Türk Kahvesi................

1BukeT

Popüler Üye
Kayıtlı Üye
21 Eylül 2006
1.453
28
116
Kayseri
Bugün şöyle üzeri bol köpüklü mis gibi kokan kahvemizi yudumlarken geçmişin bildiğimiz bilmediğimiz hatıralarına kulak verip kimini hasretle kimini de hayretle yâd etmeye davet ediyoruz sizleri. Bu kısacık zamanı paylaşırken o küçücük fincanın asla geçemeyeceğimiz kırk yıllık hatırı, bizlere yıllarca süreceğini umduğumuz bir dostluğun eşiğinde olduğumuzu düşündürüyor. Bunca sözden sonra fağfur bir fincan içindeki köpüğü bol, dünyaca meşhur Türk kahvemizi sizlere şu iki mısrada ikram ediyoruz. Afiyet olsun efendim...
Bu Görsel Silinmiş veya Bulunamadı!
Kahve-i rûy-ı siyahun vardur elbet şöhreti
Sûfiyâ ba’de’t-ta’âm hem içmek olur hikmeti

Şair (Namık Açıkgöz) “Bu siyah yüzlü meşhur kahvenin hikmeti, yemekten sonra içilmesindedir.” diyor.
Kahve bizim kültürümüzde 16. asrın ortalarından itibaren yer almaya başlar. İlk zamanlarda tıbbi ve dini hususlarda bir takım tartışmalara yol açar ama sonra, sohbet ve misafirlik gibi dostlukların demlendiği eşsiz vakitlerin vazgeçilmez içeceği olur. Çok sevilen kahve, edebi metinlerde de toplumda kazandığı beğeni oranında yer alır. Çekirdeği, kavrulması, değirmeni, dibeği, cezvesi, tavası, fincanı, zarfı, pişirilmesi, içilmesi, sıcaklığı, rengi, kokusu hatta fincan içinde duruşu bile şairlere ilham kaynağı olur:

Kırk kadem yoldan dahi duysam beni bir hoş eder,
Kavrulurken, çevrilirken rayihası kahvenin...

Kahve ile beraber kahve fincanı da önemli derecede günlük hayata girer. İlk zamanlarda fağfur fincanlarla içilen kahve sonradan Kütahya’da imal edilen fincanlarda içilmeye başlanır. Kağıt gibi ince porselenden içme keyfinden mahrum kalan, ince ruhlu şairler bu duruma pek hayıflanır. Baktıkları her şeyde sonsuz bir estetik bulmak isteyen bu güzellik avcıları fincanın şeklini ve rengini tutulmuş aya benzetirler. Hatta kahveyi caiz görmeyenlere cevap olsun diye manzum kahve fetvası bile yazılır. Gönül ehli kimselerin bu siyah yüzlü kahveyi içmeyi pek tercih etmediklerini, içtikleri zaman da çok sıcak olmamasına özen gösterdikleri şöyle ifade edilir:

Kahve-i rûy-ı siyahı içmez illâ ehl-i dil,
İçer ammâ gâhi gâhi şartı var har har değil.

Çocukların “Kara kazan kaynar, Arap çocuk oynar.” diyerek bilmecelerine misafir ettikleri kahvenin faydaları olduğu gibi zararları da var değerli dinleyenler. Şairler kahvenin besmeleyle yaratıldığından bir çok derde devâ olduğunu söylerler. Haşin mizaçlılara sükûnet verdiğinden her öğünde bir kere içmek faydalı olur. Tadına doyulmayan kahvenin kokusu bile uzaklardan duyulduğunda insana bambaşka lezzetler tattırır. Anlayışa açıklık, zihne incelik verdiğine inanılır yalnız, yatmadan önce içilirse zarar verir. Zaten müptelası olacak derecede düşkünlük de sıhhati bozar. Kahve falına bakılması hoş görülmediği gibi telvesi de hiç mi hiç tavsiye edilmez.
Yemen’den İstanbul’a, oradan da Anadolu’ya gelen kahveyi önceleri ağalar ve beyler içerken, kısa bir süre sonra halkın mutfağına girer. “Kahvenin yüzü kara ama yüz ağartır.” derler. Yüzü kara da olsa misafire ikram edecek fazla bir şeyi bulunmayan ev sahibinin sıkıntısını anlayarak onu mahcubiyetten kurtarır, yüzünü ak eder, gönlünü rahatlatır. Havagazına sürülen cezveden yayılan nefis koku has odada ağırlanan misafirin aklını çeliverir de onu ev sahibine kırk yıllığına bağlar. Zaten bu ziyaretler o candan dostlukların hatırına yapılır. Şöyle bir yârânını görüvermek için gelinen kısa vakitlerde aslında:
“Gönül ne kahve ister ne kahvehâne, Gönül sohbet ister kahve bahane.”

