Senai Demirci Şiirleri

hira_nur

Aktif Üye
Kayıtlı Üye
23 Nisan 2007
237
0
96
İstanbul
Ateş denizi.
Gül bahçesi.
Renk fırtınası
Aşk seması.
Işık ve bakış,
Su üzerinde buluşuyor.
Renk ve ahenk,
Suya koşuyor.
Aşkın yüzü suyu hürmetine
ateş suya konuk oluyor.
Gül suda diriliyor yeniden
Renk kalbin derûnuna damlıyor.
Su coşuyor, aşk oluyor,
ateş oluyor, alev alıyor.
Su yakıyor ve yanıyor.
Rahmet su yüzüne çıkıyor
Celal ve Cemal dalga dalga nöbetleşiyor.
Bir manevi yangın oluyor
Ve bir uhrevi serinlik sunuyor ebru...
Yerçizgisi ile gökçizgisi suya düşen renklerde birleşiyor.
Öylesine belirsiz, öylesine elden gelmez bir form oluyor ebru

Ve ebruzen
Yer ile gök arasında..
Göklerin ötesini yere indirmeye çalışıyor.
Kalbinde beslediği sözsüz şiirleri su üzerine nakşetmeye çalışıyor.
Hep güzel gören gözleri, güzel bakışlarla süslüyor.

Ebru, gören gözün ışığı ebru.
Rengini gönülden alıyor.
Ve gayba aşina gönlün,
gördüğüne razı gelmeyen aklın ayinesi,
Işıltılı, büyülü, ayartıcı.
Aşkı ve tevhidi bir kor tereddüdüyle
Avucunda tutmaya çalışıyor ebruzen.
Gözleri güzelle süslemeye niyetli.
Boyanın su üzerinde kaotik dansından
nice gönüllere güzeller devşiriyor.
Ebruzen aşkını suda arıyor.
Ve buluyor da....

Güzellik bakanın gözündedir ezelden.
Bakılanı güzel eyleyen bakıştır.
Aynı zamanda, aşkın en yalın tarifi bu
Mecnun Leyla’nın gözünde güzeldir.
Yusuf Züleyha’nın bakışıyla güzeldir.
Ve kevn Mevla nazar ettiği için güzeldir.
Mecnun’un Leylası neyse, ebruzenin ebrusu o.
Önce ebruzeninin gözünde güzel ebru
Ebruzen güzel baktığı için güzel görüyor,
güzelin yüzünü öylece su üzerine düşürüyor.
Bu defa Leyla Mevla’ya yol oluyor.

Ebrunun verdiği huzur, toprağa yakın oluşundan gelir
Sanatkar, semayı temsil eden herşeyi toprak renklerine yansıtır.
Suya düşürür ve toprağa kazır ve çamura bular.
Modern sanatın aksine, çığırtkan ve saldırgan renklerle değil,
mutevazı toprak renkleriyle açar gönülleri.
Ebru, su üzerindeki toprak renklerinden oluşur.
O yüzden, ebru biraz dünya biraz insan...

