- 8 Haziran 2012
- 5.378
- 1.437
- Konu Sahibi AngryPenguin
- #1
Sorun, Atatürk’ü sevip sevmemekte değil, dalkavuk ve riyakâr olmakta…
Son yıllarda her 10 Kasım’da olduğu gibi, bu 10 Kasım’da da Ak Devlet Başkanı’nın uçağının gediklisi bazı yayın organları ‘kahramanlık’ gösterisi yapmayı ihmal etmedi. ‘Olmasan olmazdık’ işgüzarlığına karşı,‘Olmasaydın da olurduk’ sloganını icat eden zihniyet, bu kez de‘Sevmek zorunda mıyız?’ sorusunu yöneltti.
Devlet kurmuş ‘tarihi’ bir figürün, ‘sevme-sevmeme’sözcükleriyle ele alınışındaki gülünçlüğü bir yana bırakalım. Kişisel olarak, bu başlıkları atanların temel dertlerinin, ‘bir devlet biçimi olan cumhuriyet’e, ‘laikliğe’ ve ‘Batılı hukuk’a duydukları dizginlenemez düşmanlık olduğu kanısındayım.
Bir Türkiye hastalığı
Şimdi, hasbelkader bu son cümleyi okuyan ‘kimi’ memleket münevveri, ‘İnsaf, neden çektik Kemalizm’den çektiğimiz kadar’ diyerek, yazarın nasıl da Kemalist olduğunu, Cumhuriyet idarelerinin yurttaşına çektirdiği acıları nasıl görmezden gelebildiğini vb. dile getirecek. Ya da ‘Edhem Nejad ile Mustafa Suphi’yi hatırlatanlar olacak. Kendileri bilir.
Bu, bir tür hastalık Türkiye’de. ‘Ergen üniversite öğrencisi alışkanlığı’ olarak adlandırmayı tercih ettiğim türden bir hastalık. Siyaset bilimi eğitimi gören ve siyasete meraklı ‘birinci sınıf’öğrencileri genellikle her çatık kaşlıya faşist, 1920’lere dair olumlu bir söz sarf edene Kemalist deme eğilimindedir. Ola ki okuduğu kitap bir değil iki ise, ‘Jakoben’i tercih ederler! Tabii bu eğilimi (ergenliği) bir ömür atlatamayanlar da var ama şimdi konu onlar değil.
Necip Fazıl gibi birini okuyup mest olarak izleyenler
Her yazıyı yazdıran bir ‘dert’tir. Okuduğunuzun derdi, 1920’lere ve sonrasına ‘soldan’ bakıp değerlendiren ve tarihi, sınıflar arasındaki mücadeleyle okuyanlarla değil. Onların eleştirilecek bir yanı yoktur demek istemiyorum. Nitekim Türkiye literatürü, sol kesimin birbiriyle yürüttüğü polemik açısından hayli zengindir. Özellikle 1960’lar ve 70’lerde. 1980’ler ne yazık ki solun üzerinden buldozer gibi geçtiği için, uzun süre derli toplu bir tartışma yürütecek halde değildi. Hani şu, MGK Başkanı’nın anayasayı tanıtma gezi/konuşmalarında ayet ve hadislerden örnek verdiği 12 Eylül döneminden söz ediyorum! Her neyse…
Söz konusu ideoloji mensupları, kuruluş aşamasını ve bu aşamadaki milliyetçiliği, İstiklal Mahkemeleri’ni, devrimler sürecini, sınıfsal tercihleri; 19. yüzyılda el ele yürüyen yarı sömürgeleşme ve modernleşmeyle, 20. yüzyıl düşünce yaşamıyla, Gökalp’le, Ağaoğlu’yla, Akçura’yla, Turk Yurdu’yla, Türk Ocakları’yla, İttihat Terakki zihniyetiyle, İktisat Kongresi’yle vs. bağlantılı düşünür. Ayrıca bu anlama çabasına girişenler, bir ömür devletle de mücadele etmek zorunda kalan insanlardır. İçeri girenler, işkence görenler, sürgün olanlar…
Peki bugün, sırtını yüzde 50’ye yakın oy alan bir partiye, kişiye ve onun devletine yaslayarak kahramanlık taslayanlara ne demeli? Başkaya’lar, Beşikçi’ler, yıllarını cezaevlerinde tüketirken, olup biteni Necip Fazıl gibi birini okuyup mest olarak izleyenlere…
2014’ün Türkiye’sinde, bir 10 Kasım’da, yanıtını bildikleri o ‘Sevmek zorunda mıyız?’ sorusunu yöneltenlerin, derdi nedir? Hayat boyu mücadelesini verecekleri ideolojileri ve ahlaki ilkeleri olduğu için mi? Devlete yaslanıp yazmak, 10 Kasım’larda, ülkede hala milyonlarca insanın saygı duyduğu, devletin kurucusu tarihsel bir kişiliğin üzerinden hava atmak, cesaret gerektiren bir iş midir?
