Tarih boyunca Polonya - Türkiye ilişkileri

E

EU1

Ziyaretçi
Polonyalılar ve Türkler ilk ne zaman ve nerede karşılaştılar?


Soru basittir, ama doğru bir yanıt bulmak zordur. 1386'da Lituanya prensi Wladyslaw Jagiello (Vladıslav Yagyelo) Lehistan kraliçesi Jadwiga (Yadviga) ile evlendi. Eskiden önemsiz sayılan Lehistan ve Lituanya devletleri, bu birleşmeyle Avrupa'nın en büyük ve en güçlü devletlerinden biri oldu. Boğdan Prensi Petro'nun 1387'de Lehistan kralının himayesine girişi, Osmanlı İmparatorluğu ile Lehistan-Lituanya Krallığı'nı komşu haline getirdi. Bunu izleyen yıl, Kosova Muharebesi'ne Sırp saflarında Polonya şövalyelerinin de katılışı, Türklerle ilk kesin karşılaşmaydı. Kosova Muharebesi'nden sonra iki devlet arasındaki ilişkinin uzun yıllar için kesilmesinin başka önemli nedenleri de vardı: Bir tarafta Lehistan kralı II. Wladyslaw Jagiello, Meryem Ana Haçlı Şövalyeleri'ne karşı 1410'a kadar sürecek bir savaşa girişmişti. Öbür tarafta ise Timur'un Anadolu'ya girişi ve 1402'deki Ankara Muharebesi, Osmanlı İmparatorluğu'nun dikkatini içeride tutuyordu.

1414'te Macar Kralı Sigismund'un Leh kralına gönderdiği bir rica mektubu, Polonya-Lituanya Krallığı ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkilerin yeni bir dönemini başlattı. Söz konusu mektupta Sigismund, Osmanlılar karşısında Lehistan kralından yardım istiyordu. Jagiello askeri katkı yerine Sultan I. Mehmet Çelebi'ye Skarbek z Gory (Gura'lı Sıkarbek) ve Grzegorz Ormianin (Ermeni Gregor) adlarında iki sefir gönderdi. Bu ilk sefaret, Osmanlı İmparatorluğu ile Lehistan-Lituanya Krallığı arasındaki resmi ilişkilerin başlangıcı olarak düşünülebilir. O dönemde Macaristan'ı himaye altına almak, gerek Lehistan gerekse Osmanlı İmparatorluğu için önemli bir siyasi sorundu. 1439'da, bugün adı belli olmayan, ilk Osmanlı sefiri, o zamanki Lehistan Başkenti Krakov'a geldi. Gelişinin amacı, Macarlara karşı Lehistan ve Osmanlı İmparatorluğu'nun işbirliğini sağlamaktı. 1440'ta Leh Kralı III. Wladyslaw Warnenczyk'ın (Varnalı Vladislav) Macaristan kralı olarak seçilmesi, Leh-Osmanlı dostluk havasının değişmesine yol açmıştır. Genç kral, Polonya soyluların tavsiyeleriyle Osmanlı'ya karşı bir sefere hazırlandı ve 1444'te aslında Lehler arasında çok taraftar bulmayan ve resmi olarak da Lehistan tarafından desteklenmeyen bir Haçlı Seferi'ne başladı. Saflarında bazı Leh şövalyelerini de barındıran Macar ordusu, Varna Muharebesi'nde yenilgiye uğradı. 1455'te Boğdan Prensi Petru Aron, Osmanlıların hakimiyetini tanıyor, ama bir yandan da Lehistan hakimiyetinde kalıyordu. 1504'e kadar süren bu ilginç siyasi durum, Lehler ile Osmanlılar arasında yeni anlaşmazlıklara yol açmıştı. 1476'da Lehistan Kralı Kazimierz Jagiellonczyk (Kazimir Yagyelonçık) Boğdan Prensi Stefan Çel Mare'ye destek vermek amacıyla Fatih Sultan Mehmet'e Marcin Wrocimowski (Martin Vrotsimovski) adında bir elçi gönderdi. 1476'da Osmanlı ve Tatar sefirleri, Macaristan'a karşı padişahın yeni bir önerisini Leh kralına ilettiler. Ancak ne Lehistanlı ne de Osmanlı sefirleri amaçlarına ulaşamadılar. Kırım Tatarları'nın Osmanlı himayesine alınması ve Fatih Sultan Mehmet'in ölümü, Lehistan-Osmanlı ilişkilerini etkilemiştir. II. Beyazıt saltanatının ilk yıllarında Kili ve Akkirman'in zaptı Lehistan'da Osmanlılardan yana bir endişe doğurdu. Kralın gönderdiği ordu, bu kaleleri geri alamadı. 22