Ebru, aslında bir nefis terbiyesi.
Modern yaşamın herşeyi
determinist kalıplara vuran anlayışının aksine,
belirsizliğe razı olmayı belletiyor,
beklemeyi ve tevekkülü öğretiyor.
Ebruzen eserinin son halini başından belirleyemiyor.
Suyun ve boyanın esrarlı dansı,
renklerin ve biçimlerin salınışları arasında
sadece bekliyor.
Tek bir yaprağın kıpırtısına bile bigane kalmayan Külli İradenin
niyetini gerçeğe döndürmesini bekliyor ebruzen.
Ebru biraz da kaderi öğretiyor.
En küçük ve sıradan eylemlerin
Kainatın Sahibince nasıl da ciddiye alındığını farkediyor.
Sonsuz gökyüzü altında ve yeryüzünde
değersiz ve terkedilmiş olmadığını anlıyor insan.
Rengarenk bir ayinede, ebruda, kendini yeniden keşfediyor..
Ebruyu elinizle değil gönlünüzle yaparsınız diyor ebruzen.
Sanatkarın yeni bir şey yapmadığını, zaten var olanı yansıttığını kaydediyor.
Tasavvuf tabiriyle, batını zahire çıkarıyor Ebruzen.
Kainat sayfalarında saklı güzellikleri gün yüzüne çıkarıyor.
Ebru, su üzerine kurulu evreni yine su üzerinde tasvir ediyor.
Ve aslında bu fonksiyonuyla aşkın, yine başladığı yere,
yani bakışa, güzel bakışa dönüşünü temsil ediyor.
Ebru, kainatla birebir örtüşüyor.
Modern fiziğin teorik tasvirlerle yakalamaya çalıştığı gerçeği
çoktan beri biliyor ebruzen: hiçbir olayın tekrarı yoktur.
Hiçbirşey tekrar edilebilir olmadığı gibi,
Göründüğü gibi de değil.
Eşyanın rengi, biçimi ve hacmi,
İnsanın eşyaya eklenmesi ile
gerçeküstüne doğru kanatlanıyor.
Ebru, suretin sirete dönüşünü,
Gözün gördüğünün gönüle düşüşünü temsil ediyor.
Ebruzenin su ile serüveni ebru..
Herserüven gibi nerede başladığı bilinse de,
Nereye vardığı kestirilemiyor.
Ve hangi kalbi fethedeceği bilinmeyen bir akın.
Hangi gönülde durulacağı bilinmez bir coşku..
Ruhunu renge ve ahenge tekne yapıyor ebruzen.
Boyayı kalbinden damlatıyor.
Göze bir sürme gibi çekiyor gönlünün karasını.
Rengi ve ahengi, aşk denizine salıyor
Aşkı suya düşürüyor..
Yakıyor suyu..
Tevhid sırrının yüzüsuyu hürmetine kesret ateşine salıyor,
Ve ahenkle ve renkle serinletiyor insan yüreğini.
Yandıkça su, alev alıyor aşk.
Ve yüreğimiz kanlı bir ebruya dönüşüyor.




Senai Demirci...
 
Ey yâr, susuşum sözümü esirgemekten değil.
Sana değen sözleri çoktan yitirdim; dudağım avare, dilim perişan.


Aklım ermiyor ki,sustuğumu bileyim.
Kalbim ayılmıyor ki sana hitap edeyim.
Kelimelerin sıcağı kaçmış, hece hece küllenmişler;
sükût lehçesinde aç susuz bir mülteciyim şimdi.
Seni taşa benzettiler. Öyle dilsiz, öyle hayatsız, öyle duygusuz diye.
Değirmende konuşan taş değil midir peki?
Acıyı öğütüp ekmek eyleyen senin dönüşün değil mi?
Sen değil misin kabrimi bekleyen sadık yâr?
Dillerin sustuğu yerde sen değil miydin ısrarla adını söyleyen unutulanların?
Sen değil misin nice dertlinin derdini hiç itirazsız dinleyen?



Sahiden taş mı kesildin?
Oysa, sen sözlere efsûn bağışlayan dudaksın.
Nefesi boşluğun hapsinden kurtarırsın.
(Belki de her ses bir mahpusun kırılmış zincirlerinin şakırtısıdır.)
Sana değdiği yerde dirilir sessizlik.
Sana vuruldukça hece hece kanatlanır suskunluk;
şiirlerin ufkuna yükselir söz, öykülerin kuytularında giyinir.
Sen, dağı delen Ferhat'sın;
söz ki dağı kar gibi eritir de Şirin yâri sımsıcak kucaklar.
Sen Aslı'ya Kerem'sin; ses ki çatlak dudaklardan sızan kevserdir.
Sen Kerem'in Aslı'sın; söz ki tek bir hecesi bizi varlığın koynuna saklar;
"Ol!"sözü hatırına yokluk varlığa yüz bulur.



Taşın sözü yok mudur ey yâr?
Taş dediğin konuşur. Zamanın dudağıdır. Çatlaklarından acılar sızar;
kuytularında çocuk gülüşleri gibi neşeler saklar.
Taş dediğin susar. Zamanın dilidir; bir bakışında nice gürültüyü susturur;
anlamsız telaşları dağıtır, hoyrat koşturmaları durdurur.
Kadîm zamanlar içinden sızıp gelen bir kan gibidir taş; nabzımızı doldurur.



Taş zamanla eskimez mi?
Sen zamansın, ey yâr, gelir ve gidersin.
Saatlerin kadranında uslu uslu gezinirsin amma saçlarımı değil sadece kemiklerimi dağıtırsın.
Usulca sokulursun odama; "tik-tak", sadece "tik-tak",
eşyalarımı değil sadece beni de benden çalarsın;
elbisemi değil sadece tenimi de soyarsın.
sevdiğimle arama ayrılıklar koyansın.
Sen çoğaldıkça ben azaldım;seni tükettim derken ben tükendim.
Sen zamansın, ey yâr, pek kıskançsın.