Kemalizm herkesin gönlünce ekmek yiyebildiği bir dünya görüşü
Kuruluş yıllarında birden çok Mustafa Kemal vardır. Tasarladığı devlet ve hükümet biçimi, hukuk ve toplum yapısını sürekli‘zihninde’ taşıyan ve düşüncelerini yaşama geçirme yolunda yeni stratejiler ortaya koyan bir liderdir. 1921’in Mustafa Kemal’i ile 1927 seçimleri esnasındaki ve tabii 1930 sonrasındaki Mustafa Kemal söylem ve siyaseti arasında anlamlı farklar bulunur. Hiç değişmeyen nitelikleri ise ‘cumhuriyet, laiklik ve Batılı hukuk’yanlısı oluşu, ‘hukuksallığa’ verdiği büyük önem ve hedefe varma yolundaki pragmatizmdir.
Hâl böyleyken özellikle 1938 sonrası inşa edilen ve ‘veçheleri’ olan Kemalizm’in, birbirinden hayli farklı ideolojilerine mensup ‘kuşaklar’ı, bir liderden, birden çok dayanak/hikmet çıkarabilmiştir. Sözün özü Kemalizm, herkesin gönlünce ekmek yiyebildiği bir dünya görüşüdür.
Riyakarca bir tutum
Peki 10 Kasım kahramanlarının tarih algısı, yorumu ve takındıkları tavrın gerekçesi nedir? Örneğin bu satırların yazarı, ‘1920’lerde yaşasaydım, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Mustafa Kemal hareketinin yanında olurdum’ diye düşünür. Bir devlet biçimi olarak cumhuriyeti, Batılı hukuku ve özellikle laikliği önemsediği, hilafeti, Vahdettin’i ve Damat Ferit’i desteklemeyeceği için.‘Cumhuriyet’ ve temel sacayağı olan ‘laikliğe’ önem vermek bir tercihtir. Dünyaya baktığım yerden.
O yerden 1789 da, 1848 de, 1917 de çok değerli, savunulacak dönüm noktalarıdır. Hilafet ve saltanatı savunmak, Vahdettin’in safında olmak da bir tercihtir. Buna mukabil, günümüz devlet partisi tetikçilerinin, kör parmağım gözüne bir dincilikle, sürekli laf döndürüp dolaştırıp sanki mücadele ettikleri cumhuriyetin laik hukuku değil de otoriterlikmiş gibi davranmaları, ‘riyakârca’ bir tutumdur.
Mesele otoriterlikse…
Neymiş efendim, o dönem otoritermiş. Baskıcıymış. Bak sen, yani dert, otoriterlik öyle mi?
2014 yılında yaşananlara, gün be gün koyulaşan faşizme, akıl almaz hukuk ihlallerine uyduruk gerekçeler bulup saçma sapan terimler icat edenler, gündelik çıkarlar uğruna, alınan yüklü maaşlar uğruna, irili ufaklı reislerin yanında çekilmiş fotoğrafların kazandırdığı üç kuruşluk ‘prestij’ uğruna dalkavukluk yapıp her anormalliği savunmak için kendini paralayanlar, önüne geleni ahlaksızca hedef gösterenler, gencecik bir oyuncuyu sırf Gezi eylemlerine ön plana çıkanlardan olduğu için akıl dışı senaryolarla memleketinden ayrılmak zorunda bırakanlar, 1920’leri eleştiriyor.
Sevsinler böylesi Atatürk karşıtlığını
Bu dalkavuklardan biri çıkıp ‘Ben senin sarayını beğenmek zorunda mıyım?’ sorusunu yöneltebilir mi? ‘Seni takdir etmek zorunda mıyım’ diyebilir mi? ‘Düşünce’ zannedilen, 10 Kasım ve sair zamanlarda, iktidar sahiplerinin pek hoşuna gidecek şeyler yazıp çizmekten ibaret. Çoğunluğun, güç sahibinin ‘babayiğitliği’tam da böyle bir şey işte.
