- 12 Ocak 2015
- 6.013
- 10.920
Haberdar
İstanbul
MENU
Gerçekler Sadece Gerçekler
Sarraf ve “devlet benim”
AHMET ALTAN22 Mart 2016 Salı 22:48
İstanbul
MENU
Gerçekler Sadece Gerçekler
Sarraf ve “devlet benim”
Olaylar öyle süratli ve şiddetli akıyor ki sel sularına kapılmış gibi oradan oraya savruluyoruz, gürültünün ve hızın gittikçe artmasından suların içindekilerle beraber köpürerek döküleceği büyük bir çağlayana yaklaştığımızı anlayabiliyoruz.
Görkemli bir kabarıştan sonra sakin sulara varabileceğimizi umut ediyoruz.
Pazartesi gecesi, saatler biri geçerken telefonlar “mesaj geldi” sesleriyle titreşmeye başladı, mesajı gören, “aaa” deyip mesajı bir başkasına aktarıyordu.
Reza Sarraf Amerika’da, bizim burada kısaca “17-25 Aralık” dediğimiz büyük yolsuzluklardan dolayı tutuklanmıştı.
Sarraf’ın Amerika’ya “gezmeye” gittiğine inanan kimse yoktu haliyle, ya casus romanlarındakini andıran bir tuzakla Miami’ye çekilip orada yakalanmış ya da İran’daki ortağının idama mahkum edilmesinden sonra canını kurtarmak için belli “anlaşmalarla” Amerikalılara sığınmıştı.
Nedeni ne olursa olsun, asıl tutuklanan o milyarlarca dolarla oynayan genç İranlı değil doğrudan AKP iktidarıydı.
Amerikalılar kelepçeleri AKP iktidarına takmışlardı.
Adının bile tam olarak ne olduğuna karar veremediğimiz, her seferinde adı değişik biçimlerde söylenip yazılan Sarraf’ın “2010’dan bu yana” işlediği suçlardan tutuklandığını açıklayan Amerikalı yöneticiler, bir de AKP’lileri yerlerinden hoplatacak bir tehditle, “açıklanan iddianamenin, gerçek iş ortaklarının kimler olduğunu saklamaya çalışanlara da bir mesaj” olduğunu söylemişlerdi.
Belli ki Sarraf yıllardır Amerikan istihbaratı tarafından izleniyordu.
17-25 Aralık sürecinde ortalığa dökülen “tapelerin” hası Amerikalıların elinde bulunuyordu.
Şimdi bir de Sarraf’ın “bütün detayları anlatan” itirafnamesiyle, bilinmeyen ayrıntılar da ortaya çıkacak.
Türkiye’deki resmi dosyalar Sarraf’la AKP’li bakanların ilişkilerini ve alınıp verilen rüşvetleri ortaya koyuyordu ama dinlediğimiz “tapelerle” hepimiz işin daha da öteye gittiğini biliyorduk.
17-25 Aralık davası AKP’lilerin delicesine korktukları bir dava, bu yolsuzluklardan yargılanmamak için yasaları yırtıp hukuku perişan ettiler, şimdi ise dava “uluslararası” bir boyutla yeniden canlandı.
İktidarın, medyadaki adamlarıyla “bunları yapanlar paralel” propagandalarının, “bu bir darbedir” palavralarının, neden ve niçin Sarraf’ı serbest bırakıp hırsızlığı ortaya çıkaran polislerle savcıları tutukladığı anlaşılamayan hukukçularının “uluslararası” zeminde geçerliliği yok.
AKP, kendi ülkesinde hukuku yok etmenin bedelini şimdi Amerika’nın eline esir düşerek ödüyor.
Amerika’nın uyarılarına rağmen Suriye’de IŞİD’in karşısındaki en ciddi kara gücü olan YPG’yi bombardımana tutarak IŞİD’e dolaylı olarak alan açan ve Türkiye’yi yeryüzünde yapayalnız bırakan AKP politikalarının bundan sonra nasıl devam edeceğini hep beraber göreceğiz.
Sarraf’ın tutuklandığını öğrendiğimiz gecenin sabahına Brüksel’de patlayan IŞİD bombalarıyla uyandık.
Otuzdan fazla insan ölmüş, yüzden fazlası yaralanmıştı.
IŞİD’in Avrupa’nın neresine adamlarını gizlediğini bulup çıkarmak kolay iş değil ama IŞİD’in kolayca bulunabileceği bir yer var, Suriye’de ve Irak’ta ele geçirdiği topraklar.
