyor. Erken teşhis ve erken tedavi ile kontrol altına alınabilen meme kanserinin görülme sıklığı her yıl artıyor. Durum böyle olunca bilinçlenmek, farkında olmak ve gerekli önlemleri almak kaçınılmaz oluyor.

    Koç Üniversitesi Hastanesi Tıbbi Onkoloji Bölümü’nden Uzm. Dr. Fatih Selçukbiricik, meme kanserinin risk faktörlerini anlattı: “Hastalığın sıklığı yaşla beraber yükseliyor; 20 yaşın altındaki kadınlarda meme kanserine çok nadir rastlanıyor, 40 ile 50 yaş arasında meme kanseri riski 68’de bir, 50 ile 60 yaş arasında 35’de bir, 60 ile 70 yaş arasında ise 28’de bir görülüyor.”

    CİNSİYET VE YAŞ: Meme kanseri için en önemli iki risk faktörü cinsiyet ve yaş. Hastalık kadınlarda erkeklerden 100 kat daha sık görülüyor. Oran yaşla beraber artıyor.

    AİLE ÖYKÜSÜ: Meme kanseri için iyi bilinen bir risk faktörü olmasına karşın hastaların sadece yüzde 5-10’unda aile öyküsü mevcut. Birinci derece akrabasında meme kanseri öyküsü olan kadınlarda aile öyküsü bulunmayanlara göre hayat boyu meme kanseri riski 1,5-3 kat daha yüksek.

    GENETİK FAKTÖRLER: Tüm meme kanserlerinin yüzde 5-10’unda genetik eğilim görülüyor. Meme kanseri ile güçlü genetik ilişkisi gösterilmiş ilk genler BRCA-1 ve BRCA-2. Bu genlere ait mutasyonlar ailesel meme kanserlerinin çoğundan sorumlu. Obezite, hormonal faktörler, geç yaşta anne olmak, çevresel faktörler, sigara kullanımı, fiziksel aktivitenin azlığı diğer risk faktörleri olarak sıralanıyor. Bu faktörlerin meme kanseri üzerindeki etkisini ölçmek ve kanıtlamak için bilimsel çalışmalar yapılmaya devam ediyor.

    MEMENİN TAMAMI ALINMALI MI?
    Meme kanserinin tedavisinde ameliyat yaygın olarak kullanılan bir seçenek. Özellikle erken evre tümörlerde tek başına yeterli olabiliyor. Koç Üniversitesi Hastanesi Genel Cerrahi Bölümü’nden Op. Dr. Orhan Ağcaoğlu, meme kanserinde cerrahi tedavinin planlamasını anlattı: “Tüm kanserlerde olduğu gibi ‘Hastalık yoktur, hasta vardır’ kavramı önemli ve hastanın bireysel özellikleri dikkate alınarak cerrahi tekniğin, ameliyat zamanlamasının ve gerekirse onkolojik tedavinin doğru belirlenmesi hastanın kanserle olan savaşında kilit rol oynuyor. Bu kararlar, ileri düzey kanser merkezlerinde multidisipliner konseyler ile bu dalda uzmanlaşmış farklı branş doktorlarının değerlendirmesiyle özenle veriliyor. Meme kanseri tedavisinde birçok ameliyat çeşidi var. Günümüzde en sık meme koruyucu cerrahi yani kanserli dokunun çıkarıldığı ancak memenin bütünlüğünün korunduğu teknik uygulanıyor. Bu tekniğe ek olarak aynı ameliyatta eş seanslı olarak koltuk altı lenf bezlerine herhangi bir sıçrama olup olmadığı kontrol edilip gerekirse koltuk altındaki lenf bezlerinin cerrahi olarak çıkarılması gerekebiliyor. İleri evre, büyük boyutlu, birden fazla odaklı kanserlerde ya da memenin korunmasına engel teşkil eden başka tıbbi sebeplerden ötürü memenin korunamadığı durumlarda memenin tamamının alınması gerekebiliyor. Bu teknikte meme başı ve derisi ile tüm meme çıkarılabileceği gibi, onkoplastik cerrahi teknikleriyle memenin sadece kansere sebebiyet veren iç dokusu çıkarılarak, meme başı ve derisi korunabiliyor ve rekonstrüksiyon ile başarılı kozmetik sonuçlar sağlanabiliyor.”