Hal böyle olunca, bir şey bilmeye, düzgün bir tarih analizine, bu analiz üzerine inşa edilen ilkelere ihtiyaç kalmıyor tabii. Sıkışınca İsmet Paşa, daha da sıkışınca ‘Camiler ahır oldu’, en vahim çıkmazda ‘Astırmayız!’ Tüm bu ‘bağlantısız’ saçmalıklarla varılan yer, günümüz parti devletini canhıraş savunmak. Sevsinler böylesi Atatürk karşıtlığını.
Otoriterlikle, faşizmle, milliyetçilikle, Türkçülükle, Cumhuriyet’in muhtelif devirlerinin sıkboğaz ettiği Müslüman-Gayrimüslim yurttaş kesimlerinin savunusuyla bir dertleri yok kuşkusuz. Cumhuriyet’in demokratikleşmesi ve çoğulculaşması umurlarında değil.
Bu gerçeği, her gün bir kez daha kanıtlıyorlar. Üstelik, bugün ciğerci kedisi gibi kapısında bekleştikleri muktedirler o muazzam iktidarlarını, bir ölçüde, on yıllarca memleketlerinden kovulan gayrimüslimlerin ve ezilen solun, ‘yokluğuna’ borçlu.
Dertleri cumhuriyet, laiklik ve Batılı hukuk
10 Kasım babayiğitleri, Mustafa Kemal’in otoriterliğine, tek adamlığına, seçkinciliğine değil; bir devlet biçimi olan cumhuriyete, Cumhuriyet’in özü laikliğe ve Batılı hukuka karşı. Hilafet, kamuoyuna henüz yeteri açıklıkta dile getirilmediği, bir ‘Akil Adam’ dışında gür sesle savunulmadığı için şimdilik ‘güçlü bir simge’yle cebelleşiliyor.
Ah, bakın yine niyet okudum! Kendi lehlerindeki hiçbir otoriter yapıyla sorunları olmayan ve iktidar sahiplerinin ‘onay vermeyeceği’ tek bir sözün sahibi olamayacak zavallıların ‘densiz’10 Kasım kahramanlıkları, yalnızca acı bir gülümsemeye neden oluyor. Ayrıca kendilerince ‘sevilmemek’ herhalde ‘sevilmeyen’için, büyük bir şans ve onurdur.
Not: Yazıya, eleştiri ve önerileriyle katkı sağlayan sevgili meslektaşlarım Dinçer Demirkent ve Hüseyin Kırmızı’ya teşekkür borçluyum.
http://www.diken.com.tr/sorun-ataturku-sevip-sevmemekte-degil-dalkavuk-ve-riyakar-olmakta/
Son yıllarda her 10 Kasım’da olduğu gibi, bu 10 Kasım’da da Ak Devlet Başkanı’nın uçağının gediklisi bazı yayın organları ‘kahramanlık’ gösterisi yapmayı ihmal etmedi. ‘Olmasan olmazdık’ işgüzarlığına karşı,‘Olmasaydın da olurduk’ sloganını icat eden zihniyet, bu kez de‘Sevmek zorunda mıyız?’ sorusunu yöneltti.
Devlet kurmuş ‘tarihi’ bir figürün, ‘sevme-sevmeme’sözcükleriyle ele alınışındaki gülünçlüğü bir yana bırakalım. Kişisel olarak, bu başlıkları atanların temel dertlerinin, ‘bir devlet biçimi olan cumhuriyet’e, ‘laikliğe’ ve ‘Batılı hukuk’a duydukları dizginlenemez düşmanlık olduğu kanısındayım.
Bir Türkiye hastalığı
Şimdi, hasbelkader bu son cümleyi okuyan ‘kimi’ memleket münevveri, ‘İnsaf, neden çektik Kemalizm’den çektiğimiz kadar’ diyerek, yazarın nasıl da Kemalist olduğunu, Cumhuriyet idarelerinin yurttaşına çektirdiği acıları nasıl görmezden gelebildiğini vb. dile getirecek. Ya da ‘Edhem Nejad ile Mustafa Suphi’yi hatırlatanlar olacak. Kendileri bilir.
Bu, bir tür hastalık Türkiye’de. ‘Ergen üniversite öğrencisi alışkanlığı’ olarak adlandırmayı tercih ettiğim türden bir hastalık. Siyaset bilimi eğitimi gören ve siyasete meraklı ‘birinci sınıf’öğrencileri genellikle her çatık kaşlıya faşist, 1920’lere dair olumlu bir söz sarf edene Kemalist deme eğilimindedir. Ola ki okuduğu kitap bir değil iki ise, ‘Jakoben’i tercih ederler! Tabii bu eğilimi (ergenliği) bir ömür atlatamayanlar da var ama şimdi konu onlar değil.
