Kategori: Sağlık

  • Kadınlar Neden Daha Çok Üşür?

    Kadınlar Neden Daha Çok Üşür?

    Kimileri soğuğa daha dayanıklıyken, kimilerinin ayakları neden bir türlü ısınmaz? İşte merak edilen sorunun yanıtı.

    Kimileri soğuğa daha dayanıklıyken, kimilerinin ayakları neden bir türlü ısınmaz? Erkekler kadınlara oranla soğuktan daha az mı etkilenir?

    Spor hekimi Joachim Latsch herkesin kendine has bir üşüme tarzı olduğunu belirtiyor ve bunun nedeni “Her insanın cildinde sıcak ve soğuğu algılayan sensörler mevcut. Bu sensörlerin dağılımının farklı oluşu nedeniyle herkesin ısı algısı da farklı” şeklinde açıklıyor.

    Örneğin kimi insanların kulaklarında soğuğu algılayan sensörler fazla olduğu için kulakları çok üşürken, kimilerinde bu sensörler ayaklarda yoğunluk gösteriyor ve ayakları bir türlü ısınmıyor. Bunun dışında tüm insanlarda farklı miktarda sensör bulunuyor. Ancak dünyanın neresinde yaşıyor olursa olsun insanlar yaklaşık olarak aynı vücut ısısına sahip.

    Joachim Latsch, “İnsandan insana biraz oynama göstermekle birlikte hepimizin vücut ısısı yaklaşık 36,5 derece. Aradaki fark sadece 4-5 derece olsa da bu ısının 42 dereceyi aşması, hayati tehlike anlamına geliyor. Yine 30 derecenin altı da aynı şekilde ölümcül” diyor.

    Ölümcül olabiliyor

    Vücut ısısı aşırı şeklide düştüğünde kalp ve beyin gibi hayati önem taşıyan organlar görevlerini yerine getirememeye başlıyor. Bu da baygınlık ve hatta donarak ölüme sebebiyet verebiliyor. Bu nedenle vücut ısısındaki en küçük bir düşüş, alarm sinyallerinin çalmaya başlamasına neden oluyor. Gözle görülebilen ilk sinyal, vücuttaki tüylerin diken diken olması.

    Joachim Latsch sözlerini şöyle sürdürüyor: “Bu insanların vücudunun tamamen tüylerle kaplı olduğu zamanlardan kalma bir şey. Sahip olduğumuz tüm tüylerin çıkış noktasında küçük bir kas mevcut. Soğukla karşılaştığında bu kas kasılıyor ve bu da tüylerin dikleşmesini sağlıyor.”

    Bu hareketin temelinde tüyler arasında vücudu ısıtacak bir hava tabakası oluşturma mantığı yatıyor. Latsch vücudun soğuğa karşı başka bir tepkisininse titreme ve dişlerin birbirine vurması olduğunu belirtiyor: “Vücut ‘Üşüyorum, o halde bir şeyler yapmalıyım’ diyor. İşte o noktada kaslarda titreme başlıyor. Ancak çenemiz çiğneme hareketi için ihtiyaç duyduğumuz çok güçlü bir kas yapısına sahip ve iki küçük eklemle oldukça gevşek bir biçimde başımızın geri kalanına tutturulmuş durumda. Bu kaslar titremeye başladığında çenemiz çok hareketli olduğundan dişlerimiz hızlı bir biçimde birbirine vurmaya başlıyor.”

    Kasların etkisi

    Kaslardaki titreme hareketi dolaşımı hızlandırıp ısınmamızı sağlıyor. Vücuttaki kas oranı da yine üşüme üzerinde etkili bir diğer faktör. Kadınların vücudu ortalama yüzde 25 oranında kastan oluşurken, erkeklerde bu oran ortalama yüzde 40 seviyesinde. Vücuttaki kas oranı yükseldikçe soğuğa dayanıklılık da artıyor. Kadınların çok üşümesinin altında da bu neden yatıyor. Yani soğuğa dayanıklılık için biraz kilolu olmanın avantajlı olduğunu savunan yaygın görüş aslında hurafeden ibaret.

    Joachim Latsch, “Üşümek istemiyorsanız kilo almaya çalışmayın, kalkıp hareket edin” diyor.

  • Reflü hakkında bilmeniz gereken herşey

    Reflü hakkında bilmeniz gereken herşey

    Reflü kelime anlamı olarak geriye kaçış demektir. Gastroözofageal reflü (GÖR); asitli mide içeriğinin mideden (Gastro) yemek borusuna (Özofagus) geri kaçışıdır.

    REFLÜ NEDİR? (GASTROÖZOFAGEAL REFLÜ)

    Yediğimiz besinler yemek borusundan mideye gelir. Yani mide, yukarında yemek borusuyla bağlantılıdır. Çeşitli sebeplerden dolayı mide içeriğinin yemek borusuna geri kaçmasına reflü denir. Bu durum uzun süre devam ederse, asitli olan mide içeriği yemek borusunu tahriş eder. Yemek borusu kendini mide asidinden koruyamaz hale gelir.

    Reflülü kişilerde, genelde yemekten sonra ağza acı su ve besin gelebilir. Reflünün oluşmasında bir diğer faktör mideyle yemek borusu arasındaki kapağın görevini yerine getirememesi sonucu ortaya çıkar. Bu kapak, mide içeriğinin yemek borusuna geçişini engellemektedir.

    Tüm dünyada sık görülen bir hastalık olan reflü, ülkemizde de bir hayli fazla görülmektedir. Yapılan araştırmaya göre her 5 yetişkinden birinde reflü vardır. A.B.D’ de bu oran yüzde 0.5′tir.

    REFLÜNÜN BELİRTİLERİ NELERDİR?

    Reflü görülen kişilerde şu belirtilerden bazıları vardır:

    Mide yanması en çok şikayet edilen rahatsızlıktır.
    Mide içeriğinin yukarı çıktığını hissetmek,
    Göğüs bölgesinde yanma,
    Ağza acı suyun gelmesi,
    Kalp çarpıntısı,
    Rahatsız edici mide şişkinliği, öksürme,
    Bazı durumlarda boğazda bir kaç belirti ile kendini gösterebilir;

    Boğazda bir şey varmış gibi hissetme ve boğazı temizleme hissi,
    Yutkunurken zorlanma,
    Öksürük,
    Boğaz ağrısı,

    Stres reflüyü arttırmaz. Fakat reflünün şikayetlerinin hissedilmesine neden olur. Zaten stres, gastrit ve ülser gibi mide hastalıklarına yol açacağından ve mide asidini arttıracağından şikayetlerin artmasına yol açar.

    Reflü, ağız kokusuna yol açabilir. Fakat sadece reflü değil, dişlerde meydana gelen bir enfeksiyon, bademcik iltihabı, sinüzit, salyanın azalması da ağız kokusuna yol açar. Bunları reflüden ayırmak gerekir. Bazı durumlarda hasta ağzının kötü koktuğunu söyler; fakat bu diğer kişiler tarafından farkedilmeyebilir. Bu, psikolojik bir problemdir ve tedavi edilir.

    REFLÜ TANISI

    Reflünün tanısında çok kullanılan yöntemlerden biri endoskopidir. Her hastaya uygulanır. Bu yöntemle mide kapağının durumu, yemek borusunun hasarı ve diğer mide yüzeyindeki rahatsızlıklar saptanır.

    Tanıda kullanılan bir diğer yöntemde, ilaçlı bir filmle yemek borusundan, ilacın geçişi izlenir ve herhangi bir problem varsa tedavi edilir. Diğer yöntemlerle de yemek borusundaki reflü, ph metriyle, yemek borusunun besini itme gücü ise manometri ile ölçülür.

    REFLÜ TEDAVİSİ

    Hastaların alacağı bazı önlemler, beslenme konusuna dikkat etmek ve ilaç tedavisi hastalığın kontrol altına alınmasını sağlar. Reflü tedavisinde bir kaç seçenek vardır. Hastalığın ne kadar ilerlediği belirlendikten sonra buna en uygun tedavi doktorunuz tarafından belirlenir.

    Tedavi seçeneklerinden birisi ilaç tedavisidir. Bunun için mide asidini kontrol altına alacak ya da salgısını azaltacak ilaçlar kullanılır. Böylece yemek borusuna kaçan asit miktarı azaltılır. Bir çok reflü hastasında olumlu sonuçlar alınır. Fakat ilacın bırakılmasıyla belirtiler, şikayetler tekrar ortaya çıkmaya başlar. Çünkü bu ilaç tedavisiyle mide kapağındaki sorun ortadan kaldırılamaz. Bu tedaviyle yemek borusunun tahrişi en aza indirilir fakat safra sıvısı asidik olmadığından yemek borusuna yine kaçar ve zarar verir.

