- 21 Eylül 2006
- 1.453
- 28
Yaşadığın yaşadığımdır
Nihat DAĞLI
Bu sabah seni izledim. Evden çıkışından itibaren seninleydim. Kendimi fark ettirmeden, seni, güne düşen gölgeni takip ettim; gün denen zaman aralığına bıraktığın sesine eğilip oradan seni topladım. Sende kendimi görmekti niyetim, kendimi sende okumak… Çünkü sen sokaklara düşen gölgemdin, yaşadıklarımın ifadesi. Ve şimdi ben burada seninle olduğum bugünü anlatmaya koyulursam, bil ki, sadece seni anlatmış olmayacağım. Anlatılacak bugünün içinde, sen, ben, hepimiz varız.
Esas durumunu örten, seni silikleştiren bir telâşla kapıyı ittin ardından. Kapı kapandı mı, dönüp bakmadın bile. Hıza gömülmüş bir çağın orta yerinde, bu hıza denk bir kent karmaşasına düştün. Topraktan gelmiştin; ama şimdi toprağı örtmüş beton üzerinden gidiyordun. Kendinden geçmiş; az ileride seni alacak dolmuşun gelip duracağı noktaya kilitlenmiştin. Ne yağmur birikintisi, ne yan bahçede açılmaya yüz tutan erik ağacı, ne de annesinin kucağında bir yerlere yetiştirilen bebeğin gözlerindeki ürkekliği fark ettin. Ellerin, gözlerin, içlerine cemre düşmüş günlerin gelip çarptığı bütün bir bedenin sanki yoktu. Omzundaki çantayı kavramış ellerden, yola düşmüş gözlerden, uykudan çıkmış varlığından habersiz, Boğaz’ın diğer yakasındaki bürona yetişme hesapları içindeydin. Vardığın noktada biraz bekledikten sonra gelen ilk dolmuşa kendini attın. Kayıp giden o araçta öylece kalmış, oturduğun yerde kilitlenmiştin sanki. O dört tekerlek üzerinde kayan vasıtanın dışında, hıza binen bir hayat da akıyordu. O kadar insanın, senin ve bindiğin vasıtanın hızı hep aynıydı. On beş dakika sonra vapura binecektin. Yine öylece kaldığın bir yer kaptın vapurdan. Deniz, martılar, insanların gözlerinde okunan onca şey… Vapur düdükleri, gazete manşetleri, çevrilen sayfalar, vitrinlerden sokaklara taşanlar… Yoğun bir uğultu… Sis… İnsanları aynılaştıran yabanî bakışlar; Ayşeleri, Mehmetleri tek şekle indirgeyen öylesine ilgiler…
Taze bir günün sabahında akşamdan kalma yorgunluklar içinde masana geçtin. Kendini koltuğa bıraktın. Masa, bilgisayar, birkaç odadan oluşan o dünyanda geçirilecek yedi-sekiz saatten dakikalar düşmeye başladı. Ellerin bilgisayar düğmesine gitti. Büroda yetiştirmen gereken birçok iş vardı. Gün hemen sonlanacaktı, hafta da bitmek üzereydi. O kadar işi güne, sonra haftaya sığdırmak gerekiyordu. Kendinden çıktın. Bilgisayar ekranının ışığında açılan yollara vurdun kendini.
Dakikalar düştü. Düşen dakikalar geçen zamanı saatlere çevirdi. Saatler birikince güneş batmaya yüz tuttu. Artık kalkman gerekiyordu yerinden. Çantanı omuzladın yine. Vapura yetişmek gerekiyordu; hızlıca yürümeye koyuldun. Kalabalığın içinde, şuna buna çarpmama kaygısı içinde vapura attın kendini. Sırtında çantan, içinde tortu gibi birikmiş bir yorgunluk. Dün gibi yaşanan bir bugüne benzer bir yarının da mukadder olduğunu bilerek yerleştin vapurun koltuklarına. Sabah bindiğin vapurdaki kişi değildi şimdi yanında oturan. Sabahki kişi kimdi, şimdiki kim, bu aklına gelmedi. Karşındaki hanımefendi nasıl bir eve gidiyor, ayakta duran delikanlının baktığı yerde ne bitiyor şimdi? Hayır, düşündüğün bunlar değildi!