Bu doyulmaz sohbetleri kahveyle lezzetlendirenler;

Kahvelerim pişti gel,
Köpüklerim taştı gel.
İyi günüm dostları,
Kötü günüm geçti gel.

misilli manilerle de hafızaları ve hatırları şenlendirirler. Böylece birlikte kahve içimi emsalsiz bir keyfe dönüşür.
Kız isteme merasimlerinin mutlak şahidi olan bol köpüklü kahve fincanları tepsiye dizilirken araya bir bardak su konması da adetten değerli dinleyenler. Arzu edenler kahvenin koyuluğunu, bazılarına göreyse renginin siyahlığını su ile açıp inceltirler. Kahvenin beraberinde su ikram edilmesi de bu zevk sahipleri sayesinde bir usûl olarak yerleşir. Kahveleri hazırlayan genç kızın unutmaması gereken bir incelik daha var: Fincanları ağzına kadar doldurmayıp “dudak payı” denilen boşluğu bırakmak. Köpüklü bir kahve pişirmek maharet isteyen bir iş olduğundan neredeyse her pişirme insana bir heyecan olur. Dillerde hep aynı temenni vardır: “Güzel olsa bari!” diye. Büyük bir özenle pişirilen kahvenin içimi, geleneğimizde vakar ve ciddiyet içinde gelişir. Bu özen ve dikkat ikramına da yansır. Her şey usûlüne göre yapılınca neticesinde de güzel dostlukların ve akrabalıkların kurulduğu görülür. Onlar ersin muradına, biz çıkalım kerevetine...
Eskiler sabah keyfinden kahveyi eksik etmezlermiş değerli dinleyenler. Boş mideye de kahve dokunacağından kahvenin altına mutlaka bir şeyler yenir. İşte o yemeğe de “kahve altı” adı verilir. Bugün bizim kahvaltı diye tabir ettiğimiz sabah yemeğinin dışında Ramazan’daki iftar yemeğini de böyle isimlendirirler. Bütün gün oruçlu olan kahve düşkünleri iftardan sonra ille de kahve içer. Yani onlar kahve içmeden önce yedikleri her öğüne kahvaltı derler. Sabahları bu zevk hiç ihmal edilmediğinden kahvaltı tabiri sabah öğününe ad olup kalır. Ramazan ayında, hünkarlara lâyık mükellef sofraların hazırlandığı iftarlarda “mümessek kahve” ikram edilir. Bunun özelliği de misk kokulu olmasında. İhtişamlı bir sofranın ardına hazırlanan muhteşem bir lezzet yani.
Kültürümüzde geniş bir yere oturttuğumuz kahve yabancılar için de bir merak konusu elbette. Türkiye’ye gelip de Türk Kahvesi içmemek olmaz. Yine böyle 35 turisti taşıyan bir otobüs mola yerine gelir. Muavin ve şoför Türk. Türk misafirperverliğinin bir göstergesi olarak muavin restoran görevlisine siparişi verir:

• Bize 35 kahve, 2 neskafe!
 
Osmanlı'nın Dünyaya Hediyesi Türk Kahvesi
Zafer İHTİYAR
Kültürümüzde kendine has bir yeri olan kahve, pek çok kişinin vazgeçilmezleri arasındadır. Daha önünüze gelmeden kendini kokusuyla hissettiren kahve, bir dinlenme vesilesi ve sohbet bahanesidir.
“Türk kahvesi” adıyla ilk milletlerarası markamız sayılabilecek kahve; güzel bir içecek olmasının yanı sıra pek çok deyime, atasözüne, şiire ve türküye de konu olmuştur.