    Meme kanseri, gerek kanser hastalığının kendisi gerekse de ameliyat sonrası memenin kaybına yol açabilmesi nedeniyle kadınların psikolojileri üzerinde olumsuz sonuçlara neden olabiliyor. Op. Dr. Orhan Ağcaoğlu, bu sebepten ötürü, hastaya uygun olarak planlanan onkolojik cerrahi ile birlikte memede daha iyi bir estetik sonuca ulaşmak için kozmetik girişimlerin beraber uygulanabileceğini söylüyor: “Onkoplastik cerrahide rekonstrüksiyon, meme kanseri sebebiyle yapılan ameliyat ile eş zamanlı olarak aynı ameliyatta yapılabileceği gibi, diğer onkolojik tedavileri takiben başka bir seansta da yapılabilir. Rekonstrüksiyon amaçlı sentetik implantlar ile hastanın kendi dokuları kullanılabileceği gibi, hem implantların hem de hastanın kendi dokusunun aynı anda kullanılabileceği teknikler de mevcut.”

    Bu belirtileri dikkate alın!
    Memede kitle
    Memede ağrı
    Cilt değiklikleri (Çukurlaşma, kalınlaşma, çekinti, ülserleşme, kızarıklık
    Meme başı değişiklikleri (Düzleşme, ters dönme, çekilme, kanama, akıntı, pullanma ve egzama benzeri lezyonlar)
    Lenf bezlerinin tutulumuna bağlı değişiklikler (Koltuk altında kitle, kolda ödem)

    “Klinik muayene, görüntüleme yöntemleri ile inceleme ve biyopsi değerlendirmesi meme kanseri şüphesi olan hastaların yüzde 95’inde güvenli bir tanı sağlıyor. Meme kanseri tanısında en sık kullanılan görüntüleme yöntemleri mamografi, ultrasonografi (USG) ve manyetik rezonans (MR) olarak sıralanıyor.”

    RADYOTERAPİ NASIL PLANLANIYOR?
    Radyoterapi; yüksek enerjili X ışınlarının ya da diğer radyasyon türlerinin kanser tedavisinde kullanılması olarak tanımlanıyor. Koç Üniversitesi Hastanesi Radyasyon Onkolojisi Bölümü’nden Uzm. Dr. Duygu Sezen, radyoterapinin meme kanserinin multidisipliner yaklaşımı içinde önemli bir yer tuttuğunu anlattı: “Uygulanan cerrahi prosedüre, hastalığın klinik ve patolojik özelliklerine göre her hasta için uygulanacak radyasyon dozu ve tedavi günü sayısı farklılık göstermekte olup üç ile altı hafta arasında değişiyor. Eksternal radyoterapi, günlük küçük dozlarda, haftanın beş günü pazartesiden cumaya kadar olacak şekilde uygulanıyor. Tedavi planlaması öncelikle simülasyon olarak adlandırılan ve tedavi pozisyonunda çekilen bir tomografi ile başlıyor. Bilgisayarlı planlama eşliğinde hedef alanlar ve korunması amaçlanan normal dokular için doz hesaplaması tamamlandıktan sonra tedavi aşamasına geçiliyor. Tedavi aşamasında kullanılan cihazlar genellikle lineer akseleratör cihazları olup, radyoterapi cihazları ne kadar gelişirse gelişsin, tedaviyi doktorunuzun kılavuzluğunda, medikal fizik uzmanı, hemşire ve radyoterapi teknikerinden oluşan bir ekip yönlendiriyor. Hastalar radyoterapi uygulaması sırasında ağrı hissetmiyor. Tedavi sadece birkaç dakika sürüyor. Ancak hastalarımızın her gün aynı şekilde tedavisinin uygulanabilmesi amacıyla pozisyonlandırılması ve kontrol görüntülemelerinin gerçekleştirilmesi nedeniyle tedavi odasında 15-20 dakika kalması gerekebiliyor. Tedaviden sonra üzerlerinde herhangi bir radyasyon taşımazlar ve bu aşamadan sonra günlük aktivitelerine devam edebilirler.”

    Radyoterapi sırasında nelere dikkat etmeli?
    Tedavi alanı içerisindeki ciltte kızarıklık, kuruluk ve hassasiyet gözlenebilir. Bu nedenle tedavi alanını nemlendirmek amacıyla tedaviden sonra krem kullanılması öneriliyor. Özellikle radyoterapi alanının temizliği ılık su ve nemlendirici sabun ile gerçekleştirilmeli, cildin yıkanması ve kurulanması sırasında yumuşak dokunuşlar yapılmalı, keseleme kullanılmamalı.

    Tedavi alanında sürtünme yaratarak hassasiyeti arttıracak giysilerden kaçınılmalı. Pamuklu ve rahat iç çamaşırı kullanılmalı. Cilt direkt güneş ışınlarından korunmalı. Radyasyon tedavisi bittikten sonra, tedavi gören bölgeye 30 veya daha yüksek SPF (güneşten korunma faktörü) dereceli güneş kremi sürülmeli. Bol bol su içilmeli.