    Diğer bir tedavi şekli ise cerrahi tedavidir. Alınan önlemler ve ilaçlarla hastalık kontrol altına alınamıyorsa anti-reflü cerrahisi uygulanmaktadır. Ameliyatla büyük oranda başarı sağlanır ve reflü şikayeti tamamen ortadan kaldırılır. Bu ameliyatta, mide kapağındaki bozukluk düzeltildiği için mide sıvısının, yemek borusuna geçmesi engellenmiş olur. Tercih edilmesi daha doğru bir tedavi şeklidir. İlaç kullanımına gerek yoktur. Hayat boyunca ilaç kullanmak istemiyorsanız, hastalıktan tamamen kurtulmak için ameliyat yeterlidir.

    REFLÜNÜN NEDEN OLDUĞU DİĞER PROBLEMLER NELERDİR?

    Çok sık karşılaşılan bir durum olmasa da, uzun süreli reflü hastalığı ciddi rahatsızlıklara yol açabilir. Normalde yemek borusu mekanik dalga hareketleriyle alınan besinin mideye iletilmesini sağlar. Yani yemek borusu, hiçbir hareket yapılmadan yemeğin geçtiği bir boru değildir. Bu yüzden de yutma işlemi aktif bir olaydır. Bu sayede, uzanırken bile bir şeyler yediğimizde bunlar mideye iletilir. Reflü, uzun sürdüğünde yemek borusunun sürekli tahrişi sonucu hareketliliğinde azalma meydana gelir. Hatta bu tahriş sonucu yemek borusu kısalabilir ve alt ucu daralabilir. Böylece katı besinlerin yutulması güçleşir. Günümüzde uygulanan antireflü ameliyatları bunun gibi geç kalınmış durumlarda uygulanamaz.

    REFLÜ HASTALARININ YAPMASI GEREKENLER

    Asitli içeceklerden, alkol, kahve, baharatlı yiyecekler, çikolata, soğan, sarımsak gibi besinlerden uzak durmak gerekir. Bunlar mide asidini arttırıcı yiyecek ve içeceklerdir.
    Aspirin ya da ağrı kesici ilaçların mümkün olduğunca az kullanılması gerekir.
    Yemek yedikten hemen sonra yatmayın. Çünkü mide asit miktarı yatarken çoktur. Yattığınızda ise baş-boyun bölgenizi yukarıya koyun.
    Sigara ve alkol asit dengesini bozacağından mutlaka bırakmalısınız.
    Az ama sık yemek yemek, her öğün çok fazla yemekten daha iyidir.
    İdeal kilonuzda olmanız gereklidir. Bunun için doktor kontrolünde zayıflamanızda fayda vardır.
    Kemeri çok fazla sıkmayın, dar giysilerden kaçının.
    Çok fazla güç gerektirecek işlerden uzak durun.

    Bacak reflüsü duydunuz ‘mu ?

    İSTANBUL – Damar Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Semih Barlas, özellikle hareketsiz, sürekli oturarak ya da uzun sürekli ayakta çalışmayı gerektiren çalışma koşullarının, çalışan kadınların büyük bir bölümünü venöz reflü hastalığı açısından riskli gruba soktuğunu dile getirerek, hastalığın en belirgin belirtilerinin de bacaklarda yorgunluk, ağrı ve şişme olduğunu ifade etti.

    Bacaklarda çok sayıda ven (toplardamar) bulunduğunu ve sağlıklı bacak venlerinin içinde tek yönlü çalışan kapakçıkların açılıp kapanarak, kirli kanın ayaklardan kalbe geri taşınmasını sağladığını anlatan Barlas, ven kapakçıkları bozulduklarında, aşağıdan-yukarıya doğru olması gereken bu yolculuğun yön değiştirdiğini ve yukardan-aşağıya, ayaklara doğru bir geri-kaçırma başladığını, buna venöz reflü denildiğini belirtti.

    ”60 yaşına gelen kadınların yüzde 75’inde, erkeklerin yüzde 45’inde venöz reflü görülüyor” diyen Barlas, venöz reflünün ilk belirtisinin diz altında ve bileklerde görülen ve gün içinde artan ödem (şişlik) olduğunu kaydetti.

    Hastalık ilerledikçe bacaklarda damarların görülmeye başladığını, önce 1-3 milimetre çapında, örümcek ayağı veya ağaç kökü manzarasında mavi, yeşil, kırmızı kılcal damarların belirdiğini anlatan Barlas, tedavi edilmeden geçen sürenin, bu kılcal damarların çaplarını ve sayılarını artırırken, renklerini koyulaştırdığını ifade etti.

    Cilt altında büyük ”venöz pake” denilen ve spagetti makarnaya benzeyen damarların da zaman içinde ortaya çıktığını kaydeden Barlas, ”Hastalığın son aşamalarında ciltte renk değişiklikleri ve bilek düzeyinde gelişip aylarca iyileşmeyen yaralar belirir” ifadesine yer verdi.

    Hastalarda, sabahtan akşama doğru artan karakterde, ayak tabanından dize doğru, adeta bir çizme tarzında, yanma, yorgunluk ve ağrı hissi, diz altında, bacağın iç yanında, kaşıntı, hareketsiz kalındığında ayaklarda veya parmaklarda kramplar, akşamları uykuya dalınmadan önce geçen sürede, ayakları yorgandan dışarı uzatıp serinletme veya germe ya da altına yastık koyma arzusunun var olduğunu da kaydeden Barlas, şunları kaydetti:

    AKCİĞER DAMARLARINDA TIKANIKLIĞA NEDEN OLABİLİR
    ”Venöz reflü gelişirken, bacaklardaki toplar damarların içindeki kapakçıkların geriye kaçırması yüzünden artan basınç, bu damarları kıvrıntılı bir yapıya dönüştürür. Kıvrımlı bir damarda, kanın akışkanlığı da yavaşlar. Uzun yolculuklar, bacağa gelen darbeler, vücudun susuz kalması gibi durumlarda, toplardamar içindeki zaten yavaş olan kan akımı tamamen durur ve pıhtı oluşur. Bu pıhtı, tedavi edilmediğinde akciğer içindeki bir damarın tıkanmasına yol açabilir.”

    Hastalığın tanısının kalp damar cerrahı tarafından muayene ile konulacağını da dile getiren Barlas, 1-5 milimetre çapında gözle görünen kılcal damarların tedavisinde, çok ince iğnelerle bu damarların içine, karbondioksit ve oksijenle karıştırılıp köpüklü bir hale getirilen ilaç enjekte edildiğini, bu yöntemle damarın büzüştürülerek vücut tarafından tamamen emilip yok edilmesinin sağlandığını anlattı.

    5 milimetreden büyük olarak görünen damarların tedavisinin de lokal anestezi altında, damarın görüldüğü hat boyunca, belli aralıklarla 1 milimetre çapında yapılan minik kesiler içinden uzatılan bir alet ile venöz pake denen damarların vücuttan uzaklaştırıldığını belirten Barlas, bacağın derinlerinde yer alan ve gözle görünmeyen toplardamarların reflüsüne ilişkin tedavilerin de var olduğunu vurguladı.

    Barlas, ”Kadınların en büyük sorularından biri olan venöz reflü, tedavi edilmezse ciddi rahatsızlıklara yol açabiliyor. Venöz reflü ve bunun sonucunda ortaya çıkan varis, kozmetik değil, bir dolaşım hastalığıdır. Bu nedenle de tedavi, kalp damar cerrahisi uzmanlık alanına giriyor” ifadesini kullandı.

    [youtube id=”0-seSNwiKZw” width=”600″ height=”350″]

  • Azospermi Nedir? Micro Tese Ameliyatı Nedir?

    Azospermi Nedir? Micro Tese Ameliyatı Nedir?

    Azospermi Nedir? Micro Tese Ameliyatı Nedir?

    [youtube id=”3t9ez3KbzF4″ width=”600″ height=”350″]

    Semen analizinin yapılaması için örnek nasıl verilmelidir?

    Genel olarak semen örneğini toplamak için masturbasyon yoluyla geniş ağızlı ve steril bir kap içerisinde meninin toplanması gerekir. Mastürbasyon yoluyla örnek veremeyen kişilerin özel bir prezervatif ile eşi ile ilişkiye girerek meni örneği alınabilir. Genellikle örneklerin hastane içerisinde özel olarak ayrılmış odalarda verilmesi ve hemen laboratuara ulaştırılması gerekir. Ancak hastane ortamında örnek veremeyen kişilerin vucut sıcaklığında örnekleri muhafaza ederek yaklaşık 30 dakikada laboratuara ulaştırması istenir. Mastürbasyon sırasında kayganlaştırıcı madde veya sabun vb., kullanılan prezervatifler de sperm öldürücü madde olmaması gerekir.

