Etiket: beyin

  • Fazla kahve beyni yavaşlatıyor…

    Fazla kahve beyni yavaşlatıyor…

    Uyanmak ve dikkat toplamak için bolca kahve tüketiriz. Ancak uzmanlar uyardı: “Fazla kahve beyin gelişimini yavaşlatıyor”

    Son dönemde kahve tüketimindeki artış, çayın tahtını sallamaya başladı. Ancak uzmanlar uyardı: “Fazla kafein beyine zarar veriyor” Zürih Üniversitesi Çocuk Hastanesi’nden yapılan bir araştırmaya göre, üç fincan kahve ya da üç kutu enerji içeceği veya büyük gazlı içecek beyin gelişimini yavaşlatıyor. Araştırmacılar, günde 3 fincan kahvede bulunana eşdeğer, kafein kullanımının, gençlerde ve çocuklarda beyin gelişimini yavaşlattığını, aynı zamanda uyku düzenini de bozduğunu ortaya çıkardı. Büyük boy bir kahve günlük en fazla alınabilecek kafein miktarının 4’te 3’ünü karşıladığı belirtilirken, iki bardak büyük boy kahvenin kafeinde güvenli sınırı geçmiş oluyor. Hamile kadınlarda ise kafein alımının günlük 200 mg’ı, çocuklarda ise 75 mg’ı geçmemesi gerekiyor.

  • Beyinismus

    Beyinismus

    Vajinismus ülkemizde diğer Avrupa ülkelerine oranla çok daha yaygın bir şekilde görülmekte. Ülkemizde 10 kadından birinde görülen bir sorun olan ve çiftlerin cinsel hayatlarını kâbusa çeviren vajinismus, yıllardan beri “cinsel birleşme sırasında vajina kaslarının kasılması ve cinsel ilişkiyi engellemesi” olarak tanımlanmakta. Aslında vajina kaslarının kasılmasına neden olan beyindir, bu nedenle de bu hastalığa vajinismus yerine “beyinismus” denmesi daha doğru olur. Peki, vajina kasları kendiliğinden mi kasılmakta?

    Vajinismus aslında kadının kendini korumasıdır, savunmasıdır
    Ülkemizde çiftlerin cinsel terapiye başvurma nedenlerinde vajinismus ilk sıralarda yer alır. Diğer ülkelerde bizdeki kadar yaygın olmayan vajinismus ülkemizde cinsel hayatı aktif olan her 10 kadından birinde görülmektedir. Bunun temel nedeni de kadına çocukluğundan itibaren aşılanan cinsellikle ve özellikle kızlık zarıyla ilgili olumsuz telkinlerdir. “İlk gecenin çok acılı, ağrılı olacağı, oluk oluk kanlar akacağı, canının çok yanacağı ama dişini sıkması gerektiği, içinde bombalar patlayacağı, cinsel ilişkinin tıpkı iğnenin deliğinden limonu geçirmeye benzediği, deliğin küçük ve dar olduğu, kızlık zarının yırtılacağı, delineceği, patlayacağı, çok kanama olursa hastaneye kaldırılabileceği, ilk gece kadın ve erkeğin birbirine kilitli kalabilecekleri” gibi olumsuz telkinler çocukluktan itibaren kadının kafasına yerleşir ve cinsel ilişkiyi gözünde fazlaca büyütmesine neden olabilir. Bunları duyarak büyüyen bir genç kızın ileride cinsel hayatında sorun yaşaması kaçınılmazdır. Çünkü vajinismus aslında kadının kendini korumasıdır, savunmasıdır. Yani vajinismus bir savunma mekanizmasıdır.

    Beyinismus nedir?
    Vajinismus yıllardan beri vajinanın ilk 1/3’lük kısmındaki kasların cinsel birleşmeyi engelleyecek şekilde istem dışı kasılması olarak tanımlanıyor. Vajinismus dendiğinde sadece vajina kaslarının kasılması akla gelse de aslında cinsel birleşme sırasında her kadında farklı tepkiler olabilir. Sadece vajina kasları değil, kadının tüm vücudu kasılabilir, bacaklarını kapatabilir, eşini elleriyle itebilir, hatta panik atak benzeri bir durum yaşanabilir. Peki, başta vajina kasları olmak üzere vücuttaki kasların istem dışı kasılması neden olur? Vajina durup dururken kendi kendine kasılmaz, vajinanın kasılmasına neden olan beyindeki cinselliğe dair olumsuz duygu ve düşüncelerdir. Aslında vajinismusa neden olan genellikle vajina değildir, beyindir. Bu nedenle de vajinismus yerine beyinismus demek daha doğru olacaktır.

    Vajinismus deneyimlerimizle Vajinismusu yenelim tıklayın !

