Yaşamın içinden Satır Araları...

KarKralicesi

ATA BARIŞ (:
Kayıtlı Üye
16 Eylül 2006
24.059
18.172
37
Hayatın Riskleri ve Risklerin Hayatı


Gülmek “SAFTIR” denme riskini göze almaktır.
Ağlamak ise “DUYGUSAL” görünme riskini…
Birine yakınlaşmak “KENDİNİ KAPTIRMA” riskini göze almaktır.
Sevdiğini söylemek “SEVİLENİ YİTİRME” riskini…
Düşüncelerini söylemek ise “DOKUZ KÖYDEN KOVULMA” riskini…
Umutlanmak “HAYAL KIRIKLIĞINA UĞRAMA” riskini göze almaktır.
Sevmek ise “KARŞILIK GÖRMEME” riskini…
Ama riskler alınmalıdır, çünkü hayatımızın en büyük riski hiç risk almamaktır.
Çünkü yaşamak “ÖLMEK” riskini göze almaktır.
 
Pencereler vardır, dağlara bakar.
Dağların yüksekliği kadar yükselir bakışlar. Dağların ardı gibi ulaşılmazlara da sahiptir, dağların bu tarafındakiler gibi, engelleri beraber aşacak dâvâ arkadaşlarına da.

Pencereler vardır, denize bakar.
Açınca deniz vurur yüzünüze, kapatınca sessiz bir mavilik dolar evin içine. Deniz kadar derindir bakışlarınız, deniz kadar dalgalı olmasa bile hayatınız.

Pencereler vardır, nehirlere, derelere, şelalelere bakar.
Berraklıktır duvarınıza asılı tablo. Huzur veren şırıltıdır, çalıp duran müzik. Aynı nehirde iki kere yıkanamamak gibi, aynı nehri iki kere seyredemezsiniz. Giden su damlacıkları, hayatınızdan da saniyeler götürür; eşsiz bir manzara seyrettirirken.

Pencereler vardır, uçsuz bucaksız ovalara bakar.
Yürüseniz saatler sonra ulaşabileceğiniz noktadır, evinizin içinde bakakaldığınız. Gökyüzünün yer yüzüyle birleştiği o müthiş fotoğraf, yer ile gök arasındaki konumunuzu belirler: Ne kadar arzîsiniz ya da ne kadar semavî…

Pencereler vardır, kaldırımlara bakar.
Gördüğünüz; insan ayakkabıları, kedi patileri, araba lastikleridir. İşittiğiniz; ayak sesleri, otomobil gürültüleri, sokak kavgalarıdır. “Kaldırım manzaralı eviniz var mı?” diye sormazsınız asla, bir emlakçıya. Tercihiniz değil, mecburiyetinizdir kaldırımlar; ama ufkunuzu geliştirmek, başka dünyalara pencereler açmak elinizdedir.

Pencereler vardır, karşı apartmana bakar.
Sokaktan geçen arabalar, oyun oynayan çocuklar ve balkonda çay içen komşulardır; evinizden dış dünyaya açılan. Komşunuzun da sizden farkı yoktur; onun için de siz bir manzarasınızdır, penceresini açtığında. Siz ve komşunuz, karşılıklı iki ayna gibidir; ama bu aynadan sonsuz görüntüler çıkmaz.

Pencereler vardır, hayata bakar.
Hayattan ne anlıyorsa insan, o kadar geniş, o kadar ferah, o kadar huzur vericidir; penceresinden evine sızan. Hayatı bir hapishane gibi görüyorsa, ayak seslerinden, ayakkabı görüntülerinden ve araba lastiklerinden başka bir şey görmez, ruhunun penceresi olan gözlerini açtığında.

Pencereler vardır, insanın kendisine bakar.
Ne kadar derinse duruşu, ne kadar özgürse ruhu, ne kadar güzel görebiliyorsa; o kadar geniş, o kadar uçsuz bucaksız, o kadar güzeldir manzarası. Yüzeyselse, ancak karşı apartmandaki insanı görüp durur, penceresini her açtığında.
Pencereler vardır, açılmaz; sadece seyredersiniz. Koklayamazsınız, işitemezsiniz, elinizi uzatıp dokunuyor gibi hissedemezsiniz.

Peki sizin pencereniz nereye açıyor?
 
Dağlara karlar yağmış yine Güneş bulutların arkasına saklanmış düşlerimiz gibi.