    Meni örneği toplamadan önce kaçgünlük cinsel pehriz önerilir?

    Semen Analizi için örnek vermeden önce 2-4 günlük ilişkiye girmemiş veya boşalmamış olmak gereklidir.

    Hastane ortamında örnek verme güçlüğü olan hastalarda neler uygulanıyor?

    Mastürbasyon yoluyla örnek veremeyen veya hastane ortamında aşırı stress ve utangaçlığa bağlı olarak ereksiyon kaybı ve boşalamama gibi durumlar söz konusu olabilir. Böyle durumla karşılaşmış olanlar yumurta toplama günü gibi önemli bir zamanda sıkıntı yaşamamak için mutlaka problemi önceden doktoruna bildirilmeli veya doktoru tarafından sorgulanmalıdır. Polikliniğimize başvuran tüm infertilite şikayeti olan hastalarımızdan semen analizinin laboratuarımızda değerlendirilmesi için örnek vermelerini istiyoruz. Böylece hem semen analizinin kendi laboratuarımız da görülmesini ve hemde sperm verme güçlüğü olan kişileri önceden tespit etme olanağını elde etmiş oluyoruz. Ereksiyon problemi yaşayan hastalara örnek vermeye gitmeden önce uygun dozda ilaç tedavisi veya ilaç tedavisinin yetersiz olduğu durumlarda testisten sperm elde etme yöntemleri (MESA/TESA) ile sperm elde edilebilir.

    Normal sperm parametreleri nelerdir?

    Miktar (volüm) 2.0 ml ve üzeri

    ph 7.2 ve üzeri

    ml de sperm sayısı (konsantrasyon) 15 milyon/ml ve üzeri

    Total sperm sayısı 30 milyon/ml ve üzeri

    Hareketlilik (motilite) %50 ve üzeri A+B derecesinde hareket veya A derecesinde %25 ve üzeri Derecelendirme (Grade)

    +4 veya A: Hızlı ileri hareket

    +3 veya B: yavaş ileri hareket

    +2 veya C: yerinde hareket

    +1 veya D: hareketsiz

    Şekil (morfoloji) %4 ve üzeri (Kruger’e göre)

    Canlılık (viability) %75 ve üzeri

    Lökosit (iltihap hücresi) 1 milyon/ml nin altında

    Bu parametrelerin tek başına değerlendirilmeleri çoğu zaman yalnış değerlendirmelere yol açar. Genel olarak ml de sayı, hareketlilik, morfoloji kriterleri beraber değerlendirilerek infertilite durumu hakkında bilgi edinilir.

    Azoospermik erkeklerde mutlaka konsatrasyon (santrifüj) sonrasına bakarak oluşan çökeltide sperm olup olmadığı incelenmelidir.

    Bir kez spermiogram yaptırmakla ile sağlıklı sonuç elde edilir mi?

    Hayır. İnfertilite şikayeti ile başvuran bir erkekte en az iki spermiogram 2-3 hafta ara ile yapılmasında kesinlikle fayda vardır. Erkekte sperm yapımı 64-72 gün süren bir süreçtir ve sürekli aynı özellikler taşıması beklenemez. Sperm yapımı etkileyen çeşitli faktörlerle sperm yapımı bozulabilir. Ortalama fikir sahibi olmak için birden fazla spermiogram yaptırmak önemlidir. Özellikle azoospermik erkeklerde mutlaka ikiden fazla sperm analizi özellikle santrifüj sonrasındaki çökeltide sperm olup olmadığının incelenmesi gerekir.

    Santrifüj sonrası sperm görülen kişilerde neler yapılmalıdır?

    Polikliniğimize azoospermia teşhisi ile başvuran erkeklerin yaklaşık %25-30 unda çok az miktarlarda da olsa sperm tespit etmekteyiz. Yaptığımız bir çalışmada santrifüj sonrası laboratuarımızda sperm görülmüş hastaların %50 sinde daha önce başvurdukları merkezlerdeki spermiogramlarında sperm görülmemesi üzerine testis biopsisi uygulandığını tespit ettik. Menide sınırlı sayıda sperm (cryptozoospermia) olan bu hastaların zaman zaman sperm çıkışı olup zaman zaman hiç sperm görülmeyebilir. Bu nedenle ilk spermiogramda hiç sperm görülmemesi başka zamanlarda da sperm görülmeyeceği anlamını taşımaz. Cryptozoospermik erkeklerde aralıklı olarak sperm analizi yapılarak ve çıkan spermlerin dondurulması yoluyla mikroenjeksiyon günü muhtemel azoospermia durumunda yedekleme yapılmış olur ve hatta dondurulmuş spermler çözülerek hareketli sperm bulunursa kişi bir TESE operasyonundan korunmuş olur.

    Sperm morfoloji (şekil) bozukluklarının önemi nedir?

    Kruger sınıflamasına göre spermlerin baş, orta bölüm ve kuyruk yapısındaki bozukluklara göre değerlendirilmesi yapılmaktadır. Özellikle baş yapısındaki bazı formların baskın oluşu (makrosefal, çift baş, globozoospermia) bu erkeklerin spermlerinin ICSI (mikro enjeksiyon) uygulamalarında başarısızlık olasılığının yüksek olabileceğinin bir göstergesidir. Çünkü bu anormal baş yapısında spermlerin içerisindeki DNA yapısında da anormallikler tespit edilmiştir. Dolayısı ile bu spermlerin menide yüksek oranda bulunan kişilerde dölleme ve embriyo kalitesinde düşüklük ve neticede gebe kalamama açısından risk yüksektir. Sperm kuyruk yapısındaki bir takım bozukluklarda (kısa kuyruk) spermin hareket kabiliyetini bozarak infertiliteye neden olur. Morfolojide kısa kuyruk anomalisi (tail stump) yoğun olarak görülen erkeklerde yine mikroenjeksiyon sonrası başarı şansı düşük olmaktadır.

    Eğer erkeğin sperm analizi, laboratuar sonuçları ve genital muayenesi normal ise hangi test uygulanabilir?

    Post koital test yani ilişki sorası rahim ağzından alınan örnekte sperm hareketliliğini bozan, spermlerin rahime (uterus) geçişini engelleyen bir problem olup olmadığı araştırılabilir.

    Semen analizinde sıvı miktarı düşük ve çıkan sıvıda az miktarda sperm görülmüş, sorun ne olabilir?

    Kısmi bir tıkanıklık veya retrograt ejakulasyon (mesaneye doğru meninin kaçması) olabilir. Geri kaçış genellikle şeker hastalığı olan, geçmişte mesane boynu operasyonu geçirmiş erkeklerde görülür. Boşaldıktan sonra orta idrar akımında sperm araştırılması ile teşhis konulur.

    Kısmi tıkanıklıkta prostat bölgesindeki sperm kanallarında enfeksiyon, kist veya taşlara bağlı tıkanıklık olabilir.

    Op. Dr. M. Emre Bakırcıoğlu

    Kaynak : www.umuttupbebek.com

  • Hamilelikte İlaç Kullanımı

    Hamilelikte İlaç Kullanımı

    Hamilelikte doktorlara danışmadan ilaç kullanımı çok sakıncalı olabilir.

    1) Hamilelikte ilaç kullanımı sakıncalı mıdır?

    Bazı ilaçlar bebeklerde doğuşsal anormalliklere yol açabilir, bazıları erken doğuma sebebiyet verebilir.

    Bunun için gebeliği planlayan kadınlar dahi yumurtladıktan sonra adet oluncaya kadar geçen iki haftaya kadarki sürede muhtemelen gebe olduklarını düşünerek doktorlarına danışmadan ilaç kullanmamalıdırlar. Gebelikte ise kadın-doğum uzmanını her ilaç kullanımında aramalıdırlar. İlaç kullanımı sadece gebeliğin ilk üç ayında değil daha önceki haftalar ve aylarda da bebeklere zarar verebilir ve erken doğuma da yol açabilir.

    2) Hamilelikte ilaç kullanımı nasıl olmalıdır?

    Hamile, doktoruna danıştığı sürece gebelik boyunca pek çok ilacı kullanabilir. Gebeliğin her gününde, her ayında ve hemen her hastalıkta kullanılacak ilaç mevcuttur. Gebelikte ilaç kullanılamaz ön yargısı yanlıştır. 9 aylık bir süre insan hayatında uzun bir dönemdir ve bu dönemde gebeler elbette ki değişik hastalıklara yakalanacaklar, grip olacaklar, dengelerini kaybedip düşecekler, kollarını bacaklarını zedeleyecekler, değişik iltihaplar kapacaklar, mideleri bozulacak, idrar iltihabı geçirebilecekler, kabız olabilecekler ve ishal olabileceklerdir. Dolayısıyla bir gebenin 9 ay boyunca ilaçsız yaşaması olası değildir. Yeter ki hekimlere danışarak en doğru ilacı kullansınlar.