Mart 1489'da İstanbul'a gelen Mikolaj Firlej (Mikolay Firley) adlı elçiye, II. Beyazıt tarafından Lehistan-Lituanya Krallığı'na gönderilen ilk Osmanlı ahitnamesi verildi. 1492'de Lehistan tahtına çıkan Jan Olbracht (Yan Olbraht) ahitnamenin yenilenmesi ve ilk ticari antlaşmanın yapılması amacıyla, 1494'te İstanbul'a sefir olarak Mikolaj Strzezowski'yi (Mikolay Sıtjejovski) gönderdi (1) . Bütün bunlara karşın, barış dönemi uzun sürmedi. 1497'de Kral Olbracht, ordusuyla Boğdan topraklarına gelip Osmanlı ordusuna karşı, sonucu istediği başarıyı getirmeyecek bir savaşa girişti. 1501'e kadar süren savaşın sonunda taraflardan hiçbiri diğerine üstünlük sağlayamayınca, bir barış anlaşması imzalandı ve böylece hemen hemen yüz yıl sürecek bir barış dönemine girildi.

16. asır, hem Lehistan hem de Osmanlı İmparatorluğu için 'klasik' bir dönem sayılır. Lehistan Kralı "Yaşlı" Sigismund ve Kanuni Sultan Süleyman döneminde iki ülke arasındaki ilişkiler o denli sıcak ve o denli güçlüydü ki, 1533'te ilk kez 'ebedi' ahitname imzalanmıştı. Meşhur Hürrem Sultan'ın Kral Sigismund'un ölümü üzerine tahta geçen oğlu Sigismund August'a yolladığı mektupta, bu dostluk havasını görmek mümkündür: (...) Padişah-ı alempenah hazretleri şol kader hazzetmiş ki kabili tabir değildir. Etmiş ki koca kral bizim ile iki kardeş gibi idi. İnşallahurrahman bu kral ile ata ile oğul gibi olalım demiş ve bu sürurdan hükmü şerif emr edüb kulum Hasan'ı haki payı şerifinize irsal eyledi ve kral hazretleri malumu şerif ola ki padişah yanında her ne husus için ki sizlerden fikr olunursa (ğ)un ol kadar sizleri hayrile zikretmeği cana minnet bilürüz. Bu dostluğa binaen mektubu muhabbet tehi dest olmamak için iki çift don ve gönlek uçkuru ile ve altı dane destimal ve bir dane el yüz makraması gönderildi. Bohçası ile mazur buyurasız. Zira sizlere layık esbab gönderilmedi. İnşallahurrahman şimdengeru kad ile işledelüm. Baki hemişe ömr-ü devlet müstedam bad Birabbilibad. El fakire el-Hakire Haseki Sultan (2)
Bu dostane havanın sayesinde yalnızca siyasi değil, ama aynı zamanda ticaret, kültür ve dil ilişkileri de kuruldu. 1551'de Joachim Strasz (Yoahim Sıtraş) İbrahim Bey adını alarak Kanuni Sultan Süleyman'ın Lehçe ve Almanca tercümanı olarak çalışmaya başladı. Leh-Osmanlı ilişkileri konusunda büyük etkisi olan İbrahim Bey, 1568-69'da sefir olarak gönderildi. Aynı zamanda Lehistan kralı, Osmanlıca öğrenmesi amacıyla Krzysztof Dzierzek'i (Kristof Cyerjek) İstanbul'a elçi olarak gönderdi. Elçi, İstanbul'da altı yıl kalarak Osmanlıca konuşma ve yazılı dilini mükemmel şekilde öğrendi. Lehistan'a döndükten sonra kralın baş tercümanı olarak çalışırken, bir yandan da kendi yeğenlerine Osmanlıca dersleri veriyordu. Böylece kendi soyundan kişiler, uzun yıllar aynı işe, yani tercümanlık uğraşına devam edebileceklerdi (3). Dil alanının en meşhur üstadı; Lehistan kralının tercümanı, aslen Fransız olan François Mesgnien-Meninski (Fransua Mesnyen-Meninski) oldu. Uzun yıllar Lehistan'da yaşayan Meninski Lehçe'yi çabuk öğrendi. 1649'da Leh Dili gramerini yazdıktan birkaç yıl sonra İstanbul'a gitti. Osmanlıca ile ilgileniyordu ve o dili öğrenene kadar İstanbul'da kalmaya karar vermişti. Meninski, İstanbul'da Lehistan sefiri olarak çalıştı. Birkaç yıl süren araştırmalarının meyvesi, ki günümüzde de Türkçe için çok önemli bir kaynak sayılan Thesaurus linguarum orientalium Turciacae, Arabicae, Persicae (Türkçe, Arapça ve Farsça - Şark Dillerin Sözlüğü) oldu. Bunun dışında Meninski, Türkçe gramerini de hazırladı. Bu iki yapıtı, 1681'de Viyana'da yayınlanmıştır. İstanbul'da başka meşhur bir araştırmacı daha vardı: O dönemde Ali Ufki olarak bilinen, Polonyalı bir içoğlanı Wojciech Bobowski (Voytyeh Bobovski). Saraya çocukken alınmış ve yıllar sonra bir müzik uzmanı olmuştu. Osmanlı müziğinin çeşitli parçalarını, Avrupa müzik sistemine geçirdi. Ayrıca Topkapı Sarayı'nı detaylı şekilde gösteren bir çalışma hazırladı. Bobowski, 1670-71 arasında İkinci Tercüman görevine atanmıştır
 