Ne zaman gelecek baharlar


Okuldan gelirken düştüm bizim sokakta ..Defterlerim, kitaplarım, kalemlerim dağıldı etrafa,babamın aldığı yeni kalem kutusunun üzerinden de kocaman bir araba geçti. Kimse gelmedi yanıma elimden tutup kaldırmadı. İçime kocaman bir taş oturdu sanki. Sanki beni görmediler güç bela kalktım,gözlerimde yaşlar kalbimde açılan yaranın eseri.. Ne olmuş bu insanlara kalplerine karlar mı yağmış.

Öğretmen mutluluğun resmini çizin evde, yarın da getirin dedi, güneşi çizsem, baharı çizsem olur mu mutluluğun resmi ama olmaz ben görmedim ki baharı nasıl çizeceğim offffffff bahar nasıl bir şey hep dersin ya baharda etraf cıvıl cıvıl olur diye yok mu bir resmi göstersen bana. Babaannem anlatırdı ramazanda iftar çadırları kurulurmuş iftarda herkes birlikte neşeyle yemek yermiş, Hacivat karagöz oynatırlarmış çocuklar kalkmazmış başından ,her akşam sırayla limonata dağıtırmış komşular herkese, dedem ud çalarmış, amcam ney… sahurda bile yemek dağıtırlarmış birbirlerine … O insanlar bu insanlar mı acaba… Çok mu zaman geçti aradan nasıl değişti insanlar bu kadar..


Tozlar mı kapladı iyiliklerin üstünü.Ne zaman girdi sözlüklerimize bu cümleler “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın,bana ne,başkası yapsın,hep ben mi yapacağım………..” Söylesenize hiç bahar gelmeyecek mi bu şehre hep böyle karanlıklar mı karşılayacak bizi, birbirimize baktığımızda donuk bakışlar mı göreceğiz hep. Anlatsana bana bahar nasıl gelir çiçekler açar mı ne renktir çiçekler gülü kitaplardan tanıyorum gerçekten çok güzel kokar mı, kuşlar da öter mi baharda; nasıl öterler peki?


El ele tutuşsak tüm çocuklar seslensek bahara “gel artık bahar” desek gelir mi acaba? Gel bahar erit içimizdeki buzları güneşler doğsun yüreğimize..
 
Bir zamanlar bir psikoloji kitabında okuduğum bir bölüm vardı…

Hayatın ve getirilerinin kıymetini anlamak için
tavsiye edilen bir metod vardı içinde..
Deniyordu ki; “arada bir, çok bunaldığınızda,
hayatın sizin için çekilmez hale geldiğini düşündüğünüzde
kendinize 10 dakika ayırın ve kendi cenaze töreninizi düşünün”…

Cümleyi ilk okuduğumda çarpılmıştım…
Ben girişin akabinde pozitif bir gelişme ve tavsiye bekliyordum…
Ama ” kendi ölümümüzü ve cenazemizi ” düşünmemiz tavsiye ediliyordu…
Tüylerim diken diken oldu ve yazarın saçmaladığını düşündüm o an…
Ama önyargı düşmanı biri olarak okumaya devam ettim…
Diyordu ki; ” bunları düşündüğünüzde dünyadaki
yerinizi, dünyayı terkettiğinizde oluşacak boşluğu, sevdikleriniz ve
sizi sevenler için öneminizi anlayacaksınız…
özellikle insanların sizin için neler söyleyeceklerini, onlar için
ne ifade ettiğinizi hissetmeye çalışın…
O andan geriye dönme şansınız olmadığını, hayat denen kredinizin
bittiğini ve onlara yanıt verme şansınız olmadığını düşünün…