    3) Hamilelik sırasında kullanılan ilaçların doğacak bebeğe geçişi söz konusu mudur?

    Gebelikte kullanılan ilaçların önemli bir kısmı bebeğe geçer. Ancak çok büyük molekülü olan ilaçlar plasentadan geçmez ve dolayısıyla bebeğe de etkisi olmaz ama ilaçların çoğunluğu plansetayı geçecek, bebeğe de gidecektir. Bu demek değildir ki plasentayı geçip, bebeğe gidebilen hiçbir ilaç kullanılmamalıdır. Çünkü bu durumda daha önce de belirttiğimiz gibi pek çok hastalığın gebelikte tedavisinin yapılmaması gibi bir durum doğurucaktır ki, bu da hem anneye hem de bebeğe daha çok zarar verir.

    4) Bebeğin anne karnında ilaçların yan etkilerine en hassas olduğu dönem sadece hamileliğin ilk üç ayı mıdır?

    Gebeliğin ilk üç ayında bebeğin organları gelişmekte olduğu için verilen bazı ilaçlar bu gelişimi durdurur ve bebeklerde bazı anormalliklere yol açabilir. Ama bebek devamlı gelişen bir organizma olduğu için üçüncü aydan sonra hiçbir zararı yoktur denemez, çünkü gelişim devam etmektedir ve bazı ilaçlar belirli gebelik haftalarında bebeğe yine zarar verebilirler, örneğin bazı hormon ilaçları ve kortizon gibi ama belli dozlarda kalındığı, doktor tarafından verildiği sürece gebeliğin hemen her haftasında ilaç kullanılabilir.

    5) İlaç prospektüslerinin hemen hepsinde hamilelikte kullanılması uygun değildir, ibareleri mevcuttur, gerçekten birçoğu hamilelikte kullanılmaz mı?

    Bütün ilaçların prospektüslerinde bu tür ibarelerin yazılması gebeleri uyarmak içindir. Pek çok ilacın prospektüsünde kullanılmaz yazmaktadır. Bu, gebelikte kontrolsüz ilaç kullanımını önlemek için yapılan bir uyarıdır.

    6) Doz alımı gebelik sürecine göre değişir mi?

    Evet. Özellikle gebeliğin ilk üç ayında ve doğuma çok yakın zamanlarda bazı ilaçları kullanmamak veya dozu azaltmak gereklidir. Bebeğin doğuma çok yakın bir zamanda uzun etkili olan ve vücuttan atılamayan bazı ilaçlar bebeğe geçtiklerinden doğumdan sonra bebek üzerinde etkilerini gösterir ki, bu tarz bazı ilaçlar bebekte nefes alamama, dolaşımı bozma gibi şikâyetlere yol açar. Dolayısıyla bu ilaçları doğumdan bir süre önce kesmek gereklidir.

    7) Hamilelikte antibiyotik kullanımı bebek için sakıncalı mıdır?

    Bazı antibiyotikler gebelikte kullanılmaz. Çünkü bunlar bazen bebeğin kemik gelişimini olumsuz etkiler veya dişlerini sarı yapar vs. Ama pek çok antibiyotik de gebelikte emniyetle kullanılabilir ve kullanılmaktadır.

    8) Doktor gözetimi almadan ilaç kullanımı bebekte ne gibi sağlık sorunlarına yol açar?

    Özellikle bebeğin organ gelişimi süresinde yani ilk üç ayda alınan bazı ilaçlarda bebekte kemik gelişiminin olmadığı, bazı kalp anomalileri olduğu, cinsel organlarının gelişiminde bir takım duraklamalar ve bozukluklar olduğu gözlemlenmiştir. Yine alınan bazı ilaçlar bebekte işitme kaybına, böbrek anomalilerine, hatta kol ve bacak eksikliklerine neden olabilir. Bazı ilaçlar ise bebekte zekâ gelişimine engel olabilir, bebeğin kilo almasını engeller ve rahim içi gelişme geriliği dediğimiz sorunları yaratırlar.

    Bazı ilaçlar bebekte kanamalara yol açabilir ve gerek rahim içinde gerekse doğumdan hemen sonra beyinde kanamalara yol açarak, bebeğin ölümüne neden olabilir.

    9) Bitkisel ilaç kullanmak zararlı mıdır?

    Doktor denetiminde olmak, ilacın temiz koşullarda hazırlandığından emin olmak ve içindeki maddeleri iyi bilmek şartıyla bazı bitkisel ilaçlar gebelikte kullanılabilir. Örneğin kabızlık ilaçları gibi.

    10) Aspirin gebelik sürecinde kullanılmaması gereken bir ilaç mıdır?

    Aspirinin normal 500 mg.lık tabletlerini gebelikte kullanılmasını önermiyoruz. Bu tabletler hem bebekte bazı damar hastalıkları anomalilerine yol açabilmekte hem de her gün kullanıldığı takdirde kanamalara sebebiyet vermektedir.

    Ama düşük doz aspirin gebelikte yaygın olarak kullanılmaktadır. Kılcal damarlardaki pıhtılaşmayı engelleyerek bazı düşük vakalarında, gelişme geriliği olan bebeklerde gelişmeyi hızlandırmak için kullanılmasını önerenler vardır. Özellikle tüp bebek hastalarında bebek aspirini kullanmak yaygın bir gelenektir.

    11) Aşı hamile bir bayana uygulanabilir mi? Aşı çeşitlerine göre farklılık gösterir mi?

    Gebelikte bazı aşılar uygulanabilir. Ancak canlı aşı dediğimiz canlı virüsün vücuda verilerek bağışıklık yaratıldığı aşılarda virüs bebeğe de geçerek onda da hastalıklara yol açabildiği için kullanılmaz.

    Gebelikte sadece ölü aşılar veya mikrobun ancak protein kısmına karşı geliştirilen aşılar rahatlıkla kullanılabilir. Örneğin gebelikte grip aşısı kullanılabilir, ama kızamıkçık aşısı kullanılmaz çünkü bebeğe kızamık geçebilir ve çok ağır anomalilere yol açabilir.

    Yine gebelikte tetanos aşısı ölü aşısı ölü aşı olduğu için kullanılabilir. Biz bütün gebelerin gribe karşı daha hassas olduğunu düşünerek grip aşısının gebelik sırasında vurulmasını özellikle öneriyoruz. Yine son yıllarda çıkan ve salgın halini alan HPV (insan siğil virüsü) gebelikte de bulaşabilir ve rahim ağzı kanserine yol açabilir. Bu yüzden HPV aşısı gebelik öncesi yapılmalı ve bitirilmelidir. Bu aşının gebelik sırasında kullanılmasının şu ana kadar sakıncası olmadığı düşünülse de tavsiye edilmemektedir.

    Gebelik hakkında merak ettikleriniz için tıklayın !

     

  • Diş Teli Tedavisi ve Faydaları

    Diş Teli Tedavisi ve Faydaları

    Diş Teli Tedavileri

    Diş teli tedavisi dişlerdeki çapraşıklıkları, çene gelişim bozukluğu ve kapanışla ilgili problemleri düzelten bir diş hekimliği dalıdır. Düzgün sıralanmış dişler ısırma, çiğneme ve konuşma fonksiyonlarının yanı sıra fiziksel görünümü de olumlu yönde etkiler. Sağlıklı diş etleri ve ideal sıralanmış dişler diş estetiğinin temelini oluşturur.
    Düzgün yerleşmemiş üst ve alt ön dişler diş teli tedavisi ile düzeltilebilecek konuşma bozuklukları yaratabilirler. Diş teli tedavisi aynı zamanda arka diş yüzeylerinin hızlı yıpranmasını da engellerler. Kapanma sırasında dişlere aşırı bir yük biner ve eğer ön dişler düzgün kapanmazlarsa arka dişler daha çabuk yıpranır.

    Diş teli tedavilerinin faydaları
    Diş eti problemlerinin diş teli tedavisinden sonra görülme sıklığı azalır. Hasta ideal bir ağız bakımı yaparsa diş eti hastalıkları, diş taşı, plak oluşumu görülmez.
    Çiğneme kabiliyetiniz gelişir. Sindirim sisteminiz daha sağlıklı hale gelir.
    Diş fırçası daha rahat diş yüzeylerine temas eder ve diş ipi kullanımınız daha pratik olur. Sonuçta daha ideal bir ağız sağlığına kavuşursunuz. Dişleriniz ve çene ilişkiniz düzeldikçe yüz estetiğiniz, dudaklarınızın konturları ve profilinizde de olumlu yönde değişiklilikler olur.
    Dişlerin olması gereken çizgi boyunca dizilmesi daha kolay ve ulaşılabilir temizlik yapmanızı sağlar.