İskeleye yanaşan vapurdan atlayan yüzlerce adım bir yürüyüşe koyulmuyor, koşuyor insanlar. Güneş batmak üzere, ama hız hâlâ düşmedi. Şimdi otobüsler, dolmuşlar çağırıyor adımları. Hız, biraz daha hız! Batan güneşin, denizin, martıların, çiçekçilerin, yorgun yüzlerin, caddeleri dolduran hikâyelerin, yağmur birikintisine düşen ışıkların, arka sokaklarda yaşanan küçük hayatların üzerinden atlayarak geçiyorsun. Yine yetişmeye çalışıyorsun. Bu sefer sabah çıktığın eve girip oturmak, oturduğun yerde kıvrılıp yatmak için dolmuş kuyruğuna giriyorsun. Ayakta, yanı başındaki elektrik direğine yaslanıp sıranı bekliyorsun. Bir dolmuş gelip seni alsın, ayaklarını yerden kessin istiyorsun.
Eve kadar izliyorum seni. Kapanan apartman kapısının önünde kalıyorum öylece, sen kayboluyorsun. Biliyorum şimdi evindesin. Az sonra yemeğini yiyecek, kendini bir koltuğa bırakacak ve yine ışıltılı bir ekranın karşısında kalacaksın. Hep yetiş(tir)mek isteyen insanların hayatından görüntüler düşecek gözlerine; bir de hayalî (sanal) ve yalan dünyalar. İçinden çıkıp geldiğin hayat, evinin içlerine taşınacak. ‘Al seyreyle gündüzünü!’ der gibi olacak televizyon seyrin.
Bir günü böyle yaşadın işte. Bir günün böyle bitti. Bir gün böyle ‘geçmiş’ oldu. Ve biliyorum ki, bugüne, bu tür ‘gün’lerle geldin, hayatın bu ‘gün’lerin toplamı olacak.
‘Ne var bunda?’ diyeceksin.
Başta söylediğimi tekrar edeyim: Sen bensin! Seni izlerken kendimi gördüm. Ben veya biz, sen gibiyiz. Yaşadığın, yaşadığımdır.
Sonra şunu diyeyim:
Sevgili insan kardeşim! Yürümüyoruz artık! Bunu hatırlatmak istedim sadece. Hayır, yürümüyoruz; çünkü bedenlerimizi ayaklar değil vasıtalar taşıyor. Sanayileşmeyi, kenti, daralan zamanı, ev-iş arasındaki uzayan mesafeyi bilmiyor değilim. ‘Başka türlü yaşanabilir!’ de demiyorum. Diyorum ki, biz ayaklarımızı yitirdik. Ayaklarımızın artık bir proteze dönüştüğünü, kısa aralıklı kullanımlardan sonra onları dinlenmeye bıraktığımızı, bunun ne mânâya geldiğini söylüyorum. “Bu bedenimizin iptalidir.” diyorum. Yürüyelim diye bize verilmiş ayakların böylesine âtıl kalmasının ne mânâya geldiğini anlamaya çalışıyorum. Bugün ‘ayaklar daha çok araba kullanmakta, asansörde, yürüyen merdivende veya kaldırımda bir süre desteklemeye yaramaktadır artık.’ Oysa yürümek, dünyaya açılmaktır. Dünyaya açılmak ise; dünyaya gitmek, onu görmek, onu idrak edip kavramak demektir. Her adımla sanki biz dünya kitabından bir sayfa çeviriyoruz. Ayaklarımızın altında dünyayı hissediyor, böylelikle dünyaya gidiyor, gittiğimiz dünyadan içimiz dolarak dönüyoruz. Yürüdükçe, karşımıza çıkan her bir şeye eğildikçe, zamanın biraz daha yavaşladığını, yavaşlayan zamanın derinliğine doğru yoğunlaştığımızı hissediyoruz.