İki devlet arasında uzun yıllar süren dostluk, 17. asrın başlarında bozuldu ve bunun temelde iki önemli nedeni vardı: Tatarlar ve Kozaklar. Tatarlar, Lehistan'ın güney doğu bölgelerinde sık sık karışıklıklara neden oluyorlardı. Diğer taraftan, Lehistan'ın güney sınırlarına kaçan Kozaklar, krallarının emirlerine karşı gelerek Osmanlı topraklarına akınlar düzenliyordu. Kozaklar, 1606'da Varna'yı saldırdı, yedi yıl sonra Kırım'ı talan ettiler. Osmanlıların, kendilerine karşı etkili bir çare bulamamasından güç alan Kozaklar, 1614'te Sinop şehrini, 1615'te ise İstanbul civarında iki şehri yakıp yıktılar. Bir yıl sonra, Kozakların Trabzon'a kadar girmesiyle Osmanlı padişahının sabrı tükendi. Lehistan Kralı III. Sigismund'un siyasi ve diplomatik çabalarına rağmen, I. Ahmet savaş emri verdi. Ancak Lehistan-Osmanlı sınırında görüşmelere yeniden başlanılınca, yeni bir ahitname imzalandı. Bu antlaşma, her iki taraf içinde uygun şartlar içeriyordu, ne var ki çatışmalar yeniden ve çok çabuk alevlendi. 1620'de Osmanlı İmparatorluğu ile İran arasındaki savaş biter bitmez, Osmanlı ordusu Lehistan'a doğru ilerledi. Çeçora olarak bilinen muharebede Leh ordusu büyük yenilgiye uğratılmıştır. Bir yıl sonra ise yeni bir savaş başladı: Hotim Muharebesi. Bu savaşın galibi yoktu ve sonucunda yeni barış antlaşması hazırlandı. Sonraki yıllarda barışı koruyabilmek için diplomasiye ağırlık verildi, her iki ülke arasında elçilerin sürekli gidip geldiğini görüyoruz. Bu dönemde Lehistan, bazı iç sorunları nedeniyle ciddi bir mali krize girmiştir. Buna rağmen İstanbul'a gelen Leh sefirleri, her seferinde olağanüstü gösterişli bir giriş töreni yapıyorlardı. Örneğin 1622'de padişaha kral mektuplarıyla gelen Krzysztof Zbaraski (Kristof Zbaraski), yanında 1000 tane süvari ve 1500 tane at getirmişti. Sadrazam bunu görünce sefire, İstanbul'u zapt etmek ya da hazineyi soymak isteyip istemediğini sormuştu (5). İlişkiler bu denli önemli olmasına karşın Lehistan, diğer devletlerin yaptığı gibi, İstanbul'da devamlı bir elçilik açma izni alamadı. Sadrazam Mehmet Köprülü'nün göreve başlaması ve 1667'de Lehistan'ın Rusya ile antlaşma imzalamasıyla birlikte barış dönemi de bitti. 1672'de Osmanlı IV. Ordusu, Lvov şehrini kuşatınca, zaten başka sorunlarla boğuşmakta olan Lehistan, kendi çıkarlarına uymayan bir antlaşmaya imza atmak zorunda kaldı. Buçaç Antlaşması adıyla tarihe geçen bu anlaşmaya göre Ukrayna, Podolya ve Güney Lehistan'ın en önemli kalesi olan Kamaniçe Osmanlı yönetimine geçti. Bununla beraber her yıl Leh hazinesinden Osmanlı padişahına yıllık haraç verilecekti. Söz konusu antlaşma, Lehistan'ın yeni bir siyasetinin başlangıcı oldu. Askerler arasında çok taraftarı olan Ataman Jan Sobieski (Yan Sobyeski), durumun artık çok ciddi olduğundan farkındaydı. Bu yüzden, Osmanlılara karşı bir sefer hazırlığına zaman yitirmeden girişti. Savaş, 1673'te Polonya kuvvetlerinin Hotin Zaferi ile bitti. Sobieski, bu başarısı sayesinde, bir yıl sonra Kral III. Jan (Yan) olarak Lehistan tahtına seçildi. Osmanlı İmparatorluğu'nun Lehistan için hala tehlikeli olduğunu anlayan Sobieski, çok daha büyük bir sefere hazırlanıyordu. Savaşın gerekçesi olarak, Osmanlıların Habsburglara karşı 1683 yılında yaptıkları seferi kullandı. II. Viyana Kuşatması sırasında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu ile Sobieski kumandasındaki Avrupa ordusu arasındaki muharebenin sonucunda, Osmanlı ordusu yenilgiye uğradı. Bundan sonra 1699 yılına kadar süren mücadeleler, 26 Ocak 1699 tarihinde imzalanmış Karlofça Muahedesi'yle sona erdi. Kamaniçe Kalesi, Polonya'ya geri verilmesine karşın, siyasi bakımdan Viyana Muharebesi ve Sobieski'nin siyaseti Lehistan'ın yararına değildi. Uzun yıllar süren savaşlar ve güçlü, başına buyruk soylular, Lehistan-Lituanya Krallığı'nı zayıf düşürmüş ve komşularına bağımlı hale getirmişti. 1777'de baş muhasebeci Numan Enis Bey, Lehleri Osmanlılar tarafına çekmeye çalışan son Osmanlı sefiri idi. Sefirin Polonya'ya yaptığı ziyaret, belki siyasi açıdan verimli sonuçlar getirmedi, ama büyük bir kültürel olay oldu. Sefir, Varşova'da sekiz ay gibi uzun bir süre kaldı ve bu süre içinde Leh halkının çok sevdiği bir kişi oldu. Tiyatrolara çok sık misafir olan Numan Bey'in giysileri, halkın büyük ilgisini çekiyordu. Böylece, Varşova toplumunda şark modası yeniden başladı. (Önceki dönemlerde de, Sobieski zamanında, Osmanlı giysileri en şık giysiler, Osmanlı silahları en güzel silahlar olarak kabul edilirdi; hatta Sobieski dahi kendisi için Kırım'dan özel siparişler getirtirdi). 