Tekrar sarılma, bir kez daha öpme ihtimalinizin bittiğini hissedin…
Dünyadaki küslüklerin, ayrılıkların, kavgaların yanında bu acının
ve geri dönülmezliğin korkunç çaresizliğini yaşayın…
Bırakın canınız yansın, bırakın alevler içinde kavrulsun tüm ruhunuz…
Orada, o musalla taşında düşünün kendinizi…
Seyredin şu an çevrenizde olanların yüz ifadelerini…
Akıllarından ve yüreklerinden geçen cümleleri hayal edin…
**************
Kitaba devam etmeden bıraktım kenara ve gözlerimi
kapatıp aynen düşünmeye başladım…
Eşimi, oğlumu, annemi, babamı, kardeşlerimi ve diğer tüm
çevremi oturttum tek tek kendi cenaze törenimdeki yerlerine…
birer birer yerleştirdim tabutumun çevresine hepsini…
hayatımda çok nadir bu kadar canım yanmıştı…
görüyordum işte “babaaaa…” diye ağlayan biricik oğlumu…
Eşim kucağında “ağlayan emanetimle” ayakta durmaya
çalışıyordu perperişan…
Koca çınar babacığım, belli belirsiz dualar okuyordu, o gözümden hala
gitmeyen vakur duruşuyla…
Annem, ciğerinden bir parça canlı canlı koparılmış gibi hem içine hem
dışına akıtıyordu gözyaşlarını…
Kardeşlerim, akrabalarım “çok erken gitti, doyamadı oğluna..”diyordu
acıyan ses tonlarıyla…
Ve dostlarım…
Onlar da şaşkındı…
Bazısı “daha dün birlikteydik, nasıl olur..” diyordu…
Bunları seyredip onlara “hayır ölmedim, burdayım..” demek istedim
hayal olduğunu unutup…
Sonra anladım yazarın ne demek istediğini daha devamını okumadan kitabın…
*************
Farkındalık önemli bir kavramdır psikolojide…
Belki de hiç aklımıza gelmeyen ve gelmeyecek bir farkındalığı göstermek
istemişti yazar…
Ben o gün kurduğum o hayalle, canımın tüm yanmasına rağmen
YENİDEN DOĞDUM…
Bilgisayar diliyle “format attım hayatıma”…
Sahip olduklarımın farkına vardım ve hala nefes alıyor olduğum için
şükrettim…
Gözlerimi açtığım anda o kötü ve acı sahne bitmiş, oyun perde demişti…
Peki ya hayal değil de,gerçek olsaydı ve perde bir daha açılmamak
Üzere kapansaydı…
İşte bu final bu yazıyı buraya kadar okumanıza değmiş olmalı…
Belki gerildiniz, kötü oldunuz ama devamını getirirseniz buna değer
bence…
Ben bu akşam melankoliğim ve biraz abartmış olabilirim…
Hani sanatçı ve şairiz ya ondandır belki…
Bence bu yazıyı sadece okuyarak bırakmayın…
LÜTFEN ARADA BİR, BURADAN ALDIKLARINIZI TARTIN,
DÜŞÜNÜN VE HAYATINIZI GÖZDEN GEÇİRİN…
Ölümün kime ve ne zaman geleceğini Yaradan’ dan başka bilen yok…
İşte bu yüzden hazır yaşıyorken ve nefes alıyorken
yapabileceklerinizi yapın, ertelemeyin…
Bilerek - bilmeyerek kırdığınız kalpleri tamir edin…
Sizi sevenlere ve sevdiklerinize daha fazla zaman ayırın…
Biraz Hıncal abi tarzı olacak ama, sevginizi ve
verdiğiniz değeri haykırın onlara iş işten geçmeden…

Ve en önemlisi;
VERDİĞİ -VERMEDİĞİ, ALDIĞI - ALMADIĞI HERŞEY İÇİN,
TEKRAR TEKRAR ŞÜKREDİN YÜCELER YÜCESİ YARADAN’A
 
Şimdi düşünün, sizin hayatınızda bela sandığınız kaç altıncı mutluluk var?...

Uykumun firar ettiği bir geceydi. Tv' nin karşısında buldum kendimi. Bir filmin başladığını gördüm kanalın birinde ve göz attım. (seyretmek gibi bi niyetim de yoktu aslında)

Bir doğum sahnesiyle başlıyordu. Ve doğumdan sonra doktorun sinirini bozacak kadar kahkahalarla gülen bir anne. Doğumu yaptıran doktor bağırıyordu;

“bayan neden gülüyorsunuz? Camdan kemiklere sahip, asla yürüyemeyecek, başka çocuklar gibi koşup oynayamayacak ve asla büyümeyecek bir çocuk dünyaya getirdiniz."