Avrupa Birliği’nin başkentinde patlayan bombalardan sonra Avrupa’da IŞİD avı hızlanacaktır ama asıl Suriye’deki IŞİD mevzilerinin üstündeki baskı artacaktır.
IŞİD bizim hemen sınırımızda duruyor.
Başkanlık seçimlerinde milliyetçilerden oy almak için şidddete dayalı siyasi bir strateji oluşturup, Türkiye’nin geleceğine de çıkarlarına da boşveren AKP, Kürtlerin üzerine alıcı kuş gibi çullandı… Türkiye’yi canlı bombalarıyla altüst eden IŞİD’lilere dokunmayıp IŞİD’in rakibi YPG’yi hedefe koyuyor… İçerde de Kürtlerin oturduğu kasabaları düşman kasabasıymış gibi tanklarla toplarla dövüyor.
Sarraf’ın yakalanmasından sonra çırılçıplak Amerikalıların eline rehin düşen AKP’liler, bir de bu duruma Brüksel bombalarından sonra Avrupalıların baskısı eklendiğinde ne yapacaklar?
Kürtleri öldürüp IŞİD’e dolaylı destek olarak miliyetçilerin oylarını toplayıp “başkanlığa” yürümeyi mi tercih edecekler?
Yoksa “bir kişinin başkanlığı uğruna hepimiz tutuklanacağız” diyerek Suriye ve Kürt politikalarını mı değiştirecekler?
“Başkanlık, ille de başkanlık, biz başkanlık için kendimizi de yakarız, Türkiye’yi de yakarız” derlerse, tarihimizde pek görülmedik olaylarla karşılaşma ihtimali artar.
Türkiye’nin yöneticilerinin bir kısmının adını uluslararası “tutuklama” listelerinde görmek de var haritada ki bu bizim bugüne dek rastladığımız bir iş değildir.
Ama biz zaten “tarihimizde görmediğimiz olaylar” dizisi yaşıyoruz bugünlerde, ilk kez “anayasaya uymayacağını” açıklayan ve mahkemelere “anayasaya uymayın” diye talimat veren “seçilmiş” bir siyasetçi oturuyor cumhurbaşkanlığı koltuğunda.
Kendini, o günkü keyfine göre bazen “fiili başkan”, bazen “fiili yarı başkan” ilan ediyor, anayasada yeri bulunmayan bu sıfatları nereden bulup üstüne giydiğini kimse sormuyor.
Soran olursa içeri atıyorlar zaten.
Hırsızları, yolsuzları serbest bırakıp akademisyenleri, avukatları, gazetecileri hapseden yeni bir “hukuk” icat eden AKP, bir kere yasadışı alana geçip gayrımeşru bir hale geldikten sonra artık zaten bütün yasalarla bağlarını kopardı.
Daldığı gayrımeşruluğun derinliklerinde “vurgun” yemiş dalgıç gibi sancılı hülyalarıyla dolaşıyor.
Bu hülyalarını da dile getiriyorlar.
Tayyip Erdoğan, hiç çekinmeden “kendisi giderse devletin çökeceğini” söyleyebiliyor.
Açıkça “ben devletim” diyor.
Bu ülkede bugüne dek “ben devletim” demeyi hiç kimse denemedi.
Atatürk bile “ben devletim” demedi, tam aksine, “benim naçiz vücudum bir gün toprak olacak ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacak” deme nezaketini gösterdi.
Ki Erdoğan’ın gizli hayranlığının ve kıskançlığının odağı olduğu anlaşılan Atatürk, “ben devletim” demek isteseydi bunu söylemek için Erdoğan’dan çok daha fazla güce ve imkana sahipti.
Arkasında Çanakkale ve İstiklal Savaşı vardı.
Erdoğan’ın arkasında ne var?
Onun siyasi hayatı, ucunda silgisi olan bir kurşun kalemden başka bir şey değil.
2011’e kadar yaptığı ne varsa, 2011’den sonra hepsini sildi.
Bir de sayfaları parçalayıp, defteri yırttı.
Şimdi kalkmış “ben devletim” diyor.
Fatih, Yavuz, Kanuni bile “ben devletim” demedi.
Herkesin bildiği gibi bunu “mutlak monarşinin” en büyük savunucusu olan Fransa Kralı XIV. Louis söylemişti.
Erdoğan, Çanakkale’de savaşmadan Atatürk, Fransızca konuşmadan XIV. Louis olmak istiyor.
Üstelik de bunu 2016 yılında istiyor.