Kahve ağacı
Kahve ağacı, kökboyasıgiller (Rubiacceae) familyasına bağlıdır. Yasemin gibi kokan beyaz çiçeği, kiraza benzeyen kırmızı meyvesiyle kahve ağacı; bol yağış alan, ortalama sıcaklığın 18–24 °C arasında bulunduğu ve don hâdisesinin görülmediği Ekvator kuşağında yetişir. Çalı görünümündeki kahve ağacı; koyu, parlak ve sivri yapraklara sahiptir; 18 metre kadar uzayabilir; ancak hasadı kolaylaştırmak için 2–3 metre olacak şekilde budanır. Fidanın meyve vermeye başlaması için 3–5 yıl gerekir. Kahve ağacı, yılda birkaç defa meyve verir.
Tarımı yapılan ilk kahve türü, ‘Arabistan kahvesi’ mânâsına gelen ‘Coffea arabica’dır. Bu tür, dünyada üretilen kahvenin % 70’ini oluşturur. Bu türden sonra, % 29 ile ‘Coffea canephora’ (robusta kahvesi) ve % 1 ile geri kalan türler gelir (C. liberica, C. stenophyla).

Kahvenin tarihçesi
Kahve, Habeşistan’da (Etiyopya) keşfedilmiş ve başlangıçta yiyecek olarak tüketilmiştir. Daha sonraları, meyvelerinin kaynatılan suyu tıbbî maksatlarla kullanılmış ve kahve ‘sihirli meyve’ olarak adlandırılmıştır. 15. yüzyılın başlarında Yemen’de de tanınan kahve, yüzyılın sonlarına doğru bu coğrafyada yaygın olarak kullanılmıştır. 16. yüzyılın başlarında Mekke ve Kahire’ye götürülen kahve, aynı yüzyılın ortalarında İstanbul’a getirilmiştir. Kahve İstanbul yoluyla 17. yüzyılın ortalarından itabaren (İkinci Viyana Kuşatması’nı takiben) önemli Avrupa merkezlerine ulaşmıştır.
Kahvenin bulunuşuyla ilgili meşhur bir rivayet vardır: Yemen’in yüksek yaylalarında yaşayan ‘Halidi’ adında bir çoban, keçilerinin bir ağacın kırmızı meyvelerinden yedikten sonra dinçleştiğini, hareketli hâle geldiğini ve geceleri çok az uyuduğunu fark eder. Çoban, daha sonra o meyvelerden hem kendisi yer, hem başkalarına verir. Arapçada ‘uyaran, dinçleştiren’ mânâlarına gelen “kahveh” kelimesiyle isimlendirilen bu bitki, daha sonraları bir içecek olarak kullanılmaya başlanmıştır. Kahvenin, adını ilk bulunduğu yer olan Etiyopya’nın ‘Kaffa’ köyünden aldığını iddia edenler de vardır.
Kahve içme alışkanlığı, ilk olarak Yemenli sûfiler arasında başlamıştır; uyarıcı tesiri sebebiyle kahve, gece boyunca dua ve ibadet eden âbidlerin zamanla vazgeçemediği bir içecek hâline gelmiştir.
Türklerin kahveyle tanışması, Kanunî Sultan Süleyman devrinde olmuştur. Yemen Valisi Özdemir Paşa tarafından kahve, İstanbul’a getirilmiş ve Türklerin kendilerine mahsus pişirme usûlünden dolayı da, ‘Türk kahvesi’ ismini almıştır. 19. yüzyıl sonlarına kadar Türk kahvesi, çiğ çekirdek olarak satılıyor, evlerdeki kahve tavalarında kavrulduktan sonra, el değirmenlerinde çekilerek içilebiliyordu. Bu durum; 1871 yılında Mehmet Efendi’nin, çiğ kahveyi kavurup öğüterek müşterilerine hazır olarak satmaya başlamasına kadar sürdü. Böylece İstanbul Tahmis Sokak’ta taze kavrulmuş kahvenin kokusu da çevreye yayılmaya başladı. Kahveyi hazır olarak kahve severlere sunan Mehmet Efendi, kısa sürede tanınarak “Kurukahveci Mehmet Efendi” diye anılmaya başlandı.
Tiryakileri tarafından ‘kara inci’ olarak nitelenen kahve, zamanla saray mutfağının ve evlerin vazgeçilmezleri arasında yerini almaya ve çok miktarda tüketilmeye başlanmıştır. Türk kahvesinin lezzeti ve ünü gerek İstanbul’a yolu düşen tüccar ve seyyahlar, gerekse Osmanlı elçileri sayesinde önce Avrupa’yı, sonra da bütün dünyayı sarmıştır.

