bu yara bantlarından almaz mısınız?
6-Eylül–07 / Perşembe
O gün, her zamanki günlerden sadece, sade bir gündü. Kaldırımın caddeye bakan yerlerinde, sabahtan beri sahibini bekleyen, hatta biraz da sıkılmış gibi, park edilmiş araçlar, küçük çöpleri toplayan üniformalı çöpçüler, eve gitme telaşı yaşayan, işten henüz yeni çıkmış çalışkan ya da çalışır gibi davranan insanlar vardı.
Akşam ezanına dakikalar kala, elleri arasında, içinden birkaç kutu eksilmiş yara bandı, yüzünde belli ki yıllanmış yorgunluk ama güzel değil – hani şarap yıllandıkça değerlenir denir ya, o öyle bir değer değil yani- üzerinde hayatını kaydeden belki kırk belki kırk bir yıllık yadigâr ceket vardı.
Kirli sakalının altında, acıyla yutkunulmuş tükürükleri saklarken, belki de evine bir ekmek alabilmek için, kaldırımın ortasında sessiz sedasız oturup elleri arasındaki yara bantlarını satmaya çalışıyordu.
Cadde kalabalık olmasına rağmen, hiç kimse bu amcayı görmüyor, yanından geçip gidiyorlardı. O ise dalgın vaziyette, içinde sakladığı sıkıntılarla, dilenmeye yenik düşmeden, evinin bakım derdini güdüp, bir iki yara bandı satmaya çalışıyordu.
Zannedersem o amca, kendisinin bir yeri kanasa bile, bu yara bantlarından kullanmıyordu; çünkü kazandıklarıyla ufak tefek ihtiyaçlarını karşılayacaktı.
“ Yaralarınızı kapatmak için, bu yara bantlarından almaz mısınız?” der gibi, gözlerine ağlamaklı ama dirayetli bakışlar yapışmıştı.
Aslında amca, çok haklıydı. Kapanacak o kadar çok yaramız vardı ki! Zamanla unutulmuş, kabuklanamayan ve hala kanayan yaralar…
YARALAR GEÇER Mİ GEÇMEZ Mİ BİLMİYORUM AMA BÜTÜN KANAMALARIN YARA BANTLARINDA KALDIĞINI BİLİYORDUM…
6-Eylül–07 / Perşembe
O gün, her zamanki günlerden sadece, sade bir gündü. Kaldırımın caddeye bakan yerlerinde, sabahtan beri sahibini bekleyen, hatta biraz da sıkılmış gibi, park edilmiş araçlar, küçük çöpleri toplayan üniformalı çöpçüler, eve gitme telaşı yaşayan, işten henüz yeni çıkmış çalışkan ya da çalışır gibi davranan insanlar vardı.
Akşam ezanına dakikalar kala, elleri arasında, içinden birkaç kutu eksilmiş yara bandı, yüzünde belli ki yıllanmış yorgunluk ama güzel değil – hani şarap yıllandıkça değerlenir denir ya, o öyle bir değer değil yani- üzerinde hayatını kaydeden belki kırk belki kırk bir yıllık yadigâr ceket vardı.
Kirli sakalının altında, acıyla yutkunulmuş tükürükleri saklarken, belki de evine bir ekmek alabilmek için, kaldırımın ortasında sessiz sedasız oturup elleri arasındaki yara bantlarını satmaya çalışıyordu.
Cadde kalabalık olmasına rağmen, hiç kimse bu amcayı görmüyor, yanından geçip gidiyorlardı. O ise dalgın vaziyette, içinde sakladığı sıkıntılarla, dilenmeye yenik düşmeden, evinin bakım derdini güdüp, bir iki yara bandı satmaya çalışıyordu.
Zannedersem o amca, kendisinin bir yeri kanasa bile, bu yara bantlarından kullanmıyordu; çünkü kazandıklarıyla ufak tefek ihtiyaçlarını karşılayacaktı.
“ Yaralarınızı kapatmak için, bu yara bantlarından almaz mısınız?” der gibi, gözlerine ağlamaklı ama dirayetli bakışlar yapışmıştı.
Aslında amca, çok haklıydı. Kapanacak o kadar çok yaramız vardı ki! Zamanla unutulmuş, kabuklanamayan ve hala kanayan yaralar…
YARALAR GEÇER Mİ GEÇMEZ Mİ BİLMİYORUM AMA BÜTÜN KANAMALARIN YARA BANTLARINDA KALDIĞINI BİLİYORDUM…