    Görünmeyen Diş Telleri Özgürleştiriyor

    Birçok kişi, dişindeki çarpıklık ya da aralık nedeniyle kendini kötü hisseder ve sırf bu yüzden gülümserken dişlerini kapatır.

    Bu durumdan muzdarip olanlar da diş teli takmak istemediği için bir türlü tedaviye başlamaz. Günümüzde uygulanan alternatif tedavilerle çocukluktan yetişkinliğe her yaştan hastanın tedavi edilebileceğini söyleyen Liv HOSPITAL Ağız ve Diş Sağlığı Bölümü’nden Dt. Fırat Dağcıoğlu yetişkinlerde uygulanan ‘Invasilign ve Lingual’ tedavi yöntemleriyle diş teli takmadan güzel dişlere sahip olunabileceğini söylüyor.

    Düzgün dişler ve güzel bir gülümseme, bireylerin kendisini doğru ifade edebilmesi için en etkili yoldur. Genel sağlığınızdan nasıl göründüğünüze kadar yaşam kalitenizde önemli bir yere sahip olan diş sağlığı için alternatif tedaviler her yaştan hasta için kullanılabiliyor. Çocukluk çağında yapılması daha uygun olan ortodontik tedaviler (diş teli tedavisi) pek çok nedenden ötürü ihmal edilmiş ya da ilerleyen yaşlarda çeşitli nedenlerden ötürü dişlerin şekli bozulmuş olabilir.

    Yetişkin ortodontik tedavisinin çocuk ortodontik tedavisinden farkı ne?

    Erişkin dönemde çene kemiğine iskeletsel yön vermek neredeyse imkânsızdır. Dişlerinin ve destek kemiğin bir kısmını kaybetmiş olabilirler. Ortodontik tedavi daha kapsamlı bir tedavi planının sadece bir parçası olabilir. Aile diş hekimi, ağız cerrahı, ortodontist, periodontist, endodontistin de bulunduğu bir ekip tarafından tedavi kombine bir şekilde yürütülür. Yetişkin tedavisini çocuklarınkinden ayıran başlıca faktör çene gelişiminin tamamlanmış olması. Çene boyutu uyumsuzlukları yetişkinlerde cerrahi müdahalelerle düzeltilebilir. Örneğin alt çenenin çok kısa olduğu bir vakada alt çene üst çeneyi yakalamaya çalışırken çok ciddi kapanış problemleri meydana gelir. Sadece dişleri ortodontik olarak hareket ettirmek bu problemi çözmez. Alt çenenin üst çeneyi yakalaması için boyunun cerrahi olarak uzatılması gerekir.

    Çene eklem ve kaslarda ağrı hissedildiğinde ortodontik tedavinin faydası olur mu?

    Çene eklemi sorunlarına yol açan etkenlerden en önemlisi diş sıkma ve gıcırdatma alışkanlığıdır. Genelde gece yapılan bir alışkanlıktır. Dişlerin aşınmasına sebep olur ve çene ekleminde travma etkisi yaratır. Kronik ya da akut ağrılar meydana gelebilir. Bir ortodontist problemin tanısını koyabilir. Daha ileri boyutlardaki rahatsızlıklarda eklem cerrahisi gerekebilir.

    Invasilign yöntemi nasıl uygulanıyor?

    Diş tellerinden kaynaklı estetik kaygıların yetişkinleri bu tedaviden uzak tuttuğu bilinen bir gerçek. Bu sorunun tel ve braket kullanmadan ‘Invasilign’ yöntemi ile ortadan kaldırılabilmesi mümkün.

    Diş hastalıkları tedavisinde uygulanan yeni teknoloji ‘Invasilign’ yöntemi ile tel ve braket kullanılmadan ağızda belirgin olarak gözükmeyen, ergonomik şeffaf plakalar ile düzgün ve sağlıklı diş tedavisi yapılıyor. Genellikle genetik sebeplerden kaynaklanan ve erken yaşlarda düzeltilebilen çarpık dişler, ilerleyen yaşlarda da düzeltilebiliyor, ancak tedavi daha uzun soluklu. Invisalign yöntemi, çapraşık dişleri düzeltme amacı ile dişlere takılan, çıkarılabilir, ağızda belirgin olarak görünmeyen bir seri şeffaf düzeltici plakla, braket ve teller kullanılmadan dişlerin düzeltilebilmesini sağlayan bir sistemdir. Şeffaf düzelticilerin, üç boyutlu özel bilgisayarlı sistemler yardımıyla hastanın diş yapısına birebir uygun olarak modellendiği, her bir düzeltici plağın yaklaşık 2 hafta boyunca kullanılır ve 2 hafta sonra yeni bir düzeltici takılır. Bu yeni düzeltici ile eskisi arasında, dişleri daha düzgün hale getiren küçük farklılıklar bulunur. Bu süreç adım adım ilerler. Belirli aralıklarla tedavi süresi, dişlerdeki çapraşıklık oranına göre 9-15 ay arasında değişiyor. Bu dönemde yaklaşık 18-30 adet şeffaf düzeltici plak kullanılıyor. Tellerle ve braketlerle yapılan klasik ortodontik tedavi ise 18-24 ay devam ediyor.

    Lingual yönteminin farkı nedir?

    Bir diğer tedavi yöntemi ise görünmeyen diş teli veya gizli diş teli olarak adlandırılan ‘Lingual’ ortodonti tedavisi dişlerdeki, çapraşıklıkları düzeltmek için kullanılan braket ve tellerin dişlerin ön yüzeyleri yerine arka taraflarına uygulandığı ortodontik tedavi çeşididir. Diş hekimliği eğitiminden sonra uzman olan ortodontistler Lingual ortodonti eğitimi için değişik üniversitelerin lingual ortodonti programlarına devam eder ve bu teknikle ilgili yaklaşık 2 yıl süren ek bir eğitim alır. Benzer şekilde Dünya Lingual Ortodonti (WSLO) ve Avrupa Lingual Ortodonti Dernekleri (ESLO) lingual teknik ile ilgili bir klinik yeterlilik sınavı uygulanır. Ancak bu sınavdan başarılı olan ortodontistler bu tedaviyi uygulayabilir. Bu teknik üzerinde uzmanlaşmış yeterli bilgi ve klinik tecrübeye sahip ortodontistler tarafından yapılacak lingual ortodontik tedavi ile labial teknikte (dışarıdan teller) olduğu gibi her çeşit vakayı tedavi etmek mümkündür.

    Ağız – Diş Sağlığı ve Bakımı için tıklayın…

  • Kısırlık Tedavisinde Hastaya Yaklaşım

    Kısırlık Tedavisinde Hastaya Yaklaşım

    Kısırlık tedavisi sürecinin başlangıcında iyi iletişim kurmak işin püf noktalarından biridir.

    Çünkü üreme tıbbında (yumurtlama tedavisi.aşılama,tüpbebek,mikroenjeksiyon vs.)mucize çözümler yok.Gelecekte de olmayacaktır. Üreme tıbbı doğal seleksiyona karşı verilen bir mücadeledir. İnsan doğası sürekli üremeye yönelik dizayn edilmemiştir.

    Çiftler tedavi sürecinin başlangıcında önce bu gerçeği anlamalı ve anlamanında ötesinde içlerine sindirebilmelidir.Tedavi sürecini yönetecek ekip ise öncelikle çifti bu konuda detaylı olarak bilgilendirmelidir.

    Çiftlerin eğitim düzeyi ne olursa olsun tedavi sürecinin başlangıcında kendi durumları anlayabilecek şekilde kendilerine izah edilmelidir.Sorunlarının ne olduğu,planlanan tedavi ile neyin amaçlandığını,şanslarının ne olabileceği,tedavi sürecinin daha sonraki basamaklarının neler olabileceği iyice izah edilmelidir.

    Bundan sonrasını yönetmek ve kavramak çok daha kolay olacaktır.
    Bugün ki koşullarda şansı en yüksek olan çift %50-60 oranında ilk denemede gebelik şansına sahiptir.
    Bu aslında şansı en yüksek çift bile, ilk denemede en az %40-50 olasılıkla gebe kalamayacak demektir.(özellikle ,ileri yaş ve embriyo kalitesindeki düşüş bu şansı daha da aşağıya çekmektedir.)

    Gebelik olursa da yaklaşık % 15 civarında erken dönem gebelik kaybı olabilir.
    Önce bu gerçek iyi anlaşılmalıdır.Bu gerçekle başlangıçta yüzleşmek olası olumsuz sonuçlar durumunda daha az hayal kırıklığı olacak ve gereksiz bir umutsuzluk duygusunu ortadan kaldıracaktır.

    Tedaviye başlamadan önce mutlaka doktorunuzla ve sizinle ilgilenen ekiple detaylı konuşmaktan çekinmeyin.