    Penis ve vajina figürandır, başrol oyuncusu beyindir
    Cinsellik tamamen beyinle ilgili bir süreçtir. Cinsel organlar denildiğinde akla penis ve vajina gelir ve toplumda cinselliğin penis-vajina birleşmesinden ibaret olduğuna dair yaygın bir yanlış inanış vardır. Oysaki en büyük cinsel organımız beyindir, çünkü cinsellikten alınan haz tamamen duygularımız ve düşüncelerimizle bağlantılıdır. Eğer kişinin cinsellikle ilgili olumsuz duygu ve düşünceleri varsa, cinsel ilişkiden haz alması da zordur. Sağlıklı ve mutlu bir cinsellik için kişinin konsantre olması ve kafasının başka şeylerle meşgul olmaması gerekir. Penis ve vajina figürandır, başrol oyuncusu beyindir.

    Cinsel işlev bozukluklarının temelinde cinsellikle ilgili olumsuz duygu ve düşünceler yatar
    Sadece vajinismusun değil neredeyse tüm cinsel işlev bozukluklarının temelinde kişinin kendisiyle, kendi bedeniyle, partneriyle ya da cinsellikle ilgili olumsuz duygu ve düşünceleri yer alabilir. Genellikle vajinismusta neden cinsel birleşme ile ilgili çocukluktan itibaren duyulan yanlış bilgilerken, erken boşalmada her ilişkiye başlarken erkeğin kafasında var olan “ya erken boşalırsam” düşüncesidir. Şimdiye kadar toplum tarafından erkeğin kafasına yerleştirilmiş erkeklik ve cinsel güçle ilgili “penisin her zaman sert olması gerektiği, penisin sertliğinin erkekliğin simgesi olduğu, erkeğin her zaman cinsel ilişkiye hazır olması gerektiği” gibi olumsuz telkinler sertleşme sorununa neden olurken, yine kadının kendisi ve kendi bedeniyle ilgili olumsuz düşünceleri ve ilişki sırasında kendini rahat bırakamaması de orgazm olamamaya yol açabilir. Görüldüğü gibi aslında çoğu cinsel sorunun nedeni de yine beyindeki olumsuz düşüncelerdir.

    Cinsel mitler olumsuz etkiliyor
    Cinsel mitlerin yani toplumda yüzyıllardan beri var olan cinsellikle ilgili yanlış, abartılı ve gerçekdışı inanışların cinsel işlev bozukluklarının ortaya çıkmasında büyük etkisi vardır. Cinsel mitler sadece ülkemizde değil, tm dünyada mevcuttur ve bu yanlış bilgilere inanıldığında çiftlerin cinsel hayatları da olumsuz etkilenmektedir. Ülkemizde cinsel eğitim olmaması büyük bir eksikliktir. Cinsel bilgi edinilecek doğru ve güvenilir kaynaklar az olduğu için, kişiler bilgisizlikten dolayı cinsel sorunlar yaşamaktadırlar. Cinsel Sağlık Enstitüsü Derneği (CİSED) doğru bilgi edinmek için güvenilir bir adrestir. Unutmayın cinsellik; rahatlamış ve gevşemiş bir halde, sevişmenin ve dokunmanın verdiği hazza odaklanarak, haz alıp haz verebilme, ruhu ve bedeni paylaşabilme, ne olursa olsun bir şekilde boşalabilme bilim ve sanatıdır…

  • MS hastalığında yeni bir tedavi

    MS hastalığında yeni bir tedavi

    MS hastalığı nedir?

    MS hastalığı, diğer bir adıyla multiple skleroz, beyin ve omurilik (merkezi sinir sistemi) hastalığıdır. Bu hastalığa multiple skleroz denmesinin nedeni hastalık beyin ve omuriliğin bir çok yerinde sertleşmiş dokular oluşturur. Merkezi sinir sistemi sinirler boyunca vücudumuzun farklı yerlerinde elektriksel mesajlar gönderen bir telefon santrali gibidir. Bu mesajlar bilinçli ve bilinçsiz tüm hareketlerimizi kontrol eder. MS hastalığı da bu mesajların düzgün bir şekilde iletilmesini bozar. Sağlıklı sinir liflerinin çoğu mesajların iletilmesini kolaylaştıran miyelin denen yağlı bir madde ile çevrelenmiştir. Bu doku sinir liflerinin elektrik uyarılarını iletmelerine yardımcı olur. MS hastalığında miyelin parçalanır ve miyelinin yerini sertleşmiş dokular alır. Böylece mesajın geçişi engellenir yada sapar. Sonuçta vücut fonksiyonları kontrol edilemez hale gelir, çünkü mesajlar yanlış yere gittiği için gerektiği şekilde iletilemez.


    Hastalığın yol açtığı zararın, hastanın kendi derisiyle onarılması mümkün olabilir…

    Yeni bir araştırmaya göre şu anda tedavisi olmayan Multiple Skleroz (MS) hastalığının yol açtığı zararın hastanın kendi derisi ile onarılması mümkün olabilir.