Taş kesilmişsin ki sana vefasız dediler. Tanımazmışsın beni.
Adımı bile anmazmışsın. Güzellikten hiç anlamazmışsın.
Mehtabı kucaklayan sen değil misin her defasında?
Günün ilk ışıkları sana koşmadı mı her sabah?
Nice surlarda masum bebekleri bekleyen sendin.
Nice sütunlarda fısıltılı dualara fısıltını ekleyen sensin.
Köprülerde kemerlerde yâri yâre kavuşturan senin metanetin değil mi?
Çeşmelerden serin sulara yol veren senin serinliğin değil mi?
Dereler boyu suların elinden tutup şarkılar söyleyen sen değil misin?



Aslında kendi taşını dikiyor değil mi insan?
Her gün bir önceki günde bırakırız bedenimizi.
Her yeni günün sabahında eskimiş bedenlerini yüklenir gibi insan.
Sanki yakamızda çocukluk fotoğrafımızı taşır gibi yürürüz yeni zamanlara.
Kendi cenazesini kaldırır gibidir insan.
Baktığımız her yüzün ardında eskimiş yüzler saklıdır.
Şimdiki bedenimiz daha öncekilerin başını bekleyen konuşkan bir taştır.
Ölmüş yanlarımızı hatırlatır. Bir taş gibi ağırlaşır gözlerimizin karası.
Var-yok arası bir titreyişe dönüşür nefesimiz.
İki nefes ortasında dikilir taşımız.
Taştan taşa koşar bakışımız.
Hatıralarda saklı, solgun fotoğraflara nakışlı yüzler üzerine uzanır gölgesi.



Sen değilsin; taş benim ey yâr. Kendimi taşımaya mecâlim yok.
Kendime söyleyecek sözüm yok.
Kabrimden kalbine taşınıyorum ey yâr.
Suskunluğum taş olmaklığımdan.
Sözsüzlüğüm sözümü taşa devrettiğim için.



Bağrımda ağır ve soğuk bir suskunluk...
Taşıdığım sensin ey yar.
Söze sığdıramadığım. Ve hiç susturamadığım.
Ne oldu kalbime? Katılaştı, katılaştı.
Taştan da katılaştı.
Ağlarsa, taşlar ağlar.
Ben ağlayamadım; sen ağla...
Taş değil misin ey yar?

senai demirci
 

Babamın Biberonu..
Çocuktum daha
Uyuyan bir baba
Yavaşça yaklaşıyorum yanına
Yine biberonu yanında
Gözlerine de uyku çökmüş

‘’Seni seviyorum baba’’
Bir hışımla eli yanağımda
Sonra yuvarlanıyorum yatağın ayak ucuna

Elindeki biberon olmak vardı baba
Hiç değilse o hep yanında
Gözün gibi bakıyorsun ona
Neyimiz varsa veriyorsun da
Gerçi neyimiz kaldı geriye baba

Çocuktum daha
Uyuyan bir baba

Annemin elinde toz bezi
Sabah sekiz akşam yedi..
Pencere kenarlarında annemi bekleyerek çocukluğum geçti…
İşte sevimli bir haber
Annem,annem göründü biraz ötede
Koşarak açıyorum kapıyı,
Yorgun bir bedeni karşılıyor gözlerim

‘’Anne seni çok özledim’’

Yorgunum oğlum…(kızım)
Eski bir hayali yüzdürüyordum susuzlukta
Annemin elindeki çantada..
Babamın biberonu alınmış gazeteye sarılı masada
Gözlerim ufak bir çikolata arıyor ama..
Yok…

Babamın büyümesini bekleyene kadar
Ben rafa kaldırıyorum çocukluğumu…

Büyüdüm..
Şimdi tozlu raftan elimde kalan;
Babamın biberonu,
Annemin toz bezi,
Susuzlukta yüzdürdüğüm kırık dökük bir hayal..

Çocukluk benim dilimde
Babamın büyümeyişi,benim ise hiç küçülemeyişimdi

SENAİ DEMİRCİ
(senai demirci sitesinsinden alıntı. yazar Mihrican Keskina.s.
 
Son düzenleme:
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…