    Özellikle tedavinin son haftalarında ve radyoterapi bitimini izleyen birkaç hafta boyunca yorgunluk gözlenebilir. Tedavi sırasında çalışan hastalar iş temposunu hafifletmeli. Hafif düzeyde yürüyüşler, egzersiz yorgunlukla baş etmede katkı sağlayabilir. Radyoterapi, tedavi alanında saç ve tüylerin kaybına yol açabilir.

    Tedavi süresinde seksüel aktiviteye, doktor aksini belirtmediği sürece devam edilebilir. Bu dönemde güvenilir bir doğum kontrol yöntemi kullanılması önemli. Kanser tanısı alan kişi ile ailesinde bazı endişeler ve negatif düşünceler gözlenmesi doğal. Herkesin strese vereceği yanıt farklı olmakla birlikte, bu endişe günlük yaşantıyı etkileyebilir. Destek almak bu dönemin daha kolay geçirilmesine yardımcı oluyor.

    GENETİK RİSKİNİZİ KONTROL EDİN
    Kanserden korunmak için genetik yatkınlığınızı kontrol ettirmeniz öneriliyor. Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Genetik Bölümü’nden Prof. Dr. Hülya Kayserili, genetik faktörlerin kanser oluşumundaki etkisini anlattı: “Kadınlarda meme kanseri en sık görülen kanserdir ve 70 yaşına ulaşan her kadının meme kanseri tanısı alma riski sekizde birdir. Tüm kanserlerin oluşum mekanizması genetik kökenli olmakla birlikte, küçük bir bölümü kalıtsaldır. Meme kanserlerinin yüzde 15’i ailevi yığılım gösterirken, yüzde 10’u baskın şekilde genlerle kalıtılmaktadır.”

    Kimlerde genetik yatkınlığın araştırılması gerekiyor?
    Aynı ailede üç kuşakta veya en az üç kişide meme kanseri tanısı varsa,
    Aile bireylerinden birinde menopoz öncesi (50 yaş öncesi) meme kanseri tanısı varsa,
    Ailede meme ve yumurtalık kanserinin varlığı söz konusu ise,
    Aynı bireyde iki memede kanser gelişmesi varsa,
    Ailede, erkek bireyde meme kanseri veya erken yaşta prostat kanseri tanısı ile pankreas, mide, melanom, uterus, kolon, tiroid, sarkom tanısı varsa araştırılma yapılması tavsiye ediliyor.

    Eğer kişi risk kriterlerine uyuyorsa, tıbbi genetik uzmanına başvurmalı. Prof. Dr. Kayserili test yaptıracak kişilere uyarılarda bulundu: “Genetik uzmanı ile görüşmeye giderken bireysel tıbbi dosya ile kanser tanılı aile yakınlarının tıbbi raporları da bulundurulmalı. Genetik uzmanı en az üç kuşağı içeren çok detaylı aile ağacı çizecek, tıbbi dosyaları inceleyecek ve başvuruda bulunan kişi ile aile yakınlarını kanser yatkınlığı ile ilişkilendirilmiş özgün fizik muayene bulguları açısından değerlendirecektir. Tıbbi genetik uzmanı tüm veriler ışığında, hangi gen veya gen paneli ile çalışmaya başlanacağı konusunda bilgi vererek, yazılı onam ile DNA eldesi için örneklem planlayacaktır. İdeal olan ailede kanser tanısı almış bireyde genetik testlerin yapılmasıdır. Kanser tanılı kişide mutasyon tanımlandıktan sonra, mutasyonu kalıtma riski olan tüm bireylere daha hızlı, kolay ve güvenilir tanı testi uygulanabilir. Aile öyküsü genetik tanıya ulaşmada tek parametre değildir, ek fizik muayene bulguları özgün bir gende mutasyon taramasına genetik uzmanını yönlendirebilir. Örneğin, ağız mukozasında koyu kahverengi lekeleri olan bireyde STK11 gen taramasının öncelikle planlanması gibi. Testler kan örneğinde veya DNA elde edilebilen farklı doku (tükrük, bukal sürüntü vb.) örneklerinde gerçekleştirilebilir. Test sonuçlarının yorumları ile hastaya sunulabilir şekilde raporlandırılması testin içeriği ile ilintili olarak 2-8 hafta arasında değişiyor. Bu testlerin sonucunda hastaların ve ailedeki diğer bireylerin nasıl izleneceği belirlenerek, koruyucu cerrahi ve tedaviler ile kanserlerin ortaya çıkması önlenebildiği gibi, kanser tanısı en erken evrede konularak tedavi etkinliği artırılabiliyor. Genetik danışmada bir sonraki aşamada, riski olan diğer aile bireyleri mutasyon taraması için kliniğe yönlendiriliyor.”