    MS hastalığı nedeniyle sinirlerin etrafında miyelin denen yalıtıcı maddenin zarar görmesi sonucu sinirlerin uyarıları iletme kabiliyeti azalıyor ve bu da yorgunluk ve denge kaybına neden oluyor.

    Cell Stem Cell dergisinde yayınlanan araştırmanın sonuçlarına göre hayvanlar üzerinde yapılan testlerde deri hücreleri zarar gören miyelini tedavi edebiliyor. Uzmanlar bu tür tedavilere acil ihtiyaç olduğunu söylüyor.

    Elektrik kablolarının etrafındaki plastik gibi sinirler de miyelin denen bir protein ile çevrili.

    Ancak MS gibi hastalıklar sinirlerin etrafındaki miyelinin zarar görmesine neden oluyor ve elektrik uyarılarının vücuda iletilmesi zorlaşıyor.

    Kök hücre

    ABD’de bulunan Rochester Üniversitesi Tıp Merkezi’nde bir grup bilim insanı, kök hücre araştırmalarındaki ilerlemelere dayanarak miyelinin onarılmasını sağlayacak araştırmalar yürütüyor.

    Bu araştırmalarda insanların deri hücrelerinden örnekler alınarak vücutta herhangi bir hücrenin yerini alabilecek kök hücreye dönüştürülüyor.

    Bir sonraki adım ise kök hücreleri beyinde miyelini üreten hücrelerin gelişmemiş hallerine dönüştürmek.

    Araştırmacılar, bu hücreler, miyelinsiz doğan farelere enjekte edildiğinde, kayda değer bir etki gördüklerini belirtiyor.

    Dr Steven Goldman BBC’ye yaptığı açıklamada “miyelinin sinir sistemi aracılığıyla üretildiğini” ve araştırmada kullanılan bazı farelerin “normal yaşam süresine” sahip olduklarını söyledi.

    Dr Steven Goldman “MS hastalığında sinir liflerinin yok olmadığını, amacın bunların yeniden miyelin ile kaplanmasını sağlamak olduğunu” belirtti.

    Ancak MS hastalarının bağışıklık sistemi miyeline saldırmaya devam edecek. Bu nedenle bu tedavinin bağışıklık sistemini kontrol altına almaya çalışan diğer tedaviler ile birlikte uygulanması ya da birçok kez tekrar edilmesi gerekiyor.

    Dr Steven Goldman , bu konudaki çalışmaların devam ettiğini ancak “kötümser olmak için bir neden olmadığını” söyledi.

    Birkaç yıl içinde bu tedavinin insanlar üzerine uygulanmaya başlanması mümkün olabilir.

     

  • Cinsellik beyinde başlıyor

    Cinsellik beyinde başlıyor

    Cinselliğin sadece yaşanan güzel anlardan ibaret olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz çünkü cinsel ilişki sırasında sadece duygularınız değil tüm vücudunuz harekete geçiyor. Ateşlenen vücutta ise baştan aşağıya birçok değişim oluyor.

    Aşk, cinsellik, evlilik hepsi yüzyıllardır üzerinde düşündüğümüz kavramlar. Birine aşık oluyoruz, ondan karşı konulmaz bir biçimde etkileniyoruz, belki hemen belki de bir süre sonra onunla cinsel bir deneyim için yatakta buluşuyoruz. Peki bu aşamalardan geçerken sadece anlık bir mutluluk mu yaşıyoruz? Uzmanlar ‘hayır’ diyor çünkü cinsel ilişki sırasında duyguların yanında fiziksel de birçok değişim oluyor. Bu değişimler ise genel sağlığımızı çoğu zaman olumlu yönde etkiliyor.
    ■ Kalp
    Aşk denilince akla gelen ilk organlardan biri olan kalp, cinsel ilişki sırasında öncelikle harekete geçiyor. Yapılan araştırmalar cinsel ilişkinin kalp sağlığı açısından oldukça yararlı olduğunu ortaya koyuyor. Bu araştırmalara göre seks kalp-damar sağlığını güçlendiriyor. Massachusetts’teki New England Araştırma Enstitüsü tarafından gerçekleştirilen bu araştırmanın sonucuna göre düzenli seks yapan erkeklerin ayda bir veya daha az birlikteliği olan erkeklere oranla kalp rahatsızlığına sahip olma ihtimallerinin yüzde 45 daha az olduğunu ortaya koyuyor. Kalple cinsellik arasındaki bağlantı o kadar ciddi ki kimi zaman cinsel ilişkide yaşanan başarısızlığın nedeni kalpteki bir sorun olabiliyor. Fakat kalp ve damar hastalarının cinsel ilişkiden kaçması yanlış. Çünkü cinsel ilişki sırasında harcanan enerji iki kat merdiven çıkma için harcanan enerjiden fazla değil. Bu nedenle cinsel ilişkisi sırasında yüksek efor harcandığı ve bazı pozisyonların efor artışına neden olduğu düşüncesi de yanlış. Uzmanlar tarafından çiftlerin kendilerini en rahat hissettikleri pozisyonda cinsel aktivitede bulunmaları veya kalp hastalığı olan partnerin daha düşük efor harcayacağı pozisyonları tercih etmeleri öneriliyor.