Osmanlı’nın dünyaya hediyesi: Türk kahvesi
Anadolu’dan Avrupa’ya kahveyi ilk olarak 17. yüzyılın başlarında Venedikli tüccarlar götürür. 18. yüzyılın ilk yıllarından itibaren kahve içimi Avrupa’da yaygınlaşır. Kahve, İngilizcede “coffee”, Fransızcada “cafe”, Almancada “kaffe”, Macarcada “kave” olarak isimlendirilir.
Kahvenin Avusturya’ya giriş hikâyesi de oldukça enterasandır. 2. Viyana Kuşatması (1683) sonrası Osmanlı orduları geri çekilirken geride çuvallar dolusu kahve bırakır. Avusturyalılar, çuvalların içindeki kahveyi, başlangıçta hayvan yemi zanneder. Osmanlıları tanıyan Georg Kolschitzky, bu çuvalların kendine verilmesini ister ve bunları sermaye yaparak Viyana’da kahve içilen bir yer açar. Böylece Avusturyalılar da kahve ile tanışır.
Türk kıyafetlerinin Avrupalı hanımlar için model oluşturduğu, mehter müziğinin taklit edildiği o günlerde, 1669 yılında, Osmanlı Sefiri Süleyman Ağa’nın Paris’in mümtaz şahsiyetlerine kahve davetleri düzenlemesi, Fransa’da kahvenin daha büyük alâka görmesini sağladı. Hoşsohbet, nüktedan biri olan Süleyman Ağa’nın elçilik konağına kahve içmeye davet edilmek, Paris ileri gelenleri için büyük bir ayrıcalık sayılırdı.
18. yüzyıl Fransa’sında, Fransa Kralı XV. Lui’nin yakınlarından Madam Pompadur, Louvre Sarayı’nın bir odasını Türk odası olarak düzenler, bu odaya “À la Turca” yani “Türk usulü veya Türk üslubu” adını verir. Bu odanın en önemli özelliği saray hanımlarının Türk kadınları gibi giyinmesi, zarafet dili olarak Türkçenin konuşulması, içecek olarak da Türk kahvesinin içilmesidir.

Kahvenin üretildiği yerler
Kahve üretimi, 17. yüzyılın sonlarına kadar sadece Yemen’de yapılırdı. Kahve tüketiminin yaygınlaşması üzerine kahvenin üretim alanları genişlemiştir. Önce Seylan’da (Sri Lanka), sonraki yıllarda Cava Adası (1696), Surinam (1718), Martinik (1723), Brezilya (1727), Jamaika (1730), Küba (1779), Venezüella (1784), Meksika (1790) ve Kolombiya’ da (18. yy sonları) kahve ziraatına başlanmıştır.
Kahve üretiminin zirvesinde bugün, bu işe çok sonraları başlayan Brezilya vardır. Brezilya’yı sırasıyla Kolombiya ve Endonezya takip etmektedir. Kahve üreten diğer önemli ülkeler ise Meksika, Fildişi Kıyısı, Etiyopya, Uganda ve Guatemala’dır. Bir zamanlar kahve üretimini elinde tutan Yemen, günümüzde ilk onda bile yer almamaktadır.