Kadının verdiği cevap ilginç: “beni de özel yapan bu ya! Özel bir çocuk doğurdum ben. Herkesin sahip olamadığı bir çocuk…”


Evet, çocuk cam kemik hastası ve aynı zamanda asla büyümeyecek genlere sahipti. En fazla 3-5 yaşındaki bir çocuk kadar kalacaktı. Ki öyle de oldu. İncecik bacaklar, cam kadar kırılgan kemikler ve kambur bir sırt

Baba bir bankanın müdürüydü. Tanrı ona her konuda oldukça cömert davranmıştı o güne kadar. Sağlık, İyi bir eş, güzel bir kız çocuğu, para ve statü… mutluluk için gereken 5 şeyin dördüne sahipti ki, 5.si iyi bir ölümdü zaten. Böyle bir çocuğa sahip olmayı kaldıramadı bir türlü. Bir oğlu olduğunu sakladı yıllarca. Utanç duydu. Ona nasıl davranması gerektiğini bilemiyordu. Babalar çocuklarına bisiklete binmeyi, top oynamayı öğretirdi. Oysa kendi oğlu kırılıyordu. Oğlunun buna verdiği cevapsa yaralayıcıydı: “zaman zaman kemiklerim kırılıyor baba, ama canım şu an kırıldığım kadar yanmıyor”…

Anneyse bütün zamanını oğluyla geçirdi. Çok sevdiği bir şey yapar gibi, harika bir film izler gibiydi onunlayken. Buraya kadar ne var ki diyebilirsiniz. Çok insan var benzer şeyler yaşayan. benim için en vurucu yanını anlatayım size. bir arkadaşıyla oğlu üzerine konuşurken şöyle diyordu anne; “o benim altıncı mutluluğum”…

Oysa annesine altıncı mutluluk olan çocuk, babasının intihar sebebi olacaktı ve oldu.

Bu film bana bir yazıyı hatırlattı. “belanızı sevin” diyordu yazar, “bela sandıklarınızı sevin, ki onlar cennetin anahtarı olabilir.” Peki bizim hayatlarımızda bir bela, bir musibet olarak gördüğümüz kaç altıncı mutluluk var? kaç harika şeyi bir bela olarak görüp doyasıya gülümsemekten mahrum kaldık? Kaç altıncı mutluluğu trajediye dönüştürdük? Kendimizle birlikte kaç kişiyi daha mutsuz ettik bu körlüğümüz yüzünden?

Fark edemediğimiz altıncı mutluluklar yüzünden kaçımız beş mutluluğu yok saydık? Yalnızca bir kez bahşedilen bir hayatı kaç kez harcadık bozuk para gibi bu uğurda?


Belki imkansız bir aşktı altıncı mutluluk, vuslatı olmadan bir ömür yaşanacak olan.


Belki özel bir çocuktu, özel bir anne yada baba olmamızı sağlayan..


Belki bir kazaydı hayatımızın seyrini alt üst eden..


Belki bir iflastı, belki bir ölüm, belki de bir veda…


altıncı, yedinci, sekizinci ve daha fazlası…

Mutluluk bizim şükretmeyi bildiğimiz kadardı, şükretmemiz gerekenleri gördüğümüz kadar…

Şükredebildiğimiz kadar…


Şimdi düşünün, sizin hayatınızda bela sandığınız kaç altıncı mutluluk var?...
 
Kendini kendinle topla
Herkes biliyor ki:
Herkes için her şey olamazsın
Her şeyi bir anda yapamazsın.
Her şeyi mükemmel yapamazsın.
Her şeyi herkesten iyi yapamazsın.
Sen de herkes gibi bir insansın.
Öyleyse,
En azından, birisi için önemli bir şey ol.
Bir anda sadece bir şey yap.
Bir şeyleri hep eksik bırakacağını hatırla.
Bir şeyi herkesten iyi yapmaya bak.
Böylece hiç kimsenin “senin gibi” olamadığını gör.
Herkesin herkes gibi olmaya çalıştığı yerde,
sen “sen” ol..
böylece herkesten daha iyi ol.!