    Kalp ve Damar Cerrahı Prof. Dr. Bingür Sönmez, “Erkeklerde cinsel güçsüzlük nedeni, vücuttaki erkeklik hormonu olan testosteron seviyesinin düşmesi oluyor. Testosteron düşüklüğü de kalp ve damar hastalıkları riskini beraberinde getiriyor. Peniste problem varsa, kalpte de sorun var anlamına geliyor. Kalpteki sorun da penisteki problemin göstergesi oluyor. Penis damarları ince oluyor ve hastanın bir damar hastalığı sorunu varsa, öncelikle ereksiyon problemi yaşıyor” diyor.

    ■ Beyin
    İnsan vücudunun tüm sistemlerinin işleyişinde kontrolün beyin tarafından sağlandığını hepimiz biliyoruz. Cinsellik için de aynı durum geçerli ve cinsel fonksiyonların kontrolü de beyin tarafından sağlanıyor. Ancak bu işleyiş kadınlarda ve erkeklerde farklı olarak ortaya çıkıyor. Memorial Şişli Hastanesi Üroloji ve Androloji Bölümü’nden Prof. Dr. Mehmet Murad Başar, “Cinselliği kontrol eden hormonların ilk etki gösterdikleri bölge beyin oluyor. İnsan beyninin alt bölümü hipotalamus olarak adlandırılıyor ve cinsel fonksiyonların beyindeki en önemli kontrol merkezinin burası olduğu biliniyor. Bu bölgeden salınan ‘gonadotropin’ adı verilen hormon aracılığıyla, tüm cinsel fonksiyon ve üreme sistemi kontrol ediliyor. Bu hormon hipotalamusun hemen altında yer alan hipofiz bezi üzerinde etkili oluyor ve buradan gonadotropinler adı verilen iki hormonun salınmasına neden oluyor. İki gonadotropinden biri olan ve hipofizden salınan LH erkekte testis üzerine etki göstererek erkeklik hormonu olarak adlandırılan testosteron salınmasını sağlıyor. Bu yolla cinsel istek (libido) ve cinsel aktiviteyi kontrol ediyor. Bu temel hormonların yanı sıra yine hipofizden salınan prolaktin ve oksitosin gibi hormonlarla, hipotalamustan salınan dopamin ve seratonin gibi pek çok madde cinsel aktivitenin düzenlenmesinde rol oynuyor” diyor.

    Kadınlarda ise kalp ve damar hastalıkları; libidoda azalma, vajinal kuruluk, ağrılı cinsel ilişki, azalmış genital duygulanım ve orgazma ulaşmada zorluk ile kendini gösteriyor.

    Erkeklerin zamana ihtiyacı oluyor
    Erkek ve kadında cinsel aktivite döngüsü dört aşamada gerçekleşiyor: Arzu, heyecan, orgazm ve çözünme. Cinsel isteği sağlayan libido, ilişki sırasında hipotalamusa etki ediyor ve dopamin salınmasına katkıda bulunuyor. Diğer taraftan, testosteron seratonin salgısını ise engelliyor. Cinsel uyarılar ile birlikte oksitosin salınımı artıyor. Düşük düzeylerdeki oksitosin artışı hem uyarılmayı kolaylaştırıyor hem de boşalma ve orgazm için uyarıcı rol oynuyor. Orgazm sonrası ise oksitosin düzeyi çok daha hızlı artıyor. Bu artış cinsel fonksiyonlar üzerine baskılayıcı etki yapıyor. Bu nedenle erkeklerde ilk ilişkiden sonra tekrar ereksiyonu sağlayabilmek için oksitosin düzeyinin normal düzeylere ineceği bir dinlenme döneminin geçmesi gerekiyor.

    ■ Seks sırasında salgılanan sıvıların cinsellik üzerinde etkileri var mı?
    Prof. Dr. Mehmet Murad Başar, “Cinsel ilişkinin arzu ve heyecan dönemlerinde yoğun olmak üzere, her iki cinste de cinsel organlarda yer alan salgı bezlerinde birtakım değişiklikler görülüyor. Bu durum kadınlarda daha belirgin oluyor ve cinsel aktivite için önemli rol oynuyor. Erkeklerde ise cinsel ilişki sonrasında meninin iletildiği idrar kanalı (üreta) boyunca yer alan bazı salgı bezlerinde birtakım salgılar oluşuyor. Ancak, bunların erkek cinsel fonksiyonu üzerinde etkisi olmuyor ve erkek üreme hücresi içermiyor. Bu salgıların temel görevi meninin idrar kanalından geçişini kolaylaştırma ve meni içinde yer alan üreme hücrelerinin dış ortamda yaşamasına destek olacak maddeleri sağlamak” diyor.