Ayaklarımızla yürümediğimiz, ellerimizle dokunmadığımız, dolayısıyla hissetmediğimiz ve hissetmediğimiz için de kavrayıp anlamlandıramadığımız bir dünyaya doğru gidiyoruz. Gittikçe siliniyoruz. Yerimizi araçlar alıyor; nesnelerin özne olarak yer aldığı bir hayatın ara elemanları oluyoruz. Her köşe başında bir makinenin durduğu hayatın, bu makineler arasındaki ‘bilgi’ akışını sağlayan birer ‘ara birim’ olan bizlerin nasıl bir vehametle karşıya karşıya olduğu ortadadır. Şehirleri, caddeleri, yolları, yani topyekûn hayatı arabalara bıraktık. Arabalar işgal etti şehirlerimizi ve yollarımızı. Trafik akmıyor, yol akmıyor, mesafe bitmiyor şimdi. Hayat durmuş sanki! Biz o arabaların içinde birer mahkûm gibiyiz. Akmayan, dolayısıyla gittikçe kokan bu hayat canımızı sıkıyor. Sanki boğuluyoruz. Arabalara koşmamız, birine de bizim sahip olmamız, hayatımızı kolaylaştırmıyor. Ayaklarımızı hükümsüzleştirerek (arabalar sadece ayaklarımızı yerden kesmiyor, onları hükümsüzleştiriyor da) bizi güçsüzleştiren arabaların bize verdiklerine şüphe ile bakmalı değil miyiz? Bedeni böylesine âtıl hâle getirmenin ağır bedellerini ödüyoruz. Hayat sadece durmuş değil, bedenler de hantallaşmış. Artan kilolar, biriken yağlar, sıklıkla yoklamaya başlayan hastalıklar ölüme sürüklenmekte olan bir bedenden haber veriyor.
Evet, insan kardeşim! Ayaklarınıza sahip çıkın, hissedin onları. Ayağa kalkın ve yürüyün! Size nimet olarak verilen bedeniniz dirilsin, hayata yürüyün! Arabalar azalsın, yollar açılsın, hayat aksın. Yürüyün! Yağlar erisin, kilolar düşsün üzerinizden, hafifleyin. Şu bahar mevsiminde çıkın kırlara, kendinizi patikalara vurun. Bir dağın yamacında kır çiçeklerine dokunun, bir kayanın kovuğunda filizlenen adı/kokusu bilinmeyen çiçeklere burnunuzu dayayın, açın kulağınızı kuşlara-böceklere, içiniz varlık dolsun, var olsun ve siz tefekkürü keşfedin. Yanınıza ıslak toprakları, ıhlamurları, hanımelileri, reçineleri, kuşların cıvıltılarını, böceklerin cırlamalarını, çam kozalakların çıtırtısını, kuytuların sessizliğini, çileklerin ve eriklerin mayhoş tadını, bir subaşının serinliğini alın. Ve buralardan marifetullaha pencereler açın! Hayatla dolun, hayatla dönün evinize! Ve de şükürle!
İskeleye yanaşan vapurdan atlayan yüzlerce adım bir yürüyüşe koyulmuyor, koşuyor insanlar. Güneş batmak üzere, ama hız hâlâ düşmedi. Şimdi otobüsler, dolmuşlar çağırıyor adımları.
Yerimizi araçlar alıyor; nesnelerin özne olarak yeraldığı bir hayatın ara elemanları oluyoruz. Her köşe başında bir makinenin durduğu hayatın, bu makineler arasındaki ‘bilgi’ akışını sağlayan birer ‘ara birim’ olan bizlerin nasıl bir vehametle karşıya karşıya olduğu ortadadır.