Kendi ülkesini, kendi insanını, kendi devletini böylesine küçümseyen, hiçe sayan, “kendini hayatın merkezi” gibi gören bir adamın yönetimiyle nereye gidilebilir?
Bir adam düşünün ki kendini seksen milyon insanla kıyaslıyor ve “ben olmasam siz bir devleti yönetmezsiniz” demek cüretini gösterebiliyor.
Kendini seksen milyon insandan daha değerli ve daha akıllı görüyor.
Bu “büyük akıl” her nedense kendini eleştiren hiçbir insanla, hiçbir görüşle tartışmaya cesaret edemiyor.
Bu yüzden AKP iktidarı, herkesi susturan bir sistem istiyor.
Kürt politikasına itiraz ettiler diye üç akademisyeni hapse attılar, yetmedi, Esra Mungan’ı utanmadan bir de tecrite koydular.
Memleket dört bir yanından kan sızan bir tabuta dönmüş, AKP iktidarı ile AKP hukukunun derdi, dürüstçe konuşan akademisyenleri hapse atıp onlara tecrit işkenceleri uygulamak, Kürt avukatları tutuklamak, gazetecileri saçma sapan iddialarla yargılayıp, zindanlara koymak.
Tabii, hukuku yok sayıp, hırsızlığı kutsamaya başlayınca ahlak da tepetaklak oluyor, bugüne dek rastlamadığımız bir ahlaksızlık türüyle bu siyasal İslamcıların döneminde karşılaştık.
Kalem yazmaktan utanıyor ama yazmamak da mümkün değil, korkunç bir “çocuk tacizi” felaketiyle karşı karşıyayız.
Karaman’da bir “vakıf”da 45 çocuğu taciz etmişler, Aile Bakanı, “dindar” görünümlü bir kadın, “bir kerelik oldu diye vakfı suçlamayın” diyor.
Hukuktan, ahlaktan, dinden falan da vazgeçtim ama biz böyle bir “taş kalplilik” de görmedik, bu toplum “çocuklar” konusunda hassastı hiç olmazsa, bu İslamcılar o hassasiyeti bile “bizden olanlar ne yaparsa yapsın ses çıkarmayalım” diye yok ediyorlar.
Üstelik bu rezaletler sadece Karaman’da olmuyor, birçok yerden benzer haberler geldiğini görüyoruz, hepsinde de şüpheliler aynı tür adamlar.
Bu sefil azgınlık böyle devam ederse bu siyasal İslamcılar Katolik Kilisesi’ni geçecek rezillikte.
Bir de “bir kerelik bir şey, aldırmayın” diye olayı savuşturmaya kalkıyorlar.
Bunu söyleyenler de, filmlerde bir kadınla bir erkek öpüştüğünde “ahlak elden gidiyor” diye bağıran ikiyüzlüler.
Ahlak, kadınlarla erkekler öpüştüğünde elden gitmez, ahlak bu adamların yaptığı rezillikler karşısında siz gözlerinizi kapattığınız, sustuğunuz zaman gider.
Nasıl bir yüzsüzlük, nasıl bir rezillik, nasıl bir utanmazlık, nasıl bir ahlaksızlık, insanın aklı hafsalası almıyor.
Ben böyle toptan bir çöküş hiç görmedim.
Bu AKP iktidarı, sanki birisinden “bu toplumu yok edin, hukuku, dini, ahlakı kalmasın, çökertin hepsini” diye talimat almış gibi davranıyor.
Bu iktidarı durdurması gereken ana muhalefet partisi CHP.
Bunu tek başına ve sadece konuşarak yapamaz, HDP’yle elele verip, bu ülkenin hukukuna, adaletine, özgürlüğüne, dinine, ahlakına, çocuklarına sahip çıkması, milyonları etrafına toplayıp, AKP iktidarına “durun artık” demesi gerekiyor ama CHP üstüne düşeni yapmıyor.
Aslında bu sadece CHP’nin de değil, bütün Türkiye’nin utancı.
Bu rezilliği biz kendimiz önleyemedik.
Şimdi öyle gözüküyor ki “dünya” bu işi üstlenecek.
Sarraf’ın tutuklanması, bunun ilk adımı gibi gözüküyor.
“Sen hırsızını tutuklamazsan ben tutuklarım” diyor dünya AKP’lilere.
Sonunda birinin bunu söyleyeceği belliydi zaten.
Görkemli bir kabarıştan sonra sakin sulara akacağımız bir şelaleye yaklaştığımız duyulan seslerden anlaşılıyor.
AHMET ALTAN | HABERDAR