    Aşkın da hormonu var
    Biz aşkı sürekli tanımlamaya çalışsak da bir türlü doğru cevabı bulamayız. Oysa ki aşkın da hormonu var: Oksitosin. Aşk hormonu olarak bilinen bu hormon, beyinde hipofiz bezinden salgılanıyor ve cinsel uyarılma sırasında ortaya çıkarak, kadın cinselliğinde büyük önem taşıyor. Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Op. Dr. Dilek Erdoğru, “Oksitosin denilen sihirli formül 9 amino asitten oluşmuş peptid yapıda bir molekül. Kadının cinsel aktivite sırasında monogam şekilde bağlanmasını sağlayan da işte bu hormon. Bu nedenle bağlanma hormonu olarak da adlandırılıyor. Aşık olan kişilerin kan plazma seviyesinde oksitosin hormonu daha yüksek seviyede bulunuyor. Bu yüzden aşk hormonu olarak da biliniyor. Bu hormon stresi azaltıyor ve ruh halini iyileştiriyor” diyor. Oksitosin aynı zamanda kaslarda kasılmayı artırarak, sperm ve yumurta naklini kolaylaştırıyor ve üremeyi olumlu yönde etkiliyor. Normal doğumun 2. ve 3. evresinde rahim kasılmalarına yol açan oksitosin, rahim ağzının açılarak doğum kanalının genişlemesine de yardımcı oluyor.

    Hormon takviyesi
    Cinsel isteği artırmak için hormon takviyesinin yalnızca gerçekten testosteron düşüklüğü olan kişilerde uygulanması gerektiğini söyleyen Prof. Dr. Mehmet Murad Başar, “Ancak, bu tedaviyi planlarken erkeğin yaş dönemi ve beklentileri göz önünde bulundurulmalı. Üreme çağında olan ve çocuk sahibi olma beklentisindeki bir erkekte cinsel isteksizlik tedavisinde dışarıdan testosteron ilaçları kesinlikle kullanılmamalı. Çünkü dışarıdan verilen testosteron hem vücudun kendi ürettiği testosteronu baskılıyor hem de sperm üretimini engelliyor. İleri yaşlarda ortaya çıkan ve çocuk sahibi olma beklentisi olmayan erkeklerde ise cinsel isteği artırmak amacıyla, testosteron düzeyi düşük ise ilaç tedavisi uygulanabiliyor. Ancak bu durumda da hastalarda prostat hastalıkları yönünden dikkatli olunması ve tedavi öncesinde prostat muayenesi yapılması gerekiyor” diyor.

    ■ Testosteron
    Hipotalamustan salınan GnRH folikül uyarıcı hormon (FSH) yapımını da sağlıyor. FSH erkeklerde testise etki ederek erkek üreme hücresi olan spermatozoa yapımını düzenliyor. Testosteron cinsellik veya erkeklik hormonu olarak bilinmesine rağmen aslında erkek vücudunda pek çok sistem üzerine etki ediyor. Sağlıklı ve yetişkin bir erkekte testosteron sadece cinsel yönden değil; kas dokusunun gelişmesi, kalp fonksiyonlarının düzenlenmesi, yağ metabolizmasının kontrolü, kemik gelişimi, ses tellerinin yapısının oluşması, saç ve kıl dağılımın düzenlenmesi, ruh sağlığı ve beyin fonksiyonlarının işleyişi, kemik iliğinde kan hücrelerinin yapımı gibi pek çok sistemik fonksiyon üzerinde rol oynuyor. Ayrıca, göğüs dokusunun gelişiminin engellenmesi ve prostat bezinin gelişiminin kontrolünün yanında testosteron esas olarak erkek üreme hücreleri spermatozoaların olgunlaşması ve fonksiyonu için de büyük önem taşıyor.

    Formsante

  • Orgazm sırasında beynimizde neler oluyor?

    Orgazm sırasında beynimizde neler oluyor?

    İngiliz Guardian gazetesinde yayınlanan bir habere göre,bilim adamları orgazm sırasında kadınların beyinlerinin ne şekilde değişim gösterdiğini, bir animasyon sayesinde çözümlemeyi başardı.

    Bilim adamları kadınların beyinlerinin orgazm öncesi, sırasında ve sonrasındaki beyin hareketliliğini gösteren ilk filmini yaptılar. Animasyon beynin farklı bölgelerinin bir arada ahenk içinde hareket ettiğini, bu hareketliliğin en üst seviyede olduğunu ve ardından yavaşça durgunlaştığını gösteriyor.

    Animasyonu yapmak için uzmanlar bir kadından fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme makinesinin içine uzanmasını istediler. Mastürbasyon esnasında gönüllünün beyin aktivitesindeki artış ve değişimler kaydedildi.