1790'da son Lehistan Kralı Stanislaw August Poniatowski (Stanisfav Avgust Ponyatovski) tarafından İstanbul'a gönderilmiş sefir Franciszek Potocki (Frantişek Pototski), padişaha karşılıklı askeri yardımlaşma önerisini getirmişti. Maalesef, uluslararası siyasi durum nedeniyle Potocki'nin bu misyonu başarıya ulaşamadı. 1792'de Rus ordusu artık Polonya topraklarına girdiği için, Osmanlı İmparatorluğu hiç bir yardımda bulunamadı. Üç yıl sonra Prusya, Rusya ve Avusturya arasında Lehistan üçüncü kez parçalandı ve böylece Lehlerin bağımsız devleti sona erdi. Polonya'nın işgalini, dönemin devletleri arasında bir tek Osmanlı İmparatorluğu kabul etmedi. Söylence şöyledir: Padişah, yabancı diplomatları kabul ettiğinde hep Lehistan elçisini sorar, bunun üzerine sadrazam usulca yaklaşır, sanki padişahın kulağına fısıldarmış gibi, ama kesinlikle orada bulunan herkese duyurmak niyetiyle şunları söyler: "Lehistan elçisi yoldadır, ancak yollardaki müşkülat yüzünden gecikmiştir". Bu, Osmanlıların Polonya'ya karşı dostluğunu ve Leh devletinin parçalanmasını asla tanınmadığını gösteren incelikli ve Polonyalılar açısından duygulandırıcı bir örnektir. Lehistan'ın Avrupa haritasından silinmesi, Osmanlı Devletinin tehlikeli komşularını güçlendirdi. Osmanlılar, Lehistan'ın durumuna düşme tehlikesi ile karşı karşıya geldiler. Bu tehlikeye karşı da Osmanlılar, bağımsız bir devletten yoksun kalan Polonyalılara gerçek bir dost ve müttefik olarak el uzatma çabasındaydılar. Gerek Osmanlılar gerekse Polonyalılar siyasi işbirliği yaparak dostluklarını kuvvetlendiriyorlardı. İstanbul, uzun yıllar için Polonyalı göçmenlerin en önemli yerleşim merkezi oldu. Osmanlılar, Polonyalı vatanseverlere kendi yurtlarını daima açık tuttular. İstanbul'da, Boğaz kenarında, Polonya göçmenlerinin siyasi bir şubesi açıldı. Osmanlı Devleti, elinden geldiğince bu şubeyi korumuş, hatta ona maddi bakımdan yardımcı olmaya çalışmıştır. 1774'te Rusya ile imzalanmış Küçük Kaynarca Antlaşması'nın bir maddesine göre, Polonyalı mültecilerin Rusya'ya iadesi gerekiyordu. Oysa Osmanlı Devleti, bu maddenin gereğini hiç bir zaman yerine getirmedi. 19. asırda baskı altında yaşayan Polonyalılar, ayaklanmalara hazırlanmaya başladılar. 1831, 1848 ve 1863'te meydana gelen ayaklanmalar Polonya tarihinin önemli olayları arasında yer almakla birlikte, Türk tarihini de yakından ilgilendirmiştir. Bu ulusal ayaklanmalarda başarısızlığa uğrayan devrim liderleri, başlarını ancak Osmanlı Devleti'ne sığınmakla kurtarabildiler. Bunların bir kısmı, mücadelelerine Osmanlı Devleti'nde devam ettiler. Rusya ile Avusturya, İstanbul'a sığınan Polonya mültecilerin iade edilmesini ısrarla talep ediyordu. Tanzimat devrinin genç padişahı Abdülmecit, Avrupa siyaset dünyasında hayranlık uyandıran bir demeçte bulundu. Hürriyet uğruna ayaklanan Polonyalılara sonsuz saygı gösteren Abdülmecit, şunu söylemişti: "Tahtımı veririm. Fakat devletime sığınanları asla geri veremem". Padişaha değerli hizmetlerde bulunan Polonyalı mültecilerinin en ünlüsü, 1848 Ayaklanması'na katılan ve Osmanlılar arasında Murat Paşa olarak tanınan General Jozef Bem (Yuzef Bem) oldu. Arkadaşlarıyla birlikte İslamı kabul ederek, Osmanlı ordusuna katıldı. Sonradan Murat Paşa, Halep'teki ordunun başına getirildi. O dönemin ikinci meşhur Polonyalısı, Kont Michal Czajkowski (Mihaf Çaykovski) idi. 1850'de Müslüman olunca Mehmet Sadık adını aldı. Sadık Paşa, Kırım Savaşı sırasında Kazaklardan oluşan Polonya Lejyonun komutanı oldu. 1853-1856 yılları arasında Ruslara karşı kahramanca dövüşen Sadık Paşa'nın birliğine, padişah tarafından nişan sancağı verildi. Kocasıyla beraber Müslüman olan Ludwika (Ludvika) Czajkowska tanınmış bir kadın bilgindi ve Osmanlı sarayında saygı dolu dostluklar kurmuştu. Mehmet Sadık, 1886'da Cihangir'de eşinin ölümünden sonra, cenaze törenini Polonezköy'de tamamladı. Polonyalılar, Ludwika'nın anısına köylerinde sütunu kırılmış olan bir mezar yaptılar. Ki bu mezar, günümüzde de Polonezköy'de görülmeye değer yapıtlardan biridir.