Nihat DAĞLI
Bu sabah seni izledim. Evden çıkışından itibaren seninleydim. Kendimi fark ettirmeden, seni, güne düşen gölgeni takip ettim; gün denen zaman aralığına bıraktığın sesine eğilip oradan seni topladım. Sende kendimi görmekti niyetim, kendimi sende okumak… Çünkü sen sokaklara düşen gölgemdin, yaşadıklarımın ifadesi. Ve şimdi ben burada seninle olduğum bugünü anlatmaya koyulursam, bil ki, sadece seni anlatmış olmayacağım. Anlatılacak bugünün içinde, sen, ben, hepimiz varız.
Esas durumunu örten, seni silikleştiren bir telâşla kapıyı ittin ardından. Kapı kapandı mı, dönüp bakmadın bile. Hıza gömülmüş bir çağın orta yerinde, bu hıza denk bir kent karmaşasına düştün. Topraktan gelmiştin; ama şimdi toprağı örtmüş beton üzerinden gidiyordun. Kendinden geçmiş; az ileride seni alacak dolmuşun gelip duracağı noktaya kilitlenmiştin. Ne yağmur birikintisi, ne yan bahçede açılmaya yüz tutan erik ağacı, ne de annesinin kucağında bir yerlere yetiştirilen bebeğin gözlerindeki ürkekliği fark ettin. Ellerin, gözlerin, içlerine cemre düşmüş günlerin gelip çarptığı bütün bir bedenin sanki yoktu. Omzundaki çantayı kavramış ellerden, yola düşmüş gözlerden, uykudan çıkmış varlığından habersiz, Boğaz’ın diğer yakasındaki bürona yetişme hesapları içindeydin. Vardığın noktada biraz bekledikten sonra gelen ilk dolmuşa kendini attın. Kayıp giden o araçta öylece kalmış, oturduğun yerde kilitlenmiştin sanki. O dört tekerlek üzerinde kayan vasıtanın dışında, hıza binen bir hayat da akıyordu. O kadar insanın, senin ve bindiğin vasıtanın hızı hep aynıydı. On beş dakika sonra vapura binecektin. Yine öylece kaldığın bir yer kaptın vapurdan. Deniz, martılar, insanların gözlerinde okunan onca şey… Vapur düdükleri, gazete manşetleri, çevrilen sayfalar, vitrinlerden sokaklara taşanlar… Yoğun bir uğultu… Sis… İnsanları aynılaştıran yabanî bakışlar; Ayşeleri, Mehmetleri tek şekle indirgeyen öylesine ilgiler…
Taze bir günün sabahında akşamdan kalma yorgunluklar içinde masana geçtin. Kendini koltuğa bıraktın. Masa, bilgisayar, birkaç odadan oluşan o dünyanda geçirilecek yedi-sekiz saatten dakikalar düşmeye başladı. Ellerin bilgisayar düğmesine gitti. Büroda yetiştirmen gereken birçok iş vardı. Gün hemen sonlanacaktı, hafta da bitmek üzereydi. O kadar işi güne, sonra haftaya sığdırmak gerekiyordu. Kendinden çıktın. Bilgisayar ekranının ışığında açılan yollara vurdun kendini.
Dakikalar düştü. Düşen dakikalar geçen zamanı saatlere çevirdi. Saatler birikince güneş batmaya yüz tuttu. Artık kalkman gerekiyordu yerinden. Çantanı omuzladın yine. Vapura yetişmek gerekiyordu; hızlıca yürümeye koyuldun. Kalabalığın içinde, şuna buna çarpmama kaygısı içinde vapura attın kendini. Sırtında çantan, içinde tortu gibi birikmiş bir yorgunluk. Dün gibi yaşanan bir bugüne benzer bir yarının da mukadder olduğunu bilerek yerleştin vapurun koltuklarına. Sabah bindiğin vapurdaki kişi değildi şimdi yanında oturan. Sabahki kişi kimdi, şimdiki kim, bu aklına gelmedi. Karşındaki hanımefendi nasıl bir eve gidiyor, ayakta duran delikanlının baktığı yerde ne bitiyor şimdi? Hayır, düşündüğün bunlar değildi!