Kendini kendinden çıkar

Çok uzaklara gitmeye gerek yok.
Yaşın kaç ise, bir o kadar rakamı yaşından çıkar ki
geriye sıfır kalsın.
Hayata başladığın güne git.
Doğduğun gün ağzından çıkan ilk çığlığı hatırla.
Şu anda yaşadığın şehirde bir günde
yüzlerce, binlerce bebek doğuyor.
Hepsi de bir çığlıkla karışıyorlar hayata.
Kendine bir sor;
onların doğması ne kadar umurunda?
Ne kadar önemsiyorsun uğramadığın bir yerde, tanımadığın bir kadının tanımadığın/tanımayacağın
bir bebeği doğurmasını?
Doğduğun gün işte sende böylesine umursanmaz biriydin. Şükürki yanı başında annen baban vardı da,
dünyaya ilk acemi bakışlarına
şefkatli bakışlarıyla karşılık verdiler.
Elinden tuttular, ninni söylediler,
büyüttüler, beslediler seni.
Seni önemli kılan onların sevgisiydi.
O sıralar seni ne Nike tanıyordu,
ne Coca-Cola önemsiyordu, ne de LCW düşünüyordu.
Seni önemseyenler,
üstünde hiçbir şey olmadığı halde önemsiyordu seni.
Seni sadece sen olduğun için seviyorlardı.
İstersen doğduğun günden biraz daha geriye gidelim. Birkaç ay daha geriye..
O zamanlar annenin karnında karanlıklar içindeydin. Sadece onun fark ettiği, onun hissettiği biriydin.
Oracıkta kala kalsaydın y da hiç çıkamasaydın,
kimse önemsemeyecekti seni.
Bildiğin bütün markalar seni hesaba katmadan
satmaya devam edecekti,
sevdiğin bütün reklamlar seni düşünmeden
oynayıp duracaktı.
Bir de şöyle düşün:
Sen “içerideyken” henüz gözlerin tamamlanmamıştı; gözlerinin olmadığını gören,
gözlerinin olması gerektiğini düşünen,
gözlerini olması gerektiği gibi olması gereken yere koyan
ne annendi, ne babandı, ne de kendindin.
Sana sorulmuş olsaydı,
henüz ışığı bile tanımadığın için
gözlerine ihtiyacın olmadığını söylerdin.
Sana sorulmuş olsaydı,
henüz yolları, bahçeleri, kaldırımları,
vitrinleri görmediğin için
ayaklarıma gerek yok derdin.
Belki ellerini bile istemeyecektin.
Belki yüzünü bile gereksiz görecektin.
Şimdi bir düşün seni önemli kılan,
gözlerinin önüne taktığın gözlük mü,
ayaklarına geçirdiğin ayakkabı mı,
ellerine taktığın eldiven mi,
boynuna doladığın atkı mı?
Birkaç ay daha geriye gidelim.
Henüz iki hücreden ibaretsin.
Annen bile farkında değil varlığının.
İki hücre hâlâ daha nasıl olduğunu anlayamadığımız
bir hızla, olağanüstü bir düzenle çoğalıp ayrışmasaydıda, anne rahminden düşüverseydin
kimse fark etmeyecekti seni,
kimsenin fark ettiği biri olmayacaktın.
Hatta, bir adın bile olmayacaktı.
Hiç doğmasaydın, şu an aramızdan eksik olacaktın.
Ama eksikliğini bile fark etmeyecektik.
“Caner şimdi burada olsaydı!”
bile diyemeyecekti annen baban ve sınıf arkadaşların. Çünkü olmayacaktın ve olmadığın için de
olmadığın fark edilmeyecekti.
Örneğin “Sümeyye seni ne kadar özledim!”
diyen bir arkadaşın olmayacaktı.
Çünkü hepten eksik olduğun için
arkadaşın eksikliğini çekmeyecekti.
Senin anlayacağın hiç var olmamak ölmekten beterdir. Öldüğünde hiç olmazsa, ardın sıra ağlayanların olur, eksikliğini çekenler olur, özleyenlerin olur.
Ama hiç yaşamadığında,
hesaba katılmazsın, sözün bile edilmez.
İşte şimdi hesabını yeniden yap;
kendini kendinden çıkar.
Geriye sıfır kaldığında,
yani sen adı bile olmayan bir hücre topluluğu olduğunda seni önemseyen kim olabilir?
Tanıdıkların içinde öyle biri var mı?
Sevdiklerin arasında seni hiç yokken seven biri var mı? Örneğin, yüzün ortada bile değilken
yüzünü özleyen biri var mı?
Nasıl olabilir ki?
Seni en çok sevenler bile seni sen varolduğun için sevdi. Şimdi sen,
seni sen yokken bile seven birini düşünmek istemez misin? Seni sen var olduğun içen sevenleri hatırladığın kadar,
seni sevdiği için var edeni hatırlamak istemez misin???