Necip Fazıl gibi birini okuyup mest olarak izleyenler
Her yazıyı yazdıran bir ‘dert’tir. Okuduğunuzun derdi, 1920’lere ve sonrasına ‘soldan’ bakıp değerlendiren ve tarihi, sınıflar arasındaki mücadeleyle okuyanlarla değil. Onların eleştirilecek bir yanı yoktur demek istemiyorum. Nitekim Türkiye literatürü, sol kesimin birbiriyle yürüttüğü polemik açısından hayli zengindir. Özellikle 1960’lar ve 70’lerde. 1980’ler ne yazık ki solun üzerinden buldozer gibi geçtiği için, uzun süre derli toplu bir tartışma yürütecek halde değildi. Hani şu, MGK Başkanı’nın anayasayı tanıtma gezi/konuşmalarında ayet ve hadislerden örnek verdiği 12 Eylül döneminden söz ediyorum! Her neyse…
Söz konusu ideoloji mensupları, kuruluş aşamasını ve bu aşamadaki milliyetçiliği, İstiklal Mahkemeleri’ni, devrimler sürecini, sınıfsal tercihleri; 19. yüzyılda el ele yürüyen yarı sömürgeleşme ve modernleşmeyle, 20. yüzyıl düşünce yaşamıyla, Gökalp’le, Ağaoğlu’yla, Akçura’yla, Turk Yurdu’yla, Türk Ocakları’yla, İttihat Terakki zihniyetiyle, İktisat Kongresi’yle vs. bağlantılı düşünür. Ayrıca bu anlama çabasına girişenler, bir ömür devletle de mücadele etmek zorunda kalan insanlardır. İçeri girenler, işkence görenler, sürgün olanlar…
Peki bugün, sırtını yüzde 50’ye yakın oy alan bir partiye, kişiye ve onun devletine yaslayarak kahramanlık taslayanlara ne demeli? Başkaya’lar, Beşikçi’ler, yıllarını cezaevlerinde tüketirken, olup biteni Necip Fazıl gibi birini okuyup mest olarak izleyenlere…
2014’ün Türkiye’sinde, bir 10 Kasım’da, yanıtını bildikleri o ‘Sevmek zorunda mıyız?’ sorusunu yöneltenlerin, derdi nedir? Hayat boyu mücadelesini verecekleri ideolojileri ve ahlaki ilkeleri olduğu için mi? Devlete yaslanıp yazmak, 10 Kasım’larda, ülkede hala milyonlarca insanın saygı duyduğu, devletin kurucusu tarihsel bir kişiliğin üzerinden hava atmak, cesaret gerektiren bir iş midir?
Kemalizm herkesin gönlünce ekmek yiyebildiği bir dünya görüşü
Kuruluş yıllarında birden çok Mustafa Kemal vardır. Tasarladığı devlet ve hükümet biçimi, hukuk ve toplum yapısını sürekli‘zihninde’ taşıyan ve düşüncelerini yaşama geçirme yolunda yeni stratejiler ortaya koyan bir liderdir. 1921’in Mustafa Kemal’i ile 1927 seçimleri esnasındaki ve tabii 1930 sonrasındaki Mustafa Kemal söylem ve siyaseti arasında anlamlı farklar bulunur. Hiç değişmeyen nitelikleri ise ‘cumhuriyet, laiklik ve Batılı hukuk’yanlısı oluşu, ‘hukuksallığa’ verdiği büyük önem ve hedefe varma yolundaki pragmatizmdir.
Hâl böyleyken özellikle 1938 sonrası inşa edilen ve ‘veçheleri’ olan Kemalizm’in, birbirinden hayli farklı ideolojilerine mensup ‘kuşaklar’ı, bir liderden, birden çok dayanak/hikmet çıkarabilmiştir. Sözün özü Kemalizm, herkesin gönlünce ekmek yiyebildiği bir dünya görüşüdür.
Riyakarca bir tutum
Peki 10 Kasım kahramanlarının tarih algısı, yorumu ve takındıkları tavrın gerekçesi nedir? Örneğin bu satırların yazarı, ‘1920’lerde yaşasaydım, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Mustafa Kemal hareketinin yanında olurdum’ diye düşünür. Bir devlet biçimi olarak cumhuriyeti, Batılı hukuku ve özellikle laikliği önemsediği, hilafeti, Vahdettin’i ve Damat Ferit’i desteklemeyeceği için.‘Cumhuriyet’ ve temel sacayağı olan ‘laikliğe’ önem vermek bir tercihtir. Dünyaya baktığım yerden.