 
Asıl adı Konstantyn Borzecki (Konstantın Bojentıski) olan Mustafa Celaleddin Paşa, 1848 Polonya İhtilali'ne karıştığı için, önce Fransa, sonra da Türkiye'ye sığınmak zorunda kalmıştı. Borzecki, İstanbul'a gelir gelmez Osmanlı ordusuna katıldı ve maiyetinde çalıştığı Ömer Lütfi Paşa'nın takdir ve sevgisini kazandı. Sonradan Müslüman oldu, Ömer Paşa'nın kızıyla evlendi. Osmanlı İmparatorluğu'na duyduğu ilgiyle, 1869'da Türklerin tarihini yazdı. Les Turcs Anciens et Moderns (Eski ve Modern Türkler) adlı yapıtı önce Fransızca olarak, sonra da başka Avrupa dillerine çevrilip yayınlandı. Yapıtında Türklerin ulusal bilincini uyandırmaya çalışıyordu.Mustafa Paşa'nın ölümünden elli yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, onun fikirlerini önemseyerek daha da ileriye götürdü. Atatürk'ün, Mustafa Celaleddin Paşa için "Bu Polonyalı gerçek altından anıta layıktır" dediği biliniyor. İstanbul Harp Okulu'nda uzun yıllar boyunca harita hocalığı yapan Mustafa Celaleddin Paşa, savaşlara da katılmıştır. Katıldığı tüm savaşlarda üstün yararlıklar göstermiştir. Hayranlık uyandıran bu cesareti sayesinde, genç yaşta paşalığa kadar yükselmiştir. Oğlu, Mirliva Enver Paşa da ünlü komutanlarındandı. Mustafa Celaleddin Paşa'nın torunu, ünlü Türk şairi Nazım Hikmet ise Polonya'yı ikinci vatanı bilmiştir.