Kültürümüzde kahve
Kahve ve kahvehanelerin sosyal hayatın ayrılmaz bir parçası olmasıyla birlikte, dünyada hiçbir içeceğin sahip olamadığı yaygınlıkta bir kahve kültürü doğmuştur.
İlk kaynaklarda kahveden; “Türklerin içtiği, siyah renkli, yemeklere asla eşlik etmeyen, ağır yudumlarla tadına varılan ve arkadaş toplantılarından eksik olmayan bir içecek” şeklinde bahsedilir.
Türk edebiyatı ve folklorunda önemli yeri olan kahve ile ilgili pek çok söz söylenmiş, şiir yazılmış, “Kahve Yemen’den gelir” şeklinde türküler yakılmıştır. 16. yüzyıl şairleri, kahveyi “bâis-i cem’-i ârifan” ve “mürde cisme can katan” bir içecek şeklinde tanıttıkları gibi, Osmanlı tarihçileri de kahvehaneleri “mekteb-i irfan” ve “mecma-ı irfan” diye vasıflandırmıştır.
İstanbul’da ilk kahvehane Kanunî döneminde Hakem ve Şems adında iki Suriyeli tarafından açılmıştır. İlk olarak Tahtakale’de açılan ve daha sonra bütün şehre hızla yayılan kahvehaneler sayesinde halk, kahveyle tanışmıştır. Kahvehaneler zamanla sadece halkın değil, müderris ve kadı gibi okumuş kesimin, meşhur şair ve âlimlerin de buluşma noktası, sohbet yeri olmuştur. Bu yerler, kitapların okunduğu, şiir ve edebiyat sohbetlerinin, ilmî tartışmaların yapıldığı mekânlar olması yönüyle aynı zamanda birer “kıraathane” (okuma evi) idi.
Osmanlı’dan bu yana kız isteme esnasında, gelin adayı, kahveleri ikram edip elinde tepsiyle kahveler bitinceye kadar bekler; bu şekilde gelin adayı görücüler tarafından daha iyi görülür. Bazı yörelerde sabrını ölçmek için damada bol tuzlu kahve ikram edilir.
Kahve, kültürümüzde mühim bir yere sahiptir. Günün ilk yemeğine ‘kahvaltı’ (kahve altı) denmesi de, sabahları kahve öncesi yenen yemek olmasındandır. Dilimizde kahveyle alâkalı “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır”, “Acı kahvesini içmek”, “Gönül, ne kahve ister ne kahvehane; gönül sohbet ister, kahve bahane” gibi deyim ve atasözleri vardır.
“Türk kahvesi”, klâsik müzikte de unutulmazlar arasına girmiştir. J. S. Bach, o ünlü Kahve Kantatı’nı bir kahve tutkunu olduğu için bestelemiştir. Türklere sevgisiyle bilinen Fransız romancı Pierre Loti, kahveye ve İstanbul’a olan sevgisinden dolayı kahvehanelere sürekli gitmiştir. En sevdiği semt olan Eyüp’te bir kahvehane bugün onun adıyla anılmaktadır. 17. yy ve sonrasında Türk kahvesi tutkunu ünlü isimler arasında Victor Hugo, Alexandre Dumas, Molière, André Gide, Balzac da vardır.
Türk kahvesinin fayda ve zararları
Uzmanlar, bilhassa filtre edilmiş kahvelerin çok fazla tüketilmesinin sağlığa zararlı olduğu konusunda birleşmektedir. Oysa Türk kahvesinin (dozunda içildiği takdirde) sağlığı tehdit edecek zararlı bir yanı yoktur. Sadece suyu içildiğinden, yani telvesi fincanın dibinde kaldığından, Türk kahvesinden alınan kafein miktarı azdır. Bir fincan kahvedeki 50 miligram kafein, kısa sürede vücuttan atılır. Bu bakımdan Türk kahvesi fincanı, ideal ölçülere sahiptir. Dozunda içilen kahve zihin açılmasına, baş ağrılarının azalmasına, sindirimin kolaylaşmasına vesile olur. Ayrıca uyarıcı, teskin edici ve dinlendiricidir.
Yeşil kahve tanelerinde tanen, uçucu yağ, sâbit yağ ve % 0,8–2,5 oranında kafein alkaloiti bulunur. Kafeinden dolayı kahvenin beyin ve kalb faaliyetini uyarıcı, idrar söktürücü tesirleri vardır. Bu sebeple kavrulmuş kahveden hazırlanan sulu çözeltiler uyku giderici, kalb kuvvetlendirici, hazmettirici ve alkaloit zehirlenmelerinde panzehir olarak kullanılır. Kahve alzheimer hastalığına karşı tedbir olarak tavsiye edilir. Hamileliklerde ilk sekiz ay kahve tüketilmemesi iyi olur. Ülserliler için, ilk yasaklardan biri kahvedir.