İskeleye yanaşan vapurdan atlayan yüzlerce adım bir yürüyüşe koyulmuyor, koşuyor insanlar. Güneş batmak üzere, ama hız hâlâ düşmedi. Şimdi otobüsler, dolmuşlar çağırıyor adımları. Hız, biraz daha hız! Batan güneşin, denizin, martıların, çiçekçilerin, yorgun yüzlerin, caddeleri dolduran hikâyelerin, yağmur birikintisine düşen ışıkların, arka sokaklarda yaşanan küçük hayatların üzerinden atlayarak geçiyorsun. Yine yetişmeye çalışıyorsun. Bu sefer sabah çıktığın eve girip oturmak, oturduğun yerde kıvrılıp yatmak için dolmuş kuyruğuna giriyorsun. Ayakta, yanı başındaki elektrik direğine yaslanıp sıranı bekliyorsun. Bir dolmuş gelip seni alsın, ayaklarını yerden kessin istiyorsun.
Eve kadar izliyorum seni. Kapanan apartman kapısının önünde kalıyorum öylece, sen kayboluyorsun. Biliyorum şimdi evindesin. Az sonra yemeğini yiyecek, kendini bir koltuğa bırakacak ve yine ışıltılı bir ekranın karşısında kalacaksın. Hep yetiş(tir)mek isteyen insanların hayatından görüntüler düşecek gözlerine; bir de hayalî (sanal) ve yalan dünyalar. İçinden çıkıp geldiğin hayat, evinin içlerine taşınacak. ‘Al seyreyle gündüzünü!’ der gibi olacak televizyon seyrin.
Bir günü böyle yaşadın işte. Bir günün böyle bitti. Bir gün böyle ‘geçmiş’ oldu. Ve biliyorum ki, bugüne, bu tür ‘gün’lerle geldin, hayatın bu ‘gün’lerin toplamı olacak.
‘Ne var bunda?’ diyeceksin.
Başta söylediğimi tekrar edeyim: Sen bensin! Seni izlerken kendimi gördüm. Ben veya biz, sen gibiyiz. Yaşadığın, yaşadığımdır.
Sonra şunu diyeyim:
Sevgili insan kardeşim! Yürümüyoruz artık! Bunu hatırlatmak istedim sadece. Hayır, yürümüyoruz; çünkü bedenlerimizi ayaklar değil vasıtalar taşıyor. Sanayileşmeyi, kenti, daralan zamanı, ev-iş arasındaki uzayan mesafeyi bilmiyor değilim. ‘Başka türlü yaşanabilir!’ de demiyorum. Diyorum ki, biz ayaklarımızı yitirdik. Ayaklarımızın artık bir proteze dönüştüğünü, kısa aralıklı kullanımlardan sonra onları dinlenmeye bıraktığımızı, bunun ne mânâya geldiğini söylüyorum. “Bu bedenimizin iptalidir.” diyorum. Yürüyelim diye bize verilmiş ayakların böylesine âtıl kalmasının ne mânâya geldiğini anlamaya çalışıyorum. Bugün ‘ayaklar daha çok araba kullanmakta, asansörde, yürüyen merdivende veya kaldırımda bir süre desteklemeye yaramaktadır artık.’ Oysa yürümek, dünyaya açılmaktır. Dünyaya açılmak ise; dünyaya gitmek, onu görmek, onu idrak edip kavramak demektir. Her adımla sanki biz dünya kitabından bir sayfa çeviriyoruz. Ayaklarımızın altında dünyayı hissediyor, böylelikle dünyaya gidiyor, gittiğimiz dünyadan içimiz dolarak dönüyoruz. Yürüdükçe, karşımıza çıkan her bir şeye eğildikçe, zamanın biraz daha yavaşladığını, yavaşlayan zamanın derinliğine doğru yoğunlaştığımızı hissediyoruz.