    Kaynak: formsante.com.tr/saglik

  • Bu öneriler tansiyon hastaları için!

    Bu öneriler tansiyon hastaları için!

    Tansiyon hastaları dikkat bu yazımızı sizi yakından ilgilendiriyor. Tansiyon hakkında bilmedikleriniz yazımızda..

    Hipertansiyon yani yüksek tansiyon kan damarlarındaki basıncın normalden fazla olmasıdır. Günümüzde hipertansiyonun görülme yaşı gittikçe düşüyor. Bu oranlara bakacak olursak hipertansiyonun görülme sıklığı 18 yaş ve üstünde %30-35 değerindedir.  Yaş ilerledikçe sıklığı da artmaktadır.

    Hipertansiyon bu özellikteki kişilerde daha fazla risk taşıyor:

    -Yaşa bağlı

    -Aşırı kilolu olmak

    -Diyabet

    -Fazla tuzlu beslenme

    -Düzenli egzersiz yapmama

    -Alkol ve sigara kullanımı

    -Aşırı stres

    Bunların dışında rol oynaya iki durum daha vardır bunlar ise: cinsiyet ve kalıtımdır.

    50 yaş altındaki erkeklerde hipertansiyon görülme sıklığı yüksektir. 50-55 yaş kadın ve erkeklerde aynı oranda gitmekte fakat 55 yaş üstünde erkeğe göre kadında görülme sıklığı daha fazladır.

    Yüksek tansiyon sadece yukarıda belirtilen özelliktekilerde bulunmuyor. Bazı hastalıklara bağlı olarak ta yüksek tansiyon hastalığı ortaya çıkmaktadır.

    Ailede hipertansiyon hastası olan bir bireyde hipertansiyon görülme sıklığı %60’tır. Bunların dışında hipertansiyon aşağıdaki hastalıklara bağlı olarak ta ortaya çıkmaktadır:

    -Böbrek rahatsızlığı olanlar

    -Böbrek üstü bezinde oluşan hastalıklar

    -Aortta oluşan darlıklar

    -Tiroid bezinde yavaş ve hızlı çalışmaya bağlı olan rahatsızlıklar

    yuksek-tansiyon-1

    HİPERTANSİYON BELİRTİLERİ

    Hipertansiyonunuzun çok yükselmesi halinde görülen belirtiler arasında:

    Baş dönmesi

    Baş ağrısı

    Kalp ağrısı

    Kulak çınlaması

    Nefes darlığı

    Çift veya bulanık görme

    Burun kanamaları ve

    Düzensiz kalp atışları sayılabilir. Yüksek tansiyon normalde herhangi bir belirti vermediğinden, düzenli olarak tansiyonunuzu kontrol ettirmeniz önemlidir. Yüksek tansiyon vücudunuza siz farkına varmadan zarar verebilir.

    HİPERTANSİYON TEDAVİSİ

    Hipertansiyon hastaları tedavi sürecinde kilolu ise mutlaka kilolarından kurtulmaları gerekmektedir. Vücut ağırlığını dengelemek için düzenli egzersiz yapmaları gerekmektedir. Tuz tüketimi olabildiğince azaltılmalıdır.

    Alkol tüketimiz minimum seviyede olmalıdır. Yeşil yapraklı sebzeler tüketmelidirler ve hazır gıdalardan uzak durmalıdırlar. Hazır gıdalarda tuz tüketimi fazla olduğu için hipertansiyon hastalarını olumsuz etkilemektedirler.

    BUNLARDAN UZAK DURUN

    Tuzlu ve şekerli besinler, çay ve kahve, kolalı içecekler, tereyağ çeşitleri ve alkol yüksek tansiyonu çıkaran gıdalardır. Tansiyon hastaları bu tür gıdalardan uzak durmaları gerekmektedir.

     

  • Estetik ile doğal görünme yolları

    Estetik ile doğal görünme yolları

    Son zamanlarda estetik ameliyatlara ve işlemlere daha sıcak bakan kadınların hedefi, hem estetik yaptırmak hem de yaptırmamış gibi doğal görünmek. Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik cerrahi uzmanı Op. Dr. C. Özerk Demiralp, estetik ameliyatla bile doğal görünmenin püf noktalarını anlattı.

    Sözcü’de yer alan habere göre estetik yaptıran bazı kadınlarda abartılı duran dudaklar, kaşlar ve aşırı gergin yüzler, aynı işlemi yaptıranları korkutuyor.