    Bu araştırmanın yapılmasının amacı neden kadınların ve erkeklerin aynı anda orgazmı yaşayamamasının araştırılmak istenmesiydi. Söz konusu araştırmayı ABD’de Rutgers Üniversitesi’nde psikolog olan Prof. Barry Komisaruk ve ekibi gerçekleştirdi.

    Animasyonda doktora öğrencisi ve Komisaruk’un laboratuvarında seks terapisti olan 54 yaşındaki Nan Wise gönüllü oldu. Wise kendisiyle yapılan röportajda,” Bu benim doktora tezimin konusu. Kendimi bu konuya adadım.” diyor.

    5 dakika süren filmde beynin 80 farklı bölgesinin her iki saniyede bir alınan görüntülerinin bir araya getirilmiş hali görünüyor. Animasyonda renkler kullanılmış. İlk başta koyu kırmızı olan renkler orgazma yaklaştıkça turuncu ve sarıya dönüyor, orgazm sırasında tamamen beyaz olduğu görülüyor.

    Prof. Kamisaruk, “Bu araştırmanın amacı orgazm esnasında beyinde ne olup bittiğinin anlaşılabilmesidir,” diyerek Washington DC’de yapılan Society for Neuroscience(Nörobilim Derneği)nin yıllık toplantısında araştırmalarının çıkış noktasını anlattı.
    Animasyon devam ettikçe ilk aktivitenin genital bölgeye dokunulmasıyla algı korteksinde görüldüğü kaydedildi. Ardından duygular ve uzun süreli hafızayı içeren beyin yapılarının toplandığı yer olan limbik sistemde hareketlilik tespit edildi.

    Orgazma yaklaşıldıkça hareketlilik, beyincik ve ön korteks kısımlarına geçiş yapıyor. Bunun sebebinin artan kas gerilimi olduğu belirtiliyor. Orgazm sırasında ise hareketlilik hipotalamusta doruğa çıkıyor. Hipotalamus, oksitosin adı verilen, mutluluk hissi yaratan ve uterusu daraltan bir hormon salgılanmasıyla sorumludur.

    Orgazm sonrasın tüm bu bölgelerdeki hareketlilik yavaşça sakinleşmektedir.
    Komisaruk, “Beynin birbiriyle iletişimi incelemek için muhteşem bir sistem söz konusudur. Beynin seviye seviye hareket artışının ve azalmasının görüntülendiği film sayesinde, özellikle orgazm olamama sorunu yaşayan kişilerde hangi evrede problem yaşandığının tespit edilebileceğini sanıyoruz,” dedi.

    Komisaruk tarafından geliştirilen yeni bir yöntemde insanlar beyin aktivitelerindeki değişikliği neredeyse aynı anda görebiliyor. Komisaruk’a göre bu bir çeşit “Neurobiofeedback” yani “Nörobiyogeribildirim”. Bu yöntem sayesinde kişilerin endişe, depresyon ve ağrı gibi durumların üstesinden gelebileceğine inanıyor.

    Profesör, “Orgazmı keyif ve mutluluk üretmenin bir yolu olduğu için kullandık. Eğer mutluluk bölgelerini nasıl harekete geçirebileceğimizi öğrenirsek, pek çok sağlık sorununun da çözümüne ulaşabiliriz,” dedi.

  • Hangisi daha kötü : Şeker mi ? Yapay tadlandırıcılar mı ?

    tatlandiricilarBiz diyetisyenler, danışanlarımızdan kilo verme sürecinde harcadıkları enerjiden daha düşük enerji almalarını sağlamaktayız. Bu bağlamda diyetteki yağ ve şeker alımını biraz kısıtlarız. Genel olarak danışanlar, yağlı yiyeceklerin ve kızartılmış ürünlerin tüketimini sınırlandırabilse de; şekerin eksikliğini hissetmekte, doğal karbonhidrat kaynağı olan (tahıllar, kurubaklagiller, peynir dışındaki süt ürünleri, sebze ve meyve gibi) besinlerden aldıkları şeker ile yetinememekte. Zaten çocukluk çağındaki ödüllendirici beslenme alışkanlığında sürekli tatlı verilmesi, kişide yetişkinlik döneminde tatlı yenildiğinde pişmanlık hissinin oluşmamasına, hatta “iyi bir şey yapmış” gibi tatlıyı yerken mutluluk duymasına sebebiyet vermektedir.

    Vücudumuzun Gerçekten Şekere İhtiyacı Var mıdır ?

