- 5 Mart 2007
- 306
- 1
- Konu Sahibi BilgeGokcen
- #1
YAŞAMIMIZ VE YENİ NESİL HAKKINDA.!
Almanya da ilk düzenli şehir içi ulaşım seferleri ile Başlangıçta orta ve alt sınıftan insanlar kenti bir ucundan bir ucuna gezme imkânına kavuştuklarında,
Alman sosyolog Georg Simmel o korkunç teşhisi koymuştu;
"İnsanlık tarihinde ilk kez iki insan yan yana bu kadar yakın oturup, bedenlerine dokundukları halde saatlerce birbirleriyle konuşmadan yolculuk yapıyorlar"
Bir iletişimci olarak beni ilgilendiren, düşündüren, kaygılandıran bir saptama bu.
"X KUŞAĞI". Bu yalnızlığa nicedir aşinayız.
Çocuklarımız bir süredir, uyku öncesi masallarını yataklarının başucuna konan bir teypten dinliyorlar. Oyunlarını bilgisayarda oynuyorlar. Derslerini videodan izliyorlar, kahramanlarını televizyondan seçiyor, sevgilileriyle internette buluşuyorlar. Bütün bunlar olup biterken bir odanın içinde yapayalnızlar.
Yüzyılın bizi getirip bıraktığı nokta burası.....
Onlara "Biberon kuşağı" demek geliyor içimden.
80 lerin ekonomik özgürlüğünü kazanmış, "yuppie" annelerinin "memelerim sarkar" endişesiyle emzirmeden yetiştirdiği bebekler, büyüyüp yüzyılın sonunda ergen oldular. Daha cinsellikle tanışamadan, AIDS ile karşılaştılar.
Bu korkunun zoruyla, giderek yalnızlığın güvenli ıssızlığını keşfettiler.
Şimdi "dokunmadan yaşamanın" tadını çıkarıyorlar. Markete gitmeden, internetten sipariş verip, bilgisayar aracılığıyla alışveriş yapıyor, doktorlarına röntgen filmlerini "mail"leyip, uzaktan muayene oluyorlar.
Onlara "X kuşağı" da deniliyor ; "ölü kuşak" ya da "ne idiğü belirsiz nesil" anlamında...
En belirleyici özellikleri yalnızlıkları...
Danstan, "bir bele sarılmanın hazzı"nı anlayan büyüklerinin aksine, kulaklarında walkmanle "techno" ritminde tek başına dans etmekten haz alıyorlar. Sofra
başında aileyle birlikte değil, odalarında ekran karşısında veya burgercide ayaküstü, ama mutlaka yalnız "atıştırmayı" tercih ediyorlar.
Gazete okumuyor, "göz atıyorlar. DVD deki filmi zıplayarak izliyor, kitabı sayfa atlayarak okuyorlar. İnternette gezinirken, aynı anda telefonla
konuşabiliyor, yemek yiyebiliyor, televizyon izleyebiliyor ve dergilere göz atabiliyorlar.
Uzun konuşmalar yerine, kısa "sunuşları seviyorlar. "İnternette gevezelik" sitelerinden birine girip, yarattıkları yenidili görmelisiniz. Hep bir yere yetişme
telaşındaymış gibi düşünen, konuşan, yazan bir neslin kendine özgü dilini
kuruyorlar; "Hi" ile başlayıp "Bye" ile biten "N aber" sorusunun "N olsun" diye yanıtlandığı garip bir geyik muhabbeti.....
En çok, kitapçılarda "ünlü Roman özetleri" türünden kitaplar görünce onları anımsıyorum. Yüzyılın başındakilerin hayata bakışlarımı değiştiren Kitapların sadece konularıyla ilgileniyorlar.
Sağlıklı yaşıyor, iyi kazanıyor, kolay harcıyorlar....hem parayı hem dostlarını.....
Markalarını, okullarını, kariyerlerini, ailelerinden, arkadaşlarından, fikirlerinden daha çok önemsiyorlar. Hayatı "zap" layarak yaşıyorlar. Bilgisayarlarında olduğu gibi özel hayatlarında da "sörf" yapmayı, derine dalmadan yüzeysel ilişkiler kurmayı, kök salmadan dolaşmayı yeğliyorlar.
Bu "kök salamama" meselesi, Türkiye açısından özellikle önemli....
Geçenlerde bir arkadaşım "Farkında mısın? "dedi, "hiçbirimiz dedemizin mezarının olduğu kentte oturmuyoruz artık" .
Birinin televizyonda anlattığı öykü daha da dramatikti. Her gittiği yeri çiçeklerle bezeyen bir dostunun, son yerleştiği evinin bahçesini çırılçıplak bulunca nedenini sormuş. Şu yanıtı almış;
"Ne zaman bir ağaç ektim de meyvesini yiyebildim ki...."
Öylesine köksüz, öylesine göçebe, öylesine gezgin bir toplumuz ki hala...Yerleşemedik gitti..... Dedelerimizin mezarlarının olduğu yerleri terk ettikten sonra, ilkin evimizi, derken işimizi, aşımızı ve nihayet bütün yaşamımızı değiştirdik. Bütün bunlar yarım asır içinde olup bitti ve hepimizde öyle
bir travma yaratti ki, hala altından kalkamıyoruz...