    Doğal görüntünün kaybolmaması adına bazı noktalara dikkat edilmesi gerektiğini belirten Op. Dr. C. Özerk Demiralp, önemli bilgiler verdi.

    “Magazin dergilerine baktığımızda birtakım estetik işlemlerden sonra doğallıktan uzak, abartılı görünüşlere rastlayabiliyoruz. Kliniğimize gelen hastalar özellikle minimal invazif uygulamalar adını verdiğimiz dolgu, botoks, prp gibi işlemlerden ya da yüz germe, göz kapağı gibi estetik operasyonlardan önce ‘’Acaba bende böyle olur muyum?” korkusunu bizimle paylaşıyorlar. Aslında buradaki en büyük sorun kişinin bir başka kişide gördüğü işlemi yaptırmak istemesi. Yüz ve vücut oranlarına uygun olmayan uygulamalar istenilen sonuçların alınmasını engelliyor, doğallıktan uzaklaştırabiliyor.

    Son yıllarda botoks, kadınların günlük makyaj yapması gibi hayatın rutin işlemleri arasına girdi. Özellikle alın, kaş arası ve kaz ayağı adını verdiğimiz bölgelerde uygun dozlarda ve doğru anatomik noktalara botoksu uyguladığımız zaman doğal görünüme çok rahat ulaşabiliyoruz. Aynı şekilde dolgu uygulamaları da çöküklüklerin çok olduğu dudak ve yanak arasında oluşan oluklarda, gözaltı çukurlarında ve dudak kalınlaştırma da çok başarılı. Kış aylarına girerken güneşin meydana getirdiği sorunları ortadan kaldırmak, ince kırışıkları gidermek ve yüzün nem ve renk dengesini sağlamak amacıyla hastanın kendi kanından elde edilen kök hücrelerin verilme işlemi olan ‘’Prp” doğal gençleşmenin bir anahtarı. Cerrahi tekniklerin ve teknolojinin ilerlemesi, dokulara karşı daha hassas olmak, agresif ameliyatlardan uzaklaşmak, ikincil ameliyatlara daha az ihtiyaç olması, istediğimiz sonuçlara daha rahat ulaşmamızı sağlamakta.

    Günümüz yaşam koşullarında genç ve güzel görünme isteği, kişileri psikolojik olarak motive eden önemli bir ihtiyaç haline gelmiştir. Bu işlemlerden sonra doğal sonuca ulaşmak için en önemli yaklaşım doktorunuzla olan iletişimdir. İsteklerinizi net bir şekilde ifade etmeniz, doktorunuz ile ortak bir noktada buluşmanızı sağlayacak ve doktorunuz da kendi önerileri doğrultusunda size en uygun planlamayı yapabilecektir.“

  • Tırnak batmasına dikkat!

    Tırnak batmasına dikkat!

    Tırnak batması nedir? Dikkat edilmesi gereken şeyler nelerdir?

    Tırnak batması tırnağın dış kısımlarının içe doğru gömülmesi sonucu oluşturduğu yara ve enfeksiyondur. Tırnak batması en çok ayak parmaklarında görülür. Batık tırnak yaşam kalitesini bozan bir rahatsızlıktır.

    Bu nedenle tırnak batmasını hafife almayın. Çünkü batık tırnak rahatsızlığı sizi bir kere esir aldı mı bırakması kolay olmuyor. Tırnak batması hemen kurtulabileceğiniz türden bir rahatsızlık değildir tekrarlayabilir.

    Tırnak batması ilk oluşumu sırasında kızarmaya başlar ve acı veren bir şişlik oluşturur.

    Tırnak batmasının nedenlerini sizler için sıraladık göz atmanızda fayda var.

    tirnak-batmasini-hafife-almayin-1

    TIRNAK BATMASI NEDEN OLUR?

    Tırnak batmasının birçok nedeni olabilir. Hiç ummadığınız bir takım şeyler bile tırnak batmasına sebebiyet verebilir.

    -Yanlış tercih edilen ayakkabılar: Yüksek topuklu ayakkabıları çok sık kullanıyorsanız batık tırnak sorunu yaşayacaksınız demektir. Bu rahatsızlığa ortam oluşturmamak için yüksek topuklu ayakkabıdan kaçının.
    -Ayağınızı bir yere çarpmanız: Ayağınızı bir yere çarpmamaya özen gösterin.
    -Yanlış kesilen tırnaklar: Yanlış şekilde kestiğiniz tırnaklar uzamaya başladığında derinize doğru batmaya başlar ve zamanla sizi rahatsız eder.
    -Kilolu olmak: Aşırı kilolu olmak ağırlığınızı ayakalara verdiğinden ayakta batığa neden olacaktır.
    -Hijyenik ortamlarda yapılan pedikürler: Siz siz olun her yerde pedikür yaptırmayın. Hijyenik olmayan yerlerde yapılan pedikürler batık tırnak oluşumuna zemin hazırlar.