    Beyin, sinir sistemi ve alyuvarlar normal koşullarda enerji ihtiyaçlarını mutlak surette karbonhidratlardan karşılamak durumundadır. Bazı karbonhidratlar besinlerde doğal olarak bulunurlar (meyvelerde fruktoz, sütte laktoz, tahıllarda nişasta gibi). Bazıları ise sonradan ilave edilirler (sofra şekeri ve şeker içeren besinler). Kaynağı ne olursa olsun, vücut gerçekte bu farkı anlamaz. Karbonhidratlar büyük oranda bitkisel kaynaklı besinlerden alınmaktadır. Bu karbonhidratlar vücudumuzda yapıtaşı olan glikoza dönüşür ve kan şekerinin esas kaynağını oluştururlar. O nedenle Dünya Sağlık Örgütü günlük enerjimizin %55-60’ının karbonhidratlardan karşılanması gerektiğini vurgulamaktadır.

    Fazla Karbonhidrat Tüketiminin Zararları Nelerdir ?

    42-15666011Vücut, kan şekerinin tümünü aynı anda enerjiye çevirememektedir. Kan şekeri düzeyi normalin üzerine çıktığında; pankreastan salınan insülin hormonu fazla şekerin depolanması için karaciğer, kas ve diğer hücreleri uyarır. Glikozun bir kısmı, kas ve karaciğerde glikojen şeklinde depolanır. İhtiyacından fazla enerji tüketimi durumunda vücut, bir kısım glikozu vücut yağına çevirir. Dolayısıyla obezite ve beraberindeki 40’ı aşkın hastalık için davetiye çıkartılmış olmaktadır. Bu nedenle karbonhidratları azı karar çoğu zarar mantığı ile değerlendirmekte yarar vardır. Son zamanlarda şeker kullanımının hızla artmasıyla birlikte kalp – damar hastalıkları, diyabet, kanser, sindirim sistemi hastalıkları ve romatizmal hastalıkların görülme sıklıklarında artışlar olmaktadır.

    Hiç Şeker Tüketmemek Vücutta Bir Eksiklik Yaratmaz mı ?

    Rafine edilmiş haliyle şeker 200 – 300 yıllık kısa bir geçmişe sahiptir. Peki şekerin keşfinden önce insanlar bu ihtiyaçlarını nasıl karşılıyordu, acaba vücutlarında bir eksiklik olmuyor muydu? Nasıl ki arabanın hareket edebilmesi için deposunda benzin olması gerekiyorsa, vücudumuz için de temel enerji kaynağı glikozun bulunması gerekir. Ancak bu glikoz, çayın içerisine atılan ve tatlıların yapımında kullanılan rafine haliyle sofra şekeri olarak görülmemelidir. Yukarıda da belirtildiği gibi doğal besinlerden de bu şekerin elde edilmesi söz konusu olmaktadır. Eğer ki sofra şekerinin eksikliği durumunda metabolizmamız sıkıntı oluştursaydı; sağlık personeli diyabeti olan bireylere de her gün tatlı yemelerini önerirdi. Yoğun olarak 1900’lü yılların başından itibaren beslenmemizde yer alan şeker, daha öncesinde saraylarda kullanılan lüks bir besin maddesi olarak tanımlanmaktadır. Günümüzde şekerin girmediği bir yer yok gibi. O nedenle bebeklikten itibaren şekerli besinlere alıştırılan bir insana sağlık problemlerinden ötürü “artık şekeri hayatınızdan çıkarmalısınız” demek çok zor.

    Şeker Vücutta Nasıl Bir Sıkıntı Yaratmaktadır ?

    Hızla ve hemen kana karışan, saflaştırılmış ve rafine şeker içeren besinler kan şekerinde ani bir dalgalanmaya neden olurlar. Çok kısa sürede yükselen kan şekeri yaklaşık yarım saat sonra aynı hızda düşmeye başlar. Her çıkışın bir inişi vardır. İşin kötü tarafı; tatlı yenildikten bir süre sonra artan ve azalmaya başlayan kan şekeri seviyesi eski seviyesinin de altına düşmektedir. Dolayısıyla kan şekerinde aniden bir pik yaşanması tekrardan tatlı yeme isteği doğurmaktadır. Bu nedenle kimse bir parça tatlı yiyerek “dur” diyememektedir.

    Peki Şekerin Yerini Nasıl Doldurabiliriz ?

    42-18468401Her zaman için besinlerin doğalını tercih etmekte yarar vardır. Ama bu demek değildir ki: Hiç tatlı yenilmemelidir. Elbette tatlı yenilmemesini gerektiren şeker hastalığı gibi bir durum söz konusu değilse bazen tatlı yenilebilir. Ancak tatlıların tüketim sıklığına ve miktarına dikkat etmek, ayrıca lokma, tulumba gibi şerbetli tatlılar yerine; sütlaç, muhallebi, puding, komposto, hoşaf, kabak tatlısı gibi hafif tatlıları tercih etmek gerekir. İşte bu tatlıların yapımında – enerji alımını azaltmak adına – toz tatlandırıcılardan yararlanılabilir.