Ayaklarımızla yürümediğimiz, ellerimizle dokunmadığımız, dolayısıyla hissetmediğimiz ve hissetmediğimiz için de kavrayıp anlamlandıramadığımız bir dünyaya doğru gidiyoruz. Gittikçe siliniyoruz. Yerimizi araçlar alıyor; nesnelerin özne olarak yer aldığı bir hayatın ara elemanları oluyoruz. Her köşe başında bir makinenin durduğu hayatın, bu makineler arasındaki ‘bilgi’ akışını sağlayan birer ‘ara birim’ olan bizlerin nasıl bir vehametle karşıya karşıya olduğu ortadadır. Şehirleri, caddeleri, yolları, yani topyekûn hayatı arabalara bıraktık. Arabalar işgal etti şehirlerimizi ve yollarımızı. Trafik akmıyor, yol akmıyor, mesafe bitmiyor şimdi. Hayat durmuş sanki! Biz o arabaların içinde birer mahkûm gibiyiz. Akmayan, dolayısıyla gittikçe kokan bu hayat canımızı sıkıyor. Sanki boğuluyoruz. Arabalara koşmamız, birine de bizim sahip olmamız, hayatımızı kolaylaştırmıyor. Ayaklarımızı hükümsüzleştirerek (arabalar sadece ayaklarımızı yerden kesmiyor, onları hükümsüzleştiriyor da) bizi güçsüzleştiren arabaların bize verdiklerine şüphe ile bakmalı değil miyiz? Bedeni böylesine âtıl hâle getirmenin ağır bedellerini ödüyoruz. Hayat sadece durmuş değil, bedenler de hantallaşmış. Artan kilolar, biriken yağlar, sıklıkla yoklamaya başlayan hastalıklar ölüme sürüklenmekte olan bir bedenden haber veriyor.
Evet, insan kardeşim! Ayaklarınıza sahip çıkın, hissedin onları. Ayağa kalkın ve yürüyün! Size nimet olarak verilen bedeniniz dirilsin, hayata yürüyün! Arabalar azalsın, yollar açılsın, hayat aksın. Yürüyün! Yağlar erisin, kilolar düşsün üzerinizden, hafifleyin. Şu bahar mevsiminde çıkın kırlara, kendinizi patikalara vurun. Bir dağın yamacında kır çiçeklerine dokunun, bir kayanın kovuğunda filizlenen adı/kokusu bilinmeyen çiçeklere burnunuzu dayayın, açın kulağınızı kuşlara-böceklere, içiniz varlık dolsun, var olsun ve siz tefekkürü keşfedin. Yanınıza ıslak toprakları, ıhlamurları, hanımelileri, reçineleri, kuşların cıvıltılarını, böceklerin cırlamalarını, çam kozalakların çıtırtısını, kuytuların sessizliğini, çileklerin ve eriklerin mayhoş tadını, bir subaşının serinliğini alın. Ve buralardan marifetullaha pencereler açın! Hayatla dolun, hayatla dönün evinize! Ve de şükürle!
İskeleye yanaşan vapurdan atlayan yüzlerce adım bir yürüyüşe koyulmuyor, koşuyor insanlar. Güneş batmak üzere, ama hız hâlâ düşmedi. Şimdi otobüsler, dolmuşlar çağırıyor adımları.
Yerimizi araçlar alıyor; nesnelerin özne olarak yeraldığı bir hayatın ara elemanları oluyoruz. Her köşe başında bir makinenin durduğu hayatın, bu makineler arasındaki ‘bilgi’ akışını sağlayan birer ‘ara birim’ olan bizlerin nasıl bir vehametle karşıya karşıya olduğu ortadadır.