O yerden 1789 da, 1848 de, 1917 de çok değerli, savunulacak dönüm noktalarıdır. Hilafet ve saltanatı savunmak, Vahdettin’in safında olmak da bir tercihtir. Buna mukabil, günümüz devlet partisi tetikçilerinin, kör parmağım gözüne bir dincilikle, sürekli laf döndürüp dolaştırıp sanki mücadele ettikleri cumhuriyetin laik hukuku değil de otoriterlikmiş gibi davranmaları, ‘riyakârca’ bir tutumdur.
Mesele otoriterlikse…
Neymiş efendim, o dönem otoritermiş. Baskıcıymış. Bak sen, yani dert, otoriterlik öyle mi?
2014 yılında yaşananlara, gün be gün koyulaşan faşizme, akıl almaz hukuk ihlallerine uyduruk gerekçeler bulup saçma sapan terimler icat edenler, gündelik çıkarlar uğruna, alınan yüklü maaşlar uğruna, irili ufaklı reislerin yanında çekilmiş fotoğrafların kazandırdığı üç kuruşluk ‘prestij’ uğruna dalkavukluk yapıp her anormalliği savunmak için kendini paralayanlar, önüne geleni ahlaksızca hedef gösterenler, gencecik bir oyuncuyu sırf Gezi eylemlerine ön plana çıkanlardan olduğu için akıl dışı senaryolarla memleketinden ayrılmak zorunda bırakanlar, 1920’leri eleştiriyor.
Sevsinler böylesi Atatürk karşıtlığını
Bu dalkavuklardan biri çıkıp ‘Ben senin sarayını beğenmek zorunda mıyım?’ sorusunu yöneltebilir mi? ‘Seni takdir etmek zorunda mıyım’ diyebilir mi? ‘Düşünce’ zannedilen, 10 Kasım ve sair zamanlarda, iktidar sahiplerinin pek hoşuna gidecek şeyler yazıp çizmekten ibaret. Çoğunluğun, güç sahibinin ‘babayiğitliği’tam da böyle bir şey işte.
Hal böyle olunca, bir şey bilmeye, düzgün bir tarih analizine, bu analiz üzerine inşa edilen ilkelere ihtiyaç kalmıyor tabii. Sıkışınca İsmet Paşa, daha da sıkışınca ‘Camiler ahır oldu’, en vahim çıkmazda ‘Astırmayız!’ Tüm bu ‘bağlantısız’ saçmalıklarla varılan yer, günümüz parti devletini canhıraş savunmak. Sevsinler böylesi Atatürk karşıtlığını.
Otoriterlikle, faşizmle, milliyetçilikle, Türkçülükle, Cumhuriyet’in muhtelif devirlerinin sıkboğaz ettiği Müslüman-Gayrimüslim yurttaş kesimlerinin savunusuyla bir dertleri yok kuşkusuz. Cumhuriyet’in demokratikleşmesi ve çoğulculaşması umurlarında değil.
Bu gerçeği, her gün bir kez daha kanıtlıyorlar. Üstelik, bugün ciğerci kedisi gibi kapısında bekleştikleri muktedirler o muazzam iktidarlarını, bir ölçüde, on yıllarca memleketlerinden kovulan gayrimüslimlerin ve ezilen solun, ‘yokluğuna’ borçlu.
Dertleri cumhuriyet, laiklik ve Batılı hukuk
10 Kasım babayiğitleri, Mustafa Kemal’in otoriterliğine, tek adamlığına, seçkinciliğine değil; bir devlet biçimi olan cumhuriyete, Cumhuriyet’in özü laikliğe ve Batılı hukuka karşı. Hilafet, kamuoyuna henüz yeteri açıklıkta dile getirilmediği, bir ‘Akil Adam’ dışında gür sesle savunulmadığı için şimdilik ‘güçlü bir simge’yle cebelleşiliyor.
Ah, bakın yine niyet okudum! Kendi lehlerindeki hiçbir otoriter yapıyla sorunları olmayan ve iktidar sahiplerinin ‘onay vermeyeceği’ tek bir sözün sahibi olamayacak zavallıların ‘densiz’10 Kasım kahramanlıkları, yalnızca acı bir gülümsemeye neden oluyor. Ayrıca kendilerince ‘sevilmemek’ herhalde ‘sevilmeyen’için, büyük bir şans ve onurdur.
Not: Yazıya, eleştiri ve önerileriyle katkı sağlayan sevgili meslektaşlarım Dinçer Demirkent ve Hüseyin Kırmızı’ya teşekkür borçluyum.
http://www.diken.com.tr/sorun-ataturku-sevip-sevmemekte-degil-dalkavuk-ve-riyakar-olmakta/