    Yukarıda tırnak batmasına neden olan en sık etkenleri sıraladık. Tırnak batmasında tedavi çeşitleri durumun ciddiyetine göre değişiklik gösterir. Tırnak batmasında uygulanan en yaygın tedavi şekilleri şu şekilde.

    TIRNAK TELİ YÖNTEMİ

    Tırnağın yan katlantıları tırnak kökünden itibaren 0.5- 0.8 cm’yi geçmeyecek kadar çıkarılıp kesilir. Bu bölgeye özel aparatlar yardımı ile sürülen ilaçlar ile “kimyasal matrisektomi” denilen işlem gerçekleştirilir. Tırnak teli tedavi yöntemi kesin çözüm olup maliyetli bir tedavi şeklidir. Son yıllarda sık yapılmaya başlanmıştır.

    BATIK TIRNAK AMELİYATI

    Tırnak batmasının ileri seviyelerinde tırnak batması ameliyatı gerçekleştirilir. Maalesef ameliyat bazen kesin çözüm olmayabiliyor. Yani batık tırnak ameliyatı da olsanız bu süreç hep tekrarlayacaktır.

    TIRNAK BATMASINA DOĞAL YÖNTEMLER

    Eğer tırnak batmasını yeni yaşıyorsanız çok şanslısınız. Erken çözümler bularak cerrahi müdahale olmadan sağlığınıza kavuşabilirsiniz.

    -Ayağınızı günde 4 kez sıcak suda bekletin. Suya hiçbirşey eklemenize gerek yoktur. İltihaplı bölgeyi günde iki kez yıkayın.

    -Ayakkabı seçimize dikkat edin. Yüksek topuklu ayakkabılardan kaçının.Rahatsızlığınız gidene kadar rahat ayakkabılar giyin.

    -Deriye batmakta olan tırnağı altına bir pamuk koyarak havaya kaldırın. Bunları düzenli halde yapmanıza rağmen hiç bir etki olmadıysa mutlaka bir doktora görünün.

  • Yumurta haşlamanın püf noktaları!

    Yumurta haşlamanın püf noktaları!

    Kimi az pişmiş sever kimisi rafadan kimisi çok pişmiş sever.. Peki bu pişirme şekli nasıl yapılır püf noktalarını biliyor musunuz?

    Yumurta haşlamak belki çok kolay bir işlem ancak damak zevkinize göre sevdiğiniz lezzette haşlamak itiraf edelim kolay olmayabilir. Eşiniz sizden rafadan yumurta isteyebilir ve sizin yumurtalarınız taş gibi olmuştur ve sonuç hüsran. Üzülmeyin işte sizlere ideal yumurta haşlamanın püf noktalarını açıklayacağız.

    Yumurta hem protein değerleriyle hem de ekonomik oluşu nedeniyle sevdiğimiz gıdaların başında gelir. Kahvaltıda yumurta haşlamayı genelde ihmal etmeyiz. Yumurta haşlamanın da kendine göre bir adabı vardır.  Mükemmel bir yumurta haşlamak için bunlara dikkat edin. İdeal yumurta haşlama kolay olmayabilir ancak bu püf noktalarıyla artık kolay olacak.

    Yumurtanın haşlanma süresi, pişirme yöntemine göre değişir. 3 çeşit yumurta pişirme yöntemi vardır bunlar; rafadan, kayısı ve katı yumurtadır. Pişirme yöntemine göre sürelerine bakacak olursak:

    Yumurtanın kaynama sürelerine dikkat etmek gerekir.  Hangi yumurta nasıl yapılır gelin birlikte görelim..

    367755-650-1457540034-1083210_650

    Rafadan yumurta yapımı

    Rafadan yumurta sevenler dikkat. Yumurtanızı rafadan istiyorsanız kaynadıktan sonra 3 dakika daha kaynatmanız yeterli.  Eğer bu süreyi ayarlayamıyorsanız içinizden 100 e kadar sayın ocağı öyle kapatın. Böylece yumurtanız rafadan olacaktır.

    Kayısı yumurta yapımı

    Kayısı gibi yumurta sevenlerimiz de az değildir. Orta hallidir ne çok pişmiş ne az pişmiştir. Kayısı yumurta pişirmek için kaynamaya başladıktan sonra 5-6 dakika daha fazla kaynatın ve ocağı kapatın.