Türk kahvesinin yapılışı
İyi bir kahve hazırlamak için suyun klorsuz ve soğuk olması gerekir. Kahve tiryakileri, kahvenin mangalda, küllü kömür ateşiyle 15–20 dakikada pişmesi gerektiğinde birleşirler. Dibi kalın bakır cezvede soğuk suya salınan kahve, birkaç kere karıştırılarak ateşe konur ve fazla karıştırılmaz. Her fincan için iki çay kaşığı kahve, iki çay kaşığı şeker (arzuya göre) ilâve edilir. Köpüklenince ateşten çekilen cezvenin ilk köpüğü, fincanlara pay edilir ve kahve yeniden ateşe sürülür. Kalan kahve bir taşım daha pişirilir ve fincanlara boşaltılır.
Türk kahvesinin en önemli özelliklerinden biri, bol köpüklü olmasıdır. Yumuşak ve kadifemsi köpüğü sayesinde kahvenin tadı damakta uzunca bir süre kalır. Ayrıca birkaç dakika şekli bozulmadan kalabilen bu leziz köpük, kahvenin bir süre sıcak kalması için örtü vazifesi görür. Kahveyi sade içmek, Türk kahvesinin gerçek tadını almak isteyen kahve tiryakilerinin birleştiği ortak noktadır. Kahve ile birlikte ikram edilen su, önceden ağızda kalmış bütün tatların giderilip, sadece kahve tadının alınması içindir.

Osmanlı’da kahve ikramı
Osmanlı’da kahvenin ikram edilmesi de, ayrı bir hususiyet arz ederdi. Bazı yerlerde misafirlere kahveden önce lokum veya şekerleme türü bir tatlı ikram edilir, onun tadı geçmeden acı bir kahve sunulurdu. Kahve, bayramlarda, kulpsuz fincanın kendine uygun bir fincan zarfına konulmasıyla; diğer günlerde ise, tabaklı fincanlarda ikram edilirdi. Bazen, kahveye farklı bir tat kazandırmak için, kahvenin içine çiçek suyu, ‘ak amber’ veya ‘kâkule’ katılırdı.
Sarayda kahve ikramı ise, çok daha önemli bir işti. Saraya ilk olarak Kanunî döneminde girdiyse de, kahvenin saray içeceği olarak itibar kazanması, 4. Mehmed zamanında olmuştur. Sarayda sadece Yemen kahvesi tercih edilirdi. Kahve ikramı için kullanılan fincanlar, İznik veya Kütahya çinisinden yapılır; bu fincanların etraflarında, elin yanmaması için kulp vazifesi gören gümüş veya altın bir zarf olurdu.
Türk Kahvesi öteden beri çok özel bir içecek konumundadır. Kahve kavrulma, öğütülme, pişirilme ve ikram edilme usûlleriyle; emek, temizlik ve dikkat isteyen bir içecektir. Bu usûller, kahvenin lezzetini artıran unsurlardır. Bunca zahmet biraz da kahve ikram edilen kişiye verilen değerin bir nişânesidir. İnsanımızın bu içeceği her hâliyle lezzetli bir kıvama getirmesi, insana verdiği değeri göstermesinin yanında, meşru dairede kalarak sıhhatimize menfî tesiri olmayan güzel içeceklerin yapılabileceğinin de ifadesidir.
Yiyecek ve içecekler, lisân-ı hâlleriyle kendilerini kullananların hayat tarzını, yeme-içme alışkanlıklarını ve kendilerine nasıl bir mânâ yüklendiğini söyler. Türk kahvesi, diğer yiyecek ve içecekleri tüketmede olduğu gibi, insanımızın âdeta ‘nimete’ bir saygının gereği olarak lezzetini hissederek tükettiği bir içecektir.
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…