I. Dünya Savaşı'nın ardından Avrupa'da oluşan kuvvet dengesi, bağımsız bir Polonya devletinin kurulmasını sağladı. 1910-22 yılları arasında meydana gelen Kurtuluş Savaşı'nın başarısı ile de bağımsız Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti'ni resmi olarak tanıyan ünlü Lozan Antlaşması'nın Avrupa devletlerince imzalanmasından bir gün önce, Türkiye Cumhuriyeti'ni ilk tanıyan Avrupa devleti, Polonya Cumhuriyeti'ydi. 1918'de Polonya bağımsızlığını kazandıktan sonra siyasi göçmenlerin bir kısmı Polonya'ya geri döndü ve Türkiye'de ancak birkaç yüz Polonyalı kaldı. Bunlardan iki yüz kişi Polonezköy'de, çok küçük bir kısmı ise İstanbul'da oturuyordu. İstanbul'da oturanlar "Polonya Evi" derneğinin üyeleri sıfatıyla Polonya ile bağlantılı faaliyetleri sürdürüyorlardı.

II. Dünya Savaşı yıllarında da Polonya ve Türkiye arasındaki dostluk devam etti. Türkiye, imkanları ölçüsünde Polonya'ya yardıma çabaladı. Savaşın ilk aylarında Polonya'dan kaçan askerler ile siviller, Türkiye üzerinden geçerek Batı ülkelerine ulaşabildiler. Polonya Hükümeti'ne ait hazine altını İstanbul'a getirildi ve sonradan Anadolu üzerinden emin bir yere ulaştırıldı. Bu hazinenin serbestçe taşınması imkanını Türk hükümeti sağladı. Savaşa katılmayan Türkiye, faşizm tehlikesinin dışında bulunduğu için, Polonya kuryelerine güvenlik sağlayan bir ülke oldu. Polonya kuryeleri diğer ülkelere Türkiye üzerinden gidip geliyorlardı.