Kendini kendinle çarp
Bu sabah aynaya bir bak.
Bakalım kimi göreceksin.
Elbette yeryüzündeki bütün insanlara benzeyen
bir insan yüzü.
Kaşları, gözleri, yüzü, burnu, kulakları, saçları ile
sen de herkes gibi bir insansın.
Ama aynada herhangi bir insanı görüyor değilsin.
Kendini görüyorsun.
Tümüyle sana özel,
sadece senin için yaratılmış bir yüz görüyorsun.
Yani senin yüzün gibi başka bir yüz yok.
Onun için yüzüne bakanlar seni,
sadece seni görüyorlar.
Seni tanıyanlar yüzünden tanır, sevenler yüzünü sever. Herkese benzeyen birini değil.
Bütün zamanlarda, senin yüzün gibi bir yüz olmadı,
senin yüzün gibi bir yüz olmayacak.
Şimdi tekrar düşün.
Sen, en azından yüzüne bakarak anlayabileceğin gibi,
seni yaratan için bir tanesin, biriciksin, çok özelsin.
Aynaya bakıp yüzünü gördüğünde, hep bunu hatırla.
Sen hayran olduğun birilerine benzediğin için
önemli değilsin.
Sen şarkılarını severek dinlediğin şarkıcı gibi
konuştuğun için özel değilsin.
Sen giydiğin ayakkabı sayesinde,
tuttuğun takımın başarıları yüzünden,
tişörtünün üzerinde yazan marka için biricik değilsin.
Sen, sadece “Sen” olduğun için önemlisin.
Seni biricik, bi’tanecik ve özel olarak yaratan,
yaşatan bir Yaratıcı seni önemsediği için önemlisin.!!!

Kendini kendine böl
Etrafına bir bak.
Ne kadar çok insan ne kadar çok şey peşinde koşuyor.
Çok para, çok mal, çok yer, çok iş, çok yemek,
çok araba, çok tatil, çok çok…
Ne kadar telaşla yaşıyorlar.
Herkesin çok acelesi var, çok telaş içindeler,
çok koşturuyorlar, hep bir yerlere yetişmek istiyorlar. Durup kalsalar kaybedecekler sanki..
Koşturmasalar ellerindekileri düşürecekler gibi.
Şimdi bir de kendine bak.
En çok ne mutlu ediyor seni?
Kimler sana gerçek dostluk yüzü gösteriyor?
Kaç sahici arkadaşın var? Kaç sırdaşın var?
Çok az şey mutlu ediyor seni.
Dostların pek az.
Arkadaşlarının ve sırdaşlarının sayısı
bir elin parmağını geçmiyor.
Bazen sadece nefes almak seni mutlu etmeye yetiyor. Özlediğin bir dostunu görmek,
özlediğin bir sahilde yürümek,
sevdiğin bir yiyeceği yemek,
sevdiğinin iki gözünün içine içine bakmak mutlu ediyor seni.
Hepsi az şeyler.. Çok az şeyler…
Şimdi geri dön.
Dur ve yeniden bak.
Meydanlarda koşturan insanların aradıklarını bir düşün. Merdivenleri telaş içinde tırmanan,
otoyolları son hızla tüketen kalabalıkların
neyin peşinde olduğunu düşünmeye çalış.
Aslında onların çoğu senin çoktan bulduğun
çok az şeyin peşinde.
Ama çok koşturdukları için
bir türlü durup kendilerine soramıyorlar.
yazıkki aradıklarını sandıkları şeyi
bulduklarınd da tanımayacaklar.
Sen senin için önemlisin.
Biricik olduğun için önemlisin.
Kendini başkalarıyla kıyaslamayı bırak.
Kendini kendinle kıyasla.
Kendini başkalarının yaşadıkları ile tanımlamak yerine kendi yaşamınla tanımla.
İçinde başkasının plağı çalmasın.
Kendi sesinle konuş.
Kendi yüzünle bak hayata.
Kendini önemli bilerek yürü sokaklarda.
Nefes alıp verebildiğin için,
güneşe çıplak gözle bakabildiğin için,
rüzgârı hissedebildiğin için mühimsin.
Yaratıldığın için önemlisin.
Kendini kendine bölersen,
eline tam t***** bir 1 geçecek.
Ne yarımsın, ne eksiksin,
ne de kimselerin seni tamamlamasına ihtiyacın var...
Sen mühimsin.
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…