    Saygılarımla,

    Op.Dr.  Gökhan  Çıragil 
    Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı

    gokhanciragil.com
    Ankada Tüp Bebek Merkezi Facebook

    İlgili yazıları ;
    Tüp bebek’de Başarıyı Arttırabilecek Yeni Yaklaşımlar

    Kısırlık Tedavisinde Hastaya Yaklaşım
    Ankada Tüp bebek Merkezi Ekibi
    Ankada Tüp bebek Merkezi
    Ankada Tüp bebek Merkezi Ekibi

     

  • Erken menopoz

    Erken menopoz

    Erken menopoz nedenleri , Erken Menopozun Zararları Nelerdir? , Erken menopozun tedavisi , Erken Menopoz Tedavisi, Erken menopoza girmenin zararları ,

    Ülkemizde ve diğer ülkelerde kadınların normal şartlarda 51 yaşına kadar adet olması normal olduğundan, bu yaştan önce adetten kesilen kadınlar erken menopoza girmektedir. Tıpta “prematür menopoz” olarak tanımlanan erken menopoz, 40 yaşın altında ki kadınların adetten kesilmesi olayına denmektedir. Günümüzde 100 kadından 3′ü henüz 40′ına bile basmadan erken menopoza girmektedir. Peki erken menopoznedenleri nelerdir? Kadınlar neden erken menopoza girer? İşte cevapları hanımlar:

    Erken menopoz nedenleri

    Yumurta ve östrojen hormonu üretmekle görevli olan yumurtalıklardan östrojen hormonunun artık üretilmemesi ile menopozbaşlar. Östrojen hormonunun artık üretilmemesi kadınlarda bir takım şikayetlere sebep olur. aniden ateş basmalar, üşümeler, sıkıntı ve strese girme, al ayak terlemesi gibi belirtileri bulunan menopoz, genetik etkenlerden dolayı da erken yaşta ortaya çıkabilir. Bir kadının annesi, teyzesi ve halası gibi yakın derece akrabaları erken menopoza girmiş ise, bu kadının da erken menopoza girme riski bulunur.

    Erken menopoz nedenlerinden biri de, kadınlarda normalde iki tane bulunan X kromozomunun birinin eksik olması ya da ikinci kromozomun yarısının bulunmamasıdır. Genellikle 30 yaşından önce menopoza girmiş olan kadınların sorunu kromozom eksikliğinden kaynaklanır. Kesin tanı için kromozom analizi gerekir.

    Erken Menopozun Zararları Nelerdir?

    Ateş basması, aniden üşüme, el ve ayaklarda terleme, ruhsal sıkıntı, sinirlilik ve stres gibi semptomları bulunan menopoz, erken dönemde husule geldiği zaman bu şikayetlerin yanı sıra kadınların sağlığında birçok olumsuzluklara zemin hazırlamaktadır. Normalde menopoz yaşı 50 yaş civarında olmasına rağmen günümüzde kadınlar 50′li yaşlarına varamadan bazen 40 bazen de 30′lu yaşlarda adetten kesilerek erken menopoza giriyorlar. Erken menopoza girmede genetik faktörler, kromozom eksikliği ya da yaşamsal şartlar rol oynamaktadır…

    Erken menopoza girmenin zararları

    Menopoz, zamanında da görülse, erken dönemde de görülse kadınlarda bir takım sorunlara yol açabiliyor. Ancak erken menopoza girmek çeşitli sağlık sorunlarına zemin hazırlayarak kadınların genel sağlığını bozuyor.Erken menopozun zararları ise vücuda oldukça fazladır.

    Erken menopozun zararları arasında ise; kalp damar hastalıklar, cildin erkenden yaşlanması, kemik erimesi, vajinal kuruluk, cinsel isteksizlik ve cinsellik anında ağrı gibi şikayetler ve sağlık problemleri ortaya çıkar. Ayrıca östrojen hormonunun eksikliğinden dolayı üro genital sistemde yaşlanma da husule gelir.

    Erken Menopoz Tedavisi

    Kadınlarda bulunan yumurtalıklar, yumurta üretimi ve östrojen hormonu salgılama ile görevli olmakta ve genellikle 50′li yaşlarda östrojen hormonu ve yumurta üretimi durarak kadınlar menopoz denilen döneme girmektedir. Ancak bir takım sebeplerden dolayı menopoz 30′lu ve 40′lı yaşlarda erken husule geldiği için erken menopoz başlamış olur. Erken menopoz tedavi edilmez ise kadınların genel sağlığında çok ciddi bozulmalar yaşanır. Ancak erken menopoz tedavisi için erken evrelerde tedaviye başlamak çok önemlidir.

    Erken menopozun tedavisi

    Öncelikle erken menopozun tedavisinde amaç nedir, bundan bahsedelim sizlere hanımlar. Erken menopoz tedavisinde uzmanların amacı menopozun normal sayıldığı yaşa kadar gerçekleşmemesini sağlamak için kadının ihtiyaç duyduğu hormonları kazandırmaktır. Bunun için erken menopoz yaşayan kadınlara bir takım ilaçlar verilir. Erken menopoza giren kadına 50 yaşına kadar düzenli hormon tedavisi uygulanır. Kadın normal menopoz yaşına geldikten sonra tedavi durdurulur. Ancak istenirse tedavi 5 yıla kadar da uzatılabilir.

  • Hamileler bu testleri mutlaka yaptırmalı!

    Hamileler bu testleri mutlaka yaptırmalı!

    Bir asır önce temelleri oluşturulan gebelik takibi, hem annenin hem de bebeğin sağlığı için yaşamsal öneme sahip…

    Gebelik takibi önceleri 16. haftada başlatılıyor ve ayda bir kez yapılan rutin takipler, 30. haftadan sonra genellikle 2 haftada bir, 36. haftadan sonra ise haftada 1 olarak doğuma kadar sürdürülüyordu. Bunun nedeni ise gebelik zehirlenmesi (preeklamsi) ve ani başlayan kanamalar gibi çeşitli komplikasyonların hamileliğin ikinci yarısından sonra görülmesiydi. Oysa son yıllarda tıp teknolojisindeki gelişmeler ve bilgi birikimi sayesinde anne ile bebeğin yaşamını tehdit edebilen pek çok komplikasyon 3 basit yöntemle hamileliğin henüz ilk haftalarında belirlenebiliyor; anne adayının öyküsünün alınması, kan tahlili ve ultrason muayenesi.

    Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Prof. Dr. Lütfü Önderoğlu, bu 3 yöntemle anne ve bebekte hangi sağlık sorunlarının tespit edilebildiğini anlattı. Prof. Önderoğlu, 11.14. haftalar arasında yapılan tek bir muayene ile anne ile bebeği düşük veya yüksek riskli grup olarak ayrılabildiğini belirterek şunları söyledi:

    “Özellikle ilk üç ay sonunda kontrollerin yapılıp, bundan sonraki bakım programlarının kişiye ve ihtiyaca özgü yeniden planlanması hem anne hem de bebek için yaşam kurtarıcı oluyor. Çünkü bu sayede sağlık hizmeti çok daha verimli ve etkili verilebiliyor. Riskli gruplar erken dönemde belirlendiğinde anne veya bebekte oluşabilecek gebelik kayıpları, erken doğum, doğum öncesi kanamalar, büyüme geriliği, preeklamsi ve Down Sendromu gibi ciddi komplikasyonlar tespit edilerek, önlenebiliyor ya da sorun hafifletilebiliyor. Dolayısıyla her anne adayının 11-14. haftalar arasında, en ideali ise 12. haftada kontrole gelmesi çok önemli.”

    MUAYENENİN 3 SİLAHŞÖRÜ: ÖYKÜ, TAHLİL, ULTRASON
    1- Annenin öyküsü: Muayenenin ilk adımında anne adayına daha önceki hamilelikte erken veya ölü doğum, gebelik tansiyonu, gebelik zehirlenmesi, bebeğin anne karnında iyi büyümemiş olması gibi sorunların olup olmadığı soruluyor, yapmış olduğu doğum varsa bunun tam bir hikayesi alınıyor. Anne öyküsünün alınması yüksek risk taşıyan ve doğumu 34 haftadan önce yapılma tehlikesi olan anne adaylarını seçebilme ve önlem alma şansını sunuyor.
    2- Kan tetkikleri: Anne adayının kan grubu, RH faktörü ve tam kan sayımı, geçirmiş olduğu enfeksiyonların araştırılmasının yanı sıra bu döneme ilişkin bazı özel hormon ve plasental proteinlerin bakılarak, anne yaşı ile gebelik haftasının birleştirildiği birinci ilk üç ay testi yapılabiliyor. Elde edilen test sonucu olasılık hesabı ile anne adayının kromozom anomalili bebek doğurma, preeklampsi ve buna bağlı büyüme geriliği riskleri sayısal olarak tespit ediyor. Çok yüksek risk taşıyanlar ile düşük risk taşıyan gebelerin ayrımına da böylece olanak tanınıyor. İlk trimester kan testinden en iyi sonucun alınabilmesi için bu test, ultrasonografi ile bakılan bebeğe ilişkin bazı özel ölçümlerle birleştiriliyor.
    3- Ultrasonografi: 11-14 hafta arasında yapılacak ultrasonografi ile gebeliğe ilişkin pek çok bilgi alınabiliyor. Bu dönemde özellikle ense saydamlığı ölçümü birinci trimester tarama testi olarak biyokimyasal değerler ile kombine edildiğinde ve gerekirse kalbe uygulanan duktus venozus doppleri, kalp kapağı doppler ölçümlerinin yanı sıra burun kemiği değerlendirilmesi ile bebekte down sendromu gibi önemli kromozom anomalilerinin tahmin edilme şansı yüzde 90’lara ulaşıyor. Aynı zamanda çok erkenden bebekte majör yapısal anomalilerden anensefali, karın ön duvar anomalileri, mesane ve ağır nörolojik sistem anomalileri de görülebiliyor.