II. Dünya Savaşı sırasında Ankara'daki Polonya Büyükelçiliği, yoğun şekilde çalışıyordu. Hitler Almanyası'nın Türkiye Büyükelçisi Von Papen, Türkiye Hükümeti'ne başvurup Ankara'daki eski Çekoslovakya Büyükelçiliği'nin, Çekoslovakya'nın II. Dünya Savaşı'ndan bir yıl önce imzaladığı Anschluss Antlaşması gereğince Almanlara ait olması gerektiğini anlatmıştı. Sonuçta bina Almanya'ya verilmiş ve Von Papen de oraya yerleşmişti. Nazi orduları, 1939'da Polonya'yı işgal edince, Von Papen yine sahneye çıkıp Polonya diplomatik misyonunun günümüzde de içinde bulunduğu binanın ve güzel bahçesinin (Polonya Büyükelçiliği binası, eski Çekoslovakya misyonu binasının 150 metre uzağında bulunuyordu) tıpkı Çekoslovakya örneğinde olduğu gibi kendisine verilmesini talep etti. Zamanın Cumhurbaşkanı İsmet Paşa, bu isteğe karşı çıkıp "Bizim, Polonya ile ananevi bir dostluğumuz var. Geçmişte, Polonya'nın taksimi zamanında, Türkiye Polonya Büyükelçisi'nin gelişi için 150 sene beklemiştir. Şimdi çok kısa bir müddet için Polonyalı dostlarımızı kıramam ve sizin bu talebinizi Türkiye katiyen yerine getirmez..." diye bir cevap verdi.
Böylece II. Dünya Savaşı boyunca Von Papen, Polonya bayrağını, ikametgâhının penceresinden devamlı seyretmeye mecbur kaldı.