    Katı yumurta yapımı

    Katı yumurta sevenler buraya. Katı yumurta elde etmek için kaynadıktan sonra 12 dakika daha beklediğiniz taktirde yumurtanız istediğiniz katılıkta olacaktır.

    Yumurta haşlama süreleri çok önemlidir. Aşırı kaynatılan yumurtanın vitamin değerleri düşer. Bu nedenle bir yumurta en fazla 15 dakika kadar haşlanmalıdır.

    Yumurta haşlarken çatlamaması için: Buzdolabından alınıp diğer soğuk suya atılıp haşlanmaya alınan yumurtalar genelde çatlar. Bunun için haşlanacak yumurtalar oda sıcaklığında olmalıdır.

  • Ameliyatsız Basit Burun Estetiği

    Ameliyatsız Basit Burun Estetiği

    Ameliyatsız burun estetiği hakkında öğrenmek istediğiniz her şey Op. Dr. Güncel Öztürk’ün bilgilerinden derlediğimiz yazımızda saklı!

    Her geçen gün gelişen teknoloji sayesinde ameliyatsız burun estetiği mümkün… Üstelik yalnızca 15 dakikada!

    Botoks ve dolgu enjeksiyonu estetik cerrahiye özellikle son 10 yılda hızlı bir giriş yaptı. Ve teknolojik olarak da çok hızlı gelişti. Sadece kırışık tedavisinde değil artık burun estetiğinde de non invaziv yani ameliyatsız tedavi yöntemi olarak kullanılmaktadır.

    Rinoplastide dolgu ve botoks gibi ameliyatsız tekniklerin kullanılmaya başlanmasıyla burun estetiği sorunlarında daha hızlı ve daha etkili sonuçlar alınabiliyor. Üstelik burun küçültme estetiği hariç burundaki bütün estetik sorunlar yaklaşık 15-20 dakika içinde düzeltilebiliyor.

    Anestezi korkusuna son…

    Özellikle ameliyat ya da anestezi korkusu olan, rinoplasti sonrası iyileşme süreci için yeterli vakti olmayan, çok kısa süre içinde burnundaki estetik sorunlardan kurtulması gereken için çok daha uygun bir operasyondur.

    15-dakikada-ameliyatsiz-burun-estetigi-3

    Bu estetik operasyon sürecinde de uygulamadan önce:

    • 3D simülasyon cihazı ile operasyon sonrası burnunuzun nasıl görüneceğini görebilirsiniz.
    • 3D simülasyon cihazı uygulamasında kişinin gerçek fotoğrafları üzerinden özel yazılım programlar ile modellenen kişinin 3 boyutlu görüntüleri üzerinden operasyon planlanabilir.
    • Böylece operasyon sonrası kişiler herhangi bir kötü sürprizle karşılaşmadan istediği sonuçlarla karşılaşabilir.

    Peki, dolgu ve botoks işlemi ile burun estetiği nasıl yapılıyor?

    Dolgu enjeksiyonunda hyalüronik asit dolgusu botoks enjeksiyonunda ise botulinum toksini kullanılır. Burun kemeri, burun eğriliği, burun ucu düşüklüğü, burun deliği asimetrisi gibi sorunlar ameliyatsız bir şekilde tedavi edilebilir. Dolgu ile botoks farklı sorunlar için kullanılır. Örneğin burun ucu düşüklüğünde botoks kullanılırken, burun kemerinde ise dolgu enjeksiyonu kullanılır.

    Dolgu enjeksiyonunun sonuçları hemen görülür mü?

    Botoks enjeksiyonunun sonuçları için birkaç gün beklemek gerekir. Ameliyatsız estetik yöntemlerinin sonuçlarının geçici olduğunu da hatırlatmak gerekir. Dolgu enjeksiyonunun etkisi ortalama 1 yıl sürerken, botoks enjeksiyonunun ortalama 6 ay sürebilir. Bu sürelerin sonunda her iki prosedürün de tekrarlanması gerekir.

    Ameliyatsız burun estetiği güvenli bir operasyon mudur?

    Burnun da estetik sorun olan herkesin düşünebileceği pratik ve güvenilir bir operasyondur. Siz de alanında uzman bir cerrahtan destek alarak burnunuzdaki sorunlardan birkaç dakika içinde kurtulabilirsiniz. Özellikle düğün, nişan gibi özel bir güne hazırlananlar için oldukça uygun bir operasyondur.

  • Gripten korunmak için 10 altın kural

    Gripten korunmak için 10 altın kural

    Gripten korunmak için 10 altın kural Dr.Özgönül, “Grip özellikle yaşlılar ve çocuklar için tehlikelidir. Akciğerde çoğalıp zatürreye yol açıp başka hastalıklara da zemin hazırlaması nedeniyle grip, özellikle 65 yaş üstü kişilerde, akciğer, kalp, böbrek, karaciğer ve şeker hastalığı olanlarda ve kanser tedavisi görenlerde ve bağışıklık sistemi tam gelişmediği çocukluk döneminde ölümcül olabilir” dedi.

    Gripten korunmak için 10 altın kural

    Dr.Özgönül, gripten korunmanın 10 altın kuralını şöyle sıraladı;
    “1-      En etkili yol grip aşısı olmaktır. Özellikle yukarıda belirttiğimiz risk grubunda olan kişiler mutlaka aşılanmalıdır.
    2-      Aşı yapılması sadece gribe karşı koruma yapmayacak aynı zamanda grip sonrası gelişebilecek diğer hastalıkların ( Bronşit ve zatürre gibi ) gelişmesi de önlenmiş olacaktır.
    3-      En iyi ikinci koruma yöntemi sağlıklı beslenmektir.  Sağlıklı beslenmek dediğimizde hemen aklımıza bol salata, meyve gibi yiyecekler gelebilir. Fakat özellikle kış aylarında bağışıklık sistemimizi güçlendirmek için hem bitkisel hem de hayvansal proteinlerden beslenmemiz gerekecektir.
    4-      Bağışıklık sistemimizi güçlendirmek için C vitamini ve özellikle çinko yönünden zengin gıdalar ile beslenmek gerekir. Limonlu ve zeytinyağlı salatalar ve özellikle taze portakal ve mandalina mükemmel bir C vitamini kaynağıdır. Çinko için ise Ispanak, kuzu ve sığır eti, badem, mantar, kabak çekirdeği, susam, fasulye, kuru fasulye, bezelye, kabak, hindi eti ve tavuk göğüs eti tüketebiliriz.
    5-      Grip en çok soluduğumuz havadan geçer. Bu nedenle havalandırması yetersiz ve çok kalabalık ortamlardan uzak durmamız bizi gribe karşı koruyacaktır.
    6-      Gribin bulaşmasının bir diğer yolu da ellerimizdir. Özellikle dışarıda dolaşırken veya bir mağazada, alışveriş merkezinde gezinirken, ellerimizle dokunabileceğimiz nesnelere ( asansör düğmesi, merdiven tutacakları, kapı kolları, yaslanılabilen duvar gibi yüzeyler, duraklarda bulunan direkler gibi ) dokunmamaya özen gösterelim veya dokunacaksak elimize bir peçete alarak onunla dokunmak ve sonrasında bu peçeteyi hemen çöpe atmak iyi olacaktır. Hastalığın en sık eller ile bulaştığını unutmayalım ve dışarıdayken ellerimizi asla ağız ve burun bölgesine götürmeyelim. Götüreceksek mutlaka temiz bir kağıt peçete kullanalım.
    7-      Başkalarının sağlığı için eğer hapşıracak veya sümküreceksek mutlaka temiz kağıt bir peçete kullanıp bunu da hemen çöpe atmamızda yarar vardır.
    8-      Yolda karşılaştığımız yakın tanıdığımız bile olsa arkadaşlarımızla asla öpüşmememiz gerekir. Çünkü e o bizim hasta olup olmadığımız ne de biz onun hasta olup olmadığını bilmiyoruz. Siz öpüşüp sarılmak için hamle yaparsanız, karşınızdaki kişi hasta bile olsa bazı durumlarda nezaketen kendini geri çekemeyebilir. Bu durumda hastalık kendiliğinden yayılmaya olanak bulur.
    9-      Ellerimizi sık sık yıkamaya çalışmalıyız ve çalıştığımız yerde kendimize özel bir bardağımız yoksa tek kullanımlık bardakları tercih etmemiz mikropların bulaşmasını engelleyecektir. Ayrıca çalıştığımız ortamda kullandığımız kalem gibi kırtasiye malzemelerine de itina ile yaklaşmalıyız. Mümkünse kendimize özel olanlarını sadece kendimiz kullanmaya gayet etmeliyiz.
    10-   Kış aylarında giyim tarzımız da vücut direncimizin düşmesine neden olabilir. Bu nedenle ne derece zor olsa bile kapalı ve sıcak bir ortama girdiğimizde üzerimizdeki fazla olan palto ceket gibi giysileri çıkararak dışarı çıkarken de bunları giyerek vücudumuzun lüzumsuz yere terlemesine veya soğuk ta kalmasına müsaade etmemeliyiz.”
    Kaynak: gazetevatan.com