    HANGİ RİSKLER TESPİT EDİLİYOR?
    Prof. Dr. Lütfü Önderoğlu, hamileliğin ilk 3 ayında yapılan kontrollerde tespit edilip, alınan tedbirler ve tedavilerle ortadan kaldırılabilen veya zararları büyük oranda hafifletilebilen riskleri şöyle sıraladı:
    ANNE ADAYINDA…
    Gebelik hipertansiyonu: Anne adayının tansiyonunun 140/90 mmHg ve üzerinde seyretmesi, beraberinde böbrekten idrara protein kaçağı olmasına preeklampsi, bir başka deyişle gebelik zehirlenmesi adı veriliyor. Yüzde 6-8 sıklıkla rastlanan hamilelik zehirlenmesi annede beyin kanamasından akciğer ödemine, görme kaybı, böbrek ve kalp yetmezliğinden ölüme kadar çok ciddi tablolara yol açabiliyor. Anne karnında bebekte büyüme ve gelişme geriliği olabiliyor, plasentanın erken ayrılma riski de artıyor.
    Erken doğum: Özellikle 34 haftanın altında gerçekleşen doğumlar sonucunda bebek ölümleri ve nörolojik kalıcı hasarlarla karşılaşılması bugün için en başta gelen sorun olarak görülüyor. Önceki gebeliklerde erken doğum, erken su kesesi açılması gibi öykü alınması ve mevcut gebelikte rahim ağzı ile kanalın sonografik takibi bu yönde yüksek risk taşıyan gebeliklerin saptanmasına yardımcı oluyor.

    BEBEKTE…

    Down Sendromu: 11- 12 haftada anne yaşı, kan tetkikleri ve ultrasonografi takibinden alınan sonuçlar birleştirilerek bebekte kromozom anomali riski tespit edilebiliyor. Eğer bebek yüksek risk grubundaysa, örneğin down sendromu riski yüzde 1 civarında ise koriyon villüs biyopsisi önerisi yapılarak erkenden kromozom analizine olanak sağlanabiliyor. Yapılan bu birinci trimester taraması ile kromozom anomalileri yüzde 90 oranında tahmin edilebiliyor. Fetal anomaliler: 11-14 hafta sonografisi ile majör anomalilerin önemli bir bölümü tanınabiliyor. Örneğin bebeğin kafatası ve beyin dokusundaki gelişme sorunu, karın ön duvarındaki açıklık, dışarıya doğru fıtıklaşan bağırsak veya karaciğer, idrar kesesinde tıkanıklık veya dev bir idrar kesesi tespit edilebiliyor. Ayrıca gebeliğin ilerleyen dönemlerinde kendini gösterebilecek kalp anomalileri ile iskelet sistemine ait anomaliler hakkında ön fikir elde edilebiliyor ve bu gebeler yakın takibe alınabiliyor.

    Büyüme ve gelişme geriliği: Yetersiz gelişme ve büyüme nedeniyle anne karnında ölüm olabileceği gibi doğum sonrası kalıcı özürler de gelişebiliyor. Bu bebeklerin önceden tespiti, daha farklı bir takip önerilmesi ve gerekirse erkene alınabilecek doğum kararları ile anne ile bebeğin yaşamları kurtulabiliyor.

    Gebelik – Hamilelik hakkında bilgi için tıklayın…

  • Hamilelik zor zanaat

    Hamilelik zor zanaat

    Hamilelikte mideniz mi yanıyor? Özellikle sabahları kusuyor musunuz? Tuvalet ihtiyacınız giderek artmayı mı başladı? Bacaklarınıza sık sık kramp mı giriyor? Ayaklarınızdaki şişliklerden dolayı ayakkabılarınızı giyemez hale mi geldiniz?

    Bunlar sizi üzmesin. Hamilelik sürecini yaşayan her kadının başına gelebilecek şikayetlerle karşı karşıyasınız. Üzgünüz bu şikayetlerden bebeğinizi kucağınıza alana kadar kurtulma şansınız olmayabilir; ancak bu süreci nasıl daha rahat atlatabileceğinizi merak ediyorsanız bu yazıyı okumanızda fayda var.

    Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Op. Dr. Ayşe Kara’ya hamilelik döneminde görülebilecek yakınmalar, bunlar için yapılabilecekler ve dikkat edilmesi gerekenleri sorduk…

    Hamilelik döneminde yaşanacak yakınmaların aslında doğal bir süreç olduğunun altını çizen Op. Dr. Kara; ‘Anne adayına bu süreci mümkün olduğunca rahat geçirebilmesi için ne gibi yakınmalarla karşılaşacağı ve bu yakınmalar karşısında yapabileceklerini açıklamak gerekir.’ diye konuştu.
    Bulantı ve Kusma: Psikolojik faktörlerin de etkisinin olabileceği bulantı ve kusmada hormon üreten sistemlerin rolü vardır. Bu durumda sık ve az miktarda kuru yiyecekler tüketin, ağır ve kokulu yiyeceklerden kaçının; bulantı ve kusmanın devamında kilo kaybı da oluyorsa zaman kaybetmeden hekiminize başvurun.

    Mide Yanması: Bağırsak hareketlerinin azalması ve gebelikte artan hormonların etkisi ile sindirim sistemi kaslarında oluşan gevşeme mide yanmasına neden olur. Antiasit ilaçlar bu dönemde sizi rahatlatacaktır.

    Kabızlık: Bağırsak hareketlerinin azalması kabızlığa neden olur. Bol posalı yiyecekler, kepek ekmeği ya da tam buğday ekmeği tercih edin. Özellikle yaz mevsimindeyseniz kayısı, incir, erik gibi meyveler ve bunların kompostolarını tüketin. Gerekirse gaitayı yumuşatan ilaçlar kullanabilirsiniz.

    Hemoroid: Rahmin büyümesi toplardamarlardaki kan dönüşünü engelleyerek hemoroid oluşumuna; hemoroid varsa yakınmaların artmasına neden olur. Kabızlık bir kısır döngü yaratarak yakınmaları ağırlaştırabileceği için mutlaka önlenmelidir. Hemoroid kitlesi büyüdüğünde ve kanama olduğunda mutlaka doktorunuza başvurun.

    Bacaklarda Kramp ve Ağrı: Serum kalsiyumunda azalma veya serum fosforunda artmaya bağlı, bacaklarda kramp benzeri ağrılar görülebilir. Yorulduğunuzda dinlenmek şartıyla yürüyüş yapın ve aynı yerde sabit durarak ayakta beklemeyin. Kramp anında bacaklarınızı karnınıza doğru çekin. Yakınmalarınız fazlaysa doktorunuz kontrolünde kalsiyumdan zengin diyet ve ilaç alabilirsiniz.

    Vajinal Akıntı: Gebelikte büyüyen rahim ağzı nedeniyle vajinal salgıda artış oluşur. Bu salgı artışı vajinal ortamın asiditesini bozarak enfeksiyona zemin hazırlar. Özellikle mantar enfeksiyonları gebelikte daha sık görülür. Yakınmalarda doktorunuza danışın.

    Sık İdrar Yapma: İdrar toplayıcı sistemlerin genişlemesi, idrar akışının azalması, hormon değişiklikleri ve büyüyen rahmin baskısı, mesane fonksiyonlarını değiştirerek; iltihap için zemin oluşturur. Bu durumu engellemek için bol su için ve genital hijyeninize dikkat edin.

    Baş Ağrısı: Duygusal ve hormonal değişiklikler veya sinüzite bağlı olarak baş ağrısı oluşabilir. Ayrıca gebelikte tansiyon yüksekliği ile seyreden gebelik zehirlenmesi, alerji ve enfeksiyon da bu duruma neden olabilir. Sık görülen ya da devam eden baş ağrılarında mutlaka doktorunuza başvurun.