    Diyabetliler başta olmak üzere, şeker tadından vazgeçemeyen, iştahını baskılamakta güçlük çeken, formuna önem veren bireyler ve aileleri için çok iyi bir alternatif olarak yapay tatlandırıcıların şeker yerine kullanılması daha uygun görülmektedir. Gerek içeceklerde tablet olarak, gerekse tatlıların yapımı esnasında toz formları ile güvenle kullanılabilen bu tatlandırıcıların enerji değeri yok veya göz ardı edilecek kadar düşüktür. Kan şekeri üzerinde de olumsuz etki yaratmamaları nedeniyle saflaştırılmış ve rafine şeker yerine tercih edilmeleri daha sağlıklı olacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta; bazı yapay tatlandırıcıların ocağı kapattıktan (besin pişirildikten) sonra ilave edilmesi gerekmektedir. Aksi taktirde topaklanma ve metalik bir tat oluşturabilmektedir.

    Yapay Tatlandırıcılara Geçiş

    Yapay tatlandırıcılar ilk olarak 1900’lü yılların başında ortaya çıkmış, 1940’lardan beri tüm dünyada hem şeker hastaları hem de sağlığına özen gösterenler tarafından yoğun olarak kullanılmaktadırlar. Günümüzde en fazla kullanılan yapay tatlandırıcılardan biri olan aspartam üzerinde 200’ü aşkın bilimsel çalışma yapılmış, yüksek dozlarda kullanımında dahi zararlı bir etkiye sahip olmadığı görülmüştür. Aspartam kullanımı Dünya Sağlık Örgütü tarafından onaylanmıştır.

    Yapay Tatlandırıcılar Kanser Yapar mı ?

    1939 yılında yapılan küçük çapta bir araştırmada sakarin içeren yapay tatlandırıcıların sıçanlarda mesane kanserine yol açtığı saptanmıştır. Ancak bunu izleyen çalışmaların hiçbirinde benzer bir etkiye rastlanmamıştır. Zaten bilim dünyasında “hayvan modelinde karşılaşılan bir durum insanlarda da aynen gerçekleşir” diye bir durum söz konusu değildir. Yaklaşık 70 yıldır yapılan çalışmalarda çok daha yüksek dozlarda insanlara verilen bu yapay tatlandırıcılarda benzer bir yan etkinin görülmemesi üzerine, bugün bizler danışanlarımıza Dünya Sağlık Örgütü’nün onay verdiği bu yapay tatlandırıcıları önermekte ve kullanımlarında bir sakınca görmemekteyiz. Bu şekilde bir kanının oluşmasında 20. yüzyılın sonlarına doğru bulunan aspartamın rolü büyüktür. Aspartam piyasada sakarinin önüne geçmiştir. Sonraları sakarinin aspartama “çamur at izi kalsın” mantığı ile misilleme olarak unutkanlık yaptığına dair demeçlerin verilmesi sonucu her 2 grup yapay tatlandırıcı da “kötü” olarak hafızalara kazınmıştır. Ancak tüm tatlandırıcılar gerek diyabetliler gerekse formuna dikkat edenler ve aileleri tarafından rahatlıkla kullanılabilirler. Formda kalmak, şekerin zararlı etkilerine maruz kalmamak ve ağız tadından vazgeçmemek için yapay tatlandırıcılar güvenle kullanılabilir. Özetle; yapay tatlandırıcılar iyi, rafine şeker kötü olarak tanımlanabilir.

    Uzman Diyetisyen
    M. Turgay KÖSE

    1977 İstanbul doğumlu Köse, ilk ve ortaöğrenimini aynı şehirde tamamladıktan sonra Hacettepe Üniversitesi Beslenme ve Diyetetik Bölümü’nden 2001 yılında derece ile mezun oldu. Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda yedek subay Diyetisyen olarak askerlik görevini tamamladı. Sonrasında Florence Nightingale Hastanesi Diyabet, Obezite ve Metabolizma Hastalıkları Merkezi bünyesinde Diyetisyen olarak çalıştı. 2004 yılında Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü’nde yüksek lisans programını tamamlayarak “Toplu Beslenme Sistemleri Bilim Uzmanlığı” aldı.

    Türkiye Diyetisyenler Derneği, Obezite Derneği ile Diyabet, Obezite ve Beslenme Derneği ve Yeni Çınar Lions Kulübü’ne üye olan Köse, hem bireysel hem de kurumsal anlamda beslenme danışmanlığı ve eğitimi çalışmalarını 2004’ten beri kurucusu olduğu Etik Diyet Danışmanlık’ta sürdürmektedir. Uzman Diyetisyen Turgay Köse fuar, kongre, seminer, internet TV, radyo ve televizyon programlarında konuşmacı; çeşitli gazete, dergi ve web sayfalarında köşe yazarı olarak yer almaktadır. Uzman Diyetisyen M. Turgay Köse’nin beslenme alanındaki ilk kitabı “Beslenme ve Diyetetik” Ekim – 2007’de piyasaya çıkmıştır.