Alıntı
Almanya da ilk düzenli şehir içi ulaşım seferleri ile Başlangıçta orta ve alt sınıftan insanlar kenti bir ucundan bir ucuna gezme imkânına kavuştuklarında,
Alman sosyolog Georg Simmel o korkunç teşhisi koymuştu;
"İnsanlık tarihinde ilk kez iki insan yan yana bu kadar yakın oturup, bedenlerine dokundukları halde saatlerce birbirleriyle konuşmadan yolculuk yapıyorlar"
Bir iletişimci olarak beni ilgilendiren, düşündüren, kaygılandıran bir saptama bu.
"X KUŞAĞI". Bu yalnızlığa nicedir aşinayız.
Çocuklarımız bir süredir, uyku öncesi masallarını yataklarının başucuna konan bir teypten dinliyorlar. Oyunlarını bilgisayarda oynuyorlar. Derslerini videodan izliyorlar, kahramanlarını televizyondan seçiyor, sevgilileriyle internette buluşuyorlar. Bütün bunlar olup biterken bir odanın içinde yapayalnızlar.
Yüzyılın bizi getirip bıraktığı nokta burası.....
Onlara "Biberon kuşağı" demek geliyor içimden.
80 lerin ekonomik özgürlüğünü kazanmış, "yuppie" annelerinin "memelerim sarkar" endişesiyle emzirmeden yetiştirdiği bebekler, büyüyüp yüzyılın sonunda ergen oldular. Daha cinsellikle tanışamadan, AIDS ile karşılaştılar.
Bu korkunun zoruyla, giderek yalnızlığın güvenli ıssızlığını keşfettiler.
Şimdi "dokunmadan yaşamanın" tadını çıkarıyorlar. Markete gitmeden, internetten sipariş verip, bilgisayar aracılığıyla alışveriş yapıyor, doktorlarına röntgen filmlerini "mail"leyip, uzaktan muayene oluyorlar.
Onlara "X kuşağı" da deniliyor ; "ölü kuşak" ya da "ne idiğü belirsiz nesil" anlamında...
En belirleyici özellikleri yalnızlıkları...
Danstan, "bir bele sarılmanın hazzı"nı anlayan büyüklerinin aksine, kulaklarında walkmanle "techno" ritminde tek başına dans etmekten haz alıyorlar. Sofra
başında aileyle birlikte değil, odalarında ekran karşısında veya burgercide ayaküstü, ama mutlaka yalnız "atıştırmayı" tercih ediyorlar.
Gazete okumuyor, "göz atıyorlar. DVD deki filmi zıplayarak izliyor, kitabı sayfa atlayarak okuyorlar. İnternette gezinirken, aynı anda telefonla
konuşabiliyor, yemek yiyebiliyor, televizyon izleyebiliyor ve dergilere göz atabiliyorlar.
Uzun konuşmalar yerine, kısa "sunuşları seviyorlar. "İnternette gevezelik" sitelerinden birine girip, yarattıkları yenidili görmelisiniz. Hep bir yere yetişme
telaşındaymış gibi düşünen, konuşan, yazan bir neslin kendine özgü dilini
kuruyorlar; "Hi" ile başlayıp "Bye" ile biten "N aber" sorusunun "N olsun" diye yanıtlandığı garip bir geyik muhabbeti.....
En çok, kitapçılarda "ünlü Roman özetleri" türünden kitaplar görünce onları anımsıyorum. Yüzyılın başındakilerin hayata bakışlarımı değiştiren Kitapların sadece konularıyla ilgileniyorlar.
Sağlıklı yaşıyor, iyi kazanıyor, kolay harcıyorlar....hem parayı hem dostlarını.....
Markalarını, okullarını, kariyerlerini, ailelerinden, arkadaşlarından, fikirlerinden daha çok önemsiyorlar. Hayatı "zap" layarak yaşıyorlar. Bilgisayarlarında olduğu gibi özel hayatlarında da "sörf" yapmayı, derine dalmadan yüzeysel ilişkiler kurmayı, kök salmadan dolaşmayı yeğliyorlar.
Bu "kök salamama" meselesi, Türkiye açısından özellikle önemli....
Geçenlerde bir arkadaşım "Farkında mısın? "dedi, "hiçbirimiz dedemizin mezarının olduğu kentte oturmuyoruz artık" .
Birinin televizyonda anlattığı öykü daha da dramatikti. Her gittiği yeri çiçeklerle bezeyen bir dostunun, son yerleştiği evinin bahçesini çırılçıplak bulunca nedenini sormuş. Şu yanıtı almış;
"Ne zaman bir ağaç ektim de meyvesini yiyebildim ki...."
Öylesine köksüz, öylesine göçebe, öylesine gezgin bir toplumuz ki hala...Yerleşemedik gitti..... Dedelerimizin mezarlarının olduğu yerleri terk ettikten sonra, ilkin evimizi, derken işimizi, aşımızı ve nihayet bütün yaşamımızı değiştirdik. Bütün bunlar yarım asır içinde olup bitti ve hepimizde öyle
bir travma yaratti ki, hala altından kalkamıyoruz...
Alıntı