    Ödem (Şişme): Gebelikte sıvı tutulmasına bağlı olarak görülür. Ödemler, gebelik zehirlenmesi belirtisi de olabilir. Bacaklarınızı yukarı kaldırarak dinlenin. Tuz alımını azaltın ve kesinlikle idrar sökücüleri kullanmayın.

    Bel Ağrısı: Duruş bozukluğu, vücut ağırlığının artışı gibi nedenler bel ağrısına yol açabilir. Duruşun düzeltilmesi bel ağrısını azaltır. Giysi ve ayakkabı seçiminde dikkatli olmalı ve uygun egzersizler yapmalısınız.

    Bayılma ve Halsizlik: Hormonal değişiklikler ayağa kalkıldığında tansiyon düşmesine neden olabilir. Bu durumlarda derin nefes alıp verin. Bacaklarınızı hareket ettirin, başınızı aşağı ayaklarınızı yukarı pozisyona getirin. Ayrıca, kan şekerinizin düşük olması bayılmanıza neden olabileceği için şekerli sıvılar tüketebilirsiniz.

    Göğüslerde Hassasiyet ve Ağrı: Fizyolojik olarak göğüslerdeki değişiklik hassasiyete neden olabilir. Gebeliğe özel rahat sutyenleri 24 saat kullanın. Göğüslerinize buz uygulaması yararlı olabilir.

    Karın Ağrısı: Ciddi bir hastalık belirtisi olabileceği gibi son üç ayda rahmin kasılmasına bağlı olarak da görülebilir. Dinlenme ve pozisyon değiştirme ile düzelebilir. Ancak düzelmiyorsa hemen doktorunuza başvurun.

    Hamilelik ile ilgili yorumlar için tıklayın …

     

  • Hamilelik depresyonu nedir, nasıl atlatılır?

    Hamilelik depresyonu nedir, nasıl atlatılır?

    Dr. Yavuz, hamilelik depresyonunda hem anne adayı, hem bebek için en iyi tedavi seçeneğinin TMS uygulaması olduğunu ifade etti.

    Kadınların yaklaşık yüzde 10 ile 20’si hamilelik döneminde bazı depresyon belirtileri ile mücadele ediyor. Ve bu kadınların yaklaşık olarak 4’te 1’i majör depresyon geçiriyor. REEM Nöroloji Merkezi’nden Dr. Mehmet Yavuz, hamilelik dönemi çoğu kadının başına gelen depresyon konusunda bilgi verirken şunları söyledi: “Depresyon her 4 kadından 1’inin hayatının bir döneminde etkileyen bir duygu durum bozukluğudur. Dolayısıyla bu hastalığın, hamilelik dönemindeki kadınları da yakalaması şaşırtıcı değil.”

    Hamilelik sırasında geçirilen depresyonun sıklıkla teşhis edilmediğini belirten Dr. Yavuz, “Çünkü herkes bunun hormonal değişikliklerin bir sonucu olduğunu düşünüyor. Oysa bu düşünce hem anne hem de bebeğin sağlığı açısında önemli sakıncalar doğurabilir. Depresyon hamilelik sırasında da tedavi ve kontrol edilebilen bir hastalıktır, ancak ilk adım olarak yardım ve destek aranması, hem annenin sağlığı hem de bebeğin sağlığı açısından büyük önem taşır” diye konuştu.

    Hamilelik depresyonu nedir?
    Mehmet Yavuz’un belirttiğine göre, hamilelik depresyonu ya da antepartum depresyon, normal depresyon gibi bir duygu durum bozukluğudur. Duygu durum bozuklukları, beyin kimyasındaki değişimleri içeren biyolojik rahatsızlıklardır. Hamilelik sırasındaki hormon değişimleri, beyindeki depresyon ve anskiyete ile direkt olarak bağlantısı bulunan kimyasal maddeleri etkileyebilir. Zor yaşam olayları da bu değişimleri artırarak hamilelikte depresyon yaşanmasına neden olabilir.

    Hamilelik depresyonun belirtileri nelerdir?
    Hamilelik dönemi depresyonunun belirtileri konusunda değinen Mehmet Yavuz, depresyon geçiren kadınların, aşağıda saydığı belirtilerden bazılarını, 2 hafta boyunca veya daha uzun süre yaşadıklarını hatırlattı:
    — Sürekli üzüntü hali
    — Konsantre olma güçlüğü
    — Çok az veya çok fazla uyuma
    — Genellikle haz veren aktivitelere olan ilginin kaybolması
    — Doğacak çocuğun istikbali ile alakalı karamsar düşünceler
    — Doğacak çocuğuna bakamama endişeleri
    — Ölüm, intihar veya ümitsizlik düşüncelerinin sürekli tekrarlaması
    — Anksiyete, huzursuzluk
    — Suçluluk veya değersizlik duyguları
    — Yeme alışkanlıklarında değişimler

    Hamilelik depresyonunun olası tetikleyicileri nelerdir?
    Nöroloji Uzmanı Mehmet Yavuz, hamilelik depresyonundan bahsederken, anne adaylarında bu depresyonu tetikleyici nedenlere değinmeden geçmedi:

    — İlişkilerde sorunlar, evliliğin geleceği ile ilgili kaygılar
    — Doğacak çocuğun özürlü olabilme ihtimalleri
    — İstenmeyen hamilelik durumları
    — Ailede veya kişide depresyon geçmişi
    — Daha önce yaşanan düşükler
    — Stresli yaşam olayları
    — Hamilelikte komplikasyonlar olması
    — Travmaya maruz kalmak

    Peki hamilelik depresyonu bebeğe zarar verir mi?
    Tedavi edilmeyen depresyon halinin, anne ve bebek açısından bazı zararlara neden olabileceğini belirten Dr. Mehmet Yavuz, tedavi edilmeyen depresyonun; kötü beslenme, alkol alma, sigara içme ve intihar davranışı gibi erken doğum, düşük ağırlıklı doğum ve bebekte gelişimsel sorunlara neden olabilecek davranışlara yol açabileceğini vurguladı. Sıklıkla depresif hisseden bir kadının, kendisine ve gelişmekte olan bebeğine bakmak için gerekli gücü ya da isteği bulamayacağını ifade eden Dr. Yavuz, bu durumda da bebeğin gelişiminin olumsuz etkilenebileceğine dikkat çekti.

    Hamilelik depresyonu nasıl tedavi edilir?
    Dr. Yavuz, hamilelik döneminde depresyon geçirmekte olduğunu düşünen bir anne adayının, mutlaka yardım alması gerektiğini belirtti.

    Anne adayının yaşadığı semptomlar ve bunlarla mücadele konusunda doktoruna bilgi vermesi gerektiğini de kaydeden Dr. Yavuz, doktorun anne adayı ve bebeği için en sağlıklı seçeneği belirleyebileceğini ve tedavi seçeneklerini anne adayı ile konuşabileceğini ifade etti.

    Dr. Mehmet Yavuz, hamilelik depresyonu geçiren kadınlar için tedavi seçeneklerini şöyle sıraladı:
    — Destek grupları
    — Özel psikoterapi
    — İlaç tedavisi
    — TMS tedavisi

    Dr. Mehmet Yavuz, semptomların ağır olduğu durumda, doktorun acil olarak ilaç tedavisine başlamayı tercih edebileceğini belirterek, “Hamilelik sırasında kullanımının güvenli oluşu kanıtlanmış ilaçlar mevcuttur. Anne adayı ve bebeği açısından en güvenli ve en yararlı tedavi yönteminin ne olabileceği konusunda doktorunuzla konuşmalısınız” diye konuştu.

    TMS tedavisi iyi bir seçenek
    “Hamilelik esnasında antidepresan ilaçların kullanımı birçok açıdan fetus için zararlı olabilir” diyen Mehmet Yavuz, bu bakımdan eğer ilaç tedavisi olacaksa bunun iyi seçilmesi gerektiğini vurguladı. Son zamanlarda TMS tedavisinin, hamilelik depresyonunda da iyi bir seçenek durumunda olduğunu vurgulayan Yavuz, “Zira TMS uygulaması hem antidepresan etki göstermekte, hem de anneye ve karnındaki bebeğe yönelik bir yan etki göstermemektedir. Bu nedenle hamilelik depresyonunda olup ilaç kullanmak istemeyenler için, TMS iyi bir seçenek konumundadır” dedi.

    Mehmet Yavuz, son olarak şu uyarıda bulundu: “Depresyonla asla tek başınıza mücadele etmeyin. Unutmayın, bebeğinizin de sizin yardım ve tedavi görmenize ihtiyacı var.”

    Gebelik hakkında herşey için tıklayın !