23 Şubat 1945 tarihinde Türkiye, Nazi Almanyası'na savaş ilan ederek faşizmin karşısına dikildi. Böylece, Polonya'nın güvenilir bir müttefiki olduğunu bir kez daha kanıtlamıştı. 17 Ağustos 1945 tarihinde Türkiye yeni Polonya hükümetini tanıdığını açıklamıştı. Polonya halkı Yalta antlaşmasının neticesinde Sovyet Blokuna mecburen memleketinin katılmasını hiç bir zaman benimsememiş ve 1956, 1970 ve 1980 yıllarda bir nevi isyanlar şeklinde komünizme karşı koymaya çalıştı. Türkiye'nin NATO'ya girmesi ve Polonya'nın ise Varşova Paktının üyesi olması sebebiyle 1960'lı yılların ortasına kadar siyasal ilişkiler zayıflamıştır.
Her şeye rağmen, soğuk savaş sırasında da ticaret ve kültür mübadelesi devam ediyordu. Polonya-Türkiye diplomatik ilişkilerinin kurulmasının 550. yıldönümünü (1964) eski tarihsel bağlara işaret edilmesine büyük bir fırsat idi. Nitekim Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel bu vesile ile yapmış olduğu konuşmasında iki ülkenin arasındaki eski dostluk bağlarının yeniden canlandırılmasının Türkiye'nin politikasına uygun olacağını belirtmiştir. O tarihten itibaren, Polonya-Türkiye tarihsel dostane ilişkilerinin, dünya siyasal konjonktöründen bir adım ileride bulunarak yeni ivmesini kazanmış oldu. Dışişleri bakanların ziyaretlerinden başlayarak çeşitli düzeylerde yapılmış olan karşılıklı temaslar sayesinde farklı askeri bloklarda bulunmasına rağmen iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesi, bugünkü dünya uluslararası ilişkilerinde pek rastlamayan bir örnektir. 1967 yılında Avrupada'daki nükler silahlarından arındırma planının ünlü kurucusu olan Polonya Dışişleri Bakanı, Adam Rapacki Türkiye'ye gelmiştir. Üç sene sonra Ihsan Sabri Çağlayangil Varşova'ya giderek aynı doğrulrusunda ve barışı sağlamlaştırılmasına yararlı olan görüşmeleri yürütmüş. Sonra da Ankara'da yayınlanan bir kitapta bu ziyaretlere ait izlenimleri anlattı. 1973'te Polonya Başbakanı P. Jaroszewicz Türkiye'yi ziyaret etmiştir. 1970'li yılların sonunda komünist blokun çökmesini başlaan Polonya demokratik savaşı, 1981'de yapılmış olan askeri müdahale ile durdurulmaya çalışılmıştır. Bunu Batı Dünyası tarafından kınanarak Polonya'daki komünist rejim, hem siyasal hem de ekonomik bakımından ambargoya alınmıştır. Bunun bedeli Polonya halkına çok ağır şekilde yansımıştır. 1987'de askeri iktidar ile "Dayanışma" sendikası başta olmak üzere demokratik akımların temsilcileri arasında yapılan tarihsel "Yuvarlak masa" görüşmelerini hazırlayan zemin, tam 1981'den beri özgür dünya tarafından gösterilen destek sayesinde ayakta durabilmiştir. 1987 Haziran aynında Polonya Dışişleri Bakanı Yardımcısı T. Olechowski Ankara'ya gelmişler. T.C. Dışişleri Müsteşarı Nüzhet Kandemir ile yaptığı görüşmeler neticesinde iki ülke arasında Konsolosluk Antlaşması imzalanmıştır. 1987'de Polonya Parlamento Başkanı, Cz. Malinowski Türkiye'ye geldi. 1988'da ise T.C. Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz'ın ve T.C. Adalet Bakanı, M. Oltan Sungurlu'nun Polonya'ya ayrı olarak iki önemli ziyaretlerinde bulunmuşlar.

1989 devrimi ile başlayan süreçteki siyasal ilişkiler en yüksek seviyesine ulaşmıştır. 1993 ve 1997 yılında T.C. Cumhurbaşkanı, Süleyman Demirel'in Polonya'yı ziyaretleri ve 1994 senesinde Polonya Cumhurbaşkanı, Lech Walesa'nın Türkiye'yi karşılıklı ziyareti hem iki ülkenin münasebetlerine hem de Avrupa'nın yeniden şekillendirilmesi sürecine ve çabalarına çok önemli katkıda bulunmuştur. 1994 yılında Polonya ile Türkiye arasında "Yüksek Düzeyli Sürekli Danışma Komitesi'nin" kurulmasına karar verilmiştir.

Mart 1999 yılında Polonya'nın NATO'ya girmesiyle beraber ikili ilişkiler yeni, müttefik seviyesine ulaşmıştır. Nisan 2000'de Türkiye'ye resmi bir ziyaretle P.C. A. Kwasniewski bulunmuştur. 2001 yılında P.C. Dışileri Bakanı, prof. W. Bartoszewski, Polonya Silahlı Kuvvetleri Genel Kurmay Başkanı, gen. Cz. Piatas resmi ziyaretlerde bulundular.

==========

Kaynaklar:
1. Dariusz Kolodziejczyk. Ottoman-Polish Diplomatic Relations (15th-18th Century). An Annotated Edition of 'Ahdnames and Other Documents. Leiden, Boston & Köln: Brill, 2000: p. 110-11.
2. Nejat R. Uçtum. "Hürrem ve Mihrümah Sultanların Polonya Kıralı II. Zigsmund'a Yazdıkları Mektuplar". Belleten XLIV, 176 (1980): 713.
3 D. Kolodziejczyk Ottoman-Polish... 178-9.
4 a. g. e. 184.
5 a